Çalıların ve sık ağaçların arasında koşuyorum, kan ve ter içindeyim. Güneş varsa bile, üzerimi kapatan ağaç dalları ve yaprakları nedeniyle akşam üzeri gibi hissettiriyor. Üzerimdeki pahalı kıyafetler ve pelerin kirlenmiş, yırtılmış, parçalanmış. “Geliyorlar!” Diye yankılandı zihnimde, panik içindeydim. Koşmak için kendime seçtiğim taraf belliydi, ancak spesifik bir yol değil; karmaşık ve zaman zaman önüme çıkan dal, kök, çukur ve tepeler yüzünden zorlu bir parkurdu resmen. Zaten, bu çukurlardan birine girdiğimde sağ ayak bileğim acımaya başladı. Önüme çıkan ağaç kökünün üzerinden de sıçradıktan sonra nispeten engelsiz bir patikaya çıktım, ayağımı kontrol etmek için koştuğum sırada başımı eğdim ve acıyan ayağıma baktım: bileğime denk gelen yeşil kumaş ıslanarak bileğime yapışmış, bir kısmı da yırtılmıştı. Bir dikenin pantolonumla beraber ayak bileğimi kesmiş olduğu kanaatine vardım. Bundan sonra çukurlara daha da dikkat etmeliydim, çıktığım düzlükte yeri daha iyi görebilmek için başımı eğdim. Artık daha sık yere bakıyordum, ancak yüzüme denk gelen bir dal sağ gözümü sıyırarak görümü bulanıklaştırırken gözümü korumak için vücudumu çevirmeme neden oldu. Ayağım, toprağı yararak biraz yükselmiş olan sert bir dal parçasına takılarak tökezlememe neden oldu. Bu sırada sol tarafıma, biraz öteme bir ok saplandı. “Yetiştiler..” Diye dehşet içinde sayıkladım, arkama dönmeye yeltendim ki bir ok tam alnı-
Pek nazik olmayan genç bir kadın sesi, bariz bir şekilde yükselerek gözlerimin aralanmasına neden oldu: “Volans!! Uyan artık be öğlen oldu!” Yavaşça doğrulurken başımın ağrıdığını hissettim, farkında olmadan sol elimi başıma götürdüm. “Bu hizmetçilerden nefret ediyorum..” Diye söylendim istemsizce, sağ elimin gövdeme destek sağlamak için rahatsız, saman bir yatağa bastırdığını fark ederek. Yatağı sıkarak avuçlarıma gelen samanı ve rahatsız edici sesini hissettim.
“Hizmetçi senin babandır! Ayrıca, tarlaya yardım etmezsen aç kalacağız. Bay Wile birazdan tarlanın başına dikilir, hadi acele et.”
Doğru ya, burada hizmetçi olan benim. Hassiktir ya.
Aceleci davranmayarak bu rahatsız yataktan ayaklarımı ayırarak yere bastım, bunu yaptığım sırada gövdem de bacaklarımı takip ederek yatağın uzun kenarına paralel oldu. Derin bir iç çekerek bir süre yeri manasız manasız izledim. Her ne kadar dünyanın en rahatsız ikinci yatağı da olsa, insan yatağından kolay kolay ayrılamıyor diye düşünürken Elara bu sefer konuşma zahmetine girmeyerek mutfaktan doğru kafama sert bir limon fırlattı. “Aahhh?!??” Diye inlediğim sırada kafamdan seken limon odanın rastgele bir kısmına doğru yuvarlandı. Başımı çevirip Elara’nın uzak bir mesafeden bana bakıp, sahte bir şekilde sırıtışını seyrettim. Bu anda, nişancılığı nedeniyle ondan imza almalı mıyım diye düşünüyordum. Kalkıp üzerime bir gömlek, altıma da tarlaya giderken giydiğim yamalı, kahverengi pantolonumu geçirdim. Kumaşı ilginç bir şekilde rahattı. Daha sonrasında, pantolonu bir kemerle sıkarken mutfağa doğru ilerledim. Elara sebze doğruyor ve servise hazır olanları masaya yerleştiriyordu. Bana her zamanki gibi kahvaltı hazırladığını anlamam çok sürmedi. Ancak bir anda bahçedeki horozun ötmesiyle gayet rahat olan hareketlerimi bir heyecan kapladı, aceleyle masaya oturup bir ekmek parçasına saldırırken Elara’ya teşekkür etmeyi unutmadım, bu sefer sıcakkanlı bir şekilde gülümsedi. Normal şartlar altında bu kadar aceleci olmama gerek yoktu, çünkü vardiyama daha çok vardı. Lakin, evli olmadığımız halde Elara ile beraber yaşıyor olmamız nedeniyle gözden uzak, dolayısıyla köyün biraz dışlarında bir yerde kalıyorduk. Yanlış anlamayın, Elara ile bir ilişkimiz yoktu. Daha çok abla kardeş gibiydik; zaten benden iki yaş büyüktü. Ancak belirtmek gerek, Elara mavi gözlerinin ve simsiyah saçlarının ay rengi teniyle dansından doğan bir orkestra gibiydi. Ben dahil her erkek onun müthiş bir kız olduğunu dürüstlükle itiraf edebilirdi ve kimse de bunu yadırgamazdı. Lakin, bana yaptığı iyiliğin karşılığı olarak ona bir şey hissetmemeyi seçtim. Elara, bu bağnaz ve dışarıdan çekinen köye geldiğimde bana evini açmış, yardımcı olmuş ve arkadaşlık etmişti. Köye geleli yaklaşık bi- iki sene falan oluyor herhalde?
-
Bay Wile'ın tarlasının bugün çalışacağım kısmına ilerlerken 7 kişilik bir güruh ile beraber uçsuz bucaksız ekinlerin arasındaki patikadan yürüyorduk. Onlar kendi aralarında bir şeyler konuşuyorlardı, ancak kendimi güneşin parlak ışığı altında altın gibi parlayan buğday tarlasını seyretmekten alıkoyamıyordum. Derin bir nefes alarak, bu koca, devasa tarlanın benim olduğunu hayal ettim. Sadece benim. Ve çalışanlarım da, elbette. Ne güzel olurdu..-
"Volans!? Duymuyor musun?"
Düşüncelerim, dış dünyadan daha sessiz konuşmaya başladığında ancak bana seslendiklerinin farkına varabildim.
"He, heh?"
Konuşan Dirt idi. Dirt, uzun boylu, aşırı yapılı olmasa da güçlü ve eğlenmeyi seven siyahi bir çiftçiydi. Eskiden bir köle olduğundan bahsederken hiç çekince duymayan kaç kişi vardır bilmiyorum ama, Dirt onlardan biridir işte. Bay Wile, zamanında Dirt'in ağzının laf yapışından kaynaklı ona sempati duymuş ve bir iş vermek istemiş, sonrasında Dirt Bay Wile'ın tarlasında 4 sene boyunca çalışarak kendini satın almış ve özgürlüğüne kavuşmuş. Bunu anlatırken hep gururlu bir ifade takınıyor.
"Akşam köy meydanındaki hana gidip içelim diyoruz, yarın hasat festivali başlıyor biliyorsun. Bugün epey yorulacağız!"
Konuştuğu sırada komple bana dönük olmak için, güruhun en önünde geri geri yürür haldeydi Dirt, haylaz bir çocuğu andırıyordu. Bu adamın 34 yaşında olmasına bazen hayret ediyordum.
"Tabi, bana uyar. Elane'i de.. çağırsam..-?"
Diyerek cümlemi tamamlamadan bir soru belirttim, birkaç gündür acayip içesi olduğunu söyleyip duruyordu. Uzun bir süredir şehre inme fırsatı bulamadığından içinin nasıl boğulduğunu tahmin edebiliyordum; güruhtan Lukos evliydi, ancak karısını getirmekten bahsetmemişti. Erkek erkeğe bir takılma olacağını varsaydım.
"Hadi be evlat, azıcık şu karıların dırdırından uzak duralım. *Şöyle* errrrkek gibi eğlenelim!"
Şöyle dediği sırada, zeybek oynar gibi kollarını yavvvvaşşşça açtı Pald. Güç gösterisi yapar gibiydi, errrrkekliği vurguluyordu. Lukos ile göz göze geldik, güven verici bir tebessüm takınıyordu bana karşı.
Güldüm; alt dudağımı yuvarlayarak başımı hafifçe, gözlerimiyse tamamen sola çevirdim düşünür bir ifadeyle.
"Pekala,"
dememle güruhun çoşması ve sevinç nidaları atması bir oldu. Pald başımı kollarının arasına alarak başımı sertçe ovaladı, ancak bırakması çok sürmedi.
"Ancak.."
diye cümleme devam ettim. Çocukların yüzleri düşer gibi oldu.
"Elane bir süredir içmek istediğinden söz ediyor. 1..-"
Gözlerimi güruhun üzerinde gezdirdim, sol elimin işaret parmağını kaldırarak '1' yaptım.
"Elane'in bundan haberi olmayacak."
Güruh tekrar çoşarak kabul ettiklerini dile getirdi, açıkçası komik bir görüntüydü ama bozuntuya vermedim. Orta parmağımı da kaldırarak '2'ye tamamladım. Güruh bu işaretimle susarak beni bekledi.
"Yarın Elane de gelecek."
Güruhun içinde tekrar onaylayan konuşmalar başladı. İçlerinden birinin Lukos'a "Bu çocuğu ne zaman hanımcılığa alıştırdın?!" dediğini duydum. Kıkırdadıysam da duyduğumu anlamadılar.
Güneş batarken işimizi yeni bitirmiştik. O altın sarısı, uçsuz bucaksız tarla arkasında ihtişam bırakmamıştı. Güneş ardımızdan batarken, biz de son postanın hasadını ambara yürütmekle meşguldük. Leon en küçüğümüzdü, Güneş'in batmak üzereyken 'sahanda yumurta' gibi gözüküyor benzetmesine hepimiz güldük. Onun oradan biraz da olsa farklı gözükürdü herhalde, öküzün çektiği aracın arkasına oturabilme şerefine nail olmuş yegane ve hafif kişiydi.
Çok geçmeden, ambara son işimizi de boşalttık ancak Güneş'in tamamen gözden kayboluşunu birkaç dakikayla kaçırdık.