@fatmadogu
|
19. Bölüm: Siyah Beyaz ölüm Tanrı değiliz ve dolayısıyla aciziz! Geleceği bilmiyoruz. Güçlerimiz bir dokunuşun ardından ulaşabildiklerimizle sınırlı. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım her şeyin istediğim gibi gitmeyeceğinin farkındaydım. Fakat bu kadarını bende beklemiyordum. Ben, Serhan, Ahmet ve Özge, okul çıkışı bizi kuytuda bekleyen tuzaktan habersiz bir yerlere gitmek için Ağaçlı yolda yürüyor ve planlar yapıyorduk. Tabi benim zihnim her zamanki gibi doluydu. Yine de ortama ayak uydurmaya çalışıyordum. Hemen sağ tarafımda çalılıkların arasından gelen sesler dikkatimi çekti. Seslerin sahibinin kim olduğunu görmem uzun sürmedi. Önderdi. Üstelik yalnız da değildi. Yanında çoğu korkağın güç almak için taşıdığı bir çelik parçasıyla gelmişti. ‘silahlar ancak kaçınılmaz olduğunda başvurulması gereken uğursuz araçlardır’ cümlesi korkaklar, adiler ve Önderler için geçerli değildi. Vakit kaybetmeden silahını bana doğrulttu. Böyle bir sahne ile karşılaşmayı beklemiyordum. Fakat bana silahla geldiyse Bir yerde gözden kaçırdığım bir şey olmalı. Ama ne? Afalladım ve yüzümde aptal bir ifadeyle ona baktım. Özge’de öyle. Sinirlerim bozulmuştu. Oysa kendinden emin bir ifadeyle bana bakıyordu. “Her şeyi biliyorum. Her şeyin arkasında sen varsın. İşimizi yerle bir eden sensin.” “Ne saçmalıyorsun sen!” Serhan’ın önüme geçtiğini fark edince elimi göğsüne koyup onu iterek kendimden uzaklaştırmaya çalıştım. Önder silahını Serhan’a doğrulturak: “Çekil aradan!” dedi. “Serhan çekil!” diyerek onu iyice kavrayıp kendimden uzaklaştırmayı başardım. Silahı tekrar bana doğrulttu. Kısacık bir boşlukta nasıl öğrendiğini düşündüm. Arda bir şekilde duyduklarını ona yetiştirmiş olmalı. Arayamayacağına göre mesaj atmıştır. Gözlerindeki ifade açıktı. Sonu görmeden sona gelmiş olabilirdim. Bu dünyada isteklerine kavuşamadan ölen milyonlarca insan var ve eğer bir mucize yaşanmazsa bende onlardan biri olacağım. Umarım her ne olacaksa etrafımdakilere bir zarar gelmeden olur. Eğer ölme vaktim gelmişse yapacak bir şey yok! “Hepsi aynı işi yapan ortaklar. Dördü ard arda öldü ve biri ortadan kayboldu. işler yolunda gitseydi sıradaki bendim. Her şeyi öğrendiğime göre ben değil sen olacaksın.” Ahmet, Serhan’dan erken davranarak önüme atladı. Bu yüzden kurşunu benim yerime o yedi. Serhan ve Özge Ahmet’i tuttular. Bense şaşkınlık içinde Önder’e baktım. O da şaşkındı. İrileşen gözlerle bana değil Ahmet’e bakıyordu. Silahı tekrar doğrultup beni vurmasını bekliyordum. Ama yapmadı. kıvranarak oradan uzaklaştı. Ahmet göğsünden vurulmuş, feci kanıyordu. Serhan ceketini çıkarıp yarasına bastırdı. Ve iyi olacağına dair telkinlerde bulunmaya başladı. Onu daha önce de böyle görmüştüm. Bu halini tanıyordum. Onu kaybetme ihtimali ile parçalanıyor fakat buna rağmen tek parça kalmaya çalışıyordu. İşte o an Ahmet’e ne kadar değer verdiğini anladım. Ahmet vurulmanın şokuyla Serhan’a baktı ve: “Korkuyorum.” dedi. O an çok kötü hissettim. O masum bir çocuktu. Serhan elini tuttu ve: “Korkma! Sana bir şey olmayacak. Daha beraber yapacak çok işimiz var.” Ahmet tebessümle ona baktı. Fakat daha fazla dayanamamış olacak gözlerini yavaşça kapadı. Durumu iyi değildi. Ameliyattan sonra yoğun bakıma alındı. Ailesi ile yoğun bakımın kapısında bekliyorduk. Sadece teyzesi olduğunu anladığım kişi ağlıyordu. Gerisi soğuk ve tepkisizdi. İçeride yatan aileden biri değilmiş gibi davranıyorlardı. Bu durum neden bilmiyorum ağrıma gitti. Hepsinden tiksindim. Ayaklanıp tuvalete gittim elimi yüzümü yıkadım. Aynaya baktığımda duyduğum çığlık ruhumda acı ile zonkladı. Hemen çıkıp yanlarına koştum. Teyzesinin sözleri her şeyi açıklıyordu. Ahmet ölmüştü. Ayaklarımın beni taşımakta zorlandığını fark edip sağ tarafımdaki duvara tutundum. Tedirgin gözlerle Serhan’a baktım. Dolan gözlerini kapattı. Beni bir tipi tuttu. İyi değildim. Hem de hiç iyi değildim. Birkaç saat sonra….
Serhan’ın ayaklandığını görünce sessizce peşine takıldım. Benimle göz göze gelmemek için büyük bir çaba sarf ettiğinin farkındayım. Bu beni korkutuyor çünkü o benden gözlerini kaçırıyorsa büyük bir şey var demektir. Dışarı çıktık. O bir Ağaca yaslandı. Yanına yaklaşıp omzuna dokundum. Elimi tutup kendinden yavaşça uzaklaştırdı. Üstündeki yas taşıp yerlere dökülüyordu. Acı içinde kıvrandığını görmek Ahmet’in acısıyla birleşip beni tarumar ediyordu. Cesaretimi toplayıp konuşmaya başladım. “Ben çok üzgünüm böyle olmasını istemezdim.” “Üzgün olman bir şeyi değiştirmiyor.” “Böyle olacağını nerden bilebilirdim ki?” “Seni kaç defa uyardım. Sen ne yaptın kafanın dikine gittin. Al işte o güvendiğin yöntemlerin sonucu bu!” dedi ve bir iki adım yürüyüp yanı başındaki banka oturdu. Bende yanına gittim. Bankın diğer ucuna oturdum. “O benim için bir kardeş gibiydi. Senin başına buyruk hareketlerin yüzünden onu kaybettim. İnsanların hayatlarıyla oynamak bu kadar kolay olmamalı! Kazandın mı Asuman neyi kaybettiğini umursamadan, doğru bildiğin doğru muymuş? Burası bir oyun alanı, insanlarda oyuncak! Lütfen git! Dilimden daha fazlası dökülebilir. Bu yüzden git!” dedi. Bunları bile kaldıramıyorken daha fazlası mı? Tüm gücümü toplayıp ayaklandım. Adım adım uzaklaşıyor ve uzaklaştıkça aramıza düşen uçurumun derinleştiği hissediyordum. Özge peşimden gelmek istese de izin vermedim. Yalnız kalmak istiyordum. Yaralanmıştım ve kan kaybediyordum. Bu sebeple beynimde çalışmıyordu. Düşünemiyordum. Tüm o söyledikleri içindeki öfkenin dışa vurumu muydu, yoksa gerçek düşünceleri mi? Bilemiyorum ve bu bilinmezlik kalbime saplanan bir bıçak gibi canımı acıtıyor. Eve varınca kendimi yatağa bıraktım. Zihnimi zorlayan tüm bilinmezliklerle yumdum gözlerimi. Akşam yemeğine de katılmadım. Uzun bir uyku uyudum. Uyandığımda sabah ezanı okunuyordu. abdest alıp namaz kıldım. Sonra bahçeye çıkıp tahta salıncağa oturdum. Serin bir rüzgar esiyor gözyaşları ile ıslanmış yüzüme değip serinletiyordu. Bu serinlik içimi serinletmeye yetmiyor sadece yüzümdeki acıyı hafifletebiliyordu. Ben Ahmet’i kurtarmaya çalışmıştım. Bunu canım pahasına yapmıştım. Tüm sessizler arasında sesi olmaya çalışmıştım. Planlarımı ona zarar gelmeyecek şekilde tarsalamama rağmen sonuç böyle olmuştu. Sanırım ben Ahmet’in ölümünde ve Serhan’ın sözlerinde kaldım. Oradan çıkamıyorum. Ama çıkmalıyım biliyorum çünkü daha yapacak işlerim var. Yarım bırakamam. Hele bu olaydan sonra! O gün orada olanlar, tanıklar tarafından bana zarar vermeyecek şekilde polise bildirilmişti. Neden bana yardım ettiklerine dair bazı tahminlerim olsa da ötesini sorgulamadım. ***
Ayrılık insanların bir türlü alışamadığı bir cehalet halidir. Çünkü insan ona nadir zamanlarda hazırlıklıdır ve genel olarak ise gafil avlanır. Törene katılmaya cesaret edemedim. Kuytu bir köşeye geçip izlemeye başladım. Herkes dağılıp gittiğinde orada sadece Özge ve Serhan kaldı. Ani bir rüzgar esti. Uzun ağaçların rüzgarda savruluşuna baktım. Gözlerimi aşağıya indirdiğimde o rahatsız gölgeyi gördüm. Yaklaşık bir saat sonra onların hareketlenmesi ile bende hareketlendim. Oradan çıkıp bilgenin peşine düştüm. Önder saklanmak için mutlaka ondan yardım isteyecekti çünkü babasının terk edilmiş mülkü vardı ve gerektiğinde para karşılığında Önder’in kullanması için açmıştı. Bilge tam bir orta boydu. Çıkarına gelen tarafa çekilir, işini eksiksiz yapardı. Bilge’ye biriktirdiğim paranın büyük bir bölümünü vererek Önder’in yerini öğrendim. Orada yaşanacak şeylerin Bilge’nin umurunda olmayacağını iyi biliyordum. Tam bir gamsız pezevengkti. Onun için önemli iki şey vardı; canı ve parası! Gerisi hikaye! Önder eski bir baraka da kalıyordu. Yıkık duvarların arasından bahçeye geçtim. Onu görmüştüm. Sırtını bir ağaca dayamış uyuyordu. Silahının olduğu eli kavrayıp kendimden uzaklaştırdım. Aynı anda elimdeki bıçağı da boynuna dayadım. Uyandı. İrileşen gözlerle bana bakıyordu. “Silahını bırak, hemen!” Dediğimi yaptı. Silahını aldım ve birkaç adım geriye doğru çekildim. Geçip evin dış kapısının ikinci merdivenine oturup ona baktım. Her zamanki Önder değildi. Dağılmıştı. Hiçbir anlam ifade etmeyen soğuk ve donuk bakışlarla bana bakıyordu. “Ahmet’i seviyordun öyle değil mi?” İnsanda sevdiği birinden bahsedildiğinde beliren o teslimiyet dolu bakışları nerde görsem tanırım. Yakalanmış olmanın onun için bir şey ifade etmediğini görebiliyordum. Cevap vermedi. “Seviyordun. Onu vurduğun için darma duman oldun yoksa sen, beni vurmadan gidecek adam değilsin.” Gözlerime baktı fakat konuşmaya niyeti yoktu. Bana baksa da başka bir şey düşündüğü belli oluyordu. Onun mahremine sızıyormuş gibi hissettim. İçimde harlanan öfkeyle sözlerime devam ettim. “Söylesene tecavüz ettiğin birine aşık olmak nasıl bir duygu?” Vücuduna iğne batmış gibi irkildi. Sorumun ilk şokunu atlattıktan sonra toparlandı. Yüzünde dolaşan acı dolu bir tebessümle başını geriye doğru bıraktı. Sonra bana baktı ve: “Cehennem gibi dedi.” “Öyledir tabi. Hele de sevdiğin kişi bir erkekse! Eminim bunları yüksek sesle duymaya tahammül edemiyorsun. Üvey babanla yaşadığın şeylerden sonra onun cinsinden birini sevmek oldukça tuhaf ve zor gelmiş olmalı.” Önce şaşırdı. saldırıp saldırmamak ikileminde olan bir kurda benziyordu. Sonra birden geri çekildi. Yüzündeki şaşkınlık yerini alacalı ifadelere bıraktı. Bugün benimle düşman olmakta zorlanıyordu. Bugün kibrini kuşanamıyordu. Bugün tüm söylediklerim kırılan miğferinden içeriye sızıyor, onu yaralayıp dağıtıyordu. “Tüm bunları nerden biliyorsun?” “Yeryüzünde sır diye bir şey yoktur. Herkes, her şeyi, herkesten öğrenebilir.” Aptalca bir gülüşle etrafına baktı. Sonra bana dönerek beklemediğim bir cömertlikle: “Neyi öğrenmek istiyorsun?” İşte bu ilginç! Belki de konuşmak istiyordu. Bir av ve avcı arasında geçen sohbet hem zevkli hem de tehlikelidir. Fakat bu tehlikeye rağmen bunu yapmaktan kendimi alıkoyamıyorum. Çünkü ben avda da, avımda da bir anlam arıyorum. Bu bir zaaf biliyorum. Ama dediğim gibi kendime engel olamıyorum. “Onu tanımanın benliğindeki etkisini merak ediyorum.” Ciddileşmişti. Gözlerini sağıma odakladı. Yüzüme bakmıyordu. Onu anlıyordum. Benimle tam olarak bir şeyler paylaştığını hissetmek istemiyordu. Bunu anlayışla karşıladım ve onun tarafından kurulan sofraya gözlerimi dikip zulasından nelerin çıkacağını merakla bekledim. “ Babam…Bir adam nasıl bu kadar aşağılık olabilir diye düşündüm. Sonra tüm insanların aşağılık olduğunu fark ettim. Sadece bazıları bunu gösteriyor bazıları gizli tutuyordu. Sonra Ahmet’i tanıdım. Kafam karıştı. Yeryüzünde onun gibi bir insanın var olduğuna inanmıyordum. Bende inançlarımı onun üzerinde test etmeye karar verdim. Onu ne kadar kirletmeye çalışırsam çalışayım o hep temiz kalıyordu. Temiz ve masum! Sonra sebebini düşündüm. Belki de bu zamana kadar inandığım doğrular boktandı. Belki de ben babam gibiydim. Ve bunu kabul etmemek için tüm insanları aşağılık varlıklar olarak yaftalamıştım.” Tüm bunları anlatırken samimiydi. Aramızda tanımlayamadığım şeyler yaşanıyordu. Acıları benliğime ulaşsa da etkilenmek istemiyor onları orada askıda bırakıyordum. Aynaya her baktığımda bedenim ve ruhumun üzerinde bıraktığı tahribatı hatırlıyorken ona karşı hissettiğim gaddarlığımı kaybedemem. “Bugün sende ordaydın. Söylesene o gömülürken ne hissettin?” Yarasına bir kez daha basıp kanatmıştım. Akan kanları izlemek içten içe hoşuma gidiyordu. “Beni görmene rağmen neden bıraktın?” “Bilmem. Belki de yüzündeki yası izlemek istemişimdir.” “Belki de.” “Seni ilk kez ağlarken gördüm. Demek bir cehennem de ağlıyabiliyormuş.” “Eminim Ahmet’ de böyle düşünüyordu.” “Nasıl?” “Bir cehennem olduğumu?” “Söylesene bir cehennem ağladığında canı diğerlerinden daha çok mu yanıyor?” Zor bela tuttuğu gözyaşları üzerinde hükmü kalmamıştı. Gözlerinden akan yaşlarla bana baktı. Nedendir bilmem benimde gözlerim doldu. Ne saçma bir tablo! Kendimi toparlayıp devam ettim. "Yaşamasını istemiştim. Mutlu olmasını. Fiziksel ve ruhsal olarak zayıftı kabul. Ama ben hiçbir zaman güçlü olan ayakta kalır zayıf olan kaybeder zırvalığına inanan biri olmadım. Bana göre bu güçlülerin zorbalıklarını meşrulaştırmak için uydurduğu bir palavraydı. Güçlülerin yapması gereken şey daha az güçlü olanları zorbalığa uğramaktan korumak ve yeryüzünde adaleti sağlamak. Onlara verilen gücün sebebi bu! Ama nedense onlar çoğu zaman nefislerine aldanıp bencilleşirler ve kendilerini tanrı yerine koyar güçsüze de yardım etmezler. İşin aslı tanrı olmayı da beceremez tanrılıktan uzaklaşıp zalim birer pislik haline gelirler. Gerçek bundan ibarettir ama onlar cahile yatar arzularına odaklanır sarhoş olurlar. Tıpkı senin gibi. İşte bu sebepten dolayı dünya böylesine boktan bir yer." O an söylediklerimi gerçekten düşünüyordu. Sanki yoğunlaştığı bir şeye değinmek ister gibi söze girdi. “Söylediklerinle kendini kandırıyorsun. Bazen tercih yoktur. Savruluş vardır. Güçlü ve güçsüz yoktur, sürükleyen kader vardır. Bilinç yoktur, bilinç dışı hareket vardır. Doğru tarafta olmak bir tercih değil sonuçtur. Yetiştiğin aile belli. Oradan benim gibi biri olarak çıkmayı beklemiyordun öyle değil mi? Kendine bir sor bakalım. Sen gerçekten doğruyu, doğru gördüğün için mi tercih ettin yoksa yetiştirme tarzının bir sonucu olarak, sana benimsetilmiş şeyi mi içselleştirdin?” “Kaderin ağırlığına bende inanıyorum. Ama irade ve tercihe de inanıyorum. Söylediklerin mantıklı gelse de önemli bir şeyi gözden kaçırıyorsun.” “Ne yi?” “Bende en az senin kadar kötü olabilecek bir potansiyele sahibim. Fakat bu potansiyel özünde kötü değil ve yönlendirilebilir. Ayrıca benim de nefsim var. Hepimizde olan terbiye edilebilen o ilkel arzu! Bu yüzden işler benim açımdan senin ifade ettiğin şekilde ilerlemedi. Ben tercih ettim. Senin aksine karanlık arzularımı dizginledim. Terbiye ettim. Onları senin gibi başıboş bırakıp dört nala salmadım. Sizi arzularıma uygun bir şekilde öldürmekten vazgeçtim. Senin gibi güç ve para için her yolu mübah görüp insanlara zulüm etmedim. Yani ben bu yolu tercih ederken sende o yolu tercih ettin. Yoksa dediğin gibi yetiştiğin ortamın doğal bir sonucu değilsin. Bende öyle.” “Herkes kendi doğrusuna inanır. Sende öyle.” “Kim bilir, belki öyle belki değil.” “Nesin sen Allah aşkına, ince mehmet mi? Düzeni değiştirip adaleti mi sağlayacaksın?” Tebessüm ederek: “İnsan gücünün yettiğiyle sorumludur. Benim gücümün yettiği şey seni ortadan kaldırmak. Düzen ve adalet ise benim harcım değil. Onu da gücü yeten yapar.” Gerçekten kimdin ben? İnce mehmet yada kara murat değildim. Hitler de değildim başkası da. Kimdim bende bilmiyordum. Ama onun gibi biri de değildim. En azından bundan emindim. “Bir hayli yorgunum. Ne yapacaksan yap.” Babamın silahla arama mesafe koymak yerine ona dair her şeyi öğretmesinin verdiği ayrıcalık ile elimdeki silahı parçalarına ayırmaya başladım. Beni izliyordu. Silahtan anlıyor olmam onu bir miktar etkilemişti. İşim bitince silahı barakanın içine fırlattım. Kırık bir tebessümle bana bakarak: “Öldüğümde beni içerideki yatağa taşı. Odunluktaki odunları da etrafıma yığarak büyük bir ateş yak. Bunu zevkle yapacağını düşünüyorum.” “İyi ama neden?” “O en son buraya yalnız başına geldiğinde her şeyi anlamıştı. Onu sevdiğimi biliyordu. Boynuma bir bıçak dayadı. Ben ellerimi aşağıya bırakarak ona yardımcı oldum. Onun birini öldüremeyeceğini biliyordum. Uzun uzun konuştuk. Bu konuşma esnasında bedenimi bedeninden bir an bile ayırmadım. O da ilk kez bana izin verdi. Bu yüzden ondan kalan ilk ve son mutlu anımın olduğu yerde yanmak istiyorum.” Gerçekten böyle bir şey olabilir miydi? Söylediklerinin gerçekliğini sınayamıyordum. Bu yüzden kurcalamadım. Belki de bu onun zihninde ürettiği bir halisünasyondu. “Benim için makul bir istek.” Aklıma o gün bana söylediği şeyler geldi ‘Hep söylemişimdir merhamet insanları aptallaştırır diye. Senin durumunla bu öngörümün gerçek olduğunu bir kez daha anlamış oldum. Bu kadar aptal olmanı beklemiyordum. Merhametinden vuruldun güzellik.’ Aynen böyle söylemişti. Sakince yüzüne bakıp o güne cevap verir gibi konuşmaya başladım. “Merhamet, insanı insan kılar. Yokluğunda ise senin gibi insanlar zuhur eder. İnsanın merhametinden vurulmasının bir telafisi var, fakat ölmenin telafisi yok. Ve sen bugün öleceksin.” “Merak ediyorum.” “Neyi?” “Sen merhametli bir insansın bunu nasıl yapabiliyorsun?” “Can yakanın canının yandığı gün, merhamet kör sağır ve dilsiz olur. Bu mutlak adaletin mükemmel bir tecellisidir. Bunu hatırlıyorsun öyle değil mi?” “Evet, rahmetlinin sınıfa sık sık okuduğu hikayelerden birinde geçiyordu.” “Aynen öyle. Ben buna inanıyorum ve uyguluyorum.” “Anladım.” Söylemleri karşısında sessiz kaldım. Ayağa kalktı ve bana doğru yürüdü. Bende ayağa kalktım. Karşı karşıyaydık. İlk yumruk benden geldi. Ondan da bir yumruk beklerken bunu yapmayacağını anlamam uzun sürmedi. Yüzüne ard arda üç yumruk attım. Ağzının kenarından sızan kanla doğruldu ve: “Olup biten şeyler var, birde feci pişmanım.” dedi. Gerçekten pişman mıydı bilmiyorum. Ama pişman olsa bile bunun bir önemi yoktu. Karnına attığım tekme ile geriledi. Sonra doğruldu ve: “Ürkme akacak kandan hayat kılçığıyla yenir. “dedi. İşte o an şiir okuduğunu anlamıştım. Benim de Ahmet’in de sevdiği bir şiirdi bu. “Bir kervan çöle girer, çöl birden derinleşir” dediğimde tebessüm etti. Saçma bulduğum bu sahne benim de onun da hoşuna gitmişti. Ateşe su serper gibi bir şeydi işte. Yediği darbeler arttıkça ayakta durmakta zorlanıyordu. Yavaşça doğruldu ve yüzü gözü kan içinde bana bakarak: “Sen yoksun, ben yokum, onlar hele hiç yoklar!” dedi. Sarf ettiğimiz cümleler bize haz verse de onun her mısrada daha çok hüzünlendiği görebiliyordum. “Gökten zülfikar yağsa yeryüzü temizlenir” dediğimde dizlerinin üzerine düşerek bana baktı ve kanlı dişleriyle gülümsedi. Ardından yüz ifadesi birden değişti. Gözleri doldu. Yüzünü ağır ağır gökyüzüne doğru çevirdi. Gözyaşları kanıyla beraber aşağı doğru süzülürken benim oradaki varlığımı unuttuğunu bile söyleyebilirim. Gözlerini gökyüzünden ayırmadan titrek bir sesle söylediğim cümleyi tekrarladı. “Gökten zülfikar yağsa yeryüzü temizlenir.” Ağır ağır yürümeye başladım. Ne bir cellat gibi hissediyordum ne de bir katil. Sadece onun ölmesi gerektiğinin bilinciyle attığım her adımda güç topluyordum. Yanına gittim. Artık gerçekten teslim olmuştu. Arkasına geçip dizlerimin üzerine çöktüm. Derin bir nefes aldım ve sağ kolumu yumruk haline getirerek onun kulak hizasından geçirip çenesinin altına dayadım. O an bana cılız bir direnç göstermeye çalıştı. Sonunda kolumu boynuna doladım ve diğer kolumu ensesinin arkasına götürüp nefesi kesilene kadar güç kullandım. O kollarımın arasındayken yaptığı her şeyi düşündüm. O yüzden kollarım zihnimde hiçbir soru işareti olmamasının verdiği kesinlikle onu daha sıkı kavramaya başladı. Çırpınışlarını izliyordum. Vuruşları gözlerime, yüzüme yavru bir hayvanın pençeleri gibi değiyordu. Değen bir elin verdiği rahatsızlık hissine direniyor ruhunu teslim etmesini sabırla bekliyordum. Nihaye her şey sona ermişti. Yorgundum. Kendimi arkaya doğru yere bıraktım. Neden böyle hissediyordum ki? Boşlukta sallanıyordu her şey buna benliğimde dahil. Halbuki iyi hissetmem gerekmez miydi? Üstesinden gelemediğim bir şey boğazımı tutuyor nefesimi kesiyordu. Gözlerim dolmuştu ve gökyüzünü görmekte zorlanıyordum. Daha fazla direnemedim ve ağlamaya başladım. Kolumu alnıma dayayarak ağlıyordum. Kimden saklanıyordum ki? Ayaklarımın dibinde bir ölü yokmuşçasına ağlıyordum. Bu durumun ne kadar devam ettiği hakkında hiçbir fikrim yok. Sonunda sakinleşmiştim. Başımı sağ tarafa çevirdim. Karıncalar yuvalarına bir şeyler taşıyordu. Bir süre onları izledim. Nedense aklıma Habil ve kabil geldi, Fakat biliyordum onlar bir şeyler gömmüyor sadece yuvalarına bir şeyler taşıyorlardı. Ve ben bir cesedin ortadan nasıl kaldırıldığını biliyordum. Bu konuda bir hayvandan nasihat almayacak kadar ilerlemiştik. Tüm bu manzara bana birini gömmekten ziyade ilk günahı hatırlattı. İlk o zaman başladı her şey ve bugün katrana dönüştü. Ayaklarımın dibinde yatan cansız bedenin varlığını hatırladım. Onu kendimden uzaklaştırıp ayağa kalktım. Cebinden sigara paketini ve çakmağını aldım. Barakanın yıkık duvarından üç adımla en üst kısmına çıktım. Elimdeki sigarayı yakıp ondan bir nefes aldım ve uzakları izleyerek içmeye başladım. Terkedilmiş diğer barakalara baktım. 92'de yaşanan çatışmanın izlerini hala üzerlerinde taşıyorlardı. İnsanlar üzerlerinde uçuşan kurşunların ruhlarında yarattığı derin korku yüzünden, evlerini terk edip ilçenin başka bir yerlerine taşınmışlardı. Bu durum onlar için bir travmaya sebep olmuş diyecem fakat biliyorum. Doğuda travma yoktur çünkü doğu bazı güçlerin el birliğiyle bizzat travmanın kendisi haline getirilmiştir. Önder gibiler ise bu travmanın dolaylı sonuçlarıdır. Bunları düşünmenin yersizliğini fark edince üzerine düşünmeyi bıraktım. Aklıma Özge’nin lafı geldi. Fazla felsefe adama iş yaptırmaz bilakis işinden eder, çünkü adam bir filozof değildir. Duvardan aşağı inip Önder’in yanına gittim. Yaşam bulgularını kontrol ettim. Şükür yaşamıyordu. Bedenini içeri taşıyıp eski püskü yatağın üzerine bıraktım. Odunlukta bulunan odunları barakanın içine taşımak en zoruydu. Tüm her şeyi hallettikten sonra gelen ayak seslerine dikkat kesildim. Arkamı dönüp baktım. Özgeydi. istediğim şeyi getirmişti. Elinden alıp içeriye iyice döktüm. Sonra elimdeki kibriti yakıp yere bıraktım. Yandığından emin olmak için bir müddet bekledik ve yanan barakayı izledik. özge, ellerini arkasında birleştirmiş yüzüne vuran rüzgarla tıpkı bir film sahnesini andıran o cümleleri kurdu. “Allah kimseyi ölümden korumasın Ölüm olmasa bu rezil hayatın suyu çıkar” Aramızda başlayan kısa süreli sessizliği yine onun sesi bozdu. “Her şey bitti desene.” “Bir kayıpla olsa da evet.” “Gidelim artık.” “Tamam.” Bize gitmeyi kararlaştırtık. Eve vardığımızda bahçe kapısı açıktı. Nedenini merak ettiğim için hızlanarak kapıdan içeri girdim. Ben içeri doğru ilerlerken bulutlar iyiden iyiye kararmıştı. Göğün gürlemesi ile gökyüzüne baktım. Yüzüme düşen yağmur damlalarına dokundum. İçim ürperiyordu. Bu his, kalbimi sıkıştıran bu his, ben yürüdükçe artıyordu. Salonun kapısının eşiğine geldiğimde durdum. Kapı açıktı. Duvara tutundum. Ama gördüğüm tablo karşısında kendimi yere yığılmaktan alıkoyamadım. Annem ve babam yerde kanlar içinde yatıyordu. Babamin gözleri açıktı ve boğazından akan kanlar yerde birikmiş annemin ellerine kadar ulaşmıştı. İkisinin de etrafi kan revan içindeydi. Gözüm seğiriyor duygularım, ruhum ve bedenim birbirine dolanıyordu. Kontrolümü kaybediyordum. Ve hiç sırası değildi. Tüm gücümü toplayıp ayağa kalkmaya çalıştım. Fakat ben her teşebbüsümde yere yığılıyor ayaklarımın varlığını hissedemiyordum. Yine de kalkmak için umutsuzca çırpınıyordum. Ben yürüyemezken Özge ayaklarım olmuş elinden geleni yapıyordu. Beni bırakıp onların yanına gitmişti. İkisinin de yaşayıp yaşayamadığını kontrol etti. Yüzünü bana döndüğü o an ömrümün en uzun anlarından biriydi. Yüz ifadesi her şeyi anlatıyordu. Ama tüm benliğimle bunu red edip tekrar ayağa kalkmaya çalıştım fakat yine yere yığıldım. Bir çocuk gibi çaresiz hissediyordum. Küçük bir çocuk. Gözlerimden dökülen yaşlara engel olamıyordum. Hatırladığım son şey özgenin tek başına bir şeyler yapmaya çalışması, gürleyen gök, yağan yağmurun sesi, onların kanlar içindeki görüntüleri idi. Sonrasında gözlerimdeki aydınlık yerini ürkütücü bir karanlığa bıraktı. |
0% |