@fatmadogu
|
Bölüm 2: Vedalar hep ummadığımız zamanlarda gelir İnsan aynı yolu tekrar tekrar yürüyor gibi hissetsede ne yol aynıdır ne de yoldaki. Bu gerçek aynı nehirde iki kere yıkanılmaz cümlesinin kardeşidir. Yol kavramının insan için ehemmiyeti inkar edilemez kadim bir hakikattir. Eğer yol olmasa ne yapardık, nasıl tarif ederdik hayatın akışını, insanın değişimini, yaşam ve Ölüm arasındaki mesafeyi, şiir ve şarkılardaki boşlukları nasıl doldururduk, sonra ‘Felsefe nedir?’ sorusunu cevaplarken hangi simgeyi kullanırdık? Hayat bir yol ve yolculuktur da diyemezdik. Eğer yol olmasa daha birçok şeyin ifadesi eksik kalırdı. Bu yüzden yol önemli. Bir yere varmak bir yerden ayrılmak ve bir yerde olmak için. Öğrencilerin okul çıkışı eve gitmek için geçmeleri gereken her iki tarafı sık, iri ve uzun ağaçlarla kaplı bir yol vardı. Sadece öğrenciler için değil tüm ilçe için o yol meşhur ve güzeldi. Güzelliği övülerek ne tür bir hakkın teslim edildiği tam olarak bilinmese de hemen hemen herkes yolun güzelliğini övüp hakkını teslim ederdi. Onunla ilgili tuhaf olan tek şey ismiydi. İsmi sahip olduğu güzelliğin çok aşağısındaydı.Herkes buraya ‘Ağaçlı Yol’ diyordu. Bu isim ona alelade verilmiş gibi duruyordu. Oysa daha fazlasını hak ediyordu. En azından daha anlamlı bir ismi. Sanki ilçenin ileri gelenlerinden biri halka açık bir toplantıda kibirli görünmemek ve halkın sempatisini kazanmak adına orada bulunan insanlardan birine rastgele sormuş: “ Malum şu güzel ve ihtişamlı yolla bir ad vermemiz lazım. Sen ver adını Ey filankes! Biz de bundan sonra onu senin vereceğin isimle analım.” Filankes o gün kötü bir günündeymiş. Kimsenin haberdar olmadığı bir sancının kollarında can çekişiyormuş. Ulu orta gerçekleşen bu hadiseden sıvışmasının güç olduğunu bilmenin verdiği çaresizlikle düşünmeye başlamış. Ne kadar uğraşsa da aklına hiçbir şey gelmemiş. En sonunda içinden veryansın ederek demiş ne uğraşacağım. Başlarım yoluna da ileri gelenine de! Ağaç var, yol var. Oradaki insanlara dönerek dalga geçer gibi ‘Ağaçlı Yol’ olsun demiş. İleri gelen duyduğu bu basit isim karşısında bir an afallamış içten içe öfkelenmiş fakat sonra onca insanın içinde geri adım atamayacağını anlayıp mecburen önerdiği ismi kabul etmiş. Oradaki çoğunluğun tamamını erişkin sübyan oluşturduğundan ismi kabul etmiş ve bu duruma ivedilikle uyum sağlamışlar. Yani sürü sakinleri sorgusuz sualsiz sürüye tabi olmuşlar. Sürüye tabi olmak her zaman için iyi bir şey değildir. Bir tartısı olmalı her insanın. Bir sürüye tabi olurken sunulan şeyleri o tartıda iyice tartmalıdır. Aksi takdirde sürü nereye giderse o da oraya gider ve bir süre sonra farkına bile varmadan kendisini kaybeder. Velhasıl o zamandan beri yolu bu isimle anmaya başlamışlar. tam olarak böyle bir şey olmalı. Yoksa bu yola böylesine basit bir isim başka türlü verilmiş olamaz öyle değil mi? Harun Ağaçlı Yolun başına varmıştı. Durdu ve önünde uzanan muhteşem manzarayı büyük bir keyif ile seyretti. Bu yolu her zaman olmasa da bazı zamanlar ağır ağır yürür ve bitmesini hiç istemezdi. Ve annesi olmasa bu yolun bitiminden sonra o eve hiç gitmezdi. Yürümeye başladı yürüyor ve düşünüyordu. Çünkü burası düşünmek için oldukça ideal bir yerdi. Bugünkü düşüncelerinin baş mimarı ise sabah gördüğü kız ve yaşadığı hadiseydi. Her şey zihninde dönüp duruyordu. En çok da kızın kendisine sorduğu soru! Ne kadar kaçmaya çalışırsa çalışsın kendini yine yaşananları, Asuman'ı ve o soruyu düşünürken buluyordu. Demek “Asuman.” dedi. Adını içinden tekrarlayarak. Bir ara fırsattan istifade onu süzmüştü. Yüz hatları keskindi. Güldüğünde yüzündeki sert ifade ortadan kayboluyordu. Onda en çok dikkatini çeken şey bu olmuştu. Hatta gülmenin onu çekici kıldığını bile düşünmüştü. İçinden “İyi biriyle kötü bir karşılaşma.” diye geçirdi. Bu durum canını sıkmıştı. Ama elden ne gelirdi ki? Hasbelkader böyle olmuştu. Yapabileceği hiçbir şey yoktu. Düşüncelerinin de yürüdüğü yolun da sonuna gelmiş eve varmıştı. Hayatta en çok hiç beklemediğimiz ve aniden gerçekleşen korkunç şeyler mahveder bizi. İnsanı kıskıvrak yakalar ve ruhumuzu acı içinde inletirler. Ve elimizden hiçbir şey gelmez. Elbette haber verme zorunlulukları yoktur. gerçekten yok mudur? Onların hayatımızda potansiyel olarak var olmaları bile bize yersiz bir tedirginlik vermeye yetiyor. Olur olmadık bir zamanda düşünüyoruz. Ya kötü birşey olursa! Olacak mı, olacaksa ne zaman olacak, nasıl olacak? gibi binbir türlü soru zihninizi kurcalayıp duruyor. Ve tabii o korkunç şeyler ortaya çıktığında hayatımız birden kabusa dönüyor. Böyle bir durumda derinden yaralanıyor ve mahvoluyoruz. Bu bizim için ne anlaşılabilir ne de alışılabilir bir durum. İmkanı olsa her insan bu durumdan şeytan görmüş gibi kaçar fakat gelin görün ki bundan kaçmanın ne bir yolu ne de bir imkanı vardır. Olacak olan olacaktır. Harun evine varmıştı. Cebindeki anahtarı çıkarıp kapıyı açtı. Her zaman yaptığı gibi annesine seslenerek evin içinde onu aramaya başladı. Salonun kapısını açıp içeriye girdi. Etrafı baştan sona süzdü. Orada yoktu. Mutfakta olabileceğini düşünerek o tarafa doğru ilerledi. İçeriye adımını atmasıyla annesinin doğalgaz borusuna asılı bedenini bulması bir oldu. “Anne!” dedi. Şaşkınlık ve dehşet dolu bir ifadeyle gördüğü tablo karşısında iliklerine kadar ürpermişti. Sanki kalbine bir bıçak saplanmıştı. Bir an ne yapacağını bilemedi. Sonra telaş içinde öne doğru atıldı. Annesinin ayaklarından tutarak kaldırabildiği kadar yukarı kaldırdı ve bağırmaya başladı. “anne hayır anne! gözlerinden gayri ihtiyari süzülen yaşlarla çaresizce bağırmaya devam ediyordu. “yardım edin lütfen, lütfen biri yardım etsin. Anne ne olur, anne!” “Vedalar hep ummadığımız zamanlarda gelir Ve hep ummadığımız zamanlarda gider insanlar Öyle bir giderler ki biz mal gibi ortada kalırız Ne yapacağını bilemeyen bir köpek yavrusu gibi Canımız çok yanar ama gıkımızı çıkaramayız Ne gözümüzde fer kalır ne dizlerimiz de hal Vedalar insanı derinden sarsar da saramaz insanda açtığı hiçbir derin yarayı Keşke hiç olmasa vedalar ve hiç gitmese insanlar Ama olur ama giderler Sonra evreni arka planda sessize alırız baş başa kalırız kendimizle, ne kadar kaçmak istesek de” Harun annesinin öldüğü gerçeğini kanıksayamıyordu. Sanki eve gidecek ve kapıyı ona yine annesi açacaktı. Ama olmuyordu işte. Eve tekrar tekrar gidiyor fakat her gittiğinde kapıyı annesi değil akrabaları açıyordu. Yine de bundan vazgeçemiyordu. Kapıyı annesi açana kadar çalmaya devam etmek istiyordu. Aradan bir ay geçmişti Harun annesinin ölümünden sonra okula ilk defa gelmişti. Ne için geldiğini o da bilmiyordu. Belki de evden uzaklaşmak istemişti. Daha doğrusu annesizlikten. Çünkü o evde olmak annesinin öldüğü gerçeğini tekrar tekrar yüzüne vuruyor ve bu ona çok ağır geliyordu. Bahçede yavaş adımlarla ilerliyordu. Sanki bir karıncanın adımlarına eşdeğer bir yavaşlıkta. Ya da ona öyle geliyordu. Rüzgar esiyor yeni dinen yağmurun ardından gelen toprak kokusunu ona getiriyordu. Üşüdüğünü hissetti. Demek ki insan sevdiği birini kaybedince böyle bir hale dönüşüyordu. Soluyor ve yaprak döküyordu. Gözleri nereye bakarsa baksın aslında bir boşluğa bir bilinmeze bakıyordu. Neler olduğunu, ne yaptığını, ne yediğini, ne içtiğini, ne düşündüğünü bilemiyordu. Ruhunda hissettiği bu sancı var olmanın ötesindeydi. Belki de bu yok oluşsal bir sancıydı. O tüm bunları düşünürken Şehmus'un rahatsız edici sesiyle kendine geldi. “Oo Baksanıza okula kimler gelmiş! Başın sağ olsun. Rahmetli öldü de kurtuldu babandan. Üzülme! Bence onun için mutlu olmalısın!” Sözlerini üstten, alaycı ve hakimi bir ifadeyle söylemişti. Harun duyduğu bu lakayt ifadeler karşısında Tıpkı çakılı bir çivi gibi olduğu yerde öylece kaldı ve hiçbir tepki gösteremedi. Yüzü de içinde bulunduğu halden farksız değildi. Bu cümlelerin idrakini kaldıramayacak ve zihni patlayacakmış gibi hissediyordu. Öfke bütün benliğine hakim olmuştu. “öldü de kurtuldu.” Beyninde yankılanan bu cümlenin etkisiyle sinirden titremeye başladı. Gözleri kızarmıştı. Ellerini sıkarak yumruk haline getirdi. Arkasını dönüp Şehmus'a ve beraberindeki iki kişi yani Gürkan ve Halil’e baktı. Bakışlarındaki karanlık üçünün de yüzündeki alaycı ifadeyi jilet gibi kesti. Harun derin bir nefes aldı. Bu görüntü onları tedirgin etmişti. Harun birden Şehmus’'a doğru koşmaya başladı. Yanına vardığında karnına sert bir tekme attı. Şehmus ise karnına yediği tekmenin etkisi ile kendini yerde buldu. Harun onun yerden kalkmasını engelleyerek üstüne atladı ve onu art arda yumruklamaya başladı. Biriktirdiği tüm öfkesi açığa çıkmıştı. Gözü dönmüştü. Bir yandan ona vuruyor diğer yandan da bağırarak; “Sen çok mu farklısın lan ondan. Babamdan çok mu farklısın ha!” diyordu. Yüzü gözü kan içinde olan şehmusun hareketsiz kaldığını fark ettiğinde durdu ve öfkeyle diğer iki kişiye baktı. Tüm bu halin içinde muhakeme yeteneği henüz işlevini kaybetmemişti. Onu orada bırakıp ayağa kalktı. Gürkan ve Halil korku dolu bakışlarla ona bakıyorlardı. Bunun geri dönüşü olmadığının farkındaydılar. Harun onlara doğru koştu. Ve eline geçirdiği ilk kişi olan Gürkan’ı evire çevire dövmeye başladı. Gürkan, kilosunun etkisiyle hareket etmekte zorlanıyor ve her Kaçış girişimi başarısızlıkla sonuçlanıyordu. Harun ona o kadar sert vuruyordu ki etrafdakiler korku dolu bakışlarla onları izliyor fakat olaya müdahale etmeye cesaret edemiyorlardı. Gürkan'ın da Halil'in de sonunu Şehmus'a benzetmiş fakat buna rağmen öfkesi bir türlü dinmemişti. Susuzluk! Neye olduğunu bilmese de içinde artan bir öfkeyle onu onlara yöneltiyordu. Önce yerde yatan Şehmus'a sonra da Şehmus'un sağ tarafında duran ağaca baktı. Dibindeki taşı görür görmez oraya doğru yöneldi. Yanına vardığında yere çömeldi ve taşı topraktan sıyırarak aldı. Elindeki taşla yanına vardı. Eğilip sağ dizini Şehmusun karnının üzerinden geçirerek yan tarafına sabitledi. Yere sabitlediği dizlerinden güç alarak yükseldi. İki eliyle taşı iyice kavrayıp yukarıya doğru kaldırdı. Tam yüzüne indirecekken birinin onu yakasından tutup geriye doğru güçlü bir şekilde çekmesiyle kendisini Şehmusun ayaklarının dibinde buldu. Başını geriye doğru yasladığında Asumanı gördü. Harun umursamaz bir şekilde ayağa kalkıp taşın düştüğü tarafa doğru yöneldi. Asuman bunun üzerine hızla koşup önünü kesti. Fakat o bunu yapma konusunda kararlıydı. Bunun üzerine kolunu kavrayıp çevirdi, elini arkasında sıkı bir şekilde tutarak: “ yeter, dur artık!” Harun öfkeyle: “ bırak beni, bırak!” deyip elinden sıyrılmaya çalıştı. “ bırakacağım. Seni sonsuza kadar tutamayacağımın ben de farkındayım. Fakat sen sakinleşinceye kadar böyle kalacağız. Seni bırakmamı istiyorsan önce sakinleş!” deyip kulağına yaklaştı. “sen sakinleşince bende kolunu yavaşça bırakacağım. Onu öldürerek sorununu çözebileceğine inanıyorsan bunu birlikte yapalım. sana yardım ederim. Fakat bunun bir çözüm olmadığını gayet iyi biliyorsun.” bu sözlerden sonra onun sakinleşmesini bekledi. Harun!un nefes alış verişi normalleşmeye başlayınca: “şimdi seni yavaşça bırakacağım. Tersi bir harekette benimle dövüşmek zorunda kalırsın ve bunu isteyeceğini düşünmüyorum.” Asumanın kolunu bırakması üzerine üstünden tonlarca yük kalkmış gibi hissedip dizlerinin üzerine çöktü. Annesinin ölümünden bu yana ağlamamıştı. Belki de ağlayamamıştı. Gözleri dolmaya başladı. Boğazındaki düğümü hissetse de kendini tutmaya çalışıyordu. Neden bilmiyordu ama ağlamak istemiyordu fakat bu oldukça zordu. Yutkunarak gökyüzüne baktı. Tam o esnada Halil ayağa kalkıp öfkeyle Harun’a doğru koşmaya başladı. Bunun üzerine Asuman sert bir tekme ile onu yere serdi. Böylelikle ona ulaşmasını engellemiş oldu. Yanına çömelip yüzüne doğru eğildi: “bu olaydan tek parça çıkmak istiyorsan uslu durmalısın. Aksi halde başına geleceklerden ben sorumlu değilim.” dedi ve başına hafif bir şekilde vurdu. Aynı durumun kendi için vuku bulduğundan habersiz ayağa kalktı. Gürkan arkasından ona doğru geliyordu. Fakat o da emeline ulaşamamış sırtına yediği darbe ile yere serilmişti. asuman duyduğu ses üzerine arkasına dönünce yerde yatan Gürkan’ı gördü. olayın müsebbibinin kim olduğu merakıyla gözlerini ondan alıp yukarı doğru kaldırdı ve Özge’yi gördü. Özge tebessümle ona bakıp başıyla selam verdi. Konuşmadan sadece bakışarak anlaşmışlardı. Konuşmadan anlaşmak insanlar arasında derin iletişim yollarından biridir. Asuman o an içinde Özge’ye karşı tarif edemediği bir sıcaklık hissetmişti. Mahiyetini daha sonra anlayacağı bir sıcaklıktı bu. Harun’un yükselen hıçkırık sesiyle ikisinin de tanışma faslı orada noktalanmış dikkatlerini ona vermişlerdi. Tüm çabasına rağmen kendisini tutamamış ağlamaya başlamıştı. Arada cılız bir sesle “anne!”diyor sonrasında ise içli içli ağlamaya devam ediyordu. “anne!” dedi. Sesi rüzgara karışıyor ve uzaklaşıp kayboluyordu.
|
0% |