Yeni Üyelik
14.
Bölüm

11, Cam izleri artarken kanamaz mıdır?

@gardenpaeonia

"Rüzgâr burda tek başına bir hükümdardır,

Burda insan duman gibi genişler, büyür.

Bu dağlarda ıstıraplar, sevinçler büyür.

Buralarda her düşünce sona yakındır,

Burda her şey bizden uzak, ‘O’ na yakındır.

Burda yoktur insanların düşündükleri,

Rüzgâr siler kafalardan küçüklükleri.

Yanağıma çarpar geniş kanatlarını,

Ve anlatır mabutların hayatlarını."

 

Sabahattin Ali

 

-

 

"Bir varmış, bir yokmuş evvel zaman içinde kalbur saman içinde; Alaaddin adında bir delikanlı varmış. Alaaddin çok çalışkan ve yardımsever bir delikanlıymış. Günlerden bir gün yardımda bulunduğu yaşlı adam ondan bir mağarada kapalı kalmış olan eski lambayı ona getirmesini istemiş. Alaaddin yaşlı adamın isteğini yerine getirmek için yola çıkmış.

Mağarayı bulmuş ama mağara çok ürkütücüymüş. Alaaddin korkarak mağaradan içeri girmiş. Lambayı bulmuş. Lambayı temizlerken lamba birden yere düşmüş ve içerisinden.." kesilen sözüyle derin bir nefes aldı Akad, Acar her şeyi eleştiriyordu.

"Ben kimsenin isteğini yerine getirmem, boktan bir masal." bacaklarını genişçe açmış, arkasına yaslanmıştı. Ciddiyetsiz ifadesiyle sürekli bölüyor, huzur vermiyordu. "Masal lan bu, çık git buradan küfür ettirme bana." dişlerini sıkarak kurduğu cümle karşısında hakaret etmemeye çalışıyordu.

Ayakta dolaşarak abisini dikkatle dinleyen Hira, henüz beş yaşındaydı. Acar'ın ne dediğini pek anlamıyor ama her gerginlik yaşandığında kahkaha atıyordu. Odayı yine gülüşü doldurduğunda küçük abisi ona göz kırptı, bazen sevimli oluyordu. "Yerim rahat, sen git." yatağa yayılarak gevşedi. Bu hareketi Akad'ın ensesinden sıcak sular dökülmesine sebep oldu, sinirdi. Oyuncak ayılardan birini ona fırlattığında umursamadan oturmaya devam etti. Acar ile uğraşacak hali yoktu, vakit bulabilmişken Hira'yla ilgilenmek istiyordu. Zaten çok hızlı büyüyordu ve kendi Milli Savunma Üniversitesini bitirmek üzereydi. Kardeşinin yanında olamamak içten içe canını sıktığı bir durumdu, bu yüzden bu gece küçük kızı o uyutmak istemişti.

"Kız bu ney? Gel bakalım sen buraya, gel abine." kollarından tutarak kendine çekti. Havalanmanın etkisiyle ufak çığlığı fazla yüksek çıkmıştı, abisinin dizine oturduğunda pembe mikrofonu ona uzattı. Akad küçük oyuncağı eline aldığında, bastığı düğmeden çıkan sesle yüzünü buruşturdu. "At şunu camdan." Acar abisinin konuşmasıyla kaşlarını çattı Hira, "Atma!" sinirli sesi tatlıydı. "Atsın." ailedeki genetik sinir kardeşinde de var mıydı merak ediyordu, ayrıca uğraşmak hoşuna gitmişti. Yanakları pembeleşiyor, dudaklarını büzüyordu. Ama Hira beklenmedik bir hareketle; Ayağa kalkmış, küçük abisine ilerlemişti. Önünde duran kardeşiyle oturuşunu düzelterek hafifçe öne eğildi Acar, Akad ise hâlâ mikrofonu susturmaya çalışıyordu.

"Ne oldu?" saçlarını kaşıyarak abisine bakıyordu, evde olduğu zamanlarda bile çok kez görmemişti. Mavi gözleri içini kıpırdatmaya yettiğinde, yüreğinde güven hissetti. Ne bu hissin adını, ne de yüreğin ne olduğunu bilemezdi, henüz küçüktü. Hiçbir zaman bu ailenin bireylerine benzer davranışlarda bulunmaması çocukluğundan geliyordu. Doğduğu ilk andan yazılan kaderiydi, şimdilerde Hira için yalnızca işkenceydi. Minik elleri abisinin yanaklarını sıkıca sardı, ardından avuçlarına sığamayan yanaklarından birine tüy kadar hafif bir öpücük kondurdu.

Hira buydu; Diğerlerinin aksine farklı olan.

Kaderi en çok kendine ağır gelen.

Gülümseyerek koşuşturmaya başladığında onu izledi. Uzun kahverengi saçları süzülüyor, bazen ayağı takılarak düşüyordu. Yine de yerden kalkıp, devam ediyordu.

Abilik hissi ilk defa bu denli ağır basmıştı her zerresine. Fakat kaçmayı tercih ederdi. "Ulan şu çocuğa sahip çıksana." abisinin sözüyle donuk bakışları ona döndü. Akad'ın karşısında şimdi safça bakan iki mavi vardı. Hafifçe gülümsedi, tüm yorgunluğuna rağmen dinlenmişti. Aile buydu, belki annesi ve babası da vardı ama asıl ailesi iki kardeşiydi. Yüreğinde büyütüyordu onları, çoğu zaman belli etmese de elinden geleni yapıyordu. İçi ısındığında bedenine sarılan beklenmedik kollarla duraksadı, Hira onu sıkıca dolamıştı. Tebessümü genişlerken, koca bedenini kardeşine sardı. Çocuğu yoktu, çocuğu vardı. İki taneydi. Abi olmak; Basit bir kardeşten fazlasıydı, tıpkı abla olmak yarı anne olmak gibiyse, abi de yarı babaydı. İliklerine kadar bu çocukları korurdu, savunurdu.

Uzaktan izleyen Acar'la gözleri kesiştiğinde gelmesini istiyordu, gelmezdi. Bilirdi ki içinde bir yerlerde abisine dargındı. Babasını nasıl affettiğini düşünüyordu, gerçeği kendi de bilmiyordu. Affetmemişti, sevgiye muhtaçtı. Görmediği ilginin esiri olmuştu, günün sonunda bu savaşta kardeşi tek kalmıştı. Sadece ikisinin anlayacağı şekilde gözler konuşuyordu, eş zamanlı olarak gözlerinden bir yaş süzüldü. Bolca pişmanlık, özür, kırgınlık, öfke barındıran gözyaşı. Acar gitmek adına kalkmaya niyetlendiğinde, "Abilerim, ikinizide çok seviyorum." neşeli, çocuksu ses tonuyla duraksadı. Kalkamadı.

Her anlamda sevgi dolu bir kızdı.

Kendinden alınan çocukluğun tablosuydu.

Üç kardeş, birbirlerine içten içe verdikleri değeri yaşatmaya geç kalmışlardı.

Şimdi bir eksikle kendi aralarında aile olmaya başlıyorlardı.

 

-

 

Ağır adımları merdivenleri çıkarken hiç olmadığı kadar yorgundu, üst kata geldiğinde Hira'nın odasına yönelecekti ki kapısı açık olana adımladı. Abisinin odası. İçeriye girerken onu görmeyi diledi, kimseye belli etmese de dayanamıyordu, delirecekti. Mavilerine ilişen kişi ise farklıydı, kardeşi yatağın üzerine oturmuş; Elinde bir deftere bakarak ağlıyordu.

Kapıyı kapatarak yanına ilerledi, yatağın diğer kısmına oturduğunda neye baktığını anlamaya çalışıyordu, "Abimin günlüğü." duyduğuyla kaşları çatılarak biraz daha yaklaştı kardeşine. "Günlük tuttuğunu bilmiyordum."

Sayfalarda gezinen elini kaldırarak gözyaşını sildi Hira, "Ben de bilmiyordum, keşke okumasaydım." titrek sesi pişmanlığını barındırıyordu. Sanki okuduklarının içinde kaybolmuş, nasıl çıkacağını bilmiyordu. "Ne yazmış?" derin bir nefes alarak, "Bizi." dediğinde gözlerinden akan damla sayfayı ıslattı. Elindeki defteri abisine uzattı, yükü kaldıramıyordu. Küçücük defter, koca bir kaya gibiydi. Ağırdı. Acar defteri alarak, rastgele sayfalardan birini açtı.

Gözleri o kadar güzel ki, meftunum. Eğer o gün karşılaşmasaydık hayatımda bu denli yaşamak isteyeceğimi bilemezdim. Sadece tek bakışıyla bunları hissettiğime inanamıyorum, demek ki aşk böyle bir duygu. Hafif delilik. Yüreğim çarpıyor, o kadar hızlı ki başta çarpıntın olduğunu düşünüyorsun. Bu duyguyu Acar'a da anlatacağım, kadınlara karşı fazla soğuk. Erkeklerden hoşlandığını düşünmeye başlayacağım galiba. Hira'ya pek anlatmak istemiyorum, o kadınlardan hoşlansa daha iyi olur.

İsmini öğrenemedim ama sorun değil, onu bulacağım. Kader bizi tekrar bir araya getirecek, umarım o zamana kadar o da yaşar. Efulim.

- Akad.

Gülerek buğulanan gözlerini saklamaya çalıştı Acar, Hira burnunu çekerek, "Demek ki abimiz aşıkmış." dediğinde başını onaylar şekilde salladı. "Aşıkmış."

Abisi anlatmamıştı, "Efulim yazmış, umarım onu bulmuştur." parmakları kağıtta gezinirken içinden umarım diye geçirdi. Sevda yüreğe konduğunda bilinenler unutulurdu. Önceden yaşadığın hayat yok sayılır, asıl hayat o andan sonra başlardı. Bu duygu kalbine yeni yeni konan Acar farkındalığa başlamıştı, Alçin değerliydi.

Diğer sayfayı çevirdi, bu sefer farklı yaşanmışlıklar vurdu yüzüne.

Bugün Acar göreve gitti, Hira evde ağlıyor. Bu sefer görevi farklı, daha zor diğerlerine göre. Yüreğim ağzımda bekliyorum, belli etmemeye çalışıyorum ama zor. Yine de biliyorum ki benim aslanım her bir piçin içinden geçecek. Gurur duyuyorum oğlumla, hakkını veriyor vatanı korumanın. Dualarım kardeşimle, bugünlük böyle.

Diğer düzenli yazılarına bakılırsa bu sayfadaki yazılar hafiften titrek yazılmıştı, fark ettiği detayla boğazına yumru oturdu Acar'ın, abisinin yazarken elleri titremişti. Silah tutarken dağların başında titremeyen elleri, kardeşi hakkında endişesini anlatırken titremişti. Kendisine göre daha duygusal bir adamdı, fiziksel olarak bunu göstermekten çekinmezdi. Ama ya yalnızken, ya da ailesi yanındayken yansıtırdı. Günlüğü kapatarak kenara koydu, okumak istemiyordu. Okudukça gerçekler tokat atıyor, kelimeler sayfalarından koparak boğazına dolanıyordu. Pişmandı, ne zaman gidecekleri belli olmayan hayatında kimseyle küs kalmamalıydı. Başta canım dediğim insanla, kendi kanından olan abisiyle kırgın ayrılmamalıydı. İçten içe öfkeliydi, üzgündü, ona karşı dinmeyecek bir hüzün barındırıyordu yüreğinde. Şimdiki değil, 14 yaşındaki çocuk affedemiyordu abisini. Elini bırakıp giden, savaşta yalnız bırakan Akad ilk günkü kadar acıtıyordu.

Şu an ne zamanı, ne de yeri değildi. Bu bilinçle hareket ediyordu, ayakları yere sağlam basıyor. Kanı bozuklara karşı hırsını diri tutuyordu, bitirecekti. Abisi için, kardeşim dediği adam için, en çok da Alçin için bitirecekti. Kardeşlerinin acıları yüreğinde, savcının gözyaşları yerde kalmayacaktı. Omzunda hissettiği saçlarla düşüncelerinden sıyrıldı. Hira'nın yoğun şeftali kokusu burnuna doluşurken elini omzuna doladı, daha sıkı çekti kendine.

Sarmaşdolaş oturan iki beden bitkindi, "Abi, dönecek değil mi?" titrek sesinin ardından gözyaşları Acar'ın boynunu ıslattı. Hira'nın bu hali dişlerini sıkmasına sebepti, kardeşlerine bunları yaşatan herkesten tek tek hesap soracaktı. "Dönecek abim." kendi de emin değildi. Neredeyse 1 aydır yoktu, neler olduğunu tahmin edemezdi. Sessiz dakikalar dertleri alıp götüremedi fakat omuzundaki Hira'nın uyumasını sağladı. Kısa süreliğine de olsa cehennemin içinden kaçabilmişti, düzenli nefesleri boynuna vururken dikkatlice geriye çekti kardeşini. İncitmekten korkarcasına yatağa uzanmasını sağladı. Üzerini sıkıca örttükten sonra kahverengi uzun saçlarına kokusunu bolca alarak bir öpücük kondurdu, "Söz veriyorum sana, her şey düzelecek." Ağır adımlarıyla odadan çıktı. Karanlık koridorda merdivenlerden inerken yumruklarını sıkıyordu, evin aydınlanan köşelerinde göz gezdirirken abisi yoktu ama vardı. Anılarla yaşıyordu.

Çıkmak adına kapıya ilerlerken mutfaktan gelen seslerle durdu, hıçkırıklar kesik kesikti. Elini tezgaha yaslamış, sarsıla sarsıla ağlayan bedeni gördüğünde yüreğinde bir şeyler patlamıştı. Annesini hiç böylesine ağlarken görmemişti. Genelde ya gözleri dolardı, ya da tek başına yapardı bunu. Kimseye hissettirmediği değer barındırıyordu sevdiklerine karşı, dışa yansıtmasada Acar'ın kocaman bir yüreği vardı. Yüreğinin içine herkesi sığdırırdı, babasını sığdıramazdı. Nefret değil, sevmemek değil, küskünlük değil, kızgınlık hiç değil, farklı bir duyguydu. Bir kaç adımla yanındaki yerini aldı, maviler buluştuğunda yorgunluk paylaşıldı. Annesi toparlama çabasına dahi girmedi, hatta daha da arttı hıçkırıkları.

"Dayanamıyorum.."

"Dayanamıyorum, içim çok kötü Acar, umudum kalmadı oğlum.." nefesinin izin verdiğince cümlesini güçlükle tamamladı Leylak. Zordu, vatana iki evlat yetiştirmişti. Yaşanacakları biliyordu ama engel olmak haddi değildi, aklından bile geçmemişti. Hıçkırıkları ses çıkarmasın diye kolunu ıssırmaya başladı, Hira'nın duymasını istemiyordu. Acar ise önce annesinin kolunu dişlerinin arasından uzaklaştırmış, sonra kendine çekmişti. Omuzları her yükü kaldırırdı; Ağırlık, mermi izleri, babasının yaşattıkları. En zorunu şehit ya da gazi olan kardeşlerinin bedenini taşımak sanırdı, yenileri eklenmişti. Annesinin ağlayan bedeni ve sevdiklerinin acı içindeki gözyaşları. Kısa olduğunu bildiği ömründe çok az insana değer verirdi, şu sıra bir yenisi daha eklenmişti.

"Acar yüreğim yanıyor annem, o bir ölürse ben bin ölürüm oğlum!" sesi yükselirken başını oğlunun omzuna gömdü sertçe. Sıkıca kapattığı gözlerinden yaşlar akıyordu, güçlü kalmaya çalışmıştı haftalardır. Lakin artık zordu, bir albay olarak değil, bir anne olarak kaldıramıyordu. "Vatanıma iki evlat yetiştirdim, Vatan sağ olsun demesini bilirim ama anneyim ben anne!" duygu karmaşası içindeydi, askeri kimliğine ihanet ediyor hissiyatıyla boğuştuğunun farkındaydı Acar, bunu babasının yanında yapsa ağır kavga ederlerdi bunu da bilirdi. Tekti annesi, yapayalnız. Kimse görmemişti, sormamıştı, haftalardır kim bilir nasıl yaşamıştı böyle. Fazlası mümkünmüşcesine bastırdı başını omzuna annesinin. "Ben buradayım." dedi, o varsa kimse yalnız değildi. Sırtını okşadı yavaşça, sakinleşiyordu.

"Bulacağım, sana söz; Sağ salim getireceğim abimi."

Hafifçe geri çekilerek oğlunun gözlerine baktı, minnet duygusu. Varlığına şükürler olsun diyordu, anlamıştı. Yanaklarını avuç içine aldı kadının, Leylak, "Sen iyi misin?" bunu soran ikinci kişiydi. Başını onaylar şekilde salladı, bir de onun için endişelensin istemiyordu. Operasyondan sonra çok iyi olacaktı nasıl olsa, karşıdakilerin hiç şansı yoktu. Annesi yanağındaki ellerini kendi avuçlarına sardığında önce tüy kadar hafif öpücük kondurdu oğlunun sert ellerine. Ardından tuttu, kaybetmek istemezmiş gibi, sıkı sıkı. "Askeriyeye gideceğim, eve uğradım." Hira'yı merak etmişti, günde iki üç kez geliyordu görmeye yine de yetmiyordu. Yine gelmişti. Bir evladınının daha pişmanlığını yaşayamazdı, korkuyordu.

"Ben bırakayım anne." Leylak başını olumsuz anlamda sallayarak gülümsedi. Babası ile karşılaşmasını istemiyordu oğlunun, yeteri kadar huzursuzluk vardı.

"Duş alacağım, kendim giderim oğlum." dediğinde ikili biraz daha sarıldıktan sonra vedalaşarak ayrılmışlardı.

Acar arabaya ilerlerken düşünceliydi, patlamıştı bir şeyler. Geri dönüşü yoktu, daha fazla tutamıyordu kendini. Yol arabanın tekerleri altında kayarken hızlıydı, tek kalırsa düşünürdü, düşünürse biterdi. Bugün ayıktı, ne içki içebilmişti, ne de doğru düzgün sigara. Elini pantolonunun cebine attığında paketi bulamadı, bitmişti. "Sikeyim!" dişlerini sıkarak ettiği küfürle derin nefes aldı. Sessiz arabayı dolduran bildirim sesiyle, yolu kontrol ederek telefonu eline aldı.

Bir şey isteyebilir miyim?

Saat akşam üzerine geliyordu, evi tenha yerlerdeydi. Alçin'e zarar gelme düşüncesi zihnine sinsice iliştiğinde aceleyle cevapladı.

Sorun mu var?

Cevap en hızlısından geldi.

Hayır, neredesin diye merak ettim sadece.

Çıkarken haber verememişti, bir kaç dakikaya oradayım yazarak telefonu kenara koydu. Aradan geçen yarım saatin sonunda gelmişti, omuzları düşük, gözleri pusluydu. Komutan Acar Acarbay'da insandı, omuzları genişti, her yükü taşırdı ama insandı. Onun da dayanamadığı zamanlar, sırtlanamayacağı acılar olurdu. Herkesin aksine bunları az ve ya nadiren yaşaması onu duygusuz yapmazdı, nefret dolu bir kişilik hiç yapmazdı. Sadece büyütüldüğü gibiydi, güçlü. Zihni susmamıştı, fırtına yeriydi gönlü. Kapının önüne geldiğinde anahtarla araladı hafifçe, içeriyi dolduran ferah koku ve buna eşlik eden kek kokusuyla mutfağa adımladı.

Alçin; Üzerinde beyaz eşofman takımıyla, nereden bulduğunu bilmediği beline doladığı önlükle bulaşık yıkıyordu. Kızıl ile karışık turuncu saçları günlerdir kıvırcıktı, ilk gördüğü andan daha uzundu artık. Dar uzun kollusu ince belini sıkıca sarmış, yemediği yemeklerle zayıfladığını vurgulamıştı. Geldiğinden beri çökmüştü, iki ay, iki yıllık farka eşitti. Onu izlerken etrafını kaplayan huzurdan bir haberdi Acar. Bedeni ona döndüğünde, saçlarıyla aynı renge çalan gözleri mavilerine karıştı.

Alçin anlık elindeki süt kutusunu düşürecek oldu fakat hızla toparlayarak geri tuttu, "Sen ne ara geldin?" sonlara doğru kaşları çatıldığında kutuyu dolaba bırakarak komutana yaklaştı. Bakışları ilk kez soluktu, çöken omuzlarını fark ettiğinde elini sırtına atarak dikleştirmeyi hedefledi ama olmadı. Acar aynı durgunlukla bakarken gözünden bir damla yaş süzüldü. Alçin'in ağzı şaşkınlıkla aralanırken, olduğu yerde kalakalmıştı. Koridor karanlık, mutfaktan gelen loş ışık yüzlerini aydınlatıyordu. Aklına sızan ihtimali başını olumsuz anlamda sallayarak geriye itti, "Bir şey oldu, bana söyleme." bir adım gerilediğinde bu sefer başını sallayan komutandı. "Yoruldum." tek kelime, bin anlam. Hepsinin sonu aynı, derin hüzün, sonsuz huzursuzluk. Anlardı, bilirdi bu hissi. "Sarılabilir miyim?" tok sesi dingin çıkmıştı. Açılan kollar ise cevaptı, onu beklemeden sıkıca kendine çekti ağır bedeni. Alçin'in de gözleri dolarken, "Ağla, içini dök. Benim gibi, çekinmeden." diye mırıldandı.

Toprak kokusuyla, ferah deniz kokusu birbirine karışırken ellerini kısa saçlara attı. Usulca seviyordu, boynuna doluşan gözyaşlarıyla nefesi düzensizleşti. Hıçkırarak ağlıyordu.

Askeriyede herkese mum tutturan, tek tek ipe dizen, askerlerin korktuğu komutan Acar Acarbay değildi; Babasının korkuttuğu, abisinin oğlu Acar'dı. Başka kimsenin omzunda ağlamazdı, Alçin başkası olmaktan çoktan çıkmıştı. Savcının saçları yüzünü sararken önce kardeşini gördü, çaresizce ona sığınan, umudunu diri tutan Hira'yı izledi. Sonra annesini gördü, soğuk mutfak mermerine yaslanmış, dişlerini koluna geçiren, en az omzunda ağladığı kadın kadar yalnız olan. Pişmanlık dolu, pes eden annesini izledi. Hepsinin içinde dik duran, yaşlanmış bir ağaç gibi sığındıkları kendini göremedi. Şu an yabancıydı.

Saçlarını yumuşakça seven el çıkış yoluydu. Huzurdu. Ne kadar süre geçti, hakkında neler düşündü bilmiyordu. Sabırla ona sarılmış, her hıçkırıkta daha sıkı sarmıştı kollarına sığmayan koca bedeni.

Hafifçe geri çekildiğinde ellerini yüzüne bastırdı sertçe, aşağı yukarı hareket ettirirken Alçin'in kolları omzundan beline kaymış, hâlâ bedenindeydi. Ellerini yüzünden çektiğinde etrafa bakındı, ilk defaydı. "Teşekkür ederim." ağlamaktan kalın çıkan sesi eskisine dönmüştü. Hafiflemişti. Sanki yükünü paylaşmış, daha iyi hissetmesini sağlamıştı. Geri çekilmiyordu ikiside, "Acar bana bakar mısın?" sakince sorduğu soru karşısında gözlerinin savcıya dönmekten başka çaresi yoktu. Pek uzak kalamıyorlardı bu kadından. Şefkat, güven, sevgi, hepsi vardı, küçümseme, eziklik yoktu. Oysa ne derdi babası, erkekler ağlamaz, ağlamak ezikliktir, küçülmektir, siz asker olacaksınız. Aksini bağıran gözler küçüklüğünde babasına bağıran Acar'la aynıydı, zamanla büyüyerek kendini bu boktan cümlelere inandırmıştı. Şimdi Alçin tersini söylerken öyle düşünmeye devam etmek ne mümkündü.

Elleri ellerini kavradığında sıkıca tuttu, "Anlatmak ister misin?" anlatmasa da sorun olmazdı. Savcı buna alınmazdı, gücenmezdi. Ama omzunda ağlıyorsa bilmeye hakkı olduğunu düşündü, ona sarılmak bile kafasını toparlıyorsa, anlatmak hepten yok ederdi sıkıntıları, çöküşleri. "Anlatırım." dedi sadece. O ise gülümseyerek, "Sen salona geç, geliyorum ben." diye cevapladı. Bir aydır küçük dünyaları içerisinde bu kadarlardı, ağlayan Alçin, yanında olan Acar, sonsuz güven. Bugün denge bozulmuştu, artık eşitlerdi.

Ağır ağır salona ilerlemeden kabanı çıkardı, yüzüne soğuk su çarptı, koltuğa kurulduğundaysa gevşemişti. Mutfaktan gelen sesler yaklaştığında başını çevirdi, elinde tepsiyle, savcı tabakdakilere garip bakışlar atıyordu. Masaya bırakarak o da yanına kuruldu, Acar oturuşunu toparlayarak önüne uzatılan tabağı inceledi, "Ben yaptım." gururla ve biraz da endişeyle konuşmuştu Alçin, "Kafam dağılsın diye, tek kalınca daha çok düşünüyorum." duyduklarıyla tabağa uzanarak eline aldığında hiç düşünmeden çatalı ağzına soktu. Konu Alçin'in mutfak becerileri olduğunda herkes iki değil, üç değil, dört, beş, altı, yedi, hatta on kere düşünürlerdi. Abisi de dahil. Koca gözleriyle komutanı izliyor, beğenip beğenmediğini sorguluyordu.

Henüz sadece tatlı yapabiliyordu, ondan da emin değildi.

Ses çıkmayınca, "Şeker yerine tuz mu koymuşum? Sürekli aynı hata!" elini yüzüne koyup kapattı. Bıkmıştı. Acar ise ikinci çatalı alırken oldukça keyifliydi. "Tam anlayamadım, biraz daha yemem lazım."

"Dalga geçme." homurdanmalarına aldırmayarak tüm tabağı bitirdi, iki dakika sürmemişti. Alçin gazamız mübarek olsun düşüncesiyle çatala uzandığında, boş tabakla kaşları havalandı. Ne ara bitirmişti? Tadına baktığındaysa şaşırmıştı, "Güzel olmuş bu." Acar onun tabağına da çatalını sokunca aynı anda çay içmeye çalışıyordu. Bu haline genişçe gülümsedi. Daha fazla yemeyerek, "Anlat bakalım." dedi, midesi almıyordu. Komutan çayı geri bırakarak yumruk yaptığı elini şakağına yasladı. "Eve gittim, keşke gitmeseydim."

"Hira abimin odasındaydı, elinde günlük vardı. Abimin şimdiye kadar günlük tuttuğunu bile bilmiyordum. Biz onun hakkında hiçbir şey bilmezken, o neredeyse tüm sayfaları bizimle doldurmuştu." zorlanıyordu, Alçin bunu gördüğünde destek olmak istercesine kolunu sıvazladı. Mavilikler duygudan duyguya geçiş yapıyordu.

"Sonra çıkmak adına aşağıya indim. Bu sefer annemle karşılaştım, ilk defa onu bu denli ağlarken gördüm. Hıçkıra hıçkıra." dilini dudaklarında gezdirdiğinde masanın üzerindeki çayı uzattı, sonra tekrardan koluna sardı avuç içini. "Baba dinlemez, hatta ağladığını görürse azar çeker. Karmaşanın ortasında göremedim, fark edemedim. Yalnız, çaresiz ve artık umudu yok." babam değil, babaydı. Dört harf, tek kelime. Anlamsız, içi boş öylesine söylediği hitap şekli. Alçin sesli olarak dile getirmesede, gözleriyle her şeyi bağırıyordu.

"Hepsine söz verdim, altından kalkabileceğimden emin değilim ama ihtiyaçları vardı. Omzuma bastım, dişlerimi, yumruklarımı sıktım. Sonrasını biliyorsun."

İçli içliydi gözleri, anlatırken kulakları kızarmış, ara sıra dudaklarını ıslatmıştı. Ellerinin içini deşmiş, bazen kolundaki savcının eline bakmıştı. Zorlandığı anlarda derin nefes almış, bakışlarını hep kaçırmıştı. Utanmıştı. Tek tek gözlemleyen Alçin, "Teşekkür ederim." diye fısıldadı, kontrolsüz çıkmıştı sesi. Acar'ın kaşları çatılarak, "Neden?" demesini dahi anlamamıştı. Kolundaki elini avuç içlerine doğru ilerletti, silah tutmaktan nasırlaşmış, kurumuş sert elleri sıcaktı. Mavileri denizdi, hırçındı. Omuzları kaldırıp indirdi bilmiyorum dercesine, "Her şey için galiba." bu sefer bakışlarını o kaçırdı.

"Bana bak."

Bakmadı. Dudaklarını dişledi.

"Alçin.." çenesinden tutup kendine çevirdi, "Gözlerini gözlerimden ayırma, sakın." ardından ekledi, "Sen benden güç alıyorsan, ben de senden alıyorum." yeni anlamıştı, onsuz kaldığı bir kaç saatte düştüğü durum ortadaydı. Yaşanan temaslar ortamın havasını değiştirirken aldığı nefesle göğsü inip kalktı savcının, az daha yakın olsalar farklı şeyler yaşayabilirdi. Hızla ayağa kalktığında, "Ben şunları götüreyim." tepsiyi toplayarak koşar adım mutfağa ilerledi.

Peşinden gelen adım sesleri ve sırıtan surattan habersizdi.

 

-

 

Sarı saçları rüzgârda uçuşurken, saati umursamadan askeriyeye yürüyordu genç kadın. Delirmişti. Normalde olan sakin, sabırlı kişiliğine şu an oldukça uzaktı. Arabasızdı fakat önemli de değildi, ağlamaktan kızaran gözlerine vuran soğuk canını yakıyordu. Kardeşi yoktu. Kardeşi iki haftadır yoktu, kaçırıldı demişlerdi, sessiz kalmıştı. Bulacağız, arıyoruz demişlerdi, sessiz kalmıştı. Artık susmayacaktı, evde ağlayan diğer kardeşi yeni öğrenmişti her şeyi. Bardağı taşıran son noktaydı, öldü mü kaldı mı bilmiyordu. Kaç kere dil dökmüştü, yapma şu işi, bırak demişti ama dinlenmemişti. Kabanın altındaki şortlu pijama takımı üşümesini arttırırken kapının önüne gelmişti, koca demir kapıya elini sertçe vurduğunda kendinden beklenmeyecek bir cesaretle hareket ediyordu. Arkada duyduğu sesleri idrak edemeyecek kadar öfkeliydi, "Açın kapıyı!" vurmaya devam ederken demir kapı yavaşça aralandı.

Karşısında dizilmiş dört asker vardı, ona doğrulttukları silahlarıyla, "Ellerini kaldır!" diye gürlediler. Gök gürültüsüyle eş değer olan tonlarını normalde duysa yerinden sıçrardı, şu an daha da delirmesine sebep oldu. Bir adım attığında tekrarlandı bağırışlar, askeriyeye girmek mâkul şartlarda zaten zorken; Gece yarısı kapıya vurarak bağıran bir kadını elini kolunu sallayarak içeriye sokamazlardı. Anlamayarak ellerini kaldırdı, içinden sabır diliyordu. Askerler bedenini süzerlerken birbirlerine bakıyorlardı, neyi garipsediklerini anlamak adına üstüne çevirdi zeytin gözlerini, pembe kabanının belini sıkıca bağlamış, ayağındaki beyaz ayakkabılarını ise rastgele giymişti. Kolundaki pembe çanta, başında kardeşinin geçirdiği, ayakkabıyla aynı renk şapkasıyla sıradan haliydi. "Sapık mısınız siz be!"

"Elinizi kolunuzu sallayarak buraya giremezsiniz. Olay çıkartarak hiç giremezsiniz."

"Kardeşim kayıp!"

"Jandarmaya gidin."

"Teröristler tarafından kaçırıldı, kardeşim savaş muhabiri!"

"İlgilenmiyoruz."

"Lütfen. Israr ediyorum."

"Hanımefendi burası hayır kurumu mu? Kafayı mı yediniz siz?" kadın tekrardan sinirle bir kaç adım attığında askerlerden biri yanındaki askere döndü, "Kelepçeyi tak, sorgu odasına al." duyduklarıyla gözleri aralanırken, "Yaklaşma! Yetkili yok mu burada? Yüzbaşı! Binbaşı! Komutan! Asker! Üstçavuş!" bildiği tüm rütbeleri sayarak kaçmaya çalışıyordu. Hangisinin daha üst ve ya alt rütbe olduğunu bilmiyordu ama yapıyordu işte. Peşinden koşan askerlere yazıktı, bahçeyi turluyorlardı.

"Ne oluyor burada?" sert ses tonu alanı inlettiğinde ister istemez duraksadı. Sırtına çarpan, iki, üç bedenle sendelediğinde yere düşmekten son anda kurtulmuştu. "Komutanım açıklayabilirim.." demesine kalmadan, "Neyi açıklayacaksın asker!" bağırışıyla susmak zorunda kalmıştı. Onları izlerken bileğinde hissettiği soğuk metalle çığlık atarak koşmaya devam etti, az kalsın kelepçeyi yiyecekti. Arkasına bakmadan ilerlerken, ensesinde hissettiği el ile adımları durdu. Koca el onu kendine çevirirken, nefesini tutarak korkusunu içine sakladı. Anlık öfke patlaması yaşamıştı, ardından adrenalin, şimdiyse korku. Kardeşini hatırlamasıyla ilk haline döndüğünde geri çekilmeye çalıştı. İzin vermedi.

"Bununla ben ilgilenirim. Yürü." yanındaki askerlerden sonra ona dönüp emir vermişti, ellerini arkaya uzatarak ensesinden çekmeye çalışıyordu. "Bırak! Yüzbaşı! Binbaşı! Komutan!" az önceki bağırışlarına bu gelmişti, bozuktu. Doğru olanı çağırmak adına tekrardan bağırırken ağzına uzatılan elle yarıda kalmış, sesi kesilmişti. "Kendine gel! Burası çocuk parkı değil, askeriye. Ne bu saygısızlık!" adeta kükreyen adamın elini ağzından ittirdiğinde, ensesindeki eli de çözülmüştü. "Sen bana ne hakla dokunursun!" sabah boğazının ağrıyacağına emindi.

"Sesini alçalt."

"Adam akıllı yardım istemeye geldim, başıma gelmeyen kalmadı. Deli misiniz siz?"

"Sesini alçalt."

"Kardeşim kayıp!"

"Düzgünce konuşacaksın, efendi efendi geleceksin o zaman. Ayrıca jandarma dururken askeriyede ne işin var? Ne ayaksın?"

İkiside sinirle solurken, kadın titriyor, adam ateş saçıyordu. Kitlenen dosyalar ve operasyondan dolayı kaç gündür uykusuzdu, üstelik elde vardı sıfır. Yetmezmiş gibi gece yarısı magandanın tekiyle uğraşıyor, sabrı sınanıyordu. Sarı uzun saçları rüzgârdan dolayı hem kendi yüzüne, hem de adamın yüzüne çarpıyor, yeşil zeytin gözleriyse karanlıkta dahi parıldırıyordu. Dudaklarını bir şey demek adına araladı, sonra sustu. Düzgünce konuşmak istiyordu, içinde bir yerlerde kaybolan sabrının ucunu tutmaya çabalıyor, yapamıyordu. "Karşında çocuk yok, gitmedim mi sanıyorsun? Hatta ilk onlar bana geldi. Kardeşin kayıp dediler, ben ne yapacağımı bilemedim. Bekle dediler bekledim, sus dediler sustum ama artık yeter. Kardeşimi bulun!"

"Tövbestağfurullah.." elini burnunun direğine atarak gözlerini kapattı adam, bu esnada üniformasında yazan Kafar soyadıyla karşılaştı kadın. Anlamıyordu fakat iki yıldız vardı, hangi rütbede olduğunu bilse belki daha kolay olabilirdi. "Pardon.. Rütbeniz nedir acaba?" dingince sorduğu soru karşısında adamın koyu yeşil gözleri aralandı. Ormana benziyordu, uçsuz bucaksız, derin. "Sana ne lazım?" saçlarını sertçe geriye çekti, yüzünü kapatıyordu. "Bir şey lazım değil, sadece öğrenmek istedim." pembe yalan. "Adınız ne hanımefendi? Söyleyin ilgileneceğim ben." az öncekinin aksine sakince konuştuğunda ona bir kaç adım yaklaştı. Zeytin gözleri çevrede gezindikten sonra kimse olmadığına emindi, "Ben Bilge, kardeşimi teröristler kaçırdı. Biliyorum." fısıltısıyla geri çekildi. Jandarmalar kimseye söylememesini tembihlemişti ama o askerdi, söyleyebilirdi. Kafar'ın kaşları çatılırken, "Kafar Bey, komutanım, lütfen yardım edin." diye mırıldandı. Kedi gibiydi. "Kafar Bey mi?" başını onaylar şekilde salladı Bilge.

"Adım Barlas." kolundan çekerek bahçenin karanlık köşelerinden birine ilerletti kadını, "Neyden bahsediyorsun? Burada anlat." operasyona katkı sağlayabilecek bir bilgi olabilirdi. Çınar ve Akad'ın ablası yoktu, kadın yabancıydı. İki askerleri esirken, gelen herhangi bir ihbarla ilgilendiğini hatırlamıyordu. Ya da yoğunluktan gözden kaçırmıştı. Çevresine bakındı kararsızlıkla, "Benim kardeşim savaş muhabiri, iki haftadır kayıp. Jandarmalar geldiler, bulacağız dediler, haber verdiler ama yok. Ortalarda yok, her gün soruyorum artık sessizce geri gönderiyorlar." yutkundu, zorlanıyordu.

"Ama benim kardeşim sıradan biri değil, yetkili birine anlatırsam beni anlayacaklardır eminim. Lütfen biriyle konuşmama izin verin. Ben dayanamıyorum. Yardım edin." dolan gözlerinden akan yaşı silerek komutana baktı.

"Ne demek sıradan değil, düzgünce anlat. Yetkili benim."

"Sizde iki tane var, üç tane olan varsa beni ona götürün."

"Anlamadım?"

Yıldızları işaret ederken, Barlas'ın üniformasına kaydı bakışları. Aklına gelen diğer bilgiden emin değildi, yine de kardeşi için son kozunu sunarak, "Sizin de iki askerinizin kayıp olduğunu biliyorum." dediğinde adamın kaşları havalandı. Böyle bir bilginin askeriye dışına çıkması imkansızdı.

"Kimsin sen?" dişlerinin arasından söylediği cümleyle oldukça korkutucu duruyordu, Bilge bir adım gerilediğinde Barlas da bir adım ilerledi. Kenara sıkışmıştı. Bilginin doğruluğu kesinleşmişti, o zaman kardeşi o askerlerin yanında olabilirdi. Ne kameraman ne de ekipten başkası değil, sadece kardeşi kayıptı. "Yemin ederim jandarmalar konuşurken duydum." zeytin gözleri büyürken şüphelenmelerini değil, yardım etmelerini istiyordu. Emniyet güçlerinin haberi olduğundan sıkıntılı bir nefes verdi Barlas, doğru söylüyor olabilirdi. "Bana tam adını söyle." dikkatlice araştırmadan karşısındaki kadına güvenemezdi.

"Bilge ben, Bilge Öyküm." ıslak saçlarından dolayı üşürken titriyordu, dudaklarını ıssırdığında ise telaşlıydı. Anlık öfke patlamasıyla yaptığı şeyler yanaklarını kızartırken, bir yandan hiç pişman değildi. Ve bu onu korkutuyordu, pişman olmamak kötüydü çünkü yaptığı hataydı. "Numaranı ver." dediğindeyse ikiletmeden verdi, telefonu yanında yoktu aceleyle çıkmıştı.

"Yardım edecek misiniz?"

"Sabah gel." aldığı cevapla umut tohumları yeşerirken teşekkür etti, gözleri dolu, inancı diriydi. Komutan ona gitmesi söylediğinde koşar adım bahçeden çıktı.

Yere düşen şapkasını da Barlas aldı.

 

-

 

Üç beden, rutubet kokan, duvarları kanla dolu, camları kırık odanın içinde; Ayrı köşedelerdi, hepsinde farklı düşünceler vardı. İpler yoktu, zaten halleri kalmamıştı. Islak odunlarla sarsılan bedenleri ipleri her defasında koparıyordu. Kapıya en uzak oturan, titreyen kadında korku yoktu, üşüyordu, oda buz gibiydi. Çınar'ın gözleri kontrol etmek için onu bulurken iki saniyenin ardından hızla kafasını çevirdi, rahatsız olabilirdi, giydiği eteğin bir kısmını yırtarak kısaltmışlardı. Akad ise yavaşça toparlanmaya çalıştı, yattığında dahi sızlayan kemikleri oturduğunda kırılmış hissiyatı veriyordu. Yüzünü buruşturarak acı bir inlemeyle sırtını duvara yasladı, eli karnını bulurken sertçe öksürüyordu. Çınar tavandan çektiği kanlanmış yorgun gözlerini adama dikti. Bitik durumdaydı, "Şehit mi oluyorsun kardeşim?" cehennemin ortasında kısık kısık güldü Akad, bedeni zaten teslim olmuştu, ruhunu da bırakırsa tutamazdı. Gülüşü canını acıtırken, "Nerede.. Ama önce ben giderim gibi." üzerindeki yırtık askeri tişörtü bağırarak çıkarttığında kolunu kaldıracak hali yoktu. Yana savurarak, kadına attı. Bacaklarını kapatırsa kendini daha rahat hissedebilirdi, rüzgâr kesiklerine vurduğunda içinde esinti varmış hissi yaşamıştı.

Kadın teşekkür ederek aldığında bacaklarının üzerine bıraktı, kaşıyla dudağı fena patlamıştı. Acımamışlardı, yediği dayağın karşılığını verse de kaçış yoktu. "Sikeyim bunları, seni de sikeyim." Akad'a dönerek sinirle bağırdığında ikisininde kaşları havalandı. Az önce kedi gibi teşekkür ederken, şimdi kaplan gibi kükrüyordu. "Ben ne yaptım efulim? Noldu?" kaç haftadır ona bu şekilde seslenmesini anlamıyordu. "O ne demek?" sorusunu yaklaşık kırkıncı kere yenilediğinde ikili yine güldü. Çınar'ın eli acıyla bacaklarına giderken, Akad'ın eli karnına gitti. Sızlıyordu. "Efulim." dedi gözlerinin içine bakarak, küfür mü ediyordu belli değildi. "Yediğin dayaklar yetmemiş, gel sen buraya." kadın dizlerinin üstünde ayaklandığında odaya giren adamla eski yerine kuruldu. Kedi modu geri gelmişti, önlerine üç ekmek, üç su fırlattığında kadının açılan bacaklarına bakarak gülmüş, ona doğru ilerlemeye koyulmuştu.

Bu yeniydi, belli ki haberi yoktu ama ona yaklaşanı Akad ve Çınar mahvederdi.

Akad ayağına tüm gücüyle tekmeyi basarken, yere sertçe düşen adama ise Çınar müdahale etmişti. "Uzaklaş orospu çocuğu!" diyerek kafayı koymuş, baygın hale getirmişti. Kadın geldiğinden beri onun için toparlanmaya çalışıyorlardı, getirdikleri kuru ekmeği el mecbur yiyor, uyanık kalıyorlardı. Yoksa bu piçlerin ne yapacağı ortadaydı, kapı açıldığında yerdeki adamı fark eden arkadaşı hızla onu çekerek, "Yine ne yaptınız?" bozuk ağzıyla küfürler saydırıyordu. Bilmediği dilde konuştuklarına odadan çıkmışlardı, son söylediği şey ise, "O kadına yaklaşma, yoksa dövüyorlar, vuruyorlar!" olmuştu.

Akad'ın efulisi kedi modundan çıkmadan teşekkür mırıldanırken, yerdeki ekmeklere en ters bakışını sundu. "Özür dilerim." anlık sinirle patlamıştı, burada psikolojisi iyi sayılmazdı. "Sorun değil efulim, takma sen." kaplan modu aktive edildi, "Küfür mü ediyorsun sen bana?" diye bağırırken, Çınar yerdeki ekmek ve suyu ikisinede ittirdiğinde köşesine tekrardan kuruldu. Kaç haftadır flörtleşme dinliyordu, kafası sikilmişti. "Siz nerede tanıştınız?" paketi açarken ekmekten ıssırık aldı, yüzü buruşurken öğürecek olmuştu ki duraksadı. "Anlatayım kardeşim, hanımefendi savaş muhabiri olur. Tam kendine göre meslek edinmiş, benimle röportaj yapmaya gelmişti, o andan bu yana efulidir benim için." ekmeği ikiye bölerken emekleyerek birini Akad'ın, diğerini Çınar'ın önüne bıraktı. Sonunda ekmekler yine ona dönüyordu gerçi. "Başka asker yoktu, seni vermişler." homurtularıyla derince gülümsedi adam. Kadın ise şişedeki suyun bir kısmını avucuna dökerek yüzünü yıkamakla meşguldü.

"Leş gibi olduk."

"Suyu iç, israf etme." Çınar'ın sözlerine sinirlenemiyordu, emir verse dahi uyguluyor, sorgulamıyordu. Garipti, yıllardır tanışıyorlardı sanki.

"Adınız ne?" haftalardır sormadığı soruyu şimdi soruyordu, burada sohbet edecek vakitleri yoktu. Adamlar komutan, yüzbaşı dediklerinden dolayı isimlerini bilmiyordu. Bir tek Akad ikisinide tanıyordu. Hatta çok iyi tanıyordu. Asıl delirme sebebi bildiği gerçekler olacaktı.

"Çınar." suyun yarısını tek dikişte bitirirken, şişenin kapağını kapatıp kenara koydu. Duyduğu isimle kaşları çatılan kadının anlık nefesi boğazına dizildi. Birbirlerine Meva, Acarbay dediklerinden soyadlarını biliyordu. Çınar Meva. Suratının ne hâl aldığınının farkında değildi, fakat Çınar neye bu kadar şaşırdığını anlamayarak başını ne oldu dercesine salladı. Akad olaya müdahale etmek adına, "Bu da benim efulim işte, adına gerek yok." dediğinde karşılık vermemişti. Çınar gülmüş, salaksın sen bakışları atmıştı.

"Lâl, Lâl Öyküm. Savaş muhabiriyim." maviler buluşurken başını onaylar şekilde salladı, merak etmiyordu.

Şu an ve her an düşündüğü tek şey; kardeşiyle, nişanlısıydı.

Her şeyden habersizlerdi, dışarıda ise kıyamet kopuyordu.

 

-

 

Saçlarımı geriye atarken derin bir nefes aldım, uyuyamamıştım. Mutfağın ortasında camdan bakınıyordum, çevredeki ağaçlar ortamı korkutucu gösterirken; Yağmur da eklenince kesinlikle tüyler ürpertiyordu. Fırtına vardı, gök ağlıyordu. Şimşek vardı, gök sinirleniyordu. Duş almıştım, üşüyordum. Komutan dün ona mesaj atıp da söyleyemediğim şeyi nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde anlamış, getirmişti. Düzleştiricim. Haftalardır kıvırcık geziyordum, bugün operasyon için ilk gösterim oynanacaktı ve ben Ahsen'dim, ona benzemeliydim.

Tahta dolaba ilerleyerek şişelerden birini aldım, sırtımı dolaba yaslayarak yere oturduğumda karanlıktı. Dışarıdan yansıyan ışıkla hafifçe aydınlanıyordu mutfak, dudaklarıma dikerek yutkundum. Acı tat ağzımı uyuştururken ister istemez yüzümü buruşturmuştum. Komutan yukarıda uyuyordu, ben ise içimde cesaretimi arıyordum. Abim için bulmak zorundaydım.

Başımı geriye yasladığımda yanımdaki sigara paketinden ağzıma bir dal alarak yaktım, bir, iki, üç, dört, ard arda yoğunca içmiştim. Düşünceler dumanların arasında kavrulup gitmek yerine daha da harlanıp, yangın yeri yapmıştı yüreğimi. Rüzgâr artarken perdelerden sesler geliyor, şimşekler varlığını sürdürüyordu. Alkol oranı düşük olsa da iki yudumdan fazlasını almadım, görev vardı. Hatta kahve içecektim, hiçbir şeyi riske atamazdım. Saat dörde gelmek üzereydi, bir saate çıkacaktık. Boş boş etrafta gezdirdiğim gözlerimin görüş alanına o girdi. Hafif uykulu, kısa saçları dağılmış, suratındaysa yastık izi çıkmıştı. Dudaklarımda oluşan gülümsemenin farkında olmadan, kırpıştırdığı mavi gözlerini izliyordum.

"Alçin?" boğuk sesi olduğundan kalın çıkarken, "Efendim?" dedim. Uykusunun açılmaması adına kısık sesle konuşmuştum, ilerleyerek camı kapattı önce, ardından salona gidip battaniye alarak geri döndü. Omuzlarıma bırakarak yanıma oturduğunda çoktan ayılmıştı.

"Günaydın, uyudun mu?" başımı olumsuz anlamda salladım, uyuyamamıştım. "Günaydın." dedim yine de, yanımdaki içki şişesini ve sigaraları gördüğünde bakışları ciddileşirken ayaklandı. "Yemek nedir bilmez misin sen?"

"Yemek yapamıyorum ki."

"Kahvaltı?"

"Onu hazırlayabiliyorum ama iştahım yok. Sana hazırlayayım mı?"

"Sen Muş'ta nasıl beslendin?"

Önceki görev yerimden daha önce hiç bahsetmemiştim, abim söylemiş olmalıydı.

"Dışarıdan söyledim, komşular da pek sevecen olduğundan zor olmadı."

Dönüp aşağıya, yani bana ters bir bakış attığında hafifçe gülümsedim, o ise dolaptan bir şeyler çıkarmaya devam etti. "Gergin misin?" saniyelik bakışıyla çıkarım yapmış, doğru da anlamıştı.

"Evet."

Gergindim, çünkü operasyon bir saat sonra başlıyordu.

O itleri kapana kıstıracağımız anı düşünerek kendimi toparlamaya çalışıyordum.

Ayağa kalkıp kahvaltı hazırlamasına yardımcı olmak istiyordum, bir yandan kahveyi makineye koydum. Bıçakla domatesi doğrarken, "İşe yarayacak mı sence?" diye sormaktan kendimi alıkoyamamıştım. Şüphelerim vardı, doğru muydum yoksa yanlış mı emin değildim. Rolümü nasıl yapacaktım, temaslarda kendimi tutabilecek miydim bilmiyordum. "Kendinden şüphe etmeyi bırak." krep tarzı bir şeyler hazırlıyordu, tavayı çevirirken göz göze geldik, "Korkuyorum."

"Orada olacağım. Ayrıca iyi dövüşüyorsun, korkmana gerek yok."

"Kendimden korkuyorum."

Mavileri anlık bana, sonra tekrardan tavaya çevrildiğinde sıkıntılı bir nefes verdi. "En doğrusunu yapacaksın, hislerin seni yönlendirir." yeri geldiğinde ciddileşmesi hoştu. Mantıklı konuşarak içimi rahatlatıyor, düşünce denen illetin içinden çekip çıkarıyordu. Bana olan güveniyse oldukça fazlaydı. Sessizlik aramızdaki yerini aldığında masaya oturmuştuk, kahvemi içiyor, camdan dışarıyı izliyordum. Kışın hava geç aydınlanıyordu, "Yemek ye." başımı camdan çekip ona çevirdim. Omuzlarımı kaldırıp indirdiğimde çatalı ağzıma uzattı, kendi çatalından beni yedirmesi umrunda değil gibi gözüküyordu. Lokmayı aldığımda memnuniyetle yemeye geri döndü. "Bitecek o tabak, güç lazım."

"Çocuk değilim."

"Ye Alçin, çok konuşma."

Göz devirerek biten kahvemi masaya koydum, huysuzdu. Krepten bir çatal aldığımda beni kontrol ediyordu, hoşuna giden görüntüyle kahvaltımız son buldu. O etrafı toparlayacağını söyleyerek beni hazırlanmam adına yukarı yollamıştı, gerçi itekledi desem daha doğru olurdu. Uzun sürüyormuş, vaktimiz yokmuş. Aynanın karşısına oturduğumda makyaj malzemelerimden yalnızca bir kaçı buradaydı, ruj, dudak kalemi, kapatıcı, maskara ve pudram. Haftalardır makyaj yapmıyordum, şu anda da halim yoktu ama planın parçasıydı. Etkileyici gözükmek. Akşam yeteri kadar abartılı olacağımdan basit bir makyaj yaptım, dudak kalemimi aynı zamanda eyeliner olarak kullandım, rujumu allık, pudramı kontür. Çoğu aynı işlevi görebiliyordu zaten.

Saçlarımı ise düzleştirirken bunalmıştım, geriye kalan kısımları yapmaya devam ederken içeriye giren komutanla aynadan ona baktım. "Kusura bakma aniden daldım."

"Alıştım."

"Ne yapıyorsun?"

Muhtemelen suratım yamulmuştu, neyse ki önümde olan saçlardan dolayı yüzüm pek gözükmüyordu. Yanıma geldiğinde, "Hazırlanman ne zaman biter?" diye sordu. Dikkatle ne yaptığımı izliyordu, "Az kaldı." dememle başını onaylar şekilde salladı. Eli düz saçlarıma uzandığında hafif şaşkındı, az önceki halimden eser yoktu. Gülümsedim, "Değişiyor değil mi?" kaşları çatıldı. "Öncesi daha güzeldi." gülümsemem solarken, "Bu çirkin mi?" dedim, imkanı yoktu. "Değil her hâli güzel ama önceki çok başka." ardından ekledi,

"O fotoğraftaki Alçin."

"Hangi fotoğraftan bahsediyorsun?"

"Masanın üzerindeki."

"Küçüklük fotoğraflarımı görmek istemezsin."

Evde abimin dolabında aile albümümüz vardı. Abim benim olduklarımı ayrı bir albüme koyarak herkesten ayırmıştı. Gerçekten rezil fotoğraflarım çekilmişti, bende kalan sadece masamın üzerindekiyle yatağımın baş ucunda olanlardı. En düzgünü işyerime, kötüyü eve koymuştum. Abimden sonra çocukluğumu seven, hatta gören iki, üç kişiden biriydi. "Bir tanesini gördüm, diğerlerini de görmek istiyorum."

"Şansına küs, abim asla göstermez."

"Ben bulurum."

"Odasında bir yerlerde, kolay gelsin şimdiden." Ben bile henüz bulamamıştım, atacağımı söylediğimden beri sır gibi saklıyordu. Üzerini değiştirmek adına odanın içindeki giyinme kısmına ilerledi, orası ayrı bir kıyafet odası olarak adlandırılabilirdi. Çok kıyafeti de yoktu fakat giyinme odası vardı. Garip bir adamdı. Saçlarım bittiğinde ayaklandım, bu sefer hızlı geçmişti zaman. Düzleştiriciyi masaya koyarak kendi kıyafetlerimi almak için odaya yürüdüm, "Gelebilir miyim?" kapısı yoktu, arkamı dönerek sorduğum soruya, "Gel." dediğinde içeri girdim. Üniformasını giymiş, aynadan düzeltmeler yapıyordu. Uzun zamandır elbise giymediğimden kırmızı olanı elime aldım, koyu tonlardaydı. Dekoltesi sadece sırtındaydı, göğsü kapalı, dizimin altında bitiyordu. Vücudumu sardığından, abartısız ama yeterli bir elbiseydi.

Siyah külotlu çorabımı da elime alıp komutana döndüm, "Bitti mi işin?" onaylar bir mırıltı çıkardı. Çıkmasını bekliyordum, "Giyineceğim." kısa saçlarının boyu onu memnun etmemiş duruyordu ki ilk gördüğümde daha da kısaydı. "Giyin, geç kalacağız." dediğinde odadaki banyoya gitmeye karar verdim, yeni yeni çıkmaya başlayan sakallarında elini gezdiriyordu. Umarım kesmezdi. "Nereye?"

"Giyineceğim diyorum."

"Giyin."

"Tamam."

Tekrardan yürüdüğümde, "Nereye?" demesi bir oldu, sinirle ona döndüm, "Acar, iyi misin?" neye sinirlendiğimi anlamamıştı ki ifadesi anlık afalladı. "Giyineceğim diyorsun, gidiyorsun." dedi saf saf, az önceki sinirimden tek bir kırıntı dahi kalmamıştı. Öylece bana bakarken, "Çıkarsan giyineceğim, hani sen varken giyinemem ya." Aydınlanmıştı, bugün dalgındı. Görevde benim olmamı istemediğini açıkça söylemişti hatta biraz tartışmıştık, sonunda ikna olmasına rağmen yüzü asıktı. "Kusura bakma savcı." hızla çıkarken bende giyilmeye koyuldum.

Topuklularımı ayağıma geçirdiğimde hazırdım. Neredeyse bir aydır tam tersi şekilde etrafta geziyordum, parfümümü sıkarken aradığım her şeyi burada bulmak hoştu. Kendi evimizde gibiydik, farklı bir histi. Giyinme odasından çıktığımda yatağında telefonuna bakıyordu, beni gördüğünde baştan aşağı süzmüş ardından ayaklanmıştı. Gariplik vardı, ne düşündüğü suratından belli olmuyordu. Odadan çıkarken arkamdaydı, arabaya binip askeriyeye geldiğimizdeyse herkes toplanmıştı. "Hazır mısın?" Burak'a döndüm, endişeliydi. Buradaki kimse Korkut'a yaklaşan kişinin ben olmasını istemiyordu. Başımı onaylar şekilde salladığımda emin olmaya çalışıyordu.

"Savcım alın." askerlerden birinin uzattığı kağıdı alırken oturuşlar dikleşti. Acar arkamdaki yerini aldığında hafifçe üzerime doğru eğilmişti, masanın üzerindeki boş, ufak kağıda bakıyorduk hepimiz. "Ne yazacaksın?" komutanın sorusuyla yazmaya koyuldum, planladığım şekilde doldurduğumda okuması adına elden ele gezdi. Onayladıklarında ayaklandım, huzursuzdum, ellerim titriyordu. Sıcak el boştaki elimi bulurken sakinleştirmeye çalışıyordu, "Şimdi mi?" belimi sardı. "Şimdi." fısıltısını kulağımın altından ensemde hissettim.

Tüylerim ürperirken, bedenim gevşemişti. Sıcaktı, toprak kokusu en üst seviyedeydi. Baskısı artarken dikleştim, bakışlarım değiştiğinde hazırdım. Alçin gitmiş, Ahsen gelmişti. Odadan çıktığımda herkes başka köşelere dağılmıştı, bir süre beklemenin ardından yemekhaneye doğru ilerledim. Gözüme ilk çarpan Verda oldu, köşede, kızlarla oturuyor, hepsi gözünü değdirip geri çekiyordu. Ardından Talip'i gördüm, etrafı kontrol ettikten sonra bakışları beni buldu ve önüne döndü. Diğerleri de aynısını yapmışlardı. Burak başını hafifçe sağa eğdiğinde boynu ağrıyormuş gibiydi fakat sıradaki Korkut'u işaret ediyordu. O yöne döndüğümde Acar, Korkut itinin tam arkasındaydı, bana olabilecek en yakın yerdeydi.

Tepsisini alan oturuyor, bitirenler kalkıyor, bir kaç asker ayakta geziniyordu. Yeterli kargaşa yoktu, başımı Candar'a çevirdiğimde göz kırpmamla Boran'ın üstüne atladı. Büyük cesaretti, rol dahi olsa timdeki en küçük ve en düşük rütbeli asker olarak, üsteğmenin yakalarına yapışmak büyük delilikti. "Ulan şerefsiz napıyorsun!" kükreyen Boran'la anlık duraksasa da planın parçası olduğunu hatırladığında devam etmesi adına bağırdı. Candar ise küfrederek karşılık verdiğinde üst üstelerdi. Diğerleri araya girerken, ortam istediğimiz kıvamdaydı. Bazıları izliyor, bazıları ayırmaya çalışıyordu. Burak başıyla karşı tarafı işaret ettiğinde suratına yediği yumrukla yüzümü buruşturdum. Adımlarım orayı bulduğunda Acar yine onun arkasındaydı. Gözlerimiz kesiştiğinde, timin başı olarak müdahale etmezse dikkat çekeceğinin farkındaydım. Elimi çabuk tutmalıydım çünkü ben halletmeden tek bırakmazdı.

Elimdeki kağıdı sıktım. Korkut'un eliyle temas ettiğimde vücudum kasılarak kağıdı avuç içine sıkıştırdım. Acar'ın mavileri bendeyken, Korkut'un kömür karası siyahlarına göz kırparak uzaklaştım. Arkamdan timine müdahale edeceğini bildiğimden hızla yemekhaneden çıktım. Planın ilk aşaması tamamdı, geriye kalan ise en zoruydu.

Odama girdiğimde elim gerdanımı buldu, o kadar uzun zamandır buraya gelmiyordum, başta yabancılamıştım. Masaya doğru ilerledim, aile fotoğrafımızı elime aldığımda titrememden dolayı düşecekti ki tutarak yerine geri koydum. Saçlarımı geriye ittirirken güçlükle oturdum, nefes almak zordu. Dakikalar birbirini götürürken düşünüyordum, daha fazla ne yapabilirdim, elimden ne gelirdi çıkmazlarındaydım. Gözlerim karşıdaki su bidonunda gezinirken aklıma gelen şeyle duraksadım. Olabilir miydi? Etrafta gözlerimi gezdirirken kapının açılmasıyla sandalyemde geriledim.

"Alçin.." devamını getiremeden susması adına parmağımı dudaklarıma götürdüm. Bu hareketimle kaşları çatılarak dikkatle etrafı aradı. İçeride birinin olabileceğinden şüpheleniyordu, odamla bağlantılı diğer odaya açılan kapıyı araladığında boş olmasıyla gözleri, kimse yok dercesine bana değdi.

Deli gibi her yeri karıştırıyordum, hiçbir şey yok diyeceğim anda elime değen plastikle dudaklarımı dişledim. Doğruydu. Dinleniyorduk ve fark etmesem tüm operasyon bitebilirdi. Kafamı eğerek tespitimin gerçekliğini kanıtladım, bu bir dinleme cihazıydı.

Acar'a döndüğümde kaşları çatılmış, sinirle alnını ovalamıştı. Yanına ilerledim, gözlerimle sakin olmasını söylüyordum, "Söyleyin komutanım, yine niye geldiniz?" Gerçekci davranmalıydım, aslına bakılırsa bu elime geçmiş bir koz sayılırdı. Doğru kullanırsam avantajdı, rol yapmalıydık. Onun ise siniri alev gibiydi, kor alev. Mavileri o kadar koyulaşmıştı ki onda bu ifadeyi daha önce hiç görmemiştim, kollarını bana sarılması adına belime ilerlettiğimde kavradı, ben de yüzünü sardım. Yeni çıkan sakallarını okşarken, sinirden kasılan bedenini hissedebiliyordum. "Abiniz yok ortada, bir şey yapmayacak mısınız savcım?" sıktığı dişleri arasından bana ayak uydurdu. Ellerimi önce saçlarına, ardından yüzüne indirdim. Yumuşak davranıyordum. "Abime çok üzülüyorum, kendimi hazır hissetmiyorum. Teklifleri bırakın artık, hem belli ki içerden kimse de bilgi sızdırmıyor." imayla devam ettim, "Hâlâ kimseyi bulamadığınıza göre.. Abim yanılmış." hareketlerimle gözlerini kapatırken, tutuşunu sıkılaştırdı.

"Savcım.." ses tonu olduğundan kalın çıktığında durdu, boğazını temizleyerek toparlamaya çalıştı. Ellerim onu mayıştırmış olmalıydı, emin değildim. "Umarım en kısa sürede fikriniz değişir, abinize destek olacak gücü bulduğunuzda sizi aramızda görmek isteriz."

"Bakalım komutanım, başka bir şey yoksa biraz yalnız kalmak istiyorum." beraberce odadaki diğer kapıya ilerledik, önüne geldiğimizde, "İyi günler savcım." diyerek kapıyı açtı, içeri girdiğimizdeyse kapattı. Duvara yaslanan sırtımla derin bir nefes verdim. Kapanan kapıya çevirdiğim gözlerimi tekrardan ona döndürdüğümde mesafe yoktu. Ellerimin çekilmesiyle gözlerini araladığında mavileri hâlâ koyuydu ama bu sefer daha farklıydı. Sinir değildi. Bakışları ağır ağır dudaklarıma kaydığında kısaca kendi dudaklarını ıslattı. Yoğundu, her şey çok yoğundu, göğsüm göğsüne değdiğinde titrediğimi hissettim. Dekoltem olsa ortada olabilirlerdi, neyse ki yoktu. Fakat sıcak elleri sırt dekoltemde gezinmeye başladığında kollarına sıkıca tutundum. Bedeni gevşemişti, artık rahattı. "Alçin.." fısıltısıyla alt dudağı dudağıma değmişti, o kadar kısa bir andı ki hayal ürünüm olabilirdi. Gözlerim kapanırken, alnını alnıma yasladı, ellerinden biri yanağımı kapladığında nefeslerimiz birbirine karışmıştı. Kontrolüm dışında boynuna yönelttim avuç içlerimi, ne hissediyorsam onu yapıyordum.

Yangındı, titriyordum, uçtaydım. Tüm duygularım en uçtaydı, aynı anda yanıyor, kavruluyor, uçuyordum. Bir adım daha attığında üst bedenlerimiz yakınlığından ödün vermemişti ama bacaklarım bacaklarının arasında sıkışmış, malum yerlerimizin temasına bir adım kalmıştı. O adımı atarsa biterdik, dönüşü olmazdı. Ve ben o adımı istiyordum. Yaşamadığım şeylere susamıştım, bilmediğim hisler ip gibiydi; Çektikçe çözüyordu, çekmekten geri durmuyordu. Tırnaklarım ensesine baskı uyguladığında hırıltı tarzı etkileyici bir ses duydum. Ne olduğunu anlayacak ya da düşünecek kadar aklım yerinde değildi.

"Acar.." neden söylediğimden emin değildim. Ağzımdan kaçmıştı, kendimden asla beklemediğim derecede çekici çıkmıştı sesim. Çenemi tutup kaldırdığında dudaklarımız arasındaki mesafe yok denecek kadar azdı. Tutuşu hafifti, canımı acıtmıyordu, aynı zamanda sıkıydı, bedenimin kıvranmasına sebep olacaktı. Yine ikilemdeydi. Geçen yakınlaşmamızda ben gitmesem belki de durmazdı. Şimdi de gitmemi istiyordu, gitmezdim. Şu noktadan sonra en fazla ileri giderdim, gerisi yoktu.

Az önceki bilinçsiz hareketim onu etkilemiş olacaktı ki tekrardan tırnaklarımı boynuna batırdım, başı geriye düşerken gözlerimi araladım. Bakışım hoşuna gitmişti, sınırları yok etmesi gerekiyordu, bana sınırla gelemezdi. "Beni zorlama."

"Devam et."

"Dönüşü olmaz, bırakmam."

"Razıyım."

Emindim, istiyordum. Çenemdeki eli saçlarıma gittiğinde beni kendine çekmişti ki odamın kapısının aniden açılmasıyla duraksadı. "Savcım.." hızla bulunduğumuz yerin kapısını açarak dışarı çıktım, Saadettin'in kolundan tutup çıkartırken sessiz olmasını fısıldıyordum. Acar'da peşimden gelmişti, avukatın gözleri ikimiz arasında gidip gelirken komutanda durunca sırıttı. Ne gördüğünü anlamamıştım, dönüp bakma gereği de duymadım. Kolunu bıraktığımda, "Toplantı odasına." diyerek koridorda ilerledim. Bu ateşin sönmesi gerekiyordu.

Söndürebilecek kişi ise arkamda kalmıştı.

Aradan geçen saatlerin sonunda askeriyeden çıkmıştık, ayrı ayrıydık. Herkes farklı araçlarla, farklı zaman dilimlerinde ayrılmıştı. Yerimiz aynıydı, Verda'nın evi. Eğer gelirlerse sergilemem gereken büyük bir oyun vardı. Düşünceliydim. Arabayı sokağın üstüne bırakarak eve doğru yolumu aldım, kapının önüne geldiğimde zile basmamla açıldı. Karşımdaydı, beni içeri çekiştirirken evi inceleyemeyecek kadar durgundum. Odadan içeri girdik, yatak odasıydı. Kızlar da buradaydı; Verda, Dila, Badem ve Esin. Dila yatağın üzerine yayılmış, bakışlarını tavana dikmişti. Badem ve Esin odada geziyor, huzursuzca kıpırdanıyorlardı. Verda gergin, ben sakindim. Ellerimin titreyeceğini, kriz geçirebileceğimden korkuyordum. Hiçbiri yoktu, sakindim.

"İyi misin?" Esin'le Badem'in aynı anda sorduğu soruyla başımı onaylar şekilde salladım. "Gergin olursan o piçlerin yaşayacağı acıları düşün. Sakinleşirsin." Dila'nın dediğiyle gülümsedim, haklıydı. Diğerlerinin aksine sert bir mizacı vardı. Çoğunlukla ifadesiz, soğuktu, kolay kolay konuşmazdı. Yine de aramızda ufak ufak arkadaşlık ilişkisinin inşaa edildiğini düşünüyordum, bu süreçte çok kez destek olmuştu kendince. Kahve, çay, bazen sandviç getiriyordu durduk yere, sonra işine dönüyordu. Ağladığımda mendil uzatıyor, sessizce dinliyordu. Konuşması gerektiğinde kısa cümleler kuruyor, genelde küfür kullanıyordu. Her şeye rağmen güvende hissettirdiği kaçınılmazdı. Badem onun aksine cıvıl cıvıl bir kadındı, yeri geldiğinde ciddileşiyordu. O zamanlar bir tık korkunçtu ama mesleğinin getirisiydi, yapacak bir şey yoktu. Espri seviyesi Burak ile eşit olduğundan iyi anlaşıyorlardı. Esin hakkında görüşüm olacak kadarıyla konuşamamıştık, kendini operasyona adamıştı. Diğer kızlar yanımda olduğunda o da buradaydı, hepsi değerliydi. Her şey düzgün ilerlerse koca bir teşekkür borçluydum, en iyi şekilde sunacaktım minnetimi. Aynalı masaya oturduğumda makyajıma başladım, sabahın aksine abartılı, seksi görünecek tarzdaydı. Saçlarımın üzerinden tekrar geçtiğimde herkes sessizdi.

"Gerektiğinde burada olacağımı biliyorsun." Verda'nın omzuma değen eliyle gözlerimi ona çevirdim. O kadar yıpranmıştı ki yanakları içe çökmüş, gözaltları koyulaşmıştı. Elini avuç içime aldığımda, "Umudunu kaybetme." dedim. Herkesin umudu soluyordu, bunu duymaya ihtiyaçları vardı. Hissediyordum, yaşıyorlardı. "Ben hiç kaybetmedim ki." soğuk ellerini sardım, "O yaşıyor." abimin yaşamasını her şeyden çok isteyen iki kadın vardı. Birbirimize yaslanacaktık.

"Giyinmen lazım." Dila'nın sesiyle ayaklandım, vakit gelmişti. Beyaz, oldukça kısa elbiseyi elime aldım. Alt tarafı hafiften salaşken, belimi tam sarıyordu. Kısalığı yetmemiş olacak ki, derin göğüs dekoltesi vardı. Giydiğimde bacak boyumdan dolayı tam olarak kalçalarımın altında bitmişti, eğilirsem her şeyim meydanda olabilirdi. Planın parçası olduğundan dişlerimi sıktım, yapacağım planı sikerlerdi. Saçlarımı geriye atarak topuklumu da giydim, "Sende de ne göt varmış savcım." Badem'in mırıltısıyla hepimiz ona döndük, gözleri kalçalarımdaydı. Verda'nın kafasına vurmasıyla kendini toparladı, herkesin sinirleri bozulmuştu, gülüyorlardı. Bende güldüğümde ne yaşadığımı sorguluyordum.

Aynanın karşısına geçip kırmızı rujumu da sürdüğümde tamamdım, koyu siyah göz makyajım yerli yerindeydi. Düz saçlarım asıl olaydı, Ahsen demek düz saç demekti. Odadan çıkarken güven vermek istercesine elimi tutan Verda'ya gülümsedim. Dila'da omzumu pat patlamıştı, değişik bir destek yöntemi vardı. Saygı duyuyordum. Kabanımı üzerime geçirerek toparlandım, önümü sıkıca bağlarken çantamı da koluma taktım. Bir kaç dakika sonra geri gelecektim ama şimdi çıkmam gerekiyordu. Işıklar kapandığında hepimiz çıktık, on dakikalık yürüme mesafesinin ardından koca siyah bir otobüsün önündeydik. Diğerleri buradaydı.

Şifre sistemiyle içeri girdiğimizde herkesin gözleri bize döndü, koordinatlar, ses dinleme cihazları, henüz aktive edilmemiş kamera sisteminin yanında silahlar bulunuyordu. Acar yanıma geldiğinde beni arkaya çekiştirdi, kızlar alana girdiği ilk andan işe odaklandığından onunla beraber gittim. Otobüsün en arkasında, en köşedeydik. Camlar filmliydi, içerisi gözükmüyordu. Önüme geçerek elindeki küçük cihazı bana uzattı, "Kulağına tak." gözükmesi imkansızdı, ben dahi elindeyken önce görmemiştim. Minicik cihazı kulağıma taktığımda, eli trençkotumun kemerine gitti. Açtığında elbisemle karşı karşıyaydı, dudaklarını ıslattıktan sonra boynunu yana büktü ve çıt sesi geldi. Elleri göğsüme uzandığında hafifçe geriledim, vakti değildi. Tekrar uzandığında bileğini tuttum, "Napıyorsun, şimdi olmaz görevin ortasındayız." dedim fısıldayarak.

"Ne zaman olur?" sorusu karşısında yutkundum, şimdi olmayacağı kesindi. Cevap gelmeyince benim müdahele etmeme kalmadan tekrar göğsüme uzandı, parmaklarını tenimde hissettiğimde nefesimi tuttum. Bir kısmı içeri sızarak belirli noktada durdu, diğer eli dıştan bir şeyleri takmaya çalışıyordu ama umrumda değildi. Parmakları tam olarak göğsümün üzerindeydi. İşi bittiğinde geri çekilmişti, başımı eğerek ne yaptığını anlamaya çalıştım; Amacı kamerayı üzerime yerleştirmekti. İfademle dudakları gülümseyecek olduğunda toparladı, rezildim.

"Eğer rahatsız olacağın şeyler yaşanırsa gelirim. Beni çağırman yeterli."

Çağırmasamda gelirdi, tanıyordum. Kapının önünde olmalarını istememiştim, bu kadar ilerlemişken son anda her şeyi bok edemezdim. En iyisi burada kalmalarıydı. Yine de başımı salladığımda, aklıma gelen fikirle, "Şifremiz olsun." dedim.

"Olsun." onayıyla düşünmeye başladık.

"Hayat." bunu istiyordum,

"Hayat, şifre Hayat." diye başını salladı.

Anlamını sonra söyleyecektim, gözlerinden gözlerimi çektim, bizi çağırıyorlardı. Kabanımın önüne giden elleri, sıkıca bağladı. Mavileri açma diyordu, açacaktım. Yanlarına gittiğimizde cihazlar aktive edildi, ne elbisemdeki, ne kulağımdaki gözükmüyordu. Elbisemdeki kamera büyük ekrana yansıdı, karşımdakileri gösterebiliyordu. Araçtan inmeden herkes sakin olmamı, yanımda olduklarını söyleyerek destek olmuşlardı. Son kez komutana baktığımda gördüğüm destekle duruşum dikleşti. Hazırdım. Kapı kapandığında ise artık kimse yoktu, ben, abim ve almam gereken intikam. Üçümüz kalmıştık. Topuklu seslerim sokağı inletirken, kulak içimden Burak konuşuyordu. "Naber?" gülümsedim. "Cevap veremiyorsun biliyorum, biraz moralin yerine gelsin." hadi bakalım dedim kendi kendime.

Kulağımda çalan şarkıyla sokağın ortasında durdum.

"Dama çıkmış bir güzel,

Delilo, delilo hayraney,

Damın etrafı gezer,

Delilo, delilo kurbaney.."

Adımlarım devam ederken gülümsemem genişledi, "Burak sen nereliydin?" dedim sessizce.

"Elinde bir deste gül,

Delilo, delilo hayraney,

Kendi gülünden güzel,

Delilo, delilo kurbaney."

Sesim duyulmuş olacak ki şarkı susmuştu, bir kaç bağırıştan sonra, "Siz devam edin savcı hanım." denildiğinde derin nefes aldım. Kapının önündeydim, saksının altından aldığım anahtarla içeriye girdim, etrafta hiç fotoğraf yoktu, gören boş bir ev sanabilirdi. Verda etrafı tamamen boşalmıştı ama koltuğa oturduğumda salonun ortasında, tam olarak oturduğum yere bakan bir ayna vardı. Kameramdan yüz ifademin görüldüğünü anlamam uzun sürmemişti, "Biz koydurduk, kayda alacak ve rahatsız ederse göreceğiz. Müdahele edeceğiz." dedi adam. 15 dakikanın ardından ne gelen vardı, ne giden. Planın sıçtığını sadece ben değil, herkes düşünüyordu. Moralim yerlerdeyken başımı öne eğdim, böyle bitemezdi.

Ellerimi gerdanıma attım, daralıyordum. Gücüm beni terk edip gitmeden aklıma abimi getirdim, mavi gözleri umut dolu bakıyordu. Sevgiyi bana veren tek kişi, beklentisiz, olduğum halimle kabullenen canım, canımın içi. Tırnaklarımla derimi yırtmak isterken, "Gelin, gelin artık bana gelin." diye mırıldandım. Gözüm dönmek üzereydi. Kapının çalmasıyla bakışlarım o yöne gitti, herkesin beklediği an gelmişti. Başlıyorduk.

Ayaklanarak duruşumu dikleştirdiğimde, anlık gözlerimi kapattım, açtığımda ise bana ben bile yabancıydım. Ahsen'e merhaba denilmesi gerekiyordu. Çünkü Ahsen acımazdı, yakardı, canavardı. Kapıyı açtığımda karşımda görmem gereken kişi vardı, Korkut. Derince gülümsediğimde gözleri kısılarak içeri adımladı, kapıyı kapattığımda duvara fırlatılmam bir oldu. Beklendik hareketlerdi. Boğazımı saran ele karşı çıkmadım, "Bana bak sürtük, ne bok yiyorsun bilmiyorum ama sakın ters bir hamle yapma kalkışma!" yalandı, oynayamıyordu. Eli sıkılaşırken gülümsemeye devam ediyordum, bacağımı kaldırarak ona yasladım. Bakışları anlık oraya kaydığında kabanımdan açılan çıplak tenimde duraksadı. Dinleme cihazında duyduklarından sonra buraya gelmesi bile bana güvendiği anlamına geliyordu. Elimi kaldırarak boğazımdaki iğrenç ellerine götürdüm ve yavaşça okşadım. Nefesim gitmek üzereydi. Sakin kalmalıydım, tek hareketimle hatta tek kelimemle hayatı biterdi.

Siyah gözlerinin hedefi şimdi tekrardan ben olduğumda eli bollaştı, öksürmemek için verdiğim çaba fenaydı. Güçlü durmalıydım. "Neden çağırdın?" sert kalmaya çalışıyordu, ezik gözüküyordu, "İçeri geçelim." dedim kadınsı ses tonumla. Sabah istekli çıkmasına rağmen şimdi zorlamaydı, karşımdaki adam bunu fark edemeyecek kadar gerizekalıydı. Salona geldiğimizde yerime oturdum, o ise etrafı inceliyordu. Aynaya anlam veremesede sormadı, niyeti farklıydı. "Ah pardon." diyerek kabanımın kemerini açtım. Kalçalarımı hafifçe kaldırarak omuzlarımdan düşmesini sağladığımda, vücudum gözler önündeydi.

İğrenç gözleri beni süzerken bacak bacak üzerine attım, itirafı almalıydım. "Savcıda neler varmış böyle." bacaklarıma bakarken söyleniyordu. Dudaklarımı yaladım, "Daha neler var bir bilsen.." o anlamak istediğini anlarken oturduğu yerde zevke gelebilirdi, benim anlatmak istediğimi bilse önünde ereksiyon olabilecek organı kalkmazdı. "Göstersene." dediğinde içimden binbir türlü küfür saydırdım, suratımı çaktırmadan aynadan kontrol ettiğimdeyse her şey yolundaydı. Belli etmemiştim. Konuya girmek adına, "Gösteririm, ama öncesinde asıl buraya gelme sebebini konuşalım." dedim cilveyle. Not da da yazmıştım.

"Akşam hakime ile yazdığım yere gel, her şeyi biliyorum. Ayrıca sana olan arzumu saklayamıyorum, işimiz bittikten ve o gittikten sonra yaşayabileceğimiz ateşli şeyler için hazırlıklı ol. Sana bir sürprizim var. :)

Adres.."

Kimseye söylemeden buraya gelmesi aldığım risklerden biriydi, her şeyi kesin bilgilerle yapamazdım. Duyduklarından sonra şüphelenmeden gelmişti, üzücüydü. Konuşmamı beklerken, "Abim umrumda değil, umrumda olan tek şey para." diye başladım, "Sizi konuşurken duydum, uzun zamandır istediğim şeye sahiptiniz. Sizden biri olmak benim için gurur verici olur, bu yüzden anlaşmak adına seni çağırdım." oturduğum yerde hafifçe yaklaştım, yakalarında elimi gezdirirken, "Beni de alın aranıza, güvenini kazanabilirim." diye mırıldandım. Gözleri dudaklarımdayken, "Nasıl olacak o?" dedi.

"Sen nasıl yaptın ki?" tırnaklarımı ensesine batırdığımda dudaklarını dişledi. "İstedim ve oldu, basitti." biri tamamdı, o kadar kolay olmuştu ki şaşırmamı son anda engelleyebilmiştim. İstedim ve oldu, ben onlardan biriyim demekti. Saçlarını hafifçe çekerek, "Peki hakime? Gerçekten benim yerime o mu?" sorularım anlaşılabileceğinden sonlara doğru aptal rolü yapmıştım. Başını hızla olumsuz anlamda salladı, "O sürtüğün teki, bir boka yaradığı yok."

"Sana onu da getirmeni yazmıştım. Beni dinlemezsen sana nasıl güveneceğim?" dudaklarımı büzerek konuşmamın onda olan etkisi kalkan erkekliğiydi. Bende etkisi ise bulanan midemden başka bir şey değildi, bana yaklaştığında geriledim. "Geldi, kapıda." dedi afallayarak, "Gelsin, gelsin sonra da hemen gitsin." neden kapıda olduğunu sormadım, saf gözükerek hafifçe öne eğildim. Göğüslerime kayan bakışlarıyla kulağımın içinde küfürler yankılanıyordu, aynaya tersçe baktığımda sustular. Ayaklandım, "İçeriye alıyorum." kıvırtarak yürürken omzumun üzerinden anlık arkama baktığımda gözleri kalçamdaydı. Sabır.

Kapıyı açtığımda ceketine sarılmış, tedirgince etrafa bakan kadını gördüm. Gülümsemem büyürken kapana sıkışmalarının memnuniyetiyle içeriye aldım, "Hoşgeldin." ters bakışlarının ardından salona ilerledi. Kapıyı kapatarak peşinden gittiğim esnada kulaklığımda tek ses dahi yoktu, hepsinin tek nefes izlediğine emindim. Koltuktaki yerime oturduğumda hakime ayaktaydı, beni süzerek yüzünü buruşturdu. Duygularımız karşılıklıydı ama belli etmedim. "İşi konuşalım bir an önce." Korkut'un sesiyle ona döndüm, kırmızı görmüş boğa gibiydi. "Ne işi?" salağa yatma kararı almıştı, gözlerini belerterek bakıyordu işbirlikcisine, "Sizden biri olmak istiyorum." dediğimde bir adım geriledi. "Biz derken?"

"Konuşurken duydum, koridorun kenarında."

"Neyi duydun?"

"Beni bu işin içine siz soktunuz diyordun. Ben de o işin içine girmek, bir parçası olmak istiyorum. Eminim ki çok işe yararım."

"Ben öyle bir şey demedim."

Başımı Korkut'a çevirdim, "Yanlış mı duydum? O hakime değil miydi?" aç kurtlar avına nasıl bakarsa o da öyle bakıyordu. Başını onaylar şekilde salladı, "Evet oydu." gülümseyerek kadına döndüm.

"Aptal mısın sen? Vücudunu açtı diye ona güvenemezsin." bağırarak Korkut'un üzerine yürüdüğünde adam da ayaklandı.

"Ses cihazından duymadık mı? Bizi duymasına, bilmesine rağmen komutan piçine abim yanıldı, kimse yok dedi. Üstelik ortada hiçbir belge yok, belli ki şüphe olayı onun sayesinde kalktı." kulaklığımdan yoğun küfürler duyulduğunda gülmemek adına dudaklarımı dişledim. İkisi tartıştığından mimiklerimi fark etmemişlerdi.

"Emin değiliz, tam olarak araştırmadık."

"Araştırdık, paronayak olmayı kes. Kadın öz abisini satıyor, dediklerini duymadın mı?"

Dikkat çekmemesi adına araya girdim, "Ses cihazı derken?" gözlerim büyümüş, elimi korkuyla ağzımın önüne koymuştum. Bu halim Korkut'un hoşuna gitmiş, hakimenin gözündeki şüphenin az da olsa kırılmasına sebep olmuştu. Yine de duruşunu dikleştirerek, "Sana nasıl güveneceğiz?" dedi. Dudaklarımı ıslattım, kendimden emin gözükmeye çalışarak, "Her şey para değil midir?" ekledim, "Para ve seks." Korkut piçinin ağzının suyu akarken, hakime yüzünü buruşturdu. "Ne alaka?" sabırdı, bu kadın beni deli edecekti.

"Bu işten bok gibi para kazanıyorsunuz, neden kıçımı yırtıp çalışarak yapayım ki bunu? Kısa yollar var sonuçta. Bir bilgi sızdırınca ne kadar alıyorsunuz?"

"Sadece para için mi? Abini satıyorsun kızım sen farkında mısın?"

"Bırak orasını ben düşüneyim. Ayrıca sadece para ne demek? Hepimiz para için yaşarız."

"Sen abinin esir haberini aldığında kendini yerlere atmadın mı? Nasıl inanabiliriz?"

"Ağlamasam dikkat çekmez miydi sizce?"

Korkut dünden razı bir şekilde başını onaylar şekilde salladı. Bu kadar aptal birinin nasıl içimize sızdığını merak ediyordum açıkçası, korku insana her şeyi yaptırırdı.

"Neden gelip o anda söylemedin?"

"Zaman geçmesi gerekiyordu, üzerime dikkatleri çekemezdim çünkü şu an en göz önünde olan kişi benim. Şüphelileri artık aramıyorlar, direkt olarak esirleri bulmaya odaklılar. Tam zamanında geldim yoksa hepimiz bok yoluna giderdik." saçlarımı parmağıma doladım, hafifçe geriye yaslanarak bacak bacak üzerine attım.

"Peki abinin mesajını neden gösterdin? Saklasaydın."

"Göstermedim, komutandaydı telefonum. Bilincim dışı gerçekleşen bir durum."

"İnandırıcı gelmiyor."

"Neden inanman gerekiyor ki? Hani bu işin içinde yoktun?"

Gözleri büyürken söyleyecek yalan düşünüyordu fakat sonunda çirkinleşmeye karar vererek, "Lanet olsun ki içindeyim ve sen bir boklar yiyorsun. Öldüreceğim seni!" itirafı almıştım, bitmişlerdi. Üzerime atladığında hiçbir hamle yapmadım. Öylece bağırarak kafamı geri çekmeye çalışıyordum, Korkut hızla araya girerek onu kenara attığında elimi saçlarıma götürdüm. Dudak büzerek, "Gerçekten yemiyorum, para istiyorum." diye mırıldandım.

"Yeter bu kadar, ben kararımı verdim o da bizden. Sadıklığını kanıtlamak için başımızdaki piçlerin dikkatini dağıttı. Sen bile yapamadın bunu."

"Elimden geleni denedim!"

"İşe yaramadın."

"Ne hâliniz varsa görün!"

"Göreceğiz, siktir olup gidersen artık."

Kavgaları sonlandığında Korkut yanıma oturdu, benimde burada pek bir işim kalmamıştı. "Onlara bizi şikayet etmesin?" sorumla, "Etse de bir şey olmaz, kendine güveniyorsan sıkıntı yok." cevabıyla düşünmeye başladım. Hakime sinirle kapıya ilerlerken gitmemesi gerekiyordu, şu anda onları tutuklatıp tehditle abimin yerini öğrenmem lazımdı. Yoksa şüphelerini işbirlikcilerine anlatabilirdi, boynumdaki sıcak nefesle, "Hayat." diye fısıldadım.

Bacağımdaki eli duraksarken, "Ne?" dedi. Geriye çekilerek ayaklandım ve kaçamadan kadının kolunu kavradım. Peşimden gelen Korkut ne olduğunu anlamaya çalışıyor, hakime kolunu çekmeye çalışıyordu. Kapıyı sertçe kapattım, "Hiçbir yere gitmiyorsun."

"Ne oluyor?" ikisininde sorusuyla gülümsedim, "Buraya kadardı." birbirlerine baktıktan sonra bana döndüler.

"Sana söylemiştim! Bu orospunun bir boklar yediğini biliyordum." cırlamasıyla yüzümü buruşturdum. Tekrar kaçmaya çalıştığında kapıyı kilitlerken boğazıma yapışan el Korkut'dan başkası değildi. "Sen ne hakla bizi oyuna getirmeye çalışırsın?" attığı tokatla yüzüm yana döndü. Dudaklarımdan tutamadığım bir kahkaha dökülürken deli görmüş gibi bakıyorlardı. Saçlarım geriye çekilirken gülmeye devam ediyordum, kadın kapıya bir adım daha attığında bacağına topuklumun ucuyla tekmeyi koydum. Acıyla sızlanırken Korkut'un çıkardığı silah alnıma yaslandı, soğuk metal tenimdeyken saç diplerim sızlıyordu. Emniyeti açılmamış silahı tutup bileğini havaya doğru büktüm ve erkekliğine sertçe dizimi geçirdim. Buraya kadardı. Sabır yoktu, dinginlik yoktu. Saf öfke vardı, ağzında kanla avını bekleyen Ahsen vardı. İçimden çıkan bu ilkel duyguyla gözlerim karardı, yerde sızlanan Korkut'un silahını aldığımda kulak içimden, "Sakın! Diri lazım!" diye bağırıyorlardı. Dakikalardır kargaşa vardı, seslerini şimdi seçebiliyordum.

Emniyeti açtığımda hakime korkuyla yere eğildi, Korkut dişlerini sıkarak ayaklandığında, aniden patlayan silah sesiyle her şey durdu, yerdeki hakimenin çığlık sesleri ortamı inletirken kapının kolu artık yoktu. Kapı tekmeyle geriye savrulurken karşımda Acar vardı, aldığı nefeslerle göğsü inip kalkıyor, mavileri korkunç bakıyordu. Vahşet demek Acar demekti, bunu birazdan öğrenecektim. On beş dakikalık yolu yaklaşık iki dakikada gelmişti. Koşarak yapmıştı bunu. "Bittin sen!" Korkut üzerime yürüdüğünde yüzüne yediği yumruk o kadar hızlıydı ki çenesinin kırılma sesi kulak içi kulaklığımdan dahi duyulmuştu. Yere savrulan beden, çenesini tutuyor, bağırmaya çalışıyordu. Acar tekrardan üzerine yürüdüğünde kaçan hakimeyi kolundan çekerek kapıya tekmeyi koydum, "Nereye canım?" hepsine karşı olan nefretim o kadar büyüktü ki, karşımdaki kadına bakarken gördüğüm tek şey abimin acı çeken yüzüydü. Ve ben abimi öyle görmeye dayanamazdım.

Kolunu çekerek tokat atmak adına elini kaldırdığında havada yakalayarak bileğini büktüm, dövüşmeyi bildiğinden emindim. Yanılmamıştım, bükülen bileğini kurtararak beni duvara fırlatması bir oldu. Şimdi gülme sırası ondaydı, kadınlığıma yediğim diz darbesiyle anlık nefesim kesildi fakat kendimi toparlayarak yüzüne yumruk attım. Sendelediğinde dengede durmakta zorlanıyordu, müşküliyetini gidermek adına dizlerine tekme atarak yere savrulmasını sağladım.

Şiddet sevmezdim.

Bu farklıydı.

Karşımda vatanını satan, abimin yaşadıklarının uzamasına sebep olan ve saatlerdir bana hakaret eden biri vardı. Gözüm kararmıştı, dönüşü yoktu. Ki onun da gözlerinde saf nefret vardı, bu olayın dışında da bana samimiyet beslemiyor gibiydi. Karnını tutarak ayaklandığında hamlesini bekliyordum, sırtıma değen koca bedenle anlık arkama baktım. Acar her yeri yıkmıştı, göz göze geldiğimizde suratına yediği yumrukla yüzümü buruşturdum. Önüme döndüğümde ise görmemem gereken bir manzara vardı; Elinde az önce yerde olan emniyeti açık silahla duran hakime, yüzünde iğrenç gülüşüyle bana doğrulmuştu. "Görüşürüz sürtük." yüksek ses patladığında kenara çekildim, yetmemişti. Kolumu sıyıran kurşunla acı bir çığlık attım, komutanın, "Alçin!" diye kükremesiyle elimi çekerek sırtımı yasladığım duvardan ayırdım. Kaçmaya çalışan kadını ensesinden tutarak kendime çektiğimdeyse, "Görüşeceğiz." diyerek suratını masanın üzerine dizilmiş vazolara sertçe çarptım. Vazolar tek tek devrilirken bağırıyor, ellerini arkaya doğru savuruyordu.

Bu daha başlangıçtı.

Uzun saçlarımı tutabildiğinde çekiştirmeye çalışıyordu, Korkut'un üzerime düşen bedeniyle hakimenin ensesini bırakmak zorunda kalmıştım. Kolumdan akan kanlara kısa bir bakış attıktan sonra, "Dikkat et." diyen Acar'la refleks olarak kenara çekildim, omzuma saplanacak olan camdan korumuştu beni. Belime saplanan camdan koruyan kimsem yoktu, ama omzuma saplanacak olan camdan koruyan biri vardı. Şu an bu durumu benim kadar romantize edemiyordu çünkü çenesinden sonra, bileklerini de kırmıştı. Delirmiş, gözü dönmüştü. Ettiği küfürler durmaksızın odayı doldururken bana doğru koşan bedenin yakalarını tuttum. Camın kenarındaydık, ev giriş katında olduğundan onu oraya doğru ittirmeyi hedefliyordum. O da beni sertçe ittiriyor, yer değişe değişe camın önüne geçiyorduk.

Acar'ın elleri Korkut'un yakalarındayken ayağa kalkmışlardı. Korkut denen it akıllanmıyor, kendinden geçmişken dahi kışkırtıyordu. Gözlerimiz anlık buluştuğunda, geri dönerek suratına bir yumruk daha attı adamın. Aynı anda hem dengemi sağlayamayarak, hem de gücümü toparlayarak camın içinden geçmiştim.

İkimizde camdan dışarı atmıştık birbirimizi. Ellerimiz yakalarımızda tuzla buz olan camın içinden geçmiş, nefretle kasıp kavrulmuştuk. Sırtım sert betonla buluştuğunda kurşunun sıyırdığı koluma baskı uygulayan parmaklarla çığlık attım. Acıtmıştı. Sırtıma batan cam parçaları kesikleri oluştururken ani bir hareketle onu altıma aldım. Birbirimizi yumruklarken gözüm dönmüştü, Acar muhtemelen Korkut piçini bayılttığından cama koşmuştu. Endişeli yüzünü görmemiştim fakat korktuğundan emindim. Ekibin geri kalanı da gelmişti, sesleri bahçenin yakınındaydı. "Orospu çocuğu abin de senin gibi caniydi! O piç bizi ifşa etmeseydi şu an yakalanmazdık!"

"Abimle düzgün konuşacaksın!"

"Hepiniz aynı boksunuz. Nefret ediyoruz sizden!"

"Gerçek yüzün ortaya çıkıyor demek."

"Bitireceğiz sizi." askeriyede olduğundan temkinli konuşmuştu. Para tatlı gelmişti demek, yüzüne attığım yumrukla ağzından kan geldi ama altta kalmak gibi bir niyeti yoktu. Ne ara aldığını anlamadığım camı bacağıma sapladığında dudaklarımdan dökülen feryat çevremi inletmişti. Acıdan değildi, yaşanmışlıktı. Belim sızlarken geriye attığım boynumla gözümün önüne ağlayan küçüklüğüm geldi, gözyaşım yüzümü ıslattığında kendimi kaybetmiştim. Kafamı tekrardan hakimeye çevirdiğimde o değil, Esra vardı altımda. Siyah gözleri zevkle bakıyor, onu öldürmemi söylüyordu. Avuç içimdeki camı o kadar fazla sıkmıştım ki elimdeki kanın akıntısı beyaz elbiseme dökülmüştü. Bağırışlar vardı, çok netti. Duyuyordum, idrak edemiyordum. Belime sıkıca dolanan kollar hissettim önce, sonra onları ittirdim. Kaldırdığım parçayı saplamak adına hareket edeceğim esnada, "Alçin yapma!" dedi tanıdık ses. Geriye baktım anlık, sonra önüme döneceğim esnada tekrardan geriye baktım. Abim. Abim oradaydı.

İkilemdeydim.

Önüme döndüm, toprak kokusu burnumu doldururken kendime geliyordum. "Öldür beni!" gözüm seğirirken altımdaki beden Esra'ydı. Çıkmak istiyordum, kaybolmuştum, kurtulmam gerekiyordu.

"Öldür beni! Öldür!"

"Alçin yapma!"

"Yap diyorum sana!"

"Alçin pişman olacaksın!"

Camı kalbine saplamak varken bileğimin tutulmasıyla yüzünü çizmiştim. Bedenim kaldırıldığında ayaklarımın yerden kesilmesi beklemediğim bir şeydi. Sıkı kollar bedenimi sarmış, kesikleri baskılıyordu. "Acıyor!" dediğimde yüzüm havayla temasını kesti. Gözlerim bulanıktı, ne görebiliyordum, ne anlayabiliyordum.

Sıcaktı.

Huzurdu.

Sakinleşirken bilincim kaybolmak üzereydi, saçlarımın üzerinde dudaklar vardı.

"Başardın."

"Başardın, yaptın, başardın Alçin."

"Kurtardın, artık her şey bitti."

"Seninle gurur duyuyorum."

Ağlamak istiyordum, olmuyordu. Daha da sokuldum bulunduğum yere, Acar'ın boynundaydım. Güvendeydim. Alnımı öptü, çok güzeldi. Hava ısınırken belli ki otobüse gelmiştik. Oturduğumuzda kucağındaydım. Elbisemdeki cihazı çıkardı, yanımızdan birine verdiğini gördüm sanki, emin değildim. Kulağımın içindeki de gittiğinde artık üzerimde operasyona dair hiçbir şey yoktu. Omuzlarım çöktü, Alçin gelmişti. Beyaz elbisem kanla kaplıydı, ellerimi avcuna alan eller de kızarmıştı. Gözlerim mavilerine kaydı, öyle bir bakıyordu ki içim gidiyordu.

Araba ilerlerken askeriyeye gelmiştik, kucağından bir an ayırmamış, sıkıca sarıp sarmalamıştı. Canım acımasına rağmen ses çıkarmadan beklemiştim, kendime gelebilmemi sağlamıştı. Askeriyenin sağlık ocağına gittiğimizde de aynı pozisyondaydık.

Tek bildiğim eve gitmek istediğimdi.

Ondan bir an bile ayrılmadan.

 

 

 

 

 

 

 

.

.

.

.

 

 

 

 

 

 

 

 

.

.

.

.

 

 

 

 

 

 

Öpücüklerr, bol sevgilerrrrrrr. 💛

Yemin ederim bayılacağım sandım artık düzenlerken. Yazım yanlışım, tekrarlayan kelimeler varsa kusuruma bakmayın lütfen. Yazmak huzur, düzenlemek işkence. Umarım sevdiğiniz, beklediğinize değer bir bölüm olmuştur. Kaosu, ortamı hissettirmek adına elimden geleni yaptım. Ve size bir bebek getirdim, Bilge vatana millete hayırlı olsun. Kendisi gel gitli bir insancığımız, olsun o kadar. Bu kurguda deli olmayan kimse yok sonuçta, gördük, şahit olduk.

Bunların dışında benim için motive edici, sık sık bölüm atma hissiyatını veren en büyük şey yorum atmanız. Yorum okumayı, sohbet etmeyi seviyorum. Yani atın, atın, atın, bol bol, sahne sahne gönderin gelsin. Çok konuştum diyorum, burada kesiyorum. Umarım sevmişsinizdir sevgili okurlarım. Kendinize dikkat edin, bir dahakine kadar.. 💛🌻

 

Loading...
0%