Yeni Üyelik
47.
Bölüm

47. Bölüm ~ Doğanın Kanunu

@feusa

 

Siren sesleri...

 

Ve yağmur...

 

Silah sesleri...

 

Ve rüzgar...

 

Tek bir yerde değildi bu yağmurlar, rüzgarlar, yangınlar...

Her yerdeydi. Her bir kalpte. Her bir bedende...

Bulut, Alara'nın yerini gerçekten bulmuştu ama daha Alara'ya ulaşamamıştı. Yanan arabanın yanına geldiklerinde karşı taraftan da diğerleri gelmişti ve o anda çatışma başlamıştı.

 

"Öncelik Alara Hanımı bulmak! Duydunuz mu beni?"diye bağırdı Bulut. Diğerleri kafa salladığında tekrardan çatışmaya devam ettiler. Diğerlerinin amacı ortalığı temizlemekti. Bulut'un amacı ise Alara'yı bulmaktı.

 

"Alara Hanım..."diye bir kez daha bağırdı. Ormana kadar yuvarlanmış olmadığını umuyordu ama silah seslerini duyarak ormana girmiş olabileceğini de düşünüyordu.

 

"Bulut..."diye uzaktan bir ses duyduğunda hemen oraya doğru ilerlemeye başladı.

 

"Alara Hanım... Neredesiniz?"diye seslendi.

 

"Buradayım..."dedi Alara. Buraya nasıl saklandığını kendisi de bilmiyordu. Her yeri ağrıyordu. Ellerinin üzerinde de olmakla birlikte bir çok yerinde yara vardı ve kendisini dinlemesine vakit olmadan araç sesleri duymuştu. Ardından da silah sesleri duymuştu ve kendisini buraya atmıştı.

 

"Alara Hanım... Neredesiniz? Bulamıyorum sizi..."dedi Bulut aşağıdan. Alara bir dal koparıp aşağıya attığında Bulut ağaca ateş etmişti.

 

"Alara Hanım!"

 

"Bulut!"dedi Alara sinirle. Kurşun hemen yanından geçmişti. Bakmadan bile nerede olduğunu anlayıp az daha tam on ikiden vuracaktı Bulut.

 

"Ne işiniz var orada?"

 

"Tatil yapayım dedim... Güzel mekan değil mi?"dedikten sonra bir dal daha koparıp aşağıya attı. Bu sefer tam on ikiden vuran o olmuştu. Dal Bulut'un kafasına çarpmıştı. " Şunların icabına bak ve beni bir an önce buradan indir... Yoksa birazdan yere yapışacağım. Başım dönüyor ve... O silahının nereye isabet edeceğine dikkat et yoksa ben yönünü senin g..... çevireceğim!"

 

"Halloldu bilin Alara Hanım..."dedikten sonra ortadan koyboldu Bulut.

 

Alara zihnini açık tutmaya çalışıyordu ama başındaki ağrı giderek büyüyordu ve onu bir uykuya çekiyordu. Ağacın dalına daha da sıkı sarılırken silah seslerinin azaldığının farkındaydı. Gözlerini açık tutmakta zorlanıyordu. Aklında bir sürü şey dolanıyordu.

 

Doğukan'ın kurumda olup olmadığını merak ediyordu.

 

Kurumun durumunu bilmiyordu. Onların ne halde olduklarını merak ediyordu.

 

Zihni daha da bulanırken bu duruma neden olanların yüzleri geldi gözlerinin önüne. Yine içi bir nefretle dolarken hemen aşağısında hissettiği hareketlilik ile nefesini tuttu. Kendini sadece bir dal ile koruyabileceğinin bilincindeydi.

 

Aşağıya baktığında gelenin Bulut olduğunu fark etti. Neden bu kadar sessiz olduğunu anlamamıştı. Neyse ki Bulut onun ne istediğini hemencecik anlayarak fısıldayarak konuşmaya başladı.

 

"Sürekli gelmeye devam ediyorlar Alara Hanım... Burayı temizlemek uzun sürer ve kurumdan da yardım alamıyoruz... Ulaşamıyoruz."dedi Bulut.

Kurumda patlayan bombadan sonra herşeyin seyri değişmişti. Kurum düşmemişti ama çıkmış da değildi.

 

"Hepsi o Sinem cadalozunun yüzünden..."dedi Alara ve uzandığı yerden doğruldu." Nasıl çıktığını bilmiyordu ama bir an önce inip gitmek için elinden geleni yapacakltı. " Onun adamları bunlar... Öldüğümden emin... "dedikten sonra ayağının yanındaki çıkıntıya ayağını koydu ve aşağıya sarkıttı kendini. Kolları çok acıyordu ve kendini uzun süre taşıyamayacaktı.

 

"Emin olmak için gönderdi onları..."dedikten sonra diğer ayağını da başka bir çıkıntıya yerleştirdiğinde silah seslerinin arttığı tekrardan fark etti. Destek ekipleri gelmiş olmalıydı ve onların buradan çıkmak için zamanları daralıyordu.

 

"Bulut... Tut beni... Tutamazsan seni mahvederim!"dedi Alara ve çevresindeki insanlar arasında bir diğer güvendiği insana kendini bıraktı. Zaten çok yüksekte değildi.

 

Bulut onu yere düşmeden kucağına almıştı.

 

"Düştüm mü?"

 

"Sanmıyorum Alara Hanım... Siz düşmez... Düşer gibi yaparsınız..."

 

"Beni her an her... durumda övmen hoşuma gidiyor kıvırcık... Tam bana layık bir... kardeşsin..."

 

"Benimle konuşmaya devam edin! Ben sizi dinliyorum."dedikten sonra arabanın önündeki arkadaşına işaret verdi. Bulut, kucağında Alara ile araca doğru ilerlerken araziye dağılan ekip toplanıyordu.

 

"Şimdi bir anlaşma... Benim ağaçta saklandığımı söylemek yok!.. karizmamı... çizdiremem..."

 

"O hâlde bir anlaşma da benden Alara Hanım! Sizi kucağımda taşıdığımı Doğukan Bey bilmesin yeter yoksa o da beni çizer!"

 

"Anlaştıkk..."dedi Alara son heceyi uzatarak.

 

Aracın önüne geldiklerinde hemen arabaya bindiler sadece beş dakikada herkes arabaya binerken kurşun yağmurları eşliğinde Alara'nın olay yerinden il otobanına geri dönmüşlerdi ama arkalarından geliyorlardı.

 

" Konuşun Alara Hanım..."dedi Bulut. Uykusunun geldiğinin farkındaydı ve uyumadan hastaneye varmaları gerekiyordu.

 

"Ne konuşayım Bulut... Gördüğünüz üzere... Çok sevenim var... Değerli bir... Şahsiyetim ben..."

 

"Öylesiniz Alara Hanım..."dedi Bulut. Arkadaşlarına da kaş göz ederek onlara da aynı şeyleri söyletti.

 

"Doğukan nerede?.. kurumda mı?"

 

"Beni o görevlendirdi. Bulduğunda beni bulmakla vakit kaybetmeden yola çık dedi. Yolda aradım ama ulaşamadım..."dedi Bulut.

 

"Kuruma gidiyoruz değil mi?"dedi Alara.

 

"Evet!"dedi Bulut.

 

"Hayır!"dedi hemen yanındaki arkadaşı.

 

"Evet mi hayır mı?"dedi Alara kaşlarını çatarak.

 

"Kuruma gidiyoruz. Kurum değil mi Yasin?"dedi Bulut hemen yanındaki arkadaşını cimdirerek.

Arkadaşı ne olduğunu anlamasa da evet demek zorunda kalmıştı.

 

Alara'yı uyanık tutma görevlerini başarıyla tamamlamışlardı lakin kuruma gelmediklerini anlayan Alara'nın dilinden çekecekleri vardı. Aracın içindeki herkes onunla konuşmaya çalışıyordu ve Alara'da canı yanmasına rağmen onları yanıtlıyordu lakin aklı da kalbi de başka yerlerdeydi.

 

*****

 

Alara Gümüş Karayel Osthalia...

 

"Toz ol Bulut!... Umarım güneş çıkar da... Buharlaşırsın!"dedim. Bulut'a aynı zamanda vurmaya da çalışıyordum ama pek de başarılı değildim. Kolumu kaldıracak gücü kendimde bulamıyordum ve zihnim benden bağımsız hareket ediyordu.

 

"Buharlaşırlarsa Bulut oluşuyor Alara Hanım..."

 

"Ben ne dedim?... Aynısını... Dedim..."diye çıkıştım. Zaten kafam dumandı ve uyutmadığı için ayrıca sinirliydim. Bir de cevap vererek beni yoruyordu ama hastaneyi gördükçe içimi kaplayan huzursuzluk artıyordu. Bu atlamadan da olabilirdi. Bilmiyorum ama içimdeki o filizlenen şeyi ilk defa tattığımı biliyordum.

 

Bulut beni getirilen sedyeye bıraktığında tam yatmak üzereydim ki acilin girişinde sirenler duyulmaya başlamıştı. Yatmadım. Yatamadım.

 

Hele o ambulansın peşinden alana giriş yapan iki siyah araçtan sonra o sedyeden kaçarcasına indim. Hemşireler ve doktorlar bir şeyler diyorlardı ama duymuyordum. Kalbimin atışlarını duyuyordum kendi içimde.

 

Ambulans acilin önünde durduğunda oraya doğru adımlamaya başlamıştım. Ayaklarım acıyordu. Her yerimde yara vardı. Nasıl göründüğümü bilmiyordum. Hemşirelerin sesi gelir gibi olduğunda Bulut'u aradı bakışlarım. O da benim gibi anlamıştı gelenlerin kim olduğunu. Bakışlarımdan ne demek istediğimi anladı. Hemşirelerle konuşmaya başladığı esnada ambulansın kapağı açılmıştı.

 

Dünyamın başıma yıkıldığı an işte bu andı.

 

"Dede..."

 

Dudaklarımdan benden bağımsız dökülmüştü bu kelime. Sadece fısıltıydı. Bir serzenişti. Duyması imkansızdı. Ama o benim burada olduğumu hissetmiş olmalıydı ki benim olduğum yere doğru döndüğünde donup kalmıştı.

 

Bakışlarından beni inceliyordu. Nasıl bir durumda olduğum hakkında en ufak fikrim yoktu. Üzerimde gezindi bakışları. Kıyafetimin yırtık yerlerinden sızan kanlarda oyalandı bakışları. Nefes alamıyor gibiydi.

 

Ambulansın içindeki sedye yere indirildiğinde nefes alamayan kişi de bendim.

 

"Do... Doğukan..."diye fısıltı daha döküldü dudaklarımdan.

 

Kurumdaydı!

 

Ne olmuştu kuruma da bu hâle gelmişti?

 

Bu evrenin bana yaptığı bir şaka olmalıydı. Doğukan'ın böyle bir durumda olduğuna inanmak istemiyordum. Olmazdı. Olamazdı. Gözlerim doluyordu. Titremeye başladığımın da farkındaydım. Yine doktorların sesleri kulağıma doluyordu. O hemşirenin sesini ise unutacağımı düşünmüyordum.

 

"Nabzı düşüyor!"

 

Düşemezdi. Bunların hepsi koca bir şakaydı. Benim sevgilim orada kanlar içince yatıyor olamazdı değil mi?

 

Olmuştu.

 

Bunların hepsi olmuştu.

 

Yer ayaklarımın altından kayıp giderken kendimi yerde bulmuştum ama kendimi tamamen bulduğumda ise çığlık atarak ağlıyordum. Etrafımı göremiyordum. Nefes... Nefes alamıyordum. Dudaklarımdan dökülen kelimeler ise gerçeklerimdi.

 

"Öldü mü?... Ölmez... Ölemez... ÖLEMEZ!"diye haykırdıktan sonra bana yaklaşanları itmeye başladım. Düştüğüm yerden kendim kalkardım. Doğukan'ı görmem gerekiyordu. Önce onu görecektim. O sedyeye beni hiçbir güç ve kuvvet yatıramazdı.

 

"Ölemez... Beni... Bırakamaz... Bırakmaz ... Ona gideceğim..."dedikten sonra tekrardan kalkmayı denedim ama canım öyle bir yandı ki ilkinden daha sert bir şekilde düştüm ve daha çok ağlamaya başladım. Gözyaşlarımın haddi hesabı yoktu. Dedemin dediklerini algılayamıyordu beynim.

 

"...Ölmedi kızım... Yaşıyor... İyileşecek!"dedi dedem benim gibi yere oturmuştu. Doğukan çoktan içeri girmişti. Belki de gerçekten gitmişti benden. Gitmem demişti. Yanımda bir tek o kalmıştı. Bir o çekiyordu beni. Katlanılmaz bir insandım. Annem bile katlanamıyordu bana. Bir başkası katlanır mıydı? O katlanıyordu bana... Ben onsuz ne yapacaktım?

 

"Bir o kaldı dede... Gidemez benden... Bulacaktı beni... Ölemez..."

 

Bulacağım seni demişti. Bulmuştu. Buldurmuştu. Ben de ona geleceğimi söylemiştim. Ben gelecektim ona ama o bana gelmişti.

Keşke gelmeseydi...

"İyileşecek Alara Hanım... Ama sizi böyle görürse üzülür..."dedi Bulut. O da ağlıyordu. Gerçekten ölmüş müydü yani? Kalbimin acısı katlanılmaz bir hal almaya başlamıştı. Canım öyle yanıyordu ki içimde bir şeylerin koptuğunu hissediyordum. Artık kimseyi duyamıyordum. Kendi dünyama çekilmiştim ve tek bir şey dönüyordu dünyamda.

 

Doğukan ile geçirdiğim zamanlar... Bir daha geçiremeyecek miydik o zamanları? O hâlde benim yaşamamın ne anlamı kalıyordu?

 

"Öle...Mez... Bırak...maz beni... Yapmaz... Bulacaktı beni... Bulacağım...dedi..."

 

Boğazım acıyordu. Canım yanıyordu ve ben ölmek istiyordum. Amacına ulaşmıştı Sinem. Öldürmek için frenlerimi patlamış oturduğum koltuğun altına uzaktan kontrol edilen bir bomba koydurtmuştu. Atlayacağımı düşündüğü için öldüğümü kontrol ettirmek için ekip göndermişti beni öldürmeleri için.

 

O zaman ölmemiştim ve yaşamak istiyordum ama şimdi ölmüştüm ve gerçekten ölmek istiyordum.

Onun da amacı buydu zaten. Benim nasıl öleceğimi biliyordu. Bunların hepsi birer fragmandı. Asıl film şimdi gösteriye girmişti.

Kollarıma dokunan parmaklar beni yeniden olduğum yere getirdi.

 

"Doktorlara engel olma hadi kızım..."dedi dedem. Deli gibi başımı iki yana sallıyordum ama dayanamayacağımın da farkındaydım.

 

"Ölemez... Ölemez... Gidemez benden... O giderse ölürüm ben... Yaşayamam ki..."

 

"Orhan... Şoka girdi kız... İzin vermesiyle uğraşmayın! Duymuyor sizi!"dedi yakınlardan birisi ama kim olduğunu anlamamıştım.

 

Benim tek bildiğim ve söylediğim...

 

"Ölmez... Ölemez... Bula...caktı... Beni..."

 

Gidemezdi. Ölmezdi. Ölemezdi. Beni bırakmayacağını söyleyen adam benden giderse yapacağım şey belliydi. Ben gidecektim bu sefer ona.

 

Zihnim kayıp giderken kollarımdaki bütün güç de çekilmişti ve etraf sonsuz bir karanlığa mahkum kalmıştı.

 

💛🖤💛🖤💛🖤💛🖤💛🖤💛🖤🖤💛🖤

 

Fransa...

 

Yazardan...

 

Gecenin dördü, beşi, altısı olması önemli değildi.

Önemli olan ne kadar az zaman geçtiğiydi.

Önemli olan ne kadar ilerlemiş olmalarıydı.

Önemli olan ne kadar başarmış olmalarıydı.

 

"Abi... Serena ile konuştum... Atlas Karayel ve Kumsal Karayel ülkeden hiç ayrılmamışlar. Herhangi bir tehlikeye de maruz kalmamışlar. Şüpheli hiçbir durum da olmamış!" dediğinde Max, Lucas başını sallamıştı. Alev diğer taraftan Eliz'e bilgi geçerken Libby elindeki tabletle odaya girmişti.

 

Morrison ana şirketindeydiler. Geldiklerinden beri bir sürü toplantıya girmişti Lucas. Libby görüşmeleri ayarlıyordu. Genelde bu işleri Max'e yıkardı ama önemli bir durum olduğunda işinin başına da geçerdi. Umursamaz, vurdumduymaz olduğunun farkındaydı ama iş kıymete binince bir işin ucundan tutardı.

 

"Gerçekten Serena'yı bu işe bulaştırmaya gerek var mıydı? Şimdi düşmeyecek yakamızdan..."dedi Libby koltuğuna kuruldu. Max göz devirirken Alev'in kaşları çatılmıştı ama işine odaklanmaya çalışıyordu.

 

"Şu anda konumuz Serena değil Libby... Konsolosluğa geçmem gerekiyor. Başka bir görüşme olursa bana haber ver..."dedi Lucas ve Libby'nin konuşmasında izin vermeden Alev'e döndü. Libby'nin gelmek için ısrar edeceğini biliyordu ama yol boyunca Serena mevzusunu çekemezdi.

 

"Alev... Hadi. Gidiyoruz!"dedi Lucas.

 

"Ben neden geliyorum? Kendi başına gidemiyor musun?"dedi Alev son derece normal haliyle.

 

"Hadi... Cevap ver. Gidemiyor musun Lucas yalnız başına? Hadi..."dedi Libby. Alev'in ikisine böyle hazır cevap olmasına bayılıyordu. Gitmekten de vazgeçmişti. İkizinin niyetini anlamıştı ve biraz sürünmesini izlemenin fena olmayacağına karar verdiği için yardım etmeyecekti.

 

Lucas, Libby'e ters bir bakış attıktan sonra eşyalarını toplamaya başladı.

 

"Siz ikinizi burada yalnız bırakmaya gönlüm razı gelmedi. Başka bir şey yoksa... Hadi. Daha sizin konsolosluğu halledeceğim! Sonrasında İtalya'nın çevresini ikna etmeliyim!"dedi Lucas. İtalya onu zorlayacaktı. Farkındaydı ve o yüzden çevresini halledip öyle ana kaleye girme kararı almıştı.

 

"Libby gitsin işte..."dedi Alev.

 

"Ben gayet mutlu bir şekilde oturuyorum Alev. Rahatımı bozamam ve yerimi sana devrediyorum."dedi Libby sonrasında Lucas'a döndü ama gözlerindeki haylaz parıltıları Lucas çok iyi anlamıştı." Serena en son konsoloslukta yardımcı olabileceği bir konu olup olmadığını sormuştu ikizim... Ben gelmiyorum. Alev gelmiyor. Sen yalnız takılma. Serena'ya haber veriyim ben!"

 

"Sen otur oturduğun yerde... İşime karışma Libby. Serena'yı hiç bulaştırma işe yoksa bozuşuruz!"dedikten sonra pes ederek odadan çıktı Lucas. Libby'nin amacını biliyordu ve emin olduğu başka bir şey vardı.

 

Asansöre binip tuşa bastığında kapılar kapanmak üzereyken tekrardan açılmıştı. Lucas tabletten başını kaldırmadan konuşmuştu.

 

"Gelmiyordun en son..."

 

"Geleceğime emin olarak ortaya oynamanı sorgulamalı mıydım?"dedi Alev. Birazcık Libby'nin ortalığı karıştırması sinirlerine dokunmuştu ama sorgulamayacağı konusundaki tutumu hâlâ devam ediyordu.

 

İçinden su akar yolunu bulur diyerek işine geri döndü.

 

"Gördüğünüz gibi emin olmadığım şeye asla oynamıyorum Alev Hanım... Biraz gözlem tavsiye ederim."dedi Lucas. Asansör otopark katında durduğunda ilk bakışlarını çeken Lucas olmuştu. Alev'in inmesini bekledikten sonra kendisi de inmişti. Araç hazırda bekliyordu. Hemen araca geçmişlerdi.

 

Türkiye'ye gitmeleri şu anda mümkün değildi. Gidip gelmeleri uzun sürecekti ve Lucas bu gidiş dönüş işini İtalya'ya yapacağı seferler için saklıyordu. Kaybedecek zamanı yoktu. Görüşmeler ise bazen sürmesi gerekenden uzun sürüyordu. Hiçbir şeyin düzgün ilerlemediği şu zamanlarda tek eğlencesi onlarla uğraşmaktı.

 

"Türkiye'ye gidip dönemimiz uzun sürer..."dedi Alev.

 

"Evet o yüzden buradaki konsolosluğa gidiyoruz. "dedi Lucas. Tableti kapatıp geriye yaslandı. Alev hâlâ tabletle uğraştığı için onu izlediğiniz daha fark etmemişti.

 

"Kurumu araya katarsak uzun sürmez. Bunu ofisten de halledebilirdin..."dedi Alev. Eliz'e bilgi geçmeye devam ediyordu. Orada da bir sıkıntı vardı. Alara ve Doğukan'dan saatler geçmesine rağmen haber alınamıyordu. Dedelerine de düşen sistem yüzünden ulaşılamıyordu ve tek tutundukları şey Alara'nın inadıydı.

 

"Evet halledebilirdim."dedi Lucas ve devam etti. "Birazdan telefonum çalacak ve Libby , Max ile kavga ettiğini söyleyecek!"dediğinde Lucas, Alev başını şaşkınlık içinde tabletten kaldırdı ve Lucas'a bakmaya başladı.

 

"Neden?"

 

"Libby'i başka türlü oyundan çıkaramam da ondan..."dediğinde Lucas, Alev'in dudakları sorgulamak için aralanmıştı ki Lucas'ın telefon sesi arabanın içini doldurdu.

 

Arayan Libby idi.

 

"Efendim Libby..."dedikten sonra sesini kapattı ve Alev'a baktı.

 

Libby saydırıp döktürmeye devam ediyordu ve Lucas'ın dinleyip dinlememesi şu an için umurunda değildi.

 

"Bu adamın Serena'nın da konsoloslukta seni bekle..."derken Libby; Lucas, Alev'in dikkatini telefonun üzerinden çekti.

 

" Max onu birazcık kızdırdı. Birazdan bayılmış olacak..."

 

"Sen şimdi ikizini bayıltıp oyundan çekeceğini mi söylüyorsun?"dedi Alev. Aklına yatmıyor ve mantıksız geliyordu.

 

"Evet..."

 

"Buna gerek var mı?"

 

"Var Alev var... Libby'nin dur dediğim yerde durmayacağını ikimizde biliyoruz. Hepimiz biliyoruz. İkizimin değişmesini istemiyorum. Bu hayat ona göre değil. Onu bu hayata sokan da çıkaramayan da benim... En azından koruyabileyim... Kızacak. Biliyorum bir ton trip yiyeceğim ama en azından zarar görmeyecek. Beni anlıyorsun değil mi?"dedi Lucas.

 

Libby'i bu cehenneme benzeyen durumda zapt edemeyeceğini biliyordu. Söylediğinde kendiliğinden kenara da çekilmeyecekti ve en iyisi kendisinin oyundan çıkarmasıydı. Bunu da kendisi gittikten sonra yapmalarını istemişti çünkü yanında yapmalarına izin verecek kadar geniş bir insan değildi ne yazık ki.

 

"Anlıyorum... Onu sandığın kadar koruyamıyor değilsin Lucas... Her türlü önlemi alsan bile kaderin önüne geçmek bazen mümkün olmuyor. Libby de seni anlayacaktır..."

 

"Ben anlayacağını düşünmüyorum..."

 

"Belki tepkisi değişir... Daha önce yaptın mı bunu?"dedi Alev. Yaptığına emin gibiydi. Lucas ikizini korumayı o kadar önemsemişti ki onu uzun süre görmeyince endişelenmeye başlıyordu. Onların yanında kaldığı süreç boyunca bunu fark etmişti. Gece ya da gündüz fark etmiyordu Lucas için. Bir kaç kez geceleri de kontrol ettiğini görmüştü.

 

Dışarıdan bakıldığında çok baskıcı ve korumacı durabilirdi. Hatta abarttığını da düşünen illaki olmuştur ama Alev de onlarla yaşayana kadar bu ihtimallerin olduğunu düşünmediği söylenemezdi. Lakin dışarıdan göründüğü gibi değildi herşey. Lucas her ne önlem alırsa alsın Libby onu bir şekilde yıkıyordu ve Lucas'ın işini çok zorlaştırıyordu.

 

"Yaptım... Ve karşılığını küçük bir tersane yangını ile aldım."dediğinde Lucas, Alev'in gözleri büyümüştü.

 

"Önemli bir şey değildi lakin bu sefer küçük bir yangın ile duracağını sanmıyorum bu yüzden onu uzun bir tatile gönderiyorum. Ve..."dedi Lucas'l. Asıl kısma geliyordu.

 

"Ve?"dedi Alev de.

 

O esnada araya giren Max ile konuşmaları bölünmüştü.

 

"Abi Libby tamamdır... Dimitris abinin ayarladığı Kanada uçağı da hazır... Biz gidiyoruz. İstediğin gibi benim haricimdeki kimsenin telefonu yok. Tercihen Libby'nin uyku saatlerinde ararsan mutlu olurum. Malum ikizin o telefonu benden alabilecek kadar..."

 

"İnatçı biliyorum Max. İkizimin saçının fönüne zarar gelirse senden bilirim ona göre... İyi tatiller..."dedikten sonra kapattı Lucas ve tekrardan Alev'e döndü.

 

"Ve Max de onunla birlikte gidiyor. Kısacası bütün toplantılara birlikte gireceğiz..."dedi Lucas gülümseyerek.

 

"Peki bundan neden benim haberim en son oldu?"

 

"Eğer Libby'nin Finlandiya da seni beni atlatıp kafeden kahve içip hiçbir şey olmamış gibi geri döndüğünü öğrenemesem böyle bir plan ortaya çıkmayacaktı."

 

"Arabadan sadece iki kere çıktı. İkisinde de senin yanına gittiğini söyledi. Korumalar da onayladılar. Bir yanlışın olmuş olmasın..."dedi Alev. Libby'nin Lucas'ın yanına gittiğine emindi.

 

"Korumalar benim olduğum kadar onun da emrindeler Alev... Biz yer altı masasında tek koltuğa hükmeden iki kişiyiz. Onu korumak için bütün yetkilerini elinden alamam. Bu sefer bana bir şey olduğunda adamlar onu dikkate almazlar. Yer altında işler o kadar pis ilerliyor ki ne yapmaya çalışsam bir engel çıkıyor. O yüzden en iyisi benden uzakta. Kanada'ya bir bungalov tatiline göndermek oldu."dedikten sonra Lucas, Alev'in tepkisini ölçerek yavaş yavaş ilerliyordu. Alev'in herhangi bir hata yaptığı yoktu. Kardeşini tanıyor ve biliyordu.

 

"İlk girişinde arka çıkışı kontrol etmiştir. İkincisinde oradan çıkmıştır. Sen korumalara sorduğunda benim yanımda olduklarını söylemişlerdir. Yapmadıkları şey değil. Uzun zamandır yapmadığı için akıllandığını düşünmüştüm ama akıllanmamış... O tatilin ona yaramasını düşünüyorum." dedi Lucas.

 

Araç konsolosluk binasının önünde durduğunda araçtan inmek için hazırlanmaya başlayan Lucas'ı Alev durdurdu.

 

"Lucas... Ben özür dilerim. Daha dikkatli olmalıydım. Sonuçta kardeşini koruyacağımı söylemiştim."

 

"Özür dilemene gerek yok çünkü onu korumak mümkün değil Alev. Ele avuca sığmayan bir insan. En azından sana değer verdiğimi fark edip sana zarar vermeden gitmiş kahve içmeye..."dedi Lucas ve araçtan indi.

 

Alev daha ne kadar görmezden gelebileceğini kendisine de bilmiyordu ve Lucas da merak ediyordu. İki cümlesinden birisinde kendisine yönelik cümleler kurduğunun farkındaydı ama dönüt yapamıyordu. Nedenini kendisi de bilmiyordu ama bu sefer içinde bekletmeyecek soracaktı.

 

Su akar yolunu bulurdu. Yönünü değiştirip durmaya gerek yoktu. Sonuçta aynı yere ulaşacaktı.

 

Alev daha fazla beklemeden arabadan indi ve Lucas'a yetişti.

 

"Ben senin için neden değerliyim?"

 

Soru ikisinin arasına kurulmuş bekliyordu. Lucas hazırlıksız yakalanmıştı ama her zaman bir cevabı vardı. Bu cevap yalan dolan olsa asla cevap olarak nitelendirmezdi. Doğru neyse onu söylerdi. Korkusu yoktu. Yaşadıkları bu hayatta korkusuz olmayı çok önceden öğrenmişti.

 

"Görmezden geldiğin şeyleri boşluklara doldurduğunda bu sorunun cevabını da bulmuş olacaksın ve benim yerimi de sen belirleyeceksin Alev... O boşluklar dolduğunda ben sen nerede olmamı istersen orada olacağım."dedi Lucas. Gözlerini güven bana dercesine bir saniye olsun kaçırmamıştı.

 

"O zaman geldiğinde istediğim yerde olacak mısın?"dedi Alev bir kez daha emin olmak için.

 

"Ben emin olmadığım hiçbir şeye önceden söz vermem... Emin olmasam da bir cevap bekliyor olmazdım."

 

Bundan daha açık bir konuşma olur muydu? Olurdu ama onların ilişkisinde en açığı bu olmuştu. Lucas gereken adımları atmıştı ve Alev'in karar vermesini istemişti.

Alev git derse gidecekti. Kalmak için diretmeyeceğini Alev biliyordu. Onu sorulara cevap bulacak kadar tanıyordu.

Alev kal derse kalacaktı. O kal derse de engel olan çıkarsa ne olacağını kestiremiyordu Alev ve önlerindeki yolun hiç de kolay olmadığının farkındaydı. Lucas da farkındaydı ve o bu yolu göze alabilmişti.

 

Alev alabilecek miydi?

 

Bunu da zaman gösterecekti.

 

🖤🖤🖤🖤🖤🖤🖤🖤🖤🖤🖤🖤🖤🖤🖤

 

Yazardan...

 

Anna ışığı açarak arkasındaki kapıyı kapatmadan odanın içerisine temkinli temkinli yürürken düşmanı daha fark etmemişti. Odanın içerisinde bir sürü eşya vardı ve düşmanı o eşyaların arkasındaki iki duvarın arasına saklanmıştı. Anna onun yanından geçse de fark etmemişti çünkü o duvarın önünde kocaman bir dolap duruyordu. Bu kat çatı katı olduğundan her türlü ıvır zıvır vardı.

 

İçeride kimse olmadığına kanaat getirerek sistem için hazırlanan masaya doğru yöneldi. Sistemi devreye sokup yardım için bildirim gönderdiği esnada arkasında gelen çıtırtı ile anında arkasındaki düşmanına nişan alırken karşısındaki adam gülüyordu.

 

"Sanırım yapı biraz eski dönemden kalmış değil mi Nora?"

 

Karşısındaki adam yabancı değildi. Yer altındaki güçlü ama oranı az ailelerden birisinin en yakın korumasıydı. Gerçekte kim olduğunu bilmediğinden emindi ve bir kaç kez karşılaştıkları için kendisini araştıracağını bildiğinden yetimhanedeki kaydıyla tanıyordu Ferry Demorg...

 

"Öyle görünüyor Ferry... Senin ne işin var burada? Ne o? Yolunu mu kaybettin?"dedi Anna. Üzerinde zerre korku yoktu ama evde başka birilerinin olma ihtimali içini kemiriyordu. Şu durumda bile Yağız'ı düşündüğü için Ferry'den kafasına sıkmasını isteyebilirdi.

 

"Yeni ev aldın dediler... Geleyim bir ziyaret edeyim dedim... Hediyelerimi beğenmedin mi?"dedi Ferry. Dışarıdaki onlarca adamı kast ediyordu lakin Anna gülüyordu ve Ferry onun kadar sakin bir adam değildi.

 

"Eğlence bittiğine göre üssün gerçek yerini öğrenme vakti!"dedi Ferry ona doğru adımlayarak.

 

Anna yerinden kıpırdamamıştı. Silahının hedefinde Ferry'nin canı vardı. Ferry'ninkinde de kendi canı. Tam karşı karşıya geldiklerinden tekrardan sordu ama aldığı cevap aynıydı. Sadece bir gülümseme.

 

"Benimle oyun oynamayı bırak Nora! Yoksa o seni bırakan ailene küçük bir buluşma yapmak zorunda kalırım..."dedi üzülmüş gibi yaparak Ferry.

 

"Beni neden öldürmeyi denemiyorsun? Yemiyor değil mi?"dedi Anna. Öldürmeyeceğine emindi. FBI ajanı olduğunu biliyordu Ferry çünkü öyleydi. Dimitris gibi bir dostu daha ötesi abisi varken FBI'ya dahilmiş gibi bir geçmiş yazması zor olmamıştı.

 

Karşısındaki adam renkten renge giriyordu ve yaklaşan ayak seslerini duymadığına emindi. Yağız'ın geldiğini umarak konuşmaya devam etti.

 

"FBI'ya dokunmak cesaret istiyor Ferry. Anlaşılan sende o yok... Buraya gelmesen ya da biraz önce beni ifşa etmemiş olsaydın. Bu bilgileri kendine saklamış olsaydın seni serbest bırakırdım ancak arttıkça bu mümkün değil!"

 

"Sen öyle sanmaya devam et!"

 

İki silah sesi duyuldu. İki kurşun da iki ayrı bedene saplanmıştı.

 

Ferry'nin bedeni yeri boylarken içeriye girmişti Yağız. Ferry kimin umurundaydı? Koşarak geri sendeleyerek yere düşen Anna'nın yanına ulaştı Yağız. Korkuyordu ve daha öncede yaşadığı bu korkunun sonrası beyninin içinde dönüp duruyordu. Yine sevdiği bir insan zarar görmüştü.

 

"Anna... Bana bak! Anna..."diyerek kaldırdı Anna'nın başını yerden. Yağmur yüzünden ıslanan saçlarını yüzünden çekerek yüzünü ortaya çıkardı Anna'nın. Dudaklarının oynadığını fark edince yüzüne eğilmişti. Öncelikle yarasının nerede olduğunu kontrol etmesi gerektiğini biliyordu ama ne dediğini de merak ediyordu. Daha doğrusu hangi adımı ilk önce yapması gerektiğine dair beyni yardım etmiyordu.

 

"Beceriksiz... Tam anlamıyla bir bec-.. Yağız?"diyen kızın sesiyle kaç kere şükür ettiğini sayamamıştı. Geri çekildiğinde ve ardından Anna ile göz göze geldiğinde derin bir nefes almıştı. Hemen yarasını kontrol etmek için bakışlarını gözlerinden çekmişti ki Anna'nın sorusuyla yine göz göze gelmişlerdi.

 

"Deminden bana suni teneffüs... yapmak için yaklaşmadın değil mi? Çünkü senin beynin... böyle acil yardım durumlarında...ancak fitne fesata çalışıyor..."

 

"Çenenin düşmesine hiç sevineceğimi düşünmezdim..."diye mırıldandı Yağız ama Anna anlamadı. Omzundan vurulmuştu ve beceriksiz diye de Ferry'e sövmek ile meşguldü. Madem öldüremeyecekti ne diye vuruyordu ki. Korkak bir beceriksiz olduğuna emindi. Kurşunun içerde olup olmadığını anlamaya çalışan Yağız'ın hareketleriyle canı yanmıştı Anna'nın.

 

"Özür dilerim... Kurşun içeride. Çıkarmamız gerekiyor."diye kendi kendine konuşuyordu Yağız.

 

" Ben de öyle düşünüyorum... Çıkarmazsak ölebilirim ve"dediği sırada Yağız'ın ona dönen bakışları ile kısa bir duraksama yaşasa da susmadı. Yetmişti bu belirsizlik durumu canına ve artık konuşmak istiyordu. Daniel yoktu ve buraya hemen yardım gelemeyeceği için yeterli bir zamanı vardı Anna'nın. Sıkıştırmaya devam edecekti o yüzden.

 

"O yüzden..."

 

"O yüzden ne?"dedi Yağız. Yavaş yavaş bu ölüm kelimesiyle sinirlenmeye başlıyordu.

 

"O yüzden bana olan aşkını artık saklama ve itiraf et... "dedi Anna her zamanki yolundan giderek. Yağız artık alıştığı için donup kalmıyordu bu sorularla ama hâlâ aynı etkiyi hissediyordu içinde ve Anna'nın blöf yapıp yapmadığını çözemiyordu. Bu yüzden herhangi bir adım atamıyordu.

 

"Sana aşık olduğumu nereden çıkardın?"dedi Yağız. Bu odadan çıkıp alt kata inmeleri gerekiyordu çünkü kurşunu çıkarmalıydılar.

 

"Ferry'nin silahını almalısın..."dedi Anna derin bir nefes almaya çalışarak. Odaklanmak istemiyordu lakin acı hiçte hissedilmeyecek gibi değildi.

 

Yağız ikiletmeden gidip silahı alıp geri Anna'nın yanına geldi ve onu kucağına dikkatlice alırken sistemin aktif olduğunu görmüştü. Şimdi telefonlarını kullanabilirlerdi. Diğerlerine saldırının haberi gitmişti bile.

 

"İlla bir şeyden...çıkarmaya gerek yok Yağız... "dedi Anna. Kafasını Yağız'ın omzuna yaslandığı için Yağız onun yüzünü göremiyordu. Konuşmasını her zaman olduğundan daha çok istiyordu. Kulağına dışarıdaki çatışmanın kontrol altına alındığına dair bilgiler gelirken salona ulaşmışlardı.

 

Anna'yı koltuğa bıraktıktan sonra mutfağa gidip sıcak su koydu Yağız. Anna'nın konuştuğunu duyuyordu ve bu yüzden biraz olsun rahattı. Kattaki banyoya gidip ilk yardım çantası alıp geri dönerken konuşma seslerinin kesildiğini fark edince yine endişelenmişti. Hızlı hızlı salona girdiğinde Anna'nın silah ile uğraştığını görünce aklına gelen senaryoları geri göndermişti.

 

"Niye sustun?"

 

Sorudan daha çok ses tonu Anna'nın dikkatini çekmişti.

 

"Korktun mu? Korkma korkma... Sen bana olan... aşkını itiraf etmeden... ölmeye niyetim yok..."dedi Anna ama acıdan sesi kısılmıştı ve daha fazla uyanık kalamayacağına emindi.

 

Yağız hemen ilk yardım çantası bir kenara bırakıp sıcak suyu ve paketi bile açılmamış bir bezi alarak geri salona döndüğünde Anna'nın kendisini zorladığının farkındaydı.

 

Hemen yanına oturdu ve makasla üzerindeki kıyafeti kesmeye başladı Yağız.

 

"Yağız..."

 

"Efendim?"dedi Yağız ama yarayla uğraşmaya ara vermedi.

 

"Nereye kadar kaçacaksın?.. çok merak ediyorum..."dedi Anna. Onun için çırpınan bu adamın inadının da bir sonu olmalıydı çünkü.

 

"Kaçtığımı nereden çıkardın?"

 

"Kaçıyorsun!... İtiraf et diyorum... Etmiyorsun... Madem sevmiyorsun... Ne diye... Uğraşıyorsun..."dedi Anna. Gözlerini kapatmamak için zor duruyordu.

 

"Değer verdiğim için olabilir mi?"

 

Yaranın etrafını temizleyip ilacı sürdüğünde Anna acı dolu bir çığlık atmıştı. Yağız'ın da canı yanmıştı.

 

"Arkadaşınım yani..."dedi Anna kaşlarını çatarak. Öyle olmadığına emindi.

 

"Öyle bir şey demedim..."dediğinde Yağız, Anna yavaş yavaş sinirlenmeye başlıyordu. Her şekilde işin içinden çıkıyordu çünkü Yağız.

 

"Arkadaşın mıyım değil miyim?... Karar ver... Çıldırtma... Beni..."diye sinirle konuşurken yerinde de sabit durmuyordu. Yağız'ın o kurşunu oradan çıkarması gerekiyordu. Daha önce yapmadığı şey değildi lakin bu sefer daha zor olacak gibiydi. Alp'in kolundan kurşun çıkarırken tehdit etmesi yetmişti. Korkudan kolundaki kurşunu unutmuştu çünkü. Aynısı Anna'ya yapamazdı çünkü anlardı. Anlamasa da bulundukları konumda tehdit edilen kendisiydi ve bir karar vermesi gerekiyordu.

 

Blöf olma ihtimali bir yanını kemirirken Anna'nın diğeriyle uğraştığı gibi kendisiyle uğraşmamasına güvenerek ona doğru eğildi Yağız.

 

Anna sinirinin sekteye uğramasına neden olan bu yakınlıktan dolayı biraz daha uyanık kalacak gibiydi çünkü kalbi yeterince hızlanmıştı. Yeterince adrenalin üretebilir gibiydi. Şu anda niye bunları düşünüyordu? Odağını kaybetmeye başlamıştı ve söylemesi gereken bir şey daha vardı ama öncelik her zaman hisslerinindi.

 

"Cevap mı istiyorsun?"dedi Yağız sakin bir şekilde. Çok yakınlaşmışlardı.

 

"Evet. Bu... kadar yakla-"

 

Devamı gelmemişti. Devamını biliyordu Yağız. Bu yüzden susturmayı ve odağını saptırmayı başarmıştı. Anna'nın dilinden düşmediği yöntemle. Onu öperek.

 

Geri çekildiğinde ise azarlayacağına emindi. Pişman değildi. Her iki yönden de.

 

Etki kısa sürmüştü çünkü Anna ne yaptığını anlamıştı. Aylardır ikna etmeye çalıştığı kişinin omzundaki kurşunu çıkarmak için onu öptüğü gerçeğini hiçbir yönden haklı çıkaramıyordu.

 

Yağız onun konuyu farklı bir yöne çektiğini bakışlarından bile anlamıştı. Söyleyip öpseydi ne anlamı kalacaktı?

 

"Anna... Tamamen amac-"

 

"Sus... Beni öp dedim ama... Kurşunu çıkar diye mi... Dedim?..."dediğinde bakışlarını kaçırmıştı. Acıdan dolmayan gözleri bu yüzden dolmuştu. Kolundaki yarayı hissetmiyordu. Kalbindeki acı daha büyüktü çünkü. Canı her yönden yanarken içindeki sinir her türlü çıkmaya hazırdı ama daha fazla gücü kalmamıştı.

 

"Şu anda mantıklı düşünemi-"

 

Yine kesti Yağız'ın sözünü.

 

"Düşünebiliyorum!.. Düşünebiliyorum ki... cevabın hoşuma gitmedi... Ama... sana güzel bir... haberim var."

 

Hiç de güzel olmadığına emindi Yağız. Kırıldığında karşısındaki kişinin de aynı şekilde canını yaktığını bir kaç gözlemlenmişti. Ama bu sefer kırıldığı konu birazcık yanlış anlaşılmaydı. Kolunda yara olan kişi Anna değilde bir başkası olsaydı onu öpecek değildi çünkü. Anna'nın hislerinin olduğunu biliyordu. Hissediyordu. Anna açık açık söylüyordu ama Yağız içinde tutuyordu. Emin olamayınca adım atamıyordu. Uzak da kalamıyordu. Buraya gelebilmek için Eliz'e ne kadar yalvardığını bir onlar biliyordu ama Anna onu sevmediğini düşünüyordu.

 

"Kurşun parçalanan... Kurşunlardan değil... Ama..."dediğinde derin bir nefes almaya çalıştığında Anna, Yağız onu daha iyi duymak için eğilmişti. Kalbinin tek pompaladığı şey korkuydu.

 

"Ama? Ama ne Anna?!"

 

"Zehirli kurşun..."dedi Anna gözlerini daha fazla açık tutamamıştı.

 

"Bunu şimdi mi söylüyorsun?"dedi Yağız geri çekilirken. Acilen hastaneye gitmeleri gerekiyordu. Yarayı kapatsa da onun yaydığı zehri temizlemeleri gerekiyordu. Anna'nın neden bu kadar çabuk kendinden geçmek üzere olduğunu da şimdi yeni yeni anlıyordu çünkü basit bir vurulma ile bu kadar çabuk kendini bırakmazdı.

 

"Kurtulduğuna sevine...bilir...sin..."

 

Son dediklerini bunlar olurken artık kendinden geçmişti Anna. Yağız hem endişesi hem de öfkesiyle baş başa kalırken gelecek yardımı bekleyemeyeceğini biliyordu.

 

Bir şeye daha emindi.

 

Her kaçan günün sonunda kovalamaya mahkum olurdu.

 

🖤🤎🖤🤎🖤🤎🖤🤎🖤🤎🖤🤎🖤🤎🖤

 

Rusya...

 

Yazardan...

 

Soğuktu...

 

Onun için değildi...

 

O bu soğukları sıcak diye nitelendiriyordu. Soğuğa alışmıştı bedeni. Bu ülkede doğmuş. Bu ülkede yaşıyordu ve hedefi de bu ülkede ölmekti.

 

Bu sefer alıştığı soğuk yüzünden değildi yangını...

 

Öz kardeşi yoktu. Olmamıştı ama hileyle hurdayla iki tane kardeşi vardı. Onlar sadece nüfusa kayıtlı olanlardı. O ekipteki herkesi kardeşi olarak görüyordu. Her ne kadar onları her bulduğu anda gıcık etse de insanlarla uğraşmayı seviyordu. Onlarla uğraşmayı seviyordu ve ilk defa kimseyle uğraşmak istemiyordu.

 

Aklı da kalbi de Alara da kalmıştı. Onda her zaman farklı bir şey görüyordu ve her ne kadar testler kardeş olmadıklarını söylese de o kardeş olduklarına emindi. Hiç olmadığı kadar emindi hem de.

 

Sonuçta bütün kardeşlikler kanla bağla olacak değildi ya...

 

"Sinem'in izine en son Türkiye'den çıkarken yakaladık. Eğer belgeler doğruysa... Sinem gerçekten Castelli'nin kızıysa gideceği yer belli."dedi Dimitris. İçindeki yangın bir Alara'ya ve her ne kadar gerçekten kız kardeşi olmasa da kıskandığı sevgilisi Doğukan'dan haber aldığında bir de Sinem tamamen ellerine geçtiğinde geçerdi.

 

Sinem farkında olmadan bir düşman daha kazanmıştı.

 

"Ne yapıyoruz o hâlde?"dedi Nisan.

 

Nisan, Leonardo ve Lorenzo, Eliz'in isteği üzerine ülkeden çıkmışlardı. Kendileri hem korumaya hem de plandaki görevlerini yerine getirmek için Rusya'ya gelmişlerdi. Eliz , Toprak, Emel ve Kaan döndüklerinde onlar gelmiş ve onların dönmelerini bekliyorlardı.

 

"Lucas'a haber verelim de diğer ülkeler ile uğraşmasın. Yapabiliyorsa İtalya'ya giriş çıkışları halletsin!"dedi Lorenzo elondeki elmayı atıp tutarken.

 

"Alev ile deminden konuştum. Türkiye'ye giriş çıkışlarını kapatmışlar ve Lucas önce çevre ülkeleri halledip en son İtalya ile uğraşmak istiyor... Zaman açısından gayet mantıklı..."dedi Eliz , hepsiyle tek tek bakıştı.

 

"Libby yanındayken odaklanması zor olacak..."dedi Leonardo. Lucas'ın Libby'e olan hassasiyetini bilmeyen yoktu.

 

"Yanında değil ki... Kanada'nın kuzeyinde tatilde Libby."dediğinde Dimitris herkesin kaşları çatılmıştı.

" Libby'nin rahat durmayacağını anlayınca ona tatile gönderdi."

 

"O bunu kabul etmezdi!"dedi Yiğit.

 

"Kabul ettiğini kim söyledi? Bayıltıp Kanada'ya uçurdu işte. Zaten kaçıp duracaktı. En azından Lucas odaklanacak öyle düşünelim!" dedi Dimitris yerinden kalktı.

 

"Senin bir karın ağrın var da..."dedi Lorenzo , Dimitris'e bakarak.

 

"Alara'yı merak ediyorum. Olamaz mı?"dedi Dimitris ters bir şekilde.

 

"Ona ne oldu ki?"dedi Nisan. Onların hiçbir şeyden haberi yoktu. Ostroverkhov da onlar gelene kadar hiçbir şey söylememişti.

 

"Her cephemizde savaş var Nisan..."dedi Eliz. Hızlıca genel bir özet geçecekti. " Lucas ve yeni güncellemiz ile Alev. Sinem'in ülkelerden giriş çıkış yapmamasını sağlamak için konsolosluklar ile konuşuyorlar... Alp ve Büşra, Roseline'nin yanına gittiler. Anna , Daniel ve abim ise BAST yerinin belli olmaması için planladıkları sahte yerlere ekipleri çekiceklerdi. İki yere de saldırı olduğunu yazmıştı Alp. Alara ve Doğukan ise kuruma gittiler. Alara'yı bir şekilde kurumdan çıkardı Sinem..."dedikten sonra derin bir nefes aldı Eliz. Yaşananlar çok fazlaydı. Bir gece için hepsi çok fazlaydı. Daha gün yeni yeni aydınlanıyordu.

" Arabasının frenlerini kesmişler. Ve sadece frenlerini de kesmek ile kalmadıklarını ima etti. O kurumdan çıkar çıkmaz kuruma saldırı olacağını düşünerek kurumu haber ediyor. Kurumun kırmızı alarma geçmesi ile saldırıya uğraması bir oldu. Alp hiçbirinin konumuna ulasamadığını söylüyor... Kısacası ekibi ayırabildikleri kadar ayırmaya çalışıyorlar..."dedi Eliz yorgun bir şekilde.

 

"O hâlde vakit kaybetmeye gerek yok..."dedi Leonardo. Oturduğu yerden kalktı.

 

"Bu gizemli halinizin nedenini öğrenebilir miyiz?"dedi Yiğit.

 

"Çok az kaldı..."dedi Toprak. Diğerleri ile bir şeyler konuşmaya devam ederken Dimitris, Eliz'in yanına gelmişti.

 

"Eliz..."dedi Dimitris.

 

"Aklın onda kaldı.Biliyorum... Benim de aklım onda ama burnu kanamadan çıkar oradan o... Emin ol."dedi Eliz. Alara'nın inadına sığınarak onun kurtulabileceğini umuyordu.

 

"Öyle ama gitmek istiyorum. Onlara da ulaşmamız gerekiyor. Kurumun durumunu da bilmemiz gerekiyor... Acil uçuş işleriniz için Ostro burada zaten..."dedi Dimitris.

 

Eliz her ne kadar gitmesini istese de biraz daha dağılmayı göze alamıyordu şu anda. Dimitris'in arkasından Ostroverkhov ile göz göze geldiğinde o ufacık bakışmadan geçen şeylerin de yükü binmişti Eliz'in omuzlarına.

 

"Git ama bana ulaş olur mu?."dediğinde Eliz. Dimitris yine eski neşesine dönemese de önceki ruh hâlinden daha iyi bir duruma gelmişti.

 

"Kurumun hangi hastaneyi kapattığını bilemeyiz. Özellikle bir hastaneyi Bulut kapattırdıysa onlara ulaşman birazcık zor olabilir. O yüzden hastane hastane gezmek zorunda kalabilirsin çünkü hiç birinin konumuna ulaşamıyoruz!"dedi Eliz. Dimitris onu onaylayarak odadan resmen uçarcasına çıkmıştı.

 

"O nereye gidiyor?"dedi Emel.

 

"Türkiye'ye gidecek. Zaten şu ana kadar beklemesi mucize çocuklar..."dedi Ostroverkhov.

 

"Biz ne yapıyoruz?"dedi Kaan.

 

"Biz artık onlar gibi çirkin oynamaya başlıyoruz. Onların kuruma saldırma sebebini biliyor musunuz?"dedi Eliz.

 

"İşte senin yoluna taş koymak. Zorluk çıkarmak!" dedi Yiğit.

 

"Değil abi... Değil. "dedi Eliz.

 

"Ne peki? Sürekli kurum üzerine ve sizin dolayısı ile bizim üzerimize oynamalarının önemli bir sebebi olmalı!"dedi Kaan.

 

"Bizim üzerimize oynamalarının özel sebebinin yanı çok farklı ama bizim evliliğimizin kurum üzerindeki etkisi daha farklı bir olay. Biz ikimizde varis olduğumuz için kurumun yönetimi tek bir aileye geçmiş durumda..."dedi Toprak.

 

Hepsi buna hakimlerdi. Asıl bilmedikleri Eliz'in anlatacağı kısımdı.

 

"Kurumun depo kısmında gereğinden fazla tedbir olduğunu fark etmişsinizdir!"dediğinde hepsi başını salladı." İşte o tedbirlerin nedeni orada raflarda duran belgeler değil..."

 

"Peki ya ney?"dedi Emel.

 

"Depo dört bölümden oluşuyor. Üç bölümü herkes kullanıyor. Üç bölümde de belirli raflar var. O raflardan gelişen ve kurumun o zaman için on yöneticisinin hâkim olduğu bir şifreleme yöntemi kullanıyordu. Hani hepimiz Castelliler adına kendi kurumlarımıza saldırı yapmıştık ya..."

 

"Biz aşirete bile bulaşmıştık!"dedi Kaan. Oradan bir de kurtuluşları vardı tabi.

 

"İşte o saldırılarda bizim..."dediğinde kendisini ve Toprak'ı gösterdi Eliz." Sizden farklı olarak İstanbul kurumuyla işimiz vardı. Sonrasında ise ülke değiştirmiştik. İşte o değiştirmelerin tek nedeni o şifreler ile açılan dördüncü odaydı. İki kurumun birbirine düşmesine neden olan o dosyaların hepsi bizdeydi. Zamanında biz onlardan kendi dosyalarımızı aldık ama sadece kendimizinkileri almadık. O kurumun günahkar dosyalarını da aldık ve o dosyalar artık kurumda değil!"

 

"Değil mi?"dedi Kaan şaşkın bir şekilde.

 

"Değil!"dedi Eliz gülerek.

 

"Orada bile korunması bu kadar zor olan şeylerin dışarıda güvende olduğuna nasıl eminiz? Ya da sen neden bu kadar rahatsın?"dedi Yiğit.

 

"Dışarıda değil abi... O günahkar dosyaların hepsi bende... Bedenimde..."

 

İşte düğümlerin kopup yeniden düğümlenmeye başladığı bir andı.

 

Bir gecede bir sürü düğüm oluşmuş... O düğümler kördüğüm olmuş... En sonunda o kördüğüm kopmuştu... Sonrasında ise yeniden düğüm oluşmaya başlamıştı...

 

Doğanın kanunu buydu...

 

Oluyor.

 

Oldu. 

 

Olmuş.

 

 

 

 

 

 

 

Instagram: midnight_dreameers

 

 

Gelecek bölümlerde görüşmek üzere...

Loading...
0%