@flamebulee
|
3. Bölüm "DÖRT DAMLA ZEHİR" Güzel okumalar dileğimle :)) 🎶 Goth- Sidewalks and Skeletons - 6yıl sonra... Ay çocuğu diyorlardı bana. Bembeyaz bir tenim, kapkara, upuzun saçlarım, gece kadar siyah gözlere sahiptim. Ay çocuğu diyorlardı bana. Dış görünüşüm yüzünden değildi. Ben ismimi taşıyordum. Benim ismim Amaris. "Yeteneğini ay dan almış." "Gerçekten de ay' ın çocuğu mu?" Çok şey söyleniyordu arkamdan. Lakin bazı sorular vardı ki, kimse ispatlamamıştı. Kiliseye gidiyordum. Günahlarımdan arınmak için değildi gidiş sebebim. Benim günahlarım bağışlanamayacak kadar kirliydi. Rahibe Grace haklıydı. Yeminlerin hepsi kirliydi artık. Hepsini kirletmiştim. Aynanın karşısına geçtim ve kendime baktım. Siyah kalçamın altına kadar gelen saçlarımı salık bıraktım ve dalgaları ortaya çıktı. Uzun, hafif bir belden oturtmalı elbise giyinmiştim. Dizlerimin hemen altında bitiyordu. Elbisenin u şeklinde derin bir dekoltesi vardı. Kollarımı iyice kapatsın diye bir delik açmıştım. Böylelikle Baş parmağımdan geçirebiliyordum. Boynuma beyaz, minik şeytan minaresi kolyemi taktım. Bacaklarımı örtmek için kalın, siyah bir tayt çekmiştim altıma. Siyah, beyaz çizgili çoraplarımı ayağıma geçirip, üstüne kalın tabanlı botlarımı giydim. Ellerime bir kaç tane rast gele demir yüzük taktım. Tırnaklarıma geçen günlerde siyah oje sürmüştüm. Gözlerime hafif bir rimel sürdüm. Dudaklarım o kadar beyazları ki bu beni kırmızı bir ruj sürmeye itti ama yapmadım. Sadece nemlendirdim. Güneş kremimi sürdüm. Odadan çıkmadan önce siyah çantam ve şapkamı aldım. Tam çıkmak üzereyken gözüme bir şey takıldı. Kemer. Siyah, deri ve demir detayları olan kemeri belime taktım ve sıkabildiğim kadar sıktım. Hazırdım. Odamdan çıktım ve merdivenleri inerek mutfağa ulaştım. Tezgahın üzerinde ki sepeti elime aldım ve için de ki lere baktım. İçinde et vardı. Güldüm. Sesli ve kahkaha atarak. Demek et ha? Et yaptın anne. Gülmemi durdurdum ve evin içine baktım. Annem merdivenlerin başında beni izliyordu. "Yine mi bu Amaris?" Bıkkın bir şekilde merdivenleri inerek yanıma geldi. "Ne olmuş anne? Beğenmedin mi? Sen seversin bu elbisemi." Güldüm. Annem ise bana kızdı. "Ne saçmalıyorsun yine? Acıkmış olmalı hızlıca yanına git. Ne ihtiyacı varsa karşıla." Ondan beklemediğim bir şey yaparak elini şevkatle yanağıma koyduğunda gözlerim kapanacak gibi oldu ama kendimi tuttum. "Biliyorsun, seni seviyor." Bana son bir kez gülümsedinde telefonu çaldı. Arayan kişi annemin yeni sevgilisiydi. Gülümsemesi bu sefer elinde çaldığı telefondaydı. Biraz bekledi ve açtı. "Canım?" Yüksek sesle coşkulu bir kahkaha attı. "Biliyorsun, yaparım ben öyle şeyler." Elini saçlarına doladı ve merdivenleri geri indiği gibi kıvırtarak çıktı. Sepetin üstünü kapattım ve evden çıktım. Kapıyı arkamdan kapattım. Ve insanlardan yoksun kasabamıza baktım. Güneş tam tepedeydi. Öğlen vaktiydi. Evimizde sadece annem ve ben yaşıyorduk. Babam ben doğduktan beş yıl sonra ölmüştü. Pardon, öldürülmüştü. Annem tarafından. Annem kırklarının başında güzel bir kadındı. Babama sadık ve sevgi doluydu. Annem ile pek benzemezdik. Benim boyum uzun, annemin boyu kısaydı. Sarı saçları her şeyi görüyormuş gibi bakan mavi gözleri vardı. Ve güzel yanık bir ten ile ödüllendirilmişti. Ben babama benziyordum. Kopyasıydım hatta. Ne kadar anneme benzemiyorsam o kadar babama benziyordum. Annem bundan nefret ediyordu. Annem ile hiç benzemiyorduk belki fiziksel olarak lakin, beyin, zekamız aynı çalışırdı. Özellikle konu intikam olduğunda, sırttan bıçaklanmak olduğunda. Annemin babamdan aldığı intikamı acı olmuştu. Canını almıştı. Doğrusu, buna pek üzülmüyordum. Annem çoğu şeyi sevmezdi. Beni sevmezdi mesela. Takı, mücevher, para severdi. Zengin erkekleri severdi. Güzellik severdi. Ama en çokta kendisini severdi. Beni dünyaya getirip, doğuran kadın tam bir sürtük ve orospuydu. Evimiz, kasabanın pek içinde değildi. Hafiften dışında kalıyordu. Bunu seviyordum. Bana tam bir peri masalında gibi hissettiriyordu. Ağaçların ötesinde ve derelerin hemen yanındaydı. Evden çıkmak için bir tahta biraz yosunla kaplanmış bir köprüyü geçmeniz lazımdı yoksa suyu boylardınız. Annemin kırmızı eski ve ikonik arabası orada duruyordu. Yürümeye başladım ve çantamdan beyaz kablolu kulaklığımı çıkartıp telefonuma taktım. Telefonumdan müzik uygulamasını açıp Goth- Sidewalks and Skeletons şarkısına bastım. Yolu yaraladığımda arkamda bir kıpırtı hissettim ve hemen oraya döndüm. Ruby. Üzerine oldukça renkli, salaş, diz üstünde biten yazlık bir elbise giyinmişti. Boyalı tutuncu saçlarını dağınık bir topuz yapmış, halka küpelerini takmıştı. Kırmızı rujuyla bana gülümsüyordu. "Burada olacağını biliyordum. Daha doğrusu bu yolda." Derken bir anda koluma girdi. "Ah, evet. Kiliseye gidiyordum." Ruby ile çocukluk arkadaşıydık. Ruby, zengin ve tatlı birisiydi. Ailesi kasabada ki en ünlü kişilerdi. Onunla arkadaşlığımız, kiliseye gitmeye başladığımızdan beri devam ediyordu. Ruby, tuhaf ve bana asla uymayan kişiliğiyle, ilginç bir şekilde en yakın arkadaşımdı. "Yaşlı uyuz karının teki. Ölmesi için heyecanlıyım. Eğer ölürse seninle romantik bir date yapmalıyız. Kasaba bununla çalkalanacak!" Ona güldüm ve, "Böyle dediğini benden başka birisi duyarsa seni zindanlara kapatır," dedim ve kulaklığımı çantama tıktım. O da güldü ve elinde ki sepeti aldı. "Elinde ki sepeti suya at, tatlım. Ve onun ölmesi için çabala. İnan bana ona bir hafta yemek götürmezsen iskeletini böcekler kaplamış olur." Kıkırdadı ve sepeti bana geri vererek kolumdan çıktı. Rubyle birlikte kiliseden ayrıldığımdan bu yana kiliseye hiç birlikte gitmedik. Bu benim kararında. O zaten kiliseyi pek sevmezdi ama benim oraya gittiğimi gördüğünde peşim takılır ve gelmek isterdi. "Benimle mi geleceksin?" Tereddütle hep yaptığım gibi sordum ama ı beni şaşırttı ve oflamadı. Gülerek yüzüme baktı ve konuştu. "Bügün seninle gelmek için ısrar etmeyeceğim. Zaten şu ana kadar hiç gelemedim de," yanağımdan bir makas aldı ve "Buluşmam var," diye sessizce bana fısıldadı. Durdum. Kiliseye oldukça yaklaşmıştım. "Kimle?!" Şaşırmış gibi yapmamın hoşuna gittiğini biliyordum. Bu bilgiyi zaten biliyordum. Daha dün söylemişti. Yine de kimle buluşacağını tabii ki de söyledi. "Brad le tabii ki de! Bana teklifi onun yaptığını inanamıyorum!" Ona kuşkuyla baktım. "Hiç öyle bakma. Belki biraz büyü yapmış olabilirim." O kıkırdadığında ben gülmedim. Ah, Ruby o cadının büyü yaptığını bilsen böyle gülebilir miydin? "Yine niye bunları giyindin?" Diye sorduğunda sadece göz devirdim ve önüme döndüm. Ruby, bana hep, 'Yaraların seni güzelleştiriyor.' Derdi. Yine öyle yaptı. Koluma arkadaş değilde kardeşimmiş gibi dokundu. Kafasını yana eğdi. "Biliyorsun, yaraların seni daha güzel kılıyor. Ne kadar güçlü ve iradeli birisi olduğunu yansıtıyor." Kafamı aşağı eğdim ve tam itiraz edecekken elini dudağama sallayarak beni durdurdu. "Biliyorum, bu dediklerimi ve diyeceklerimi sevmiyorsun ama, hazır havalar sıcaklamışken, yaz mevsimi gelmişken biraz tarzını değiştirmek istemezmisin? Hemen itiraz etme! Hep siyahsın. Bıkmadın mı artık? Sıkılmadın mı hâla? Eskiden böyle değildin aşkım," bana alttan alttan baktı ve hüzünle gülümsedi. Kolumu sıvazladım ve onu reddettim. "Haklısın. Eskiden... beş, altı yıl önce falan!" Gözlerini açtı ve bana bir anlığına da olsa kırılmış gibi baktı. Çok sesli ve sert çıkıştığımı düşünerek bıkınca nefes verdim. "Pek emin değilim Ruby. Kendimi böyle daha iyi hissediyorum. Ben buyum." Omuz silktim. Bana sarıldı. Zaten kiliseye geldiğimiz için onunla vedalaşmam gerekiyordu. "İstersen seninle gelebilirim?" Diye sordu ve geri çekildi. Gülerek, "Cevabımı tahmin ediyor olmalısın," dedim. "Pekala!" Ellerini salladı ve geri geri yürüyerek uzaklaştı. "Sonra görüşürüz..." kafasını dalga geçiyormuş gibi sallayarak, "Ay çocuğu!" Dedi ve ağaçların arkasında kayboldu. "Aynen..." diye sessizce fısıldadım ve kaşlarımı çattım. Ruby, bu "Ay çocuğu" lakabını sevmez ve saçmasapan bulurdu. Ben de. Doğrusu öyle bir şey bile yoktu. Ama inanıyormuş ve öyle yaşıyormuş gibi insanlara bir izlenim vermek, hoşuma gidiyordu. Tabii Ruby bunun farkındaydı. Kiliseye ve çoğu yere ormanların içinden giderdim. Kasabanın içinden daha kısa sürüyordu lakin insanların içinde olmayı sevmiyordum. Hayatımı bu şekilde şekillenmiştirdim. Gizli ve saklı. Fazla görünme ve göze çarpma. Ormanda ki yerlerin hepsini biliyordum. Gizli yerleri, geçitleri ve daha artık neler varsa. Kiliseye baktım. Kilise, kasabayı kuş bakışı görebileceğiniz güzel bir yerdeydi. Uçurumun dibindeydi. Sanki zıplasanız uçurumun kenarı yılkılacak ve kasabanın ortasına düşecek gibiydi. Komikti ne kadar kiliseden nefret etsemde, konumu çok muhteşem bir yerdeydi. Kiliseye yaklaştım ama gireceğim yer orası değildi. Hemen yanında minik köhne bir kulübe vardı. Tahtaları eskimiş minik kulübenin önünde durdum ve kapıyı iki kere çalarak kapıyı açtım. Kapısı kilitli bile değildi. Herkes ondan korkardı. Ben değil. Kiliseye bile artık kimse gelmiyordu. Onun yüzünden. Şuna bakın, bana işkence eden cadıya yemek getiriyorum. Ona yemek yedirecektim lakin yedireceğim tek şey yemek olmayacaktı. Gülerek içeri girdim. Burnumu korkunç kokular sardı. Etraf topluydu. Geçenlerde annem gelip düzeltmiş olmalıydı. Annem rahibenin adeta kölesiydi. Rahibe adeta annemin efendisiydi. Onlar arkadaş falan değillerdi. Rahibenin anneme büyü yaptığını düşünüyordum. Bana o cadı büyü yaptığını göstermişti. Bu sırrı altı yıldır kimseye söylemedim. Söylememiştim. Bana da mı büyü yapmıştı? Hayır, doğru zamanı bekliyordum sadece. Mutfaktan geçerken masanın üzerinde duran vazoda ki kurumuş çiçeklere baktım. Vazoyu elime aldım ve sertçe yere attım. Ses yok. Etrafta cam kırıkları ve sular vardı. Üzerlerine bastım ve ilerledim. "Tahmin et kim geldi Grace?" Bağırarak ve tatlı bir kahkaha ile sordum. Merdivenleri tabanım bastığı kadar sert bastım ve onun odasının önünde durdum. Boyum uzun olduğu için kafamı hafifçe eğdim ve kapısını bir tekmeyle açtım. Orada, yatağında dünyanın en masum insanı gibi yatıyor ve bana bakıyordu. Rahibe Grace de değişmeyen bir şey varsa o da fıldır fıldır parlayan iri siyah gözleriydi. Yanına kıvrakça ilerledim ve sadece benim oturduğum tahta sandalyeye oturdum ve elimde ki sepeti masasına bıraktım. İçinde kileri çıkardım. Et kabını elime aldım ve kapağını açtım. Yan gözle ona baktım. Buruşuk dudaklarından salyası aktı. Yetmişlerinin sonlarındaydı. Kaşığı da sepetten çıkardım ve yemeğin içine tükürdüm. Bunu gördü. Kaşıkla yemeği karıştırdım ve çantamdan minik tüpümü çıkardım. Bunu kasabaya son inişimde seyyar bir satıcıdan almıştım. Üç ayda bir gelirdi ve bana güzel, işime yarayacak şeyler getirirdi. Elimde ki şişenin içindeki ise, zakkum ve nergis çiçeklerinin ezilmiş, pestili çıkmış zehirli bir maddesiydi. Aslında hep kendim yapardım ama zakkumu son zamanlarda bulamaz olmuştum. Evde bundan yaklaşık beş, altı tane daha vardı. Tüpü açtım ve burnumu kapatarak yemeğin içine dört damla zehirden hiç acımadan koydum. Hepsini koysam ölürdü. Ölmesini istemiyordum. Şu an değil. Öksürdü ve bunu yapmamamı isteyen gözlerle bana baktı. Yemeğini tekrar karıştırdım ve ayağa kalkarak yatağında ayaklarını uzatmış olmasına gülerek, bacaklarının üzerine oturdum. Ve inanın bana hiç nazik değildim. Haykırmak istedi ama yapamadı. Onun sesini kesmiştim. Bacaklarına yaptığım gibi. Boğazıma kadar gülmemi tutmadım ve tekrar kahkaha ile güldüm. "Canın mı açıyor Grace?" Onun canını acıtan belki de ona yaptığım fiziksel şiddet değildi. Ona Grace demem... işte bu, onu sinirlendiriyordu. "İçine zehirlerimden bir tanesini koydum. Ah, hemen sevinme ölmeyeceksin. Ölmene izin verirmiyim hiç? Bu beni kahreder Grace," kaşığa biraz et aldım ve onun ağzına yaklaştırdım. Yemek istemedi. Ama yemek istiyordu. Biliyordum. Ete hiç karşı koyamazdı. "Hey! Grace, beni sinirlendirme. Benim etimi yakmayı seviyordun. Rahibeler, et sevmezler ve yemezler ama sen bir rahibe değilsin değil mi? Sen bir cadısın adi karı!" Kaşığı ağzına tıktım. Kaşıkta ki bir parça üzerine döküldü ama ağzına geldiğinde yemeden duramadı. Etin hepsi bitene kadar bunu yaptım. Ayağa kalktım ve eşyalarımı toparladım. Yüzü mosmor olmuştu. "Birazdan kendi kusmuğunda boğulacaksın! Birazdan kendi idrarında, kendi bokunda boğulacaksın!" Ağladı. Gözlerimin önünde o ağlarken ben güldüm ve lavaboya giderek elimi yıkadım. Üzerime parfüm sıktım ve yanına geri döndüm. Sesler geldi. Kusuyordu. Ama dikleşemiyordu bile. Biraz bekledim. Kusması bitene kadar. Yatağı berbat olmuştu. Gözleri kapandı. Kusması bittiğinde kapının önünden ona, "Gözlerin Grace, gözlerin. Onları aç ve bana bak," gözlerini açtı. "Fark ettin mi? Senin için giyindim bu elbisemi. Ben bu elbiseyi giyerken sen bana son kez işkence ettin ama benim sana bu işkencem son olmayacak. Annem, senin beni çok sevdiğini söyledi." Kaşlarımı çattım ve kafamı eğdim. Her hareketimi takip ediyor, ve kendisinden şu an iğreniyordu. "Beni seviyor musun Grace?" Nefes verdim ve bir adım geri çekildi. Kusmuğu bana yaklaşıyordu. "Şu haline bak, bu haldeyken bile beni kirletmek istiyorsun. Bu haldeyken bana pisliğini bulaştıramayacaksın." Nefretle ona baktım. Sahte duyguluları, gülümsemeleri, kahkahaları bir yere bıraktım. "Sana ilk defa hoşuna gidecek bir şey söyleyeyim," gözleri parladı. "Sen haklıydın. Bütün yeminleri kirlettim Grace." İlk defa o güldü. Gülmesine izin verdim. Kapıdan uzaklaştım. "Ayağa kalkmanın bir yolunu bulsan iyi olur yaşlı cadı. Birazdan buraları atıkların götürecek." Gitmek için arkamı döndüm ama sonra ona bakmadan şunu dedim. "Ve lütfen beni sev. Ben seni seviyorum Grace, tanrı üzerine yemin ederim." Güldüm ve ona baktığımda gülmediğini gördüm. Aniden sessiz ama sanki kulaklarımı tırmalayan kankası odayı doldurdu. Yüzüne tükürdüm ve aşağı indim. Kahkahası kulaklarımda yankılanıyordu. Sanki kulaklarım gerçekten kanıyor gibi hissettim. Evden dışarı çıktığımda neye güldüğünü anladım. Ayakkabılarımın dibinde kusmuğu vardı. Bana pisliğini o haldeyken bulaştırmıştı. - Diğer bölümde görüşmek üzereee! |
0% |