Yeni Üyelik
15.
Bölüm

12, Ağlarsa anası değil, kardeşi ağlar

@gardenpaeonia

"Ben

senden önce ölmek isterim.

Gidenin arkasından gelen, gideni bulacak mı zannediyorsun?

Ben zannetmiyorum bunu.

İyisi mi, beni yaktırırsın, odanda ocağın üstüne korsun.

İçnde bir kavanozun.

Kavanoz camdan olsun,

şeffaf, beyaz camdan olsun."

 

-

 

Gözlerimi açtığımda ilk hissettiğim şey keskin bir sızıydı. Neremden geliyordu, neden böyle hissediyordum artık ezberlemiştim. Beyaz tavan, ağrı dolu bir beden. Yavaşça yana döndüğümde acının koluma yayılması geçmeyen tek şeydi, kurşun sıyırmıştı. Beş gündür aynı yerde kalıyordum. İlk uyandığımda aklıma doluşan anılar kesik kesikti, o gün komutanın kucağında askeriyeye gelmiştim. Sağlık ocağında dikiş atılmış, pansuman yapılmıştı. Sonrasını da öncesinide hatırlamıyordum. "Alçin?" bakışlarımı sesin geldiği yöne çevirdim, Dila bana doğru geliyor, yüzünde ilk kez gördüğüm ifade ile gülümsüyordu. İster istemez kaşlarım çatılırken başım fena ağrıyordu.

Doğrulmaya çalıştığımda yardım etti, oturur pozisyona geldiğimde bacağımla sırtım da acıyordu. Böyle olacağını tahmin edememiştim.

Yüzümün buruştuğunu fark ederek elindeki ilaç kutusunu bana uzattı, suyu ise masaya koyarak yatağımın ucuna oturdu. İlacımı su yardımıyla içtikten sonra çevreme bakındım. Askeriyenin sağlık ocağındaydım, üzerimde beyaz elbise değil önlük vardı. Acar kıyafetlerimi giymek istediğimde izin vermemiş, çevredekileri tembihlemişti. O gece yavaşlıkla zihnimdeki yerini alırken gözlerimi kırpıştırdım boş boş. Kusmuştum, aralıksız kusmuş yanımda kimseyi istememiştim. Sadece Acar vardı, saçlarımı tutmuş, sabırla beklemişti. Ağzımı yıkayarak kucaklamış, üstümü değiştirmesi adına başkasını çağırmıştı. Kimseyi kabul etmeyerek onu istemiştim, gözlerini bir kez bile bedenime değdirmeden değiştirmişti. Yoğun krizlerimi saymaya gerek yoktu. Eli elimdeyken uyuyakalmıştım, saçlarımı da sevmişti.

"Sakin ol, ben varım."

"Gitme."

"Asla."

Koluma değen el ile irkilerek geriledim, Dila şaşkınca bana bakıyor, seslendiğini duymadığımı söylüyordu. Kafam taş gibiydi, neden gülümseyip durduğunu da anlamıyordum. "Dönüyorlar." parmaklarımla burun direğime baskı uygularken, "Kim?" diye sordum. Ağrı kesiciler işe yarasa iyi olurdu yoksa böyle devam edemezdim ki aklıma gelen gerçekle hızla ayaklandım. Aptaldım. Beş gündür görevdelerdi ve ben ifade almamıştım. Operasyonun onayına dair imza vermemiş, bilgileri ekstra olarak kağıda dökmemiştim. Hepsini halletmem gerekiyordu, kaybedecek vakit yoktu. Aniden kalkmamın getirisiyle bacağımdaki derin kesikten dolayı sendeledim, düşmeden kolumdan tutan Dila beni yatağa geri oturtmuştu. "Ne yapıyorsun?" azarlar ses tonunu duyduğumda açıklamamı yapmama gerek kalmadan, "Bizimkiler dönüyorlar." demesiyle duraksadım. Bulmuşlar mıydı? Abim geliyor muydu?

Abimi almaya gitmişlerdi.

Gerçek miydi?

Kolunu sıkıca tuttuğumda, "Ne?" fısıltısı dudaklarımdan çıkabilen tek şeydi, fazlası yoktu. Elimi sardı, gözlerime baktı. Umut dolu, ışık saçarak. "Abini getirecekler Alçin, geliyor." önce dudaklarım titredi, ardından göğsüm yandı. Parçalanıyordum, tırnak etlerim dahi sızım sızım sızlıyor, her hücrem varlığını hissettiriyordu. Derin bir nefes aldığımda gözyaşlarım eş zamanlı olarak süzülmüş, yanmalar yerini rüzgara bırakmıştı. Hıçkırıklarım odayı doldururken başımı aşağı yukarı salladım, "Geliyor." onay lazımdı, sürekli söylenmesi lazımdı. Benimle aynı hareketi yaparak gözyaşlarımı sildi. Ellerimden biri gerdanımı kapladı, yükler gitmişti.

"Acar komutanım operasyonun dışında koordinatları dikkatle inceletmiş, sırf bunun için ayrı bir ekip kurmuş. O gün Korkut itini döve döve itirafla yerlerini kesin olarak buldu. Hiçbirinden haberimiz yoktu."

Ben değil, o yapmıştı.

Göreve gideceği zaman uyuduğumdan beni kaldırmamış, tek güvenebileceği kişi olarak Dila'yı koymuştu yanıma. Saadettin hepsini göğsünü gererek, hatta fazlasıyla abartarak anlatmıştı. Detayları bilmiyorduk, ayrı ekibi bile yeni öğrenmiştim. Şu an önemi yoktu, düşünemezdim. Detaylar, iş ve geriye kalan herhangi bir olay idrak edebilme dahilimde değildi. Dönen başıma aldırmayarak, "Ne zaman haber aldınız?" diye sordum. Hemen gelmelilerdi. Karnımda uçuşan kelebekler yüzbinlerceydi, daha azı olamazdı. "Bir kaç saat oluyor, haberi alır almaz bakamadan senin yanına geldim."

"Bekleyelim, beni götür, helikoptere gidelim." bacağımdaki pansumanı kontrol etti, kanamamıştı. Sık sık hareket ettiğimden dolayı laf işitsem de patlamıyordu dikişlerim. Sırtımdakı kesiklere dikiş atılmamıştı, yine de onlara da baktı. Kolumdaki dikişi kontrol etmeyi de ihmal etmedi. O kadar yumuşakca yapmıştı ki canımı yakmamıştı. "Ben hemşirelere sorayım, sen otur." yanımdan ayrıldığında etrafa bakındım, içimde günlerdir filizinen korku tohumları vardı; Acar'a da bir şey olursa? Onun için neden endişelendiğimi bilmiyordum ama oluyordu işte. Hepsinin iyi olacağını umut etmekten başka çarem yoktu, toparlanmalıydım, ayağa kalkmalıydım. İki hemşire kontrolleri sağladığında kendimi yormamam şartıyla çıkmama izin vermişlerdi, öncesinde yemek yemem söylenmişti. Belli ki komutan herkesi zorla tembihlemişti, evde olmam gereken vakit beş gündür buradaydım, herkesin dikkati üzerimdeydi. Elimde Dila'nın getirdiği tostumu bitirirken heyecandan bayılacaktım, belki de birazdan gelirlerdi.

Haberi aldığımdan beri yedi saat geçmişti. Sabahın erken saatleri sayılırken hava oldukça koyuydu, yağmur vardı. Bingöl'de bu aylar garip geçiyordu, alışamamıştım. Sessizce dışarıyı izlerken, "Ooo bizimki uyanmış." duyduğum sesle arkama döndüm. Saadettin gelmişti. Saf salak gülümsememi gördüğünde o da sırıttı, "Geliyorlar." saçıma daldırdığı elleriyle bukleleşen kıvırcıklarımı dağıttı. Bu süreçte yakınlaştığım kişilerden bir diğeriydi, arkadaştık. Üstü kapalı da olsa hakkında anlattığı şeyleri dinlemiş, onu tanımıştım. Geçmişinin tozları silinmesede üflenmişti, yeteri kadar bilgiye sahiptim. Elimdeki biten tostun kağıdını aldı, "Ağlayıp zırladığına değdi mi? Sömürdün hepimizi abim abim diye." ortamı neşelendirmek adına dalga geçiyordu, kağıdı benle konuşurken yanındaki kadına uzattı, "Gelince söyleyeyim hepsini de gör nasıl dalga geçiyoruz. Hoş abin beni pek sevmezdi gerçi." bakışlarım eli ile Dila arasında gidip gelirken, Dila da ciddiyetle ona bakıyordu. Havada kalan koluna döndü Saadettin, "Alsana kızım şunu." kedi köpek gibi atışıyorlardı.

Beş gündür sürekli tartışmışlardı, birbirlerine laf sokmuş, ters bakışlar atmışlardı. Bunlarla uğraşmak zordu, hareketten, stresten değil çocuklukları yüzünden patlayacaktı dikişlerim. "Siktir git." arkasını dönerek yatağa ilerledi, sonra oturarak bacak bacak üstüne attı. Bu haline alışkın olduğumdan güldüm, Saadettin ise, "Hayvansın sen." diyerek kağıdı çöpe attı. Göz devirmekle yetinen Dila daha fazla uzatmayarak bana çevirdi bakışlarını.

Gülüyordum, içtendi. Bir ay sonra ilkti, bunun şaşkınlığıyla sırıtıyorlardı, "Hadi gidelim." heyecan vardı, mutluydum. Kıyafetlerimin yerine yatakta siyah eşofman takımını gördüm. Yavaş yavaş onu giydiğimde kapının önünde beklediklerini söylemişlerdi, ellerim titriyordu. Canım acıyarak giydim kumaş parçalarını, hiçbir önemleri yoktu. Ben vardım, abim vardı, ne kesiklerin, ne de acıların yeri olamazdı. Spor ayakkabı yerine terlikleri geçirdim ayaklarıma, kaban giymedim. Kapının önünde ayrı köşelerde beni bekleyen ikiliye ilerlediğimde beni görmeleriyle kollarıma girdiler. Yürümekte güçlük çekiyordum. Minnettardım, artık küçük bir aileye sahiptim. Baş köşesinde Acar vardı. Bu süreçte yanımda en çok olan kişi, ailemin güzel ışığı, yarınları. Koca gülümsememle, gören her askerin suratından şaşkınlık duygusunun geçmesini sağlıyordum.

Soğuk duvarlar bedenimi üşütemiyordu, küçük Alçin uçuyordu. Son merdiven, son basamak ve açılan kapılar. Belki de bir kaç dakikaya burada olacaktı. Başımı çevirdim, gözlerimi etrafta gezdirirken Verda'yı görmeyi hedefliyordum. Şu anlık yoktu, birazdan gelirdi.

Kalbim ağzımdaydı, bedenim titrerken Saadettin'in omuzlarıma bıraktığı ceketi hissettim fakat geri verdim. Baskı uygulanınca acımıştı, istemiyordum. Acar yanımda olsaydı belime dokundurduğu parmaklarıyla dik durmamı sağlardı, yanımda değildi ama dik durdum. Sakince çevremi izliyordum, Albay, Yarbay, Hira, Akad abinin timi, tanımadığım bir kaç asker ve genel olarak bizimkiler vardı. Herkes kendi arasında konuşuyordu, yarım saat geçmişti. Hira'nın yanına gittim, Saadettin, Dila'yı köşeye çekmiş önemli olduğunu iddia ettiği sorularını soruyordu. Aralarında geçebilecek sohbeti tahmin edebiliyordum, onu dinlemeyen Dila ise tahminlerimi yanıltmıyordu. "Alçin abla, merhaba." gülümseyerek bana sarıldı, geri çekilmedim, sıkı sarılmasına aynı şekilde karşılık verdim. Yüzümü buruşturmamak adına verdiğim çaba fenaydı, derince nefes aldım. Şeftali kokusu güzeldi, "Geliyormuş bizimkiler. Abimi özledim." mavileri abisininkilere benziyordu, hoştu. Yukarıdan gelen seslerle göz temasımızı kestik, heyecandan yerimde kıpırdanıyordum, "Alçin abla.." başımı onaylar şekilde sallarken, ellerimi kalbime götürmekten geri duramadım. Helikopterin yaydığı rüzgar soğuğu keskin şekilde hissettirirken yeniden doğmuş gibiydim. Bir kaç adım ilerlemek istedim fakat olduğum yerden kıpırdayamadım, "Çok mutluyum." fısıltısı dudaklarımdan dökülürken gözyaşımı da beraberinde getirdi.

Koluma dolanan bir el hissettim, "Alçin abla." bakışlarım mavilere döndüğünde farklı duygular görüyordum. Görmek istemediğim duygular, "Özür dilerim, bu uçak bizim için, Akad abim bulunmuş." duyduğumu idrak edebilmek adına duraksadım, düşen eliyle tenim dondu. Dudaklarımı konuşmak için araladığımda geri kapattım, bana gelecek demişlerdi. Hira'nın çağrılmasıyla uzaklaşan bedenine bakındım, çocuktu, yanlış anlamış olabilirdi. Sanki inadına yavaşlıkla sahaya inen helikopterin kapıları açıldı, aynı anda yanıma koşan Dila ve Saadettin üzgündü, eksik bilgi aldıklarına dair bir şeyler söylüyorlardı, duyamıyordum. Duymak istemiyordum. Önce Burak indi, Badem'in üstü örtülü bedeninden kafası gözüküyordu, Karan, Boran, Candar.. sayamadığım bir kaç kişi daha vardı. Sonra o indi. Acar. Bana bakmasını istedim, yemin ederim ki gözlerinde en ufak umut görebilseydim yıkılmayacaktım. Göremedim. Oysa ne çok şey anlatırdı tek bir bakışı, doyamadığım mavileri. Sıkıca abisinin bedenini kucakladı. Gördüğüm şeyler vahşetti; Yüzü tanınmayacak halde, bedeni kanlar içindeydi, derisini parçalamışlardı. Gözleri açıktı, etrafı kızarmış maviler bana dönen tek şeydi. Kendi değil ama abisi bana bakacak cesarete sahipti, yine bekledim. Abimin inmesini, bana gelmesini bekledim. Alçin hep beklerdi.

Gelmedi, helikopter uzaklaştı.

Akad'ın bedenini sedyeyle ambulansa kaldırırlarken herkes çevresindeydi. Annesi ağlıyordu, görmüştüm. Leylak hanım için de kalbim titredi, baba dinlemez demişti bir keresinde. Şimdi de donuk ifadesi ile sedyedeki oğluna değil, karısının ağlayan suratına bakıyordu. Belli belirsiz çatılan kaşlarını fark etmemek imkansızdı. Demek ki insanın annesi olunca böyle oluyordu, arkasından ağlayan birine sahiplerdi. Benim ise tüm dünyam ortalarda yoktu, ağlarsa anası değil, kardeşi ağlayacaktı. Bir kaç adım geriledim, delicesine titriyordum. Çevreme bakındım, boştu. Kimse beni göremiyordu, aile dediğim kavram yalandı. Bildiklerim tıpkı yıllar önceki gibi bir anda yok olmuştu. Gerilememin getirisi sırtımın sertçe çarptığı kapı oldu, sızım sızım sızladı. Kapıyı açarak çıktım, duygularımı çözemiyordum. Krizin eşiğindeydim, panik atak başlıyordu Merdivenlerden hızla inerken başımın döndüğünü hissettim, nefesimin kesilmesiyle elimi gerdanıma atarak tırnaklarımla kazıdım. O kadar uzamışlardı ki çizilen derimin kabardığını parmak uçlarımda hissediyordum. Sağlık ocağına geldiğimin farkında değildim, çok hızlıydım. Çantamı arıyordum bana lazımdı, yer ayaklarımın altından kayıyordu. Biri elime çantamı uzattığında sıkıca kavradım, bacağıma rağmen koşarak önce sağlık ocağından, sonra askeriyeden çıkmıştım.

Artık umut yoktu, abim gelmeyecekti. Normal bir gidiş değildi, ona kötü davranmıştım, kavga etmiştik. Belki soğuktan, belki açlıktan, belki de acıdan gitmişti bu dünyadan. Bilemezdim. Belirsizdi her şey, yaşayamazdım. Telefonumu çantamdan çıkardığımda bir kaç kere yere düşmesine engel olamadım, bildiğim numarayı tuşlarken ona ihtiyacım vardı. Umay'a. Fakat telefonu kapalıydı, tekrar tekrar aradığımda da sonuç değişmedi. Telefonu çantama sokarak yere fırlattım, çantanın kolu bileklerime dolanan bir ip gibi hissettiriyordu. Boynumda da görünmez ipler vardı, sıkıyorlardı. Abimin elleri de olabilirdi, o kadar sıkıydı ki saçlarımı ellerime geçirerek çekiştiriyordum. Duvara yaslandım, soğuktu. Küçük Alçin'de gitmişti. Islak zemine oturduğumda su parçaları üzerimi ıslatıyordu. Saçlarımı geriye yatırırken delirmiş gibiydim, o kadar derin nefesler alıyordum ki göğsüm hızla inip kalkıyordu. Boğukuyordum. Kalbimin çarpıntısı kulağımda atarken belli belirsiz sesler vardı. Duyduğum hıçkırık sesleriyle kafamı yana çevirdim. Sarışın bir kadın yere yatmış, "Ablam!" diye çığlık atıyordu, elleri göğsüne vuruyor, acı içinde kıvranıyordu. Onun bedeni, benim ruhum. İkimizde bir yudum almıştık keder kadehinden. Tanıdık simasını bu haldeyken çıkaramadım. Yanına gitmek istiyordum ama gitsem dahi nasıl teselli edeceğimden emin değildim. Önüme geri döndüm, ne çığlıklar sustu, ne acılar dindi. Hayat aynı devam etti.

Ayaklarımın altı toz toprak ve taş kesikleri olmuşken eve doğru ilerliyordum, zordu, başta emekleyerek, sonra titreye titreye ayaklanarak yolu yarılamıştım. Daha fazla dayanamayarak durdum, derin bir nefes alarak gözlerimi çevremde gezdirdim. Daha önce bulunduğum bir yerdeydim, komutanla dertleşmek adına geldiğimiz göl kenarı hemen duvarların arkasındaydı. Orada olmak istiyordum, adımlarım benden kontrolsüzce o yöne giderken zihnim boşluktu. Uçak sadece onlar için gelmişti.

İçinde benim abim yoktu.

Herkes abisine kavuşsun demiştim bir keresinde, o zamanlar ilk ben kavuşurken, şimdilerde ilk onlar kavuşmuştu.

Şartlar aynı değildi, benimkisi ölüm demekti. Gözüme ilişen durgun su tıpkı o günkü gibi üzerinde yağmurları ağırlıyordu. Yürüdüm, tam önüne geldiğimde ise duraksadım. Çamurdan ayağım kayarsa düşerdim, belki de öyle olması gerekiyordu. Göğe baktım, aynı anda hem fırtına, hem yağmur vardı.

Gök bizimle ağlıyor ve harlanıyordu, acaba Verda ne haldeydi?

Bir adım daha attım, bir adım daha.. Kendimi hışımla geriye çekilip toprak zeminde bulmam bir oldu. Yere düştüğümde arkamdaki beden de benle beraber düşmüştü. Avuç içlerim toprak dolmuş, bacağımdaki dikiş patlamış kadar olmuştu. Acıyla inlerken başımı kaldırdım, bana bakan maviliklerle karşılaştığımda baş dönmemin arasında içimde değişik bir his belirdi. Tüm yüreğimi kapladı. Turuncuyla kızıl karışımı kıvırcık saçlarıyla henüz on sekiz yaşlarında genç bir çocuktu. Gözleri ağlamaktan kızarmış, şişmişti. Toparlanarak ellerini bana uzattığında tuttum, zayıf değil aksine yapılıydı. Acar'la oturduğumuz banklara doğru yöneldik, oturduğumda direklerimi dizlerime yaslayarak avuç içlerimi yüzüme bastırdım, "Sende kötüsün." sesiyle boş bakışlarımı gölden ona çevirdim. O ise karşıya bakıyordu, yanağından süzülen gözyaşını sertçe sildi, "Anlamadım?" dediğimde konuşacak halim yoktu ama sormaktan geri duramamıştım. Titrek avuçlarımı sertçe ıslak saçlarımın arasından geçirdim. Soğuk rüzgâr estiğinde üzerindeki montu çıkarmak adına hareketlendi, bana uzattığında başımı olumsuz anlamda salladım. Kenara koyduğunda duyduğum kokunun ne yeri ne zamanıydı, unutmuştum. Unutulan bir kokuydu.

Babamın kokusu.

Şaşkınlığımı gizlemeden dudaklarım aralandı, şu an gelmemeliydi. Kaldıramazdım. Her şey koca bir rüyadan ibaret değilse bile ya tam şu an olmalıydı, ya da asla uyanmamalıydım. Omzumda babamın sıcak elleri vardı, emindim. Gözyaşlarım akmıyorlardı fakat kalbimde sıcaklığını damla damla yayan sıvıyı inkar edemezdim. Gözlerimden çıkmıyorlardı, titremelerim devam ederken atak kısa süreliğine son buldu. Cekete nasıl bakıyordum bilmiyordum, "Abla?" burnunu çekerek konuşan çocuğa kaldırdım gözlerimi, anlamıyordu. Yutkunarak kaçırdığım bakışlarımı yere odakladım, "Sen de mi birini kaybettin? Kimsesiz misin?" ılımlı ses tonu yağmurdan pek duyulmasa da başımı onaylar şekilde salladım. Kimsesizdim. O da kimsesizdi. Cebinden çıkardığı sigara ve çakmağı gördüm yandan, "İçme onu." uyarımla durdu. Elindeki paket yeri boylarken, çakmağı cebine geri soktu, "Daha küçüksün, sana tavsiyem en dibi görsen de onu içmemen." ben dudaklarıma bir kere o zehri bulaştırmıştım, içgüdülerim onu korumamı haykırırken ikiletmedim. Yere düşen paketi ayağımla ezerek tekmeyle göle savurdum, "İçmiyordum ki zaten." mırıltısıyla aksini söylediğini düşünmüyordum. Yerde izmarit yoktu, içecek olsa ben gelene kadar içerdi. Omuzlarımı silktim banane dercesine.

Onunla orada kaç dakika oturmuştuk bilmiyordum, sadece yanında olmak garip bir şekilde iyi gelmişti. Ara sıra ağlıyordu. Ayaklanacağım sırada "Ablam yok." demesiyle ister istemez geri oturdum, "Kaybolmuş, haber alınamıyor." daha makul şartlarda yardım etmeyi çok isterdim fakat şu an tek yapabileceğim şey güvendiğim birine yönlendirmek olurdu. Konuşmak için dudaklarımı aralayıp kapattığımda kararsızdım, yine de, "Savcıyım ben." dememe engel olamadım. Buradan bir an önce kalkıp gitmezsem oturup onun ablasını bulacaktım, kokusu babam, görünüşü ben, gözleri abim gibiydi. Her yönden beni kendine çekiyordu. Üstelik küçücüktü, gençliğinin baharındaydı.

"Babam da öyleymiş." yardım istemenin aksine babasından bahsedince gözlerim onu buldu. Sümüğünü koluna sürmesiyle yüzümü buruşturdum, o tepkimi görmemiş, karşıya bakıyordu. Soru sormayacağımı anlayınca devam etti, "Ben doğduğumda kimsem yoktu. Sadece ablam vardı, ailem kazada, annem doğumda ölmüş. Ablamla ben sağ çıkan tek kişileriz, yalnızca isimleri ve elimde olan fotoğraflarıyla geride kaldılar." benzer yaşanmışlıkları başkasından duymak yüreğimi bir kez daha paramparça etmişti. Ben ailemi on iki yıl da olsa tanıyabilmiştim, o hiçbir zaman bu şansa sahip olamamıştı. Bir annesi olmamıştı hiç, saçı okşanmamış, anne yemeği yiyememişti. Bir babası olmamıştı hiç, çocukluğundan gelmesi gereken güven duygusunu hissetmemiş, gece uyurken üstü örtülmemişti, abisi desen o da yoktu belli ki. Geriye sadece ablası kalmıştı. Zordu. Yaşamı boyunca bu hislere yabancı kalmak zorundaydı, bunun bilincinde olduğu akan gözyaşlarından anlaşılıyordu.

O an acısına ortak oldum, o kadar birbirimizdik ki; Ailelerimizi benzer şekilde kaybetmiştik. Aynı yerde, aynı zamanda o ablasının, ben abimin acısını yaşıyordum. Tesadüfi karşılaşmanın en kalbe dokunacak hâliydi. Bir elimle omzuna dokunarak devam etmesini sağladım, içini dökmek istiyordu, "Ablam bana anne oldu, aramızda beş yaş olmasına rağmen sırtlandığı yük devasaydı. Sokaklarda büyüsek yine bir şekil katlanılabilirdi ama.." dudaklarından bir hıçkırık kaçtı. Sonrasının kabustan farksız olduğunu düşünüyordum, sokaklarda büyümek bir çocuk için en kötü ihtimal olabilirken o buna bile katlanılabilir diyordu. Titrek avuçlarımın içine onun soğuk ellerini aldım, sıkı sıkı tuttu. Mavilerini benden kaçırıyordu, "Çok az hatırlarım yaşanılanları, tramva kaldı bana hepsi. Teröristlerin içinden kaçtık biz, şimdi yine onların elinde. Bu sefer tek." duyduklarımla kaşlarım çatılırken gözlerim büyüdü. Ablası asker olabilirdi, hem de bizim askeriyede. Başka türlü nasıl esir düşecekti ki? Bir şey dememe fırsat vermeden, "Jandarmalardan haber yok, büyük ablam askeriyeye gitti. Askerlerden birine derdini anlattı, bu sabah yine gidecekti ama bilmiyorum. Kendimi her seferinde burada buluyorum, sessiz, sakin, kimsenin göremediği bir yer." ardından ekledi,

"Korkuyorum abla.." bunu kendine mi yoksa bana mı söyledi bilmiyordum. O kadar cevapsız soru ve yerine oturmayan cümleler vardı ki kafam karışmıştı. Kolundan çekerek sarıldım, şu an elimden gelen tek şey buydu.

Detaylı bilgileri öğrenmek için kendine gelmesini beklemeliydim, benimde gücüm yoktu. Telefonunun çalmasıyla hafifçe geri çekildi, burnunu tekrardan silerken keşke cebimde peçete olsaydı diye düşünmekten geri duramadım. Ekrandaki Ablam Arıyor yazısıyla derin bir nefes alarak telefonu cevapladı. Duydukları hoşuna gitmemişti, gözlerini sıkıca kapatarak dudaklarını dişledi. Boşta olan elini ağzına bastırdığında gözyaşları süzüldü. Toparlanmaya çalışarak geleceğim demişti, ardından telefonu kapattı. Gözleri beni bulduğunda, "Numaranı ver." diye mırıldandım.

Kaydettiğim numarasıyla adını da öğrenmiş bulundum, Güven. Eğer ben arayacak vakit bulamazsam diye, "Askeri Savcıyım, ararsın." şeklinde bilgilendirdim. Bir kaç adımla duvarın kenarından gitmek üzereyken bağırışını duymamla duraksadım, "Adın ne abla?" arkama bakmadım. Söylemeyi unutmuştum, "Alçin Ahsen Meva." artık daha kolay bulabilirdi. Evime giderken arkamda bıraktığım Güven'in şaşkınlığını ve hayatımdaki yerini ben de şimdilik bilmiyordum.

 

-

 

Saatler öncesi -

Kuzey Irak

Acar araçtan indiğinde ıslak toprak postallarının altında ezilmişti. Koordinatlardan eriştiği konumdan sonra kesinliği sağlayarak içeriye askerler sokmuş, herkesten gizlemişti. Alçin'in bile haberi yoktu. Başta katliam istemişti; Abisinin ve kardeşinin kanlarını yerde bırakmayacaktı. Şimdi ise tam tersiydi, onları başkasının eline verecekti. Savcısının. Biricik savcısı bunu çözerdi, içi az da olsa ferahlardı. Aklı ondaydı ama vakit tam vaktiydi, içerdeki hainleri bulmuşlardı, geriye bekleyecek bir şey kalmamıştı.

"Komutanım!" duyduğu tok sesle başını omzunun üstünden Barlas'a çevirdi, "Tam olarak bu noktada olmalılar." önüne döndüğünde yıkık dökük bir ev vardı. Üst katın camları kırık, harabeden farksızdı. Hira, Leylak, Verda, Alçin. Hepsi içindi birazdan yapacakları, burada ceset üzerine ceset bırakmayacaktı.

"İlerle Vahşet! Herkes yerlerini alsın." Badem, Candar ve Burak kamufle olarak onların kıyafetlerinden giymişlerdi. Beş gündür buradalardı, Çınar'ın timinin askerlerinden üçü içerideydi. Hepsinin üzerinde kamera vardı, dört gündür izleniliyorlardı. Çınar ve Akad'a geldiklerini belli etmemelerini tembihlemişti fakat biliyordu ki Çınar anlamıştı, gözleri direkt olarak kamerayı bulmuştu. Yarımca sırıtmış, şifreli konuşmuştu. Yine de Acar görmezden gelerek görevin ve planının akışını bozmamıştı. "Boran arkama geç." iri beden Acar'ın arkasındaki yerini alırken, gelen diğer komutla Barlas köşede pozisyon aldı. Esin de onun yanına gitmişti. "Burak, ilk sen." uzun cümleler yerine tek tük kelimelerle konuşan komutanlarına alışmışlardı. Yüzündeki bez parçasını iyice çekerek ilerledi. Ne konuştuklarını anlayabilecek, cevap verecek tek kişiydi. Dağın başından şüphe çekmeyecek bir noktaya geldiğinde içeri soktukları askerlerden biri onu karşıladı. Elini kolunu sallayarak girmesi mümkün değildi. Timdekiler onu dikkatle izlerlerken çöplükten bozma beton yığınına gelmişti. Üzerinde gözükmeyen kamerası, kulak içinde diğerlerinin konuşmaları duyabileceği kulaklığı vardı. Etraftaki itlerin ters bakışlarını umursamadan kapıya ritmik şekilde vurdu, bunun bir tür şifre olduğunu öğrenmişlerdi. İçeri sızan askerlerinden diğeri açtığında kısa göz kontağıyla anlaşmışlardı. Yıkım yaşanacaktı. Evi dikkatlice incelerken her köşesini ezberlemeye çalışıyor, kameraya göstermek adına dolanıyordu. Askerlerden biri üst katı işaret ettiğinde o yöne döndü. Gitmek üzereyken yanlarına gelen yabancıyla duraksadı, dikkatle ikisinin gözlerini inceleyerek tanımaya çalışıyordu. "Babasının köpeği." komutanı mırıldanırken Burak çoktan anlamıştı, Verda'nın bacaklarına ateş ettiği kanı bozuğun oğluydu. Fehdal. "Bu kimdir?" sorusuyla leş kokan ağzından yayılan hava kusmasına sebep olabilirdi. Gözü seğirdi anlık, temizlik hastası adama bu yapılmazdı. Karşısındaki itin ağzının içini foşur foşur yıkama isteğiyle, kırıp dişlerini boğazına sokma isteği damarlarında kapışıyordu.

"Diğer bölgeden gelenlerdendir." yanındaki askerin konuşmasıyla başını onaylar şekilde salladı. Fehdal şüpheli kahvelerini ikisi üzerinden çekmezken omuz atarak yanlarından gitti. Soyunu sopunu siktiğim, içinden söylenmesine engel olamayarak arkasından ters bakışlar atmayı ihmal etmemişti. "Üst kata çık." komutanının emriyle diğer iki asker önceden konuştuklarını yerlere dağılmış, Burak üst kata çıkmaya başlamıştı. Merdivenler kırılacak durumdaydı, odun parçaları fazlasıyla eskiydi.

Bir kaç kapı gördü, bu kat boştu. Askerlerden biri adamları oyalamak adına çağırmıştı, elini çabuk tutmalıydı. "Odalardan birine gir, hızlı ol." sağında olan tozlu kapıya doğru ilerledi, kafasındaki ayağıyla açma düşüncelerini geri iteleyerek kapıyı araladı. Bir kaç odun, tahta, kesici alet, balta ve sandalye vardı. Kapatarak diğerine yöneldi, burada tıbbi malzemelerle sedye vardı. Her odanın içinden yayılan hava dalgasıyla burnuna gelen iğrenç kokular dayanılmazdı. Döl israfları. İç sesi susmazken son kapıyı da açtı ve bulmuştu. Çınar'ın yerdeki üstü başı kesik, ağzı yüzü dağılmış, yer yer yanıklar olan bedeni ona gözlerini dikmiş, her şeye rağmen tersçe bakıyordu. Beresini omzuna bastırıyor, kanı durdurmaya çalışıyordu. Akad'ın durumu ağırdı, dudaklarının rengi solmuş, göz altları morarmıştı. Altındaki yırtılmış pantolon hariç üstünde hiçbir şey yoktu, kanlar kurumuş, oturduğu yeri doldurmuştu. Hem kan kaybı, hem açlık, hem de odanın soğukluğundan daha fazla dayanamazdı. Ama bakışları Çınar'dan farksız, yoğun öfke doluydu. Türk Askerini yıkmak kolay değildi, bedeni bitik olsa dahi gözler diri olurdu. En köşede ise bir kadın vardı, saçı başı dağılmış, teni solmuş, bacaklarında askeri tişört ile oturmuş, titriyordu. Onda belirsizlik vardı, ne korku, ne de öfke değil, koskoca bir belirsizlik. Hüzünlüydü aynı zamanda. Kaşıyla, dudağı patlamış, yanağında iz vardı. Morarmıştı. Bunu tanıyamadığından kaşlarını çattı istemsiz.

"Ne var lan köpek?" Çınar'ın yorgun sesi dişlerini sıkmasından dolayı sinirli çıkmıştı, "Meva, bu sefer de sen al kardeşim. Sonra ödeşiriz, şu an halim yok." Akad'ın sesi Çınar'ın aksine kısıktı. Karnındaki bir noktaya baskı uyguluyor, yüzünü buruşturuyordu. "Kalk da pasını at, sen de ne dayanıksız adamsın be Acarbay!" kulak içi kulaklığından hafif bir gülümseme duyuldu. Acar ikisine artık şaşırmıyordu. Eş zamanlı olarak Akad'da güldü, "Efulime de mi dövüş öğretsek, zor oluyor böyle. Hanımefendi yatıyor, biz onu koruyoruz." kadının mavileri yanındaki adama döndüğünde az öncekinin aksine tersti. Efulim kelimesini duyan herkes şaşkındı. Özellikle de Acar. Burak yüzündeki bezi indirmiş, ağzı açılmış şekilde komutanına bakıyordu. "Ne ara aşık oldunuz komutanım?" sorusuyla yaşanılanların anormalliği aynı seviyedeydi.

"Burak?"

"Sonunda!"

"Bu kim?"

Üçü de aynı anda konuştuğunda hepsi birbirine bakıyordu. "Kaldır beni." Çınar'ın emriyle dikkatle ayağa kalkmasını sağladı. Kadın da tereddütle ayaklanırken, Akad yardımla dahi yürüyemeyecek haldeydi. Burak onun yanına gitmiş, bedenini sıkıca tutarak kaldırmıştı. Bırakmıyordu. "Alçin nasıl? Verda nasıl?" anında bu soruyu sormasıyla askerler gülmüştü, Acar içinden ya sabır çekse de sırıtmasına engel olamamıştı. Aldığı emirle silahın birini Çınar'a, diğerini Akad'a, yedek olanı da Lâl'e vermişti, "Geziyorlar, eğleniyorlar komutanım." silahı alırken ters bakışlarını karşısındaki adama dikti.

"Dalga mı geçiyorsun asker?"

Yutkundu, "Özür dilerim komutanım." adam her hâlde ciddiydi. Diriydi. Lâl ise ard arda duyduklarının şaşkınlığı içerisindeydi; Aşk ve Alçin. Silahı alırken elleri titremiş, öylece bakakalmıştı. "Sakla onu." sesiyle eteğinden beline doğru sokmuş, üzerini kapatmıştı. "Bu Savaş Muhabiri, Lâl." bilgileri geçerken yanındaki kadına döndü, "Soyadın neydi?"

"Öyküm. Ama tam adım Lâl değil."

"Söyle."

"Aşkım Lâl Öyküm."

Çınar'ın duyduğu isimle anlık mavileri titredi, görevin içinde olduklarından burnunu çekerek önüne döndüğünde, "Savaş Muhabiri, Aşkım Lâl Öyküm. Olur da sağ çıkamazsak adı bilinsin." demekle yetindi. Geriye kalan bilgileri kısaca verirken Akad'ın gözleri kadındaydı, başından beri biliyordu. Onu bulmak adına detaylıca araştırma yaptığında hem bu bilgiyi, hem de daha bir çok şey öğrenmişti. En kötüsü, en beklenmedik olandı. Öğrenileceği an ortalık yıkılacaktı. Lâl ise abisine bakıyor, durgunca izliyordu. Abisi onu tanımamıştı, ya da bu durumda ihtimal vermemişti. Anlayabiliyordu ki onun için de her şey sürpriz olmuştu, ablasının ve abisinin yaşadığını yeni öğreniyordu. Üstelik psikolojik olarak bitik haldeydi.

Kapıdan içeri giren kişiyle, Burak hariç herkes silahına davrandığında yüzündeki bezi indirdi. Badem, "Benim komutanım!" kendini açıklamış, "Candar'da aşağıda bizimkilerin yanında." diyerek devam etmişti.

"Fehdal köpeği geliyor. Herkes eski yerine dönsün, bizim de çıkmamız lazım." Burak başını onaylar şekilde salladığında bezleri çekerek kapıyı açtılar, karşılarında tam olarak o vardı. Kahvelerini kuşkuyla üstlerinde gezdirdi, Badem'de oyalanan bakışları hafif bir dudak kıvrılmasıyla sonuçlanırken kulağına bir şeyler fısıldadı. Ardından geriye çekilerek, aşağıya inmelerini söylediğinde denileni yaptılar. Tüm tim duymuştu, "Senin gibi bir güzelliği fark edememek ne acı. Bunu birazdan telafi edelim." merdivenden inip köşeyi döndüklerinde duvara hafif bir tekme savurdu, "Kusacağım sandım."

"Siktiğimin pezevengi!" Burak'ın küfürüne karşılık ters bakışlarını sunarak elinin midesine gitmesine sebep olan şeyi söylemeden edemedi, "Nefesi de iğrenç."

"Onu elimize geçirdiğimizde bitireceğim."

"Sen mi? Ben mi?"

"Ben."

"Sana ne oluyor? Laf bana geldi."

"Karışma."

"Kusura bakmayın liseli aşıklar, sohbetinizi bölüyorum fakat görev ortasında fazla flörtöz değil misiniz?" Boran'ın sesiyle bir kaç kişi gülerken, "Kesin sesinizi." diyen Acar'la herkes suspus olmuştu. Görev ortasında yapılan bu ciddiyetsiz hareketlerin acısını sonra çıkartacaktı. Aklının bir köşesine yazdığı düşünceyle, "Komutanım patlatayım mı evi?" diyen Talip'i de yakacaktı.

Başını hafifçe sağa doğru eğdi, sabırdı. Harekete geçmelerinin farkındalığıyla komut verdi, kabak tadı vermeden işi bitirmeleri gerekiyordu. Eş zamanlı olarak duyulan patlama sesiyle herkes duraksadı, evden gelmişti. Koca patlama etrafa ateş çemberlerini yayarken, havada uçuşan bedenleri beraberinde getirdi. Bulundukları alana kadar sıçrayan beton parçalarıyla savunmaya geçmişlerdi.

"Komutanım!" Barlas'ın omzuna dokunan eliyle anlık olarak girdiği şoktan sıyrıldı, vakti değildi. "Burak!" daha kötülerini görmüştü. "Badem!" ama hiçbiri abisiyle kardeşi değildi. "Candar!" Dağılabilirdi, belki bu kollardan, bacaklardan biri kardeşlerine aitti. "Ses verin!" komutları alışıldıktı, kelimeleri ondan kontrolsüz, sadece bildiği şekilde çıkıyordu. Şu an ihtiyacı olan ferah deniz kokusu yoktu, etrafta kan, barut, toprak, ceset kokusu vardı. Alçin'in kokusu yoktu. Ses gelmedi, ne Burak'dan, ne de Badem'den herhangi bir cümle duyulmadı. Koordinatları kaybolmuş, kameraları paramparça olmuştu. "Talip, görüyor musun?" hava kuvvetleri yukarıdan detaylı gözlem yapabilirdi. Timine döndü kısa bir süre, hepsi yerli yerindeydi. Gözleri ona odaklı, gelecek komutu bekliyorlardı. "Alana iniyoruz Vahşet! Peşimden gelin."

Gecenin ortasında, karla kaplanan alanda gözükmeden ilerliyorlardı. Sessizlerdi, korku verirdi bu düşmana. Beklenmedik, bir dahaki hamlesi asla tahmin edilemeyenlerdi. Aslında basitti; Gelişleri ölüm demekti. Kurtuluş, kaçış yoktu, düşman dediğin ölecekti. Yalvaracatı. Her durumda korkmaları şarttı, fakat bu durumda korkmaktan daha fazlası lazımdı. Karşılarında asker değil, kendi kanından, kendi canından kişilerin esir alındığı bir asker vardı. Kıdemli Üsteğmen Acar Acarbay'ı duymayan yoktu, özellikle düşman içinde oldukça ismi geçen bir yiğitti. Timi ile koskoca depoları, evleri, bir bölgeyi patlatarak vahşeti yaşatmıştı. Bir bakıma ufak bir temizlik yapmıştı. Takıntılı adamdı, pislik sevmezdi. Böcekleri de, yılanları da ezmesini bilirdi.

"Komutanım.."

"Komut.."

Kulaklıktan gelen Burak'ın kesik sesinin sonrasında, Badem'in kısık sesi yayıldı. "Durumunuz nasıl?" Acar'ın sorusuyla bir kaç hışırtı duyuldu, "Komutanım karanlık."

"Badem nerede?"

"Bilmiyorum komutanım."

"Candar nerede?"

"Bilmiyorum komutanım."

"Bul onu."

"Kıpırdayamıyorum komutanım."

Sessizlik alana hakim olduğunda tüm kuvvetler duyuyordu, kayıt altındaydı. "Neredesin Burak?"

"Bilmiyorum komutanım."

"Bedeninde ağrı var mı?"

"Yok komutanım."

"Kıpırdama asker."

Badem ve Candar'a ulaşamamanın verdiği huzursuzluk devasaydı, şehit haberi kaldırılamazdı. Canlı beden var mı diye çevreyi teyit etmesi komutunu verdikten sonra derince nefes aldı. Sona yaklaşmışken bitemezdi, "Komutanım çabuk ilerleyin!" Talip'in kükrercesine bağırması sonucu kaşları çatılarak etrafını süzdü. "Ne diyorsun Talip?" duyulan silah sesiyle başını sesin geldiği yöne çevirdi. Uzak değildi, yakındandı. Toprakla karışık karın üzerinde koşarak o yöne ilerledi, peşinden gelen timin yanı sıra kulaklıktan Badem'in sesi duyuldu. "Komutanım, çıkamıyorum." boğazdan, kısık konuşuyordu. Devam edemeden nefes nefese kaldığında sustu. "Ersin, Vedat, Halide siz Burak, Candar ve Badem'le ilgilenin. Destek kuvvet istiyorum karaya!" kendi timi dışında diğer askerlere de komut verdiğinde bir kısmı yıkılan eve ilerledi.

Gözüne ilişen kızıl kar ile adımları durdu. Az öncekilerin aksine bu farklıydı, abisinin kanıydı. Kafasını hafifçe kaldırdığında onu gördü, yerde baygınca yatan, eli yüzü neredeyse seçilemeyen abisini. Sola çevirince altlı üstlü yumruklaşan Kansızı ve Çınar'ı fark etti. Çınar'ın fazla gücü kalmamıştı, sonuna kadar savaşmaya çalışıyordu fakat bir aylık açlık, bedenindeki yaralar ile zordu. Timdekiler hızla Akad'a müdahele ederken, destek ekip de gelmişti. "Geri çekil köpek!" Fehdal'in sol bacağına ateş ettiğinde elindeki silahla ya da kendi elleriyle öldürebilirdi. Yapmadı. Bu ölüm hafif kalırdı. İnleyerek eli bacağına gittiğinde arkasına çevirdi başını; Duruşu dik, tüm heybetiyle karşısında duran Acar'dan başkası değildi. Mesafe fazlaydı, hızlı adımlarla yanlarına ilerlerken Çınar'a eğildiğini gördü. Yanında bir kadın vardı, abisinin efulisi, nefret dolu gözlerle Fehdal'e bakıyor, üstünde bir şeyler arıyordu.

Patlamada silahları kaybolmuştu.

Lâl topallayarak onlara yaklaştığında duyduğu şeylerle gözleri açıldı, "Yaklaşma!" Çınar'ın aniden bağırmasıyla Acar'ın adımları durdu. Ona söylüyordu. "Sorun ne Meva?" Fehdal itinin gülen suratını dağıtmak istercesine bir kaç adım daha ilerledi fakat Çınar'ın şakaklarına yaslanan silah çivi gibi durmasına sebep olmuştu. İstese silahı çevirip malum yerlerine sabitleyebilirdi, yapmıyordu. Mavilerinde görülen çaresizlik ilk idi, kolları arkasında sıkıca tutulmuş, şakaklarına sertçe soğuk metal yaslanmıştı. Kıpırdamıyordu bile, "Yapamam Acar, gelemem kardeşim."

"Çınar saçmalama!"

"Kardeşim.."

"Başlatmayın lan sohbetinize! Biz buradan gidiyoruz, siz de izliyorsunuz."

Fehdal konuşmalarını bölerek bağırmıştı, ağzından sıçrayan tükürükler karanlıkta dahi gözüküyordu. "Sahip çık!" Çınar'ın haykırışıyla geri geri gidiyorlardı. Acar o an anlamıştı, Alçin'le tehdit ediliyordu. Hava kuvvetlerinin sesleri kulaklıktan kulağını inletirken hiçbir komut vermedi. Eğer ateş ederse eş zamanlı olarak Fehdal kurşunu kardeşinin beynine patlatabilirdi. Bu riski alamazdı. Hamle yapmamasının en büyük sebebi Alçin'in askeriyeden çıkmış olma ihtimaliydi. İnattı, kafasına koyduysa yapardı. En son dün bilgi almıştı Dila'dan, zor tutuyoruz demişlerdi. Şu anda soğuk namlunun ucunda olan Alçin'den ne Acar'ın, ne de savcının kendisinin haberi yoktu. Çevresindeki askerlerin konuşmalarını duyamayacak haldeydi. Gözünün önünde götürüyorlardı. Üzerine yerleştirilme komutu verdiği takip cihazını hatırlayınca kesin olarak hamle yapmama kararı aldı. Alçin'i riske atamazdı. Bedenler gecenin içinde kaybolurlarken, Lâl de peşinden gitmişti. Aşkım abisini bırakmazdı, bırakamazdı. "Üstünde cihaz var, konumunu görebileceğiz." omzuna dolanan ele baktı kısaca. Kimse anlamayacaktı belki ama Barlas anlardı, çocukluktan beri tanırlardı birbirlerini. "Badem nerede?" yüzündeki maskeyi yarısına indirdi. Nefes alamıyordu. Alçin'e açıklayamazdı, kendi abimi getirdim, seninkisi kaldı diyemezdi. Gözlerinde hayal kırıklığını görmeye hazır değildi. Umudunu kaybederdi. İkilem içinde delirecekti, onun canı için dedi kendi kendine. "Badem'in durumu ağır komutanım."

Kaşları çatılarak, sağ eliyle sertçe yüzünü ovaladı. "Yaralı mı?"

"Ağır yaralı."

"Burak?"

"Fena sayılmaz."

"Candar iyi mi?"

"Değil."

"Köpeklerden yaşayan var mı?"

"Patlamada bizim askerlerimiz binanın dışına çıkabilmiş komutanım. Burak, Candar, Badem kalmış, Çınar komutanımla, Akad komutanımın nasıl çıktığını bilmiyoruz. Bunlardan da bir kaç kişi var yaşayan, ağır yaralılar. Aldık yanımıza şerefsizleri. Yine de abinizin ifadesi gerekli, kameralar o anda kırılmış, görüntü yok. Sesler var yalnızca." Barlas'ın verdiği bilgilerle başını onaylar şekilde salladı. Asker olmak buydu; Vatan uğruna dökülen her kan varolsundu. İstese çekip çıkarabilirdi Çınar'ı fakat ikisinin de elini kolunu bağlayan kişi ortaktı.

Karın üzerinde ilerleyerek yerdeki kanlı bereyi elleri arasına aldı. Gözyaşı akamıyordu, pişmandı. Utanıyordu ağlamaya, hakkı yoktu buna. Bereyi arkasındaki Barlas'a uzatırken hazırlanan helikopterle o yöne doğru ilerlediler, Alçin'e teslim edilmesi gerekiyordu. Kendi yapamazdı.

Helikoptere bindiğindeyse gördüğü görüntüler içler acısıydı, alışıktı, görmediği şey değildi ama zordu. İnkar edilemezdi. Abisinin aralanan mavilerine karıştığında, "Buradayım." diye fısıldadı. Dokunamıyordu bedenine, canı yansın istemiyordu. "Hoşgeldin kardeşim."

"Affet beni." buğulanan gözlerini kırpıştırdı, en son küs ayrılmışlardı. Bir aydır her gün bunun ateşiyle kavrulurken şimdi tek duymak istediği affedildiğiydi. Son kezdi belki. Akad hafifçe gülümsedi, "Ne yaptın ki?" mırıltısıyla nefesi kesilir oldu. Öksürdüğünde yüzü buruşurken Acar endişeyle çevresine bakındı, "Korkma." fısıltıdan farksız duyduğu ses yavaşlıkla kayboldu. Kapanan maviler ise hüzündü.

Bilgiler geçilirken, haber verilmişti. Badem'le ilgilenen askerlerin yanı sıra bir kaç ambulans istenmişti. Çınar'a ait koordinatları şimdiden askeriyeye geçirtmiş, her detayına dikkat kesilmesini istemişti. Uçakta dışarıyı izlerken karşısında abisinin bedeni vardı, bordo beresini eline alarak gözyaşlarını akıttı. Omuzları çökmüş, heybeti sönmüştü. Yorgundu.

Başaramamıştı. Artık Alçin olmayacaktı.

Barlas'ın gözleri üzerindeyken sıkıntılı bir nefes verdi, "Elinden geleni yaptın." cümlesini duyduğunda beresini sıktı. Kimsenin söylemesinin anlamı yoktu, sevdasından duymazsa her güzel söz boştu.

 

-

 

Soğuk tenine nüfus ederken ileri yürüyordu Bilge. Biliyordu, esir düşen iki askerin yanındaydı kardeşi. Barlas denen adamla hiç konuşamamıştı o günden beri, yardım edeceğim demişti ama her sabah askeriyeye gitmesine rağmen görememişti. Yardım etmemişti. Yine sabahın erken saatlerinde, bu sefer daha kararlı şekilde gelmişti koca demir kapının önüne. Kargaşa yaşanıyordu çevrede, neler olduğunu anlamayarak ilerlemişti, artık alıştığı askerlerden birine, "Neler oluyor?" diye sorduğunda bilgi alamamış, öylece beklemişti. Bir kaç saatin ardından yanlarına gelen diğer asker telaşlıydı, "Sadece Akad komutan bulunmuş. O da ağır yaralı, kıyamet kopacak." duyduğu cümleyle anlık kaşları çatılmıştı.

Sadece biri mi bulunmuştu?

"Ne demek? Ne demek sadece biri bulunmuş?" kontrolsüzce karşısındaki adamın kolunu kavradı. Askerin ters bakışları eşliğinde elini ittirmesiyle geriledi, o esnada başka biri daha geldi. "Biz bittik, savcı ortalığı yıkacak. Üstelik görevde bizimkilerin yanında bir kadın daha varmış. İsmini geçiyorlardı, savaş muhabiri galiba."

"Savaş muhabiri mi?"

"Evet."

"Bu nasıl olay amına koyayım, neler dönüyor?"

"Bilmiyorum ama Çınar komutanım bulunur umarım."

"Yaşıyormuş mu ki?"

"Bence ikiside ölmüştür."

"Bence de."

"Çınar komutanım yaşıyordur ama kadın bana göre de öldü."

Üçü de aralarında konuşurlarken duyduklarını idrak etmekte zorlanıyordu. Başka askerin kollarından tuttu sıkıca, kendinden beklenmeyecek kadar güçlüydü. Buradakilerden daha küçük duran adam endişeli gözleriyle kireç gibi olmuş kadına bakıyordu. "Nerede bulunmuş?" kardeşi Kuzey Irak alanına gitmişti en son, o çevrede bulundu ise bahsedilen kişi Lâl olabilirdi. Öz kardeş değillerdi belki ama beraber büyüyen üç çocuklardı, ailesinin evlat edindiği andan itibaren kendi canından görmüştü ikisini de. Ablaydı o. Karşılarında kardeşinin öldüğünü basitce nasıl söyleyebilirlerdi? Bu kadar mıydı? Kalbini kasıp yerinden söken duygu sadece bir kaç kelimeden mi ibaretti? Ne kolaydı ölüm onlara, biliyorlar mıydı hangi şartlar altında öldüklerini? Yüz hatları hiçbir duygu barındırmazken gözleri tam tersini çığlık atıyordu, kocaman olmuş yeşilleri korku dolu bakıyor, her an ortalığı dağıtabilecekmiş gibi gözüküyordu. Titreyen dizleri onu ayakta tutmakta zorlanırken karşısındaki adam onu ittirse yeri boylardı.

"Bu bilgiyi veremeyiz." oysa az önce dışarı çıkmaması gereken her konuyu konuşmuşlardı. Daha sıkı tutundu kollarına, bedeni de ne tepki vereceğini bilemiyordu. Kardeşti, candı. Normal birinin gidişi değildi, kendi ölse bu denli acıtmazdı. "Az önce her şeyi söylediniz ama!" çığlık atarak konuştuğunda askerlerin kaşları çatıldı. Kolunu sıktığı askerin elleri onun ellerini sardığında kararsızdı. Her sabah buraya gelen kadın neyin nesiydi bilmiyordu. "Farkında değildik." cevabıyla daha da kasıldı. Uğultular vardı, seçemediği cümleler kafasının içinde dönüyorlardı. En keskin ve akılda kalıcı olan ise; Kadın bana göre de öldü denilendi. Tanımıyorlardı, Lâl yaşamanın her zaman bir yolunu bulurdu. Kardeşini o büyütmüştü, öncesinde teröristlerin elinden bizzat kaçan küçük kız şimdi mi ölecekti? Aptallıktı. Yine de ihtimaldi, en can acıtan, en gözler önünde olan ihtimaldi. "Bahsettiğiniz kadın benim kardeşim!" elinin altındaki askeri üniformanın yakalarını kavradı, dişlerini sıkarak söylediği cümlede sesi fazlasıyla yüksekti. Gözleri deliydi, tanıyan tanımayan bu kadına Karadeniz'li derdi. Oraların deliliği vardı. Haklılardı.

Bu askerler o gün askeriyeyi bastığında kapıda olanlar değildi. Adını her yerde duydukları kadının bu olmasını beklemediklerinden hafifçe ağızları aralandı. Sarışın, koca gözlü, saf bakışlara sahip, sevimli bir kadındı. Üzerindeki beyaz kabanın yanı sıra şapkası, botları ve koca atkısıyla ondan beklenmeyecek derecede öfkeliydi. Kamera kayıtlarında izlemek istedikleri olayı Barlas komutanları engellemişti, bu sebeple yüzü yabancıydı. Bilge'nin yeşilleri eş zamanlı olarak kapıdan çıkan kıvırcık saçlı kadına kaydı anlık, üstü bu yağmura rağmen çıplak sayılırdı. Gerdanındaki tırnak izleri kanıyordu, kolu ise sargılıydı. Aldığı sık nefeslerle krizin eşiğindeydi, yanına gitme fikri kısa süreliğine aklından geçse de durdu. Karşısındaki adamlar birbirlerine bakıyorlardı, az önce kardeşi hakkında öldü demişlerdi. "Biz.." kelimesini duyduğu gibi duvara yapıştırdı askeri. Gözü dönmüştü. "Siz ne? Kardeşim yaşıyor de bana! Öldü dediniz duydum. Kardeşim nerede? Bulun! Cesedi bile olsa getirin!" bedeni sarsarak hızlıca konuşuyordu. Adam daha fazla dayanamayarak ittirdi kadını, Bilge sendeleyerek gerilediğinde son anda düşmekten kurtulmuştu. "Bilmiyorum! Ben duyduğumu söyledim." titreyen bacaklarında güç bitmişti, sertçe yeri boyladığında, "Ablam!" feryadı dudaklarından koptu. Eli tüm gücüyle göğsüne vururken hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Duyduğunu söylemişti, duyduğu kardeşinin öldüğü müydü?

Orada dakikalarca ağladı, durmadı, susmadı. Ardı sıra çıkan ambulansların yanında soğuk asfaltın üzerinde titreyerek gözyaşı akıtıyordu. Ambulansın arkasından arabalar da ilerlerken en sona kalan durdu. Hepsini tek tek izlemişti, insanların gözündeki endişeyi görmüştü. Ona kimse yardım etmiyordu. Tek başına kardeşini nasıl bulacağını düşünüyordu, saçlarını çekiştire çekiştire yere dikti gözlerini. Askerler ne yapacaklarını düşünürlerken arabadan inen komutanlarıyla dikleşerek ciddiyetle selam verdiler. Yağmurun ıslattığı asfaltın her detayı incelerken gözüne ilişen bir çift postalla yavaşça bakışlarını kaldırdı. O gün konuştuğu adamdı, kaşları çatılırken ağlaması kesildi. Saf öfke tüm duyguları ezerek kendini gösterirken önünde eğilen Barlas'la geriledi. Ne düşündüğü belli olmayan ifadesiyle ona bakan adamı yumruklamak istiyordu, çocuk gibi oynamıştı onunla. "Senin ne işin var burada?" ilk karşılaştıkları gibi derindi sesi.

Eğilmesine rağmen oldukça uzundu. Askerlere çevirdiği başıyla içeri geçmelerini söylediğinde çevrede yalnızca ikisi vardı. "Haberin yoktur senin." imalı konuştuğunda ses tonu havadan daha soğuktu. Bilge'yi tanıyanlar böyle konuştuğunda kaçmaları gerektiğini bilirlerdi. Devam etti, "Ben her gün buradaydım." Barlas verdiği sözü hatırladığında geç kalmıştı. Fazlasıyla geç kalmıştı. O gün kısaca araştırma yaparak konuyu rafa kaldırmak zorundaydı. "Haberim yoktu." bilmiyordu çünkü haber vermek için gelen askerlerin hepsini geri göndermişti. Yoğundu, operasyonun ilk gösterimi beklenmedik şekilde sonuçlanmıştı. Ardından göreve gitmişlerdi. Başka herkes sinir diyebilirdi, Barlas bu gözlerdeki bakışa sadece hüzün derdi. İki gündür bile tanımadığı kadını okuyabiliyordu, yoğun hayal kırıklığı vardı. Öfkeyle kapatmaya çalışıyordu. Sendeleyerek ayaklandı Bilge, elini taş duvara yasladığında önce biraz soluklandı.

Barlas'da ayaklandı, açık olan arabasına omzunun üstünden kısaca baktıktan sonra önüne döndü. "Siz.. Nasıl insanlarsınız?" gözler buluştuğunda iki yabancının birbirini nasıl dağıtacağı birazdan ortaya çıkacaktı. Kader ikisini beraber yazmıştı, tanışma vakitleriydi. "Nasıl insanlarmışız?" sakinlikle cevapladığında ona dönen yeşiller ateşti. Orman vardı ve tam şu an yanıyordu. Görünüşüne o kadar zıt bir kadındı ki kafasını karıştırıyordu, bazen kedi, bazen kaplandı. "Duygusuz, yalancı, soğuk, kaba." dişlerini sıkarak adama yaklaştığında dağınık saçlarını geriye iteledi. Babasını anlatıyordu başka bir deyişle. Yere düşen beresiyle atkısı ayaklar altındaydı. İşaret parmağını ok gibi karşısındaki Barlas'ın kalbine sapladı. "Ama sen, sen şerefsizsin." bakışları parmağına, ardından gözlerine döndü. "Neyim?" dedi şaşkınlıkla.

"Şerefsiz! Köpek! Yalancı piç! Siçacağum ağzina!" sonlara doğru kayan ağzına engel olamadı. Sinirlenince oluyordu.

"Ne yapacaksın ağzıma?"

"O kadar alışıksınız ki ölüm haberi vermeye. Sizi hiç zorlamıyor değil mi?" Bilge'nin kafası tamamen başka yerdeydi. Adam sinirlense mi, gülse mi, şaşırsa mı bilemiyordu. Oysa ki kadın gayet ciddiydi, ellerini ıslak saçlarından geçirerek dağıttığınıda uzun saçlarının bir kısmı karşısındaki bedeninin yüzüne çarptı. "Sürekli gördüğünüz bildiğiniz şeyler. Söylerken de zor olmuyor tabi." az önceki askerlere gönderme yaparak bağırıyordu. Oysa çok yanlıştı dedikleri, sözleri delip geçiyordu. Aklı yerinde olsa bu kelimelerin hiçbirini söylemezdi. Bilirdi, babası da askerdi. Yıllardır kızının yüzüne bakmıyordu. "Bak derdin ne bilmiyorum ama.. " sözünü bölen şey bağıran Bilge'den başkası değildi, "Anlatayım sana derdimi!"

Yerdeki çantasını aldığında hızla içinde bir şeyler arıyordu, "Yalancı seni. Çocuk gibi oynadın benimle, çocuk gibi!"

"Oynamadım. Böyle bir amacım yoktu."

"Kardeşimdi lan o kız benim! Hiç mi yüreğin sızlamadı beni kandırırken?" aradığı şeyi bulamadıkça sesi yükseliyordu.

"Her şey ani gelişti, göreve gittim."

Tek kelime dahi etmez, kimseye açıklama yapmazdı. Ama bu kadının haklılığı boynunu büküyordu, belki de hayatında ilk kez mahçup hissediyor, kendini açıklıyordu. Bilge çantayı yere fırlattığında istediğini bulamamıştı, karşısındaki adamı sertçe ittirdi. "Kardeşimdi!" boğazı yanıyordu, bağırmaktan sesi kısılacaktı ki askeriyeyi bastığının ertesi gününde kısılmıştı. Günler boyu sıcak çikolata, süt, çay içmişti. "Beni kandırdın, buradan gitmem için yalan söyledin!" oysa istese tek kelimesiyle dışarı attırabilirdi, hatta kendisi de atardı. Zihnindeki sesler susmazken bedeninde mantık yoktu, mantık dışında her şey vardı.

"O nasıl bir düşünce?" defalarca kez omzuna vurmasına izin verdiğinde sabırla yeşilleri izledi. Güzel ve deli. "Yardım edecektin, yalan söyledin!" belli ki yetmiyordu. Gözleri tekrardan yere kaydığında kısa bir an sessizleşti, gördüğü şey hoşuna gitmiş olacak ki burnunu çekerek yere eğildi. Soğuk metal şişeyle geri ayaklandığında, "Yalan söylemek neymiş göreceksin." diye mırıldandı. Şişenin ucunu açtığında Barlas ne yapacağını izliyordu; Gözüne sıkılan biber gazını o da beklemiyordu.

"Yalancı şerefsiz!"

"Lan napıyorsun manyak karı!"

"Köpek!"

Tüm şişeyi gözlerine boşaltmaya yeminliyken az önce içeri yollanan askerler dışarı çıkmış, ağızları bir karış açık şekilde ikiliyi izliyorlardı. Barlas alışkındı, yıllarca eğitim almışlardı ama hem Bilge'den beklemediği, hem de aniden geldiğinden anlık afallamıştı. Ekstra acı bir şeydi. Şişeyi yere fırlattığında çantasını kaparak hızlıca koşmaya başladı, koskoca adama sinirle biber gazını resmen boşaltmıştı.

"Gel buraya." kolundan tuttuğu kadını çekeceği anda kısa saçlarına sıkıca dolanan eller de beklenmedikti. Karşısındaki kadın insanı deli ederdi. Kendi de deliydi. "Aptal!" son kez hakaret ettikten sonra koşarak kaçan Bilge'yi bu sefer tutmadı. "Evine ekip yollatacağım senin!" diye bağırmayı da ihmal etmedi. Şimdi kaçabilirdi.

Gözlerini bir kaç kere kırpıştırdığında yanma hâlâ yerli yerindeydi. Sabır çekerek bir süre bekledi, onu izleyen askerlere çevirdiği başı ile hepsi kedi gibi kaçışacakken birbirlerine çarpmaları bir oldu. "Kaçmayın."

"Komutanım.."

"Komutanım ne oldu az önce?"

"Komutanım yakalayalım isterseniz."

Bok boku kenefte bulurmuş misali tüm olaylar aksilikle ilerlerken hafif bir açıyla boynunu büktü. Çıkan ses hepsinin yutkunmasına sebep olduğunda, "Burada yaşananları duyan olursa hepiniz siktir olur ananızın dizinin dibine dönersiniz!" buralarda Barlas komutana bulaşmak hayatının hatasını yapmak demekti, bilmeyen yoktu. Ağzı lâl olan askerler hızlıca başlarını salladılar, daha bitmemişti. "Şimdi gidin bahçeyi ben gelene kadar turlayın."

"Ne zaman geleceksiniz ki komutanım?"

"Ne zaman geleyim bebeğim?" diğer iki asker soruyu sorana dirsek atarlarken o kendini açıklama çabasına girmişti ki bağıran adamla durdular.

"Siktir git lan, siktirin gidin koşun. Hadi! Bekleme yapma!"

Hep bir ağızdan anladıklarına dair gür bir sesle yanıtladıklarında koşmak adına yanlarından ayrılmışlardı.

Barlas ise hâlâ bulanık olan gözlerini sildiğinde yerdeki bere ile atkıyı alarak arabasıyla askeriyeden uzaklaştı. Akşam uğraşacaktı.

 

-

 

Verda koca ekranların başında dikkatle görüntüleri izlerken yanağından süzülen yaşlardan habersizdi. Çınar'ın günlerdir kameraları fark ederek yarımca sırıtmasına hayranlıkla bakmış, yeri geldiğinde ise ağlamıştı. Acar göreve giderken onu götürmeme kararı aldığında şiddetle karşı çıksa da kabul etmek zorunda kalmıştı. Doğru bir karardı. Örgüt liderinin bacaklarına ateş etmişti, buldukları yerde başına üşüşürlerdi. Fakat asıl sorun bu değildi; Sorun, Verda'nın bunu tekrardan yapabilecek cesarete sahip olmasıydı. Konu Çınar olunca yapmayacağı şey yoktu.

Şimdi saat gecenin üçüne gelmek üzereyken az önce yaşanan patlamaya bizzat şahit olmuştu. Burak, Badem ve Candar'ın kamerasındaki görüntüler kaybolurken diğer askerlerle neler olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Kontrol merkezi karışmıştı. Burak'ın konuşmaları odada yankılanırken sessizlik hakimdi, vücudunu hissetmediğini söylüyordu. Askerlerin birbirlerine olan kaçamak bakışları acı doluydu, timin teyit etmek için sahaya girmesiyle tek yürek gelecek haberleri bekliyorlardı. Verda'nın dudaklarından kaçan hıçkırıkla ağzına giden eli sebebiyle bir kaç kişinin bakışları onu buldu. Vakti değildi, dağılamazdı. Eline uzatılan suyu titreyerek aldığında bir kaç yudum içti, avuçlarına dökerek yüzüne çarptığında üstü de ıslanmıştı. Deli gibi sallanıyor, odada hızla yürüyordu.

Elleri saçlarının arasındayken aklına gelen şeyle odada duyulan ses eş zamanlıydı. Üzerinde bir kamera vardı. Ekranın başına geçtiğinde sistematik olarak Çınar'ın kamerasını aktive etti, şimdi koca ekranların üstünde Fehdal köpeği vardı.

Attığı yumruklarla iki beden birbirini savururken kamera sallanıyordu. Görüntü bulanıklaşmıştı, yerdeki karlar hafifçe ekranı kapladığında net olan pek bir şey yoktu. Acar'ın gelmesiyle kamera ona döndü, Fehdal'ın bacağına gelen kurşunla koca bir feryatla yere yuvarlanması da bir oldu.

Onların kapışması devam ederken diğer ekrandan gözükenler kan dondururdu. Badem'in yanmış ve neredeyse parça parça olan bedeni gözler önündeydi. Kemikleri gözüküyor denecek cinstendi. "Hasiktir." Verda'nın kıvırcıklarına daldırdığı elleri hafifçe saçlarını çekiştirirken aceleyle tim ile iletişime geçmek için ekrandan ayarlamaları yapmaya başladı. Sisteme giriş yapıldığında, "Durum ne?" diye bağırdı. Askerlerden biri cevapladı.

"Komutanım nabız çok düşük."

"Canını acıtmadan sedyeye yatırın."

"Elimizde yalnızca bir sedye var, bir kaç askerimiz daha yaralı."

"Bunun kadar acelesi yoksa sedyeye Badem'i alın."

"Komutanım nabzı kaybediyoruz."

"Acele edin o zaman!" odadaki en kıdemli kişi olarak bir yandan diğer askerleri yönlendiriyordu, alana destek ekip sağlarken yapılması gerekenleri anlatıyordu. İlk yardım derslerinde en iyisiydi. Helikopterle doktor yollamayı düşünmüştü fakat doktor oraya ulaşana kadar onlar dönüş yolunda olurlardı. Zaman kaybıydı. Albayı çağırmak adına kapıya yöneleceği sırada içeriye giren Leylak'la duraksadı. "Albayım Akad komutanım bulundu." dedi gururla, Çınar'ı da gelecekti. "Durumu nasıl?" heyecanını gizlemeye çalışsa da bir anne olarak kalbi ağzında atıyordu. Yüz ifadesi düzken, titreyen elleri her şeyi yansıtıyordu. İnsan içinde tutsa dahi beden yansıtmanın bir yolunu bulurdu, hangi duygu olduğu fark etmezdi. Nasıl yansıdığı önemsizdi, duygular her zaman kendilerini gösterirlerdi.

"Pek iyi sayılmaz komutanım, şu anlık hayati tehlikesi ileri boyutta değil." çıkarılan raporları eline aldığında karşısındaki kadına uzattı. Kıvırcık saçlarını geriye doğru toplarken duyulan şey ile herkesin bakışları ciddiyetle ekrana döndü. Fehdal köpeğinin sesiydi.

"Şu anda kardeşinin kafasına dayatılan silahın patlamasını sağlayabilirim Yüzbaşı."

Zar zor nefes alıyordu, sol bacağındaki kurşun belli ki canını çok sıkıyordu. "Askeriyede sedyede uzanıyor, görünüşe göre uykusu derin. İster misin sonsuza kadar güzelce uyumasını?" dişlerini sıkarak konuşuyordu. "Ya sesini çıkarmadan benimle gelirsin, ya da biliyorsun. Öldürürüm." Alçin'in askeriyede olduğunu ve başına gelenlerin küçük bir kısmını kısaca Burak'tan öğrenmişti. Yalan söylemiyordu, peki Fehdal bunları nereden biliyordu? Ne devamını, ne de teklife vereceği cevabı dinlemedi. Kapıyı açıp koridorda canını dişine takarak koştu Verda, yetişmesi gerekiyordu. Alçin'in başına silah tutacak insan anasının karnından doğmamıştı, içeride bir hain daha vardı. Koridorları inletirken yanından geçtiği her asker neler olduğunu sorguluyordu. Aldığı ilaçlardan ve sakinleştiricilerden uykusu derin olan savcının herhangi bir tehlikeyi fark edememesi olasıydı. Tam zamanını seçmişlerdi.

Büyük oyunlar dönüyordu.

Askeriyeden çıktığında koca bahçeyi aşarak sağlık ocağına girdiğinde belindeki silahı çıkarıp emniyeti açtı, direkt vuracaktı. Karanlık çevreyi aydınlatan soluk, tavanda gidip gelen ışıklardı. Sürgülü kapının önüne geldiğinde hızlı hareket etmeliydi, pozisyonunu alarak kapıyı araladığında hastaları birbirinden ayıran perdelerin ardında Alçin'in olduğunu biliyordu. Tedavi gören başka kimse yoktu. Onun perdesinin ardındayken hıçkırık sesi duydu, boğuk bir ağlamaydı.

Perdeyi kenara çektiğinde silahı karşıya doğrulttu. Kimse yoktu. Hemen kenardaki açık olan pencerenin yanına ilerledi, çevreye bakındığında da gözüken bir şey yoktu. Eliyle alnını ovaladı sinirle, neyin içinde oldukları belli değildi. Bundan Alçin'e bahsedemezdi.

Soğuk rüzgarın estiği pencereyi kapatarak yataktaki bedene bakındı. Rüyasında gördüğü şeyler ağlamasına sebep oluyordu, gözyaşı yoktu fakat mırıldanıyordu. Yarısı açılmış üstünü sıkıca örttü, biri gelene kadar başında beklemek en doğrusuydu.

Alçin bilmese de Verda onun gölgesiydi, abisi yoksa o vardı.

 

-

 

"Abi.." sedyenin başında koridorda koşan Hira'yı kolundan çekmeye çalışan Cevdet Bey pek başarılı olamıyordu. Abisinin görüntüsünden dolayı fal taşı gibi açılan mavileri, psikolojisinin bozulacağına dair en büyük işaretti. Yine de bırakmıyor, doktorlarla hızlıca koşuyordu. "Bırak!" çığlığı yükseldi dudaklarından, babası belini kavrayarak geriye çektiğinde ayakları yerden kesilmişti. Akad'ın ameliyathaneye götürülen bedeni gözlerden kaybolurken belindeki kolları yumrukladı. "Bırak beni, bırak!" kızında ilk defa gördüğü öfke onu bozguna uğratmıştı. Her daim sabırlı, sakin, sessiz olan Hira, konu abilerine gelince değişiyordu.

Elinin sertliği ise aile genetiğiydi.

Ayakları yerle buluşunca dizlerinin bağının çözülmesi bir oldu. Başını olumsuz anlamda sallıyor, dudaklarında anlamsız şeyler mırıldanıyordu. Leylak Hanım bir eşine, bir de yerdeki kızına çevirdi gözlerini. Akad'ı öyle görmek iyi gelmemişti. Eşinin ciddi ifadesini görünce yutkundu. Anneliğini mesleğinin önüne koyamazdı, bu yanlıştı. Titreyen bedenine aldırmadan ifadesini düz tutmaya çalışarak kızına ilerledi. O esnada koridorun başında gelen sedyedeki Badem'de gözler önünden gelip geçti.

Peşinden koşan Burak sırtını camdan duvara yasladığında nefes nefeseydi. Acar ve timdekiler de kata giriş yaptıklarında herkesin yüzünden düşen bin parçaydı. Hira gibi yere düşen Burak yüzünü avuçları arasına aldığında sessizce gözyaşlarını akıtıyordu. Kolay mıydı sevdiğini öyle görmek? Kimsenin görmemesi için nasırlı elleri yüzünü daha da sıkıyor, sık nefeslerini yüzüne hapsediyordu. Yanmış olan kolunu, topallayan bacağını dahi umursamamıştı, sadece koşmuştu. Badem'in canına karşılık geçen her dakikayı koşabildiği kadar koşmuştu. Omzuna dolanan eli hissettiğinde başını kaldırmadı, "Kalk, yaralarına baktır." komutanının emrine karşılık başını yerden kaldırmadan öylece oturmaya devam etti.

El çekildi, "Kalk asker!" komutu duyuldu. Badem dışında herkes bilirdi Burak'ın aşkını. Dile getirmeseler de anlarlardı. Kalkmadı, emre karşı geldi. Askerdi, kolay kolay yıkılamazdı. Yakalarından tutulduğu gibi ayağa kalkmasıyla avuç içleri yüzünden ayrılsa da yere bakmaya devam ediyordu. Kızarmış yüzü gözyaşlarıyla ıslanmış, acısını yansıtır olmuştu.

"Hemşirenin yanına gideceksin, anlaşıldı mı?" ılımlı ses tonunu normalde hiçbir askerine kullanmazdı. Yansıtmasa da hepsi canıydı, sırt sırta vatan mücadelesi verdiği insanlar hiç önemsiz olur muydu? Olmazdı. İçten içe hepsine ailem diyordu Acar, değer veriyor, sayıyordu. Burak kafasını sağa sola salladığında yakalarından silkti, "Gideceksin, tedavi olacaksın."

"Yapamam komutanım." yüzü şekilden şekile girerken gözyaşları hızla akıyordu.

"Yapacaksın." duvara yapıştırdığını bedeni hafif çekip tekrardan sertçe geri iteledi. "Komutanım ona bir şey olursa ben yaşayamam.." diye bağırdı Burak, bakışları ameliyathane kapısındayken çevredekiler onu izliyordu.

"Ona bir şey olmayacak." diğerleri de Burak'ın yanına yaklaştılar, "Köpek gibi aşığım komutanım, benim canımı alsınlar ona versinler sesim çıkmaz yemin ederim.." hıçkırıkları arasından kesik kesik konuştuğunda bir eliyle gözyaşlarını sildi. Acar ise yakalarını bıraktı, "Canın sende kalsın Burak, sözüme güven." dediğinde Boran ve Candar'a kafa işaretiyle acili gösterdi. "Dediğimi yap, itiraz hakkı tanımıyorum." el mahkum kolları tutularak acile ilerledi. Bir an bile ayrılmak istemediği kapının önünden mecburen uzaklaştı.

"Katı boşaltın." emriyle diğerleri de çıktığında şimdi ailesiyle baş başaydı. Yerdeki Hira sessizce aynı noktaya bakıyor, kafasını sallayarak mırıldanmaya devam ediyordu. Kardeşinin yanına eğildi, bu durumu kaldıramayacak kadar hassastı. "Abim.." önüne düşen saçlarının bir tutamını kulağının arkasına yerleştirdi, çenesinden tutup yüzünü kaldırdığında ise değişen bir durum yoktu. Donmuş gibiydi. Acar'ın bakışları tereddütle annesini bulurken dudaklarını ıslattı. "Abim hava alalım mı?" sorusuna da cevap alamadı. Sakinleştirici verilmesi daha doğru olurdu, deli gibi titriyor, dişlerinden bile sesler geliyordu. Annesi de farksızdı, sakin yüzünün aksine içinde kopan fırtınaları görebiliyordu oğlu. "Hira, kalk hadi kızım." babasının sesini duymasıyla bakışları hastanenin fayanslarından duvarına doğru kalktı. Bunu yaparken korkutucu bir yavaşlıkla ilerlemişti, mavilerinden geçen her duygu kendinde olmadığının göstergesiydi. Hızla ayaklandığında Acar'da aynı şekilde onunla kalktı.

"Mutlu musun?" fısıltısı titrek dudaklarından döküldüğünde yumruklarını sıkmaktan boğumları beyazlamıştı. Kime dediği anlaşılmadığı için herkes birbirine bakarken arkasına döndü, babasına. Gözlerini gözlerine diktiğinde hiç olmadığı kadar cesaretliydi, kendi için sesi çıkmasa da abisi adına her yeri yıkacak kadar güçlü bağırabilirdi. "Anlamadım?" tok sesi duyduğunda sinir kat sayısı arttı, ciddiyetinden ödün vermeyen Cevdet Bey ne diye baba olmuştu? Evde de emirlerini yağdırabileceği bir düzen kurmak istiyorsa sikerlerdi, büyüttükleri düzeni yıkardı.

"Hastalıklı takıntıların yüzünden evde kurduğun sistematik düzenin sonuçlarından bahsediyorum."

"Ne diyorsun Hira?" az öncekine karşılık sesinin desibeli yükselince Acar dik duruşu ile kardeşinin arkasındaki yerini aldı. Düşmana bakarcasına bakıyordu öz babasına.

"Nefret ediyorum! Senden de, kurduğun iğrenç düzenden de nefret ediyorum." dolan gözlerini öfkesinin arkasına saklarken dişlerini sıka sıka konuşuyordu. "Benim abim içeride o haldeyse senin yüzünden!" bağırmasına engel olamayarak işaret parmağını babasının kalbine bastırdı.

"Senin abin vatan savunuyor, kendine gel."

"Benim abim hiçbir zaman asker olmak istemedi! Senin yüzünden!"

"Başka ne olacaktı? Bundan daha şerefli bir görev var mı?"

"Sırf ona verdiğin iki sevgi gösterisine olan muhtaçlığından ne dediysen yaptı."

"Hira sus." annesinin koluna dolanan elini tüm gücüyle itti, susmayacaktı.

"Mesleğinle babalığı ayırt dahi edemeyecek kadar kuralcı birisin, kendi çocukların bile sevmiyor seni!" gittikçe artan çığlıklarına karşılık babasının kalkan elini görünce hızla belinden kavrayarak arkasına aldı kardeşini. Cevdet titreyen elini indirirken götürün şunu gözümün önünden demişti. Acar'ın karşısındaki adamın üstüne yürümesiyle aralarına giren annesi korkuyla sakinleşmeleri adına yalvarıyordu. Hira'nın ise durmaya niyeti yoktu, abisinin önüne geçmeye çalışarak bağırmaya devam ediyordu.

"Arkanda bıraktıklarının ne acılar çektiğini hiç düşündün mü?"

"Keşke senin gibi bir babam olmasaydı!"

Acar kardeşinin kolunu kavrayarak götürme niyetindeydi, ağlayacağını anlamıştı. Bunların karşısında ağlarsa sonradan pişman olurdu, yaşamıştı. Annesinin babasını sakinleştirmeye çalıştığını gören Hira'nın öfkesinin ateşi harlanıyordu. "Sende zamanında çıkıp kocana iki laf edemediğin için çocukların şu an bu halde!"

Parmağını sallayarak annesinin kırgın gözlerine baktı, "Yalandan abimin kapısının önünde duramazsınız!" kolunu tutan abisine rağmen onlara koşturduğunda ilerleyemeden belinden geriye çekildi. "Ne biçim insanlarsınız? İçeride olan sizin çocuğunuz ve siz utanmasanız.." babasına acımıyordu, anlık sinirle bunları söylediği belliydi. Cümlesini bitiremeden ağzını kapatan el ile devam edemeden koridordan çıkmak zorunda kaldı. Sakinleştiğinde pişmanlığını yaşayacağı çok fazla şey söylemişti fakat o cümleyi bitirirse haklı olmasına rağmen özür dilemek için ayaklarına dahi kapanırdı. Kardeşini tanıyordu. Kalbinin ne kadar büyük olduğunu da, temiz olduğunu da biliyordu. Adımları alt kat yerine üst katı bulduğunda kolunu tuttuğu kardeşi bir eliyle sinirle kendi saçlarını çekiştiriyordu.

Terasa çıkmışlardı. Boş alanı gördüğünde kapıyı kapatarak Hira'yı kolları arasına aldı. "Canımın içi, ben buradayım." zayıf kollar ona sıkıca dolandığında yükselen hıçkırıklar geceyi inletiyordu. Az önce yapması gerekeni yapmıştı, Acar ne araya girmiş, ne de durdurmamıştı çünkü insanı en çok söyleyemedikleri yıkardı. Fırsatı ve cesareti varken yapabildiği kadar içini dökmüş, düşüncelerini söylemişti.

"Bana onu sağ salim getireceğini söylemiştin. Yalancı." abisinin sıcaklığına daha çok sokulurken yumruklarını omzuna geçiriyordu. Saçlarını okşayan Acar umursamıyor, sessiz sessiz ağlamasının bitmesini bekliyordu. Aşağıda yaşam mücadelesi veren iki candan habersiz saatlerce terasta konuşmuştu iki kardeş, birbirlerini anlarlardı.

Savcının da aşağıdaki canların üçüncüsü olacağını kimse tahmin edemezdi.

 

-

 

Yarım saate yakın süredir elimde anahtarla, kapının girişinde öylece duruyordum. Arkamdaki açık yerden soğuk rüzgârlar sırtıma vururken abimin odasının kapısını izliyordum uzaktan. Umay'ın kaç kere aradığını sayamamıştım, bakacak durumda değildim. Derince nefes aldığımda kapıyı kapatarak anahtarı rastgele masanın üzerine çantamla beraber fırlattım.

Gittiğinden beri bu eve girmiyordum.

Odasının kapısı bir kez açılmamıştı, kokusuna ihtiyacım vardı. Cesaret diledim, güç istedim. Yaradan bana abimi vermezdi belki ama bunları verebilirdi. Ayağıma akan kan damlaları evin parkelerini ıslatırken bacağımdaki dikişlerin patladığını biliyordum. Günlerdir ne yemek yiyor, ne yerimde durabiliyordum. Serumlarla ayakta kalabilen biri olarak bugün yeteri kadar bedenimi zorlamıştım. İyi bile dayanmış sayılırdı.

Duvara tutundum, abim gittiğinden beri buz gibi olan duvarlar az önceki yağmurların aksine tenimi üşüttü. Bedensel değildi, ruhum üşüyordu. Kapının önüne geldiğimde dizlerimle yere çökmemek o kadar zordu ki kapı kolunu sıkı sıkı kavrayarak ayakta kalmaya çalışıyordum. Bir gün bana bir şey olursa derdi hep, dinlemezdim. Aklımın ucuna dahi getirmek istemediğim, hep kaçtığım bu gerçeğin içinde oradan oraya savruluyordum. Dizlerim istemsiz hafifçe kırılırken hâlâ ayaktaydım, elimi gerdanıma atarak kestiğim yerleri tekrardan kesmekten geri duramamıştım. Midem bulanıyordu, kusmak istiyordum. Belki de son gücümle kolu indirdim, bir kaç adımla içeri girdiğimde nefes almaya korkuyordum.

Aldım. Abimin kokusunu ciğerlerimin içinde karşıladım.

Gitmemişti, kendi gitmişti fakat silikleşen kokusu az da olsa yerindeydi. Gözyaşlarım şimdi akıyordu, yatağının üzerine doğru yürüdüm. Her zamanki gibi temiz, düzenliydi. Oturduğumda yastığını elime aldım, burnuma götürürken tek saniye düşünmemiş buram buram içime çekmiştim. Sıkıca sarıldığımda yastığın abim olmasını diledim, yastıktan bile medet umacak kadar dipteydim. En dibi görmeden bu cehennemden çıkamazdım, her defasında daha da batıyordum.

"Özür dilerim.. Özür dilerim nolur beni affet abi.." geç kalınmış özürlerin ne önemi vardı ki? Böyle olacağını biliyordun diyordu bir tarafım, buna rağmen abinle tartıştın, onu her saniye kaybetme ihtimalini bilerek yaşıyordun fakat öfken sevginin önüne geçti diyordu. Suçluydum. Göğsüme oturan ağırlık kaldırabileceğimden çok daha fazlası gibi hissettiriyordu. Diğer tarafım abin seni affeder diyordu, hiç kırılmamıştı, asıl bu hâlini görse bu şekilde düşündüğünü bilse üzülür diye savunmasını yapıyordu. Giden gitmişti, ben ve pişmanlıklarım sırtıma saplanan bir kılıçtan daha ağırdı. Omuzlarım düşerken ileri geri sallanarak ağlıyordum, sarsıla sarsıla.. "Allah belamı versin." diye mırıldandım, haftalardır dilediğim gibi onun yerinde ben olsaydım düşüncesi zihnimi terk etmeyen zehirli sarmaşıkmışcasına bedenimin her bir köşesini sarıyordu. Sol kolumda kendini göstermeye başlayan uyuşmaya aldırmadım, yavaşça ayaklanarak dolabın önünde durdum. Bir zamanlar içinde olduğu kıyafetlerde artık sadece anılar saklıydı. Görebilir miydim elime alsam yaşanan anıları? Hissedebilir miydim her birini teker teker mutluluğuyla? En çok giydiğini, hediyem olanı alarak askısından çıkardım. Odunsu koku burnumu doldurduğunda gözyaşlarım aktı mutlu anıların üzerine. Diğer üstlerinde de ellerimi gezdirirken gözlerime ilişen kutuyla duraksadım.

Arkada, köşede saklanmış kocaman kırmızı bir kutu. Verda ile olan özel eşyaları olabileceğinden dokunmaktan vazgeçtiğim esnada kenarında yazan Alçin'ime.. yazısı ile kaşlarım çatıldı. Kutuyu elime aldığımda her doğum günümde gönderdiklerinin benzeri olduğunu fark etmemle bakındım. Bir kaç gün sonra doğum günümdü. Kokusu kaçmasın diye dolabın kapağını kapatarak tişört ve kutuyla yatağa doğru ilerledim. Büyük kapağın üzerindeki siyah şeritte elimi gezdirdiğimde gülümsemeden edemedim, üstüne kendi parfümünü sıkacak kadar deli bir abim vardı. Uzakta olduğum için yaptığı bu davranışı yabancılık çekmeyeyim diye yaptığını düşünüyordum fakat bu sene yanındaydım, ona rağmen parfümünü sıkmıştı. Yavaşça kapağı açtığımda merakla içine bakındım.

Bir kolye, bir kaç bebek kıyafeti, daha önce görmediğim fotoğraflar ve flash bellek. Burnumu çekerek elimin tersiyle gözyaşımı sildiğimde kolyeyi elime aldım. Tanıdık geliyordu, biraz daha bakınsamda çıkaramamıştım. Beyaz, zarif görünümlü, ortalama boyutlarda, ne olduğunu bilmediğim bir taştı. Altın zinciri ile gerçekten güzel olduğunu inkar edemezdim. Antika bir şeye benziyordu. Diğer eşyalara da bakındım. Beyaz bebek kıyafetleri oldukça küçüktü, kokladım, hafif bebek kokusu vardı. Dudaklarımı büzerek diğer parçalarını da inceledim. Tatlıydı. Kenara koyarak fotoğrafları elime aldım, aile fotoğraflarımızdı.

Birinde abimin kucağındaydım, kıvırcık uzun saçlarımı topluyor, daha çok mücadele veriyor gibiydi.

Diğerinde annemle mutfakta kek yapıyordum, daha doğrusu o yapıyordu, ben ise oturmuş onu izliyordum.

Aşkım vardı şimdi, muhtemelen kavga ettikten sonra kucak kucağa uyuyakaldığımız anlardan birindeydik.

Dördümüz vardık, ben, abim, annem ve Aşkım. Abimin kucağında olan Aşkım onu sıkıca sarmış, küçükken benden kıskandığını hatırlamama sebep olmuştu. Resmen takıntılıydı. Annem ise düz karnını tutarak kocaman gülümsüyordu, ben toplamasına izin vermediğim kıvırcık saçlarımla gururla ekrana bakıyordum.

Bir kaç fotoğraf daha vardı, hiçbirinde babam yoktu. Abimin neden babamın fotoğraflarını koymadığını anlamamıştım, gözyaşlarımı silerek dikkatlice kenara koydum. Küçük, metal flash belleği elime aldığımda çevreme bakındım. Masanın üzerindeki laptopa ilerleyerek masanın başına oturdum. Şifresini bildiğim ekran açılırken elimdekini de takarak bekledim. Merak ediyordum, içinde ne olduğu konusunda en ufak fikrim yoktu. Bir kaç dakikanın ardından sonunda açıldığında burnuma bastırdığım tişörtü geriye çekerek dosyaya giriş yaptım.

Kızım'a yazıyordu.

Bu ben miydim?

En baştaki videoya tıkladığımda ekranı abimin görüntüsü kapladı. Kısa saçlarıyla yeni bir video olduğu ortadaydı.

"Alçin'im, güzel kızım. Doğum günün kutlu olsun güzelim, olur da ben görevdeyken kaçırırsam diye her sene yaptığım gibi bu videoyu kaydediyorum. Senin bundan haberin yok tabi, ihtimal için kaydediyorum çünkü, sonrasında siliyorum. Eğer yanında değilsem bu kutudan haberi olan Meva sana verecek. Bu yıl da büyüdün, her geçen yıl sen yaş aldıkça ağlıyorum. Abiler ağlar mı deme sakın, kardeşleri için gerekirse kendilerinden vazgeçerler.

Dönüp de geçmişe baktığımda bir çok pişmanlığım var sana karşı, istediğin, hayal ettiğin, layık olduğun gibi bir hayat sunamadım sana. Affet. Elimden geleni yapsam da çok eksiğim oldu, ailemizin yokluğunu hissettirmemek en büyük gayemdi. Yapamadıysam, omzunda ağlayacak bir baba, güvenli bir liman aradıysan bir şeyleri yanlış yapmışım demektir. Özür dilerim. On yedi yaşımda baba oldum, kızımsın sen benim.

İyi ki varsın güzelim, senin doğum günün bir gün kutlanacak kadar basit bir olay değil. Varlığına her gün şükürler olsun, ışığım, canımın içi. Sakın yaş aldın diye büyüdün sanma evlilik, erkek yok. Bu konuları daha detaylı konuşacağız, sen daha küçüksün. Seni seviyorum kızım. Hep mutlu ol. Eğer bu videoyu izlerken ben yoksam, ve artık olmayacaksam üzülme. Zor olur, farkındayım. Ama abin her zaman seni izliyor olacak, göğe bak canımın içi."

Ara sıra gözyaşlarını silmiş, ara ara yazdığı kağıda bakınmıştı. Videoyu çekerken belli ki yanında Verda vardı, özellikle erkekler konusunda konuştuğu kısımda azar yediği kesindi. Ağlamaktan ıslattığım tişörte bakındım, derin nefes alarak diğer videoya geçtiğimde ekranda daha önce hiç görmediğim, eskiye dair çekimler vardı.

Sıra sıra izledim. Abimin doğumuma verdiği tepkiyi, kucağından asla indirmemesini, doğum günlerimi, annemin bana masal okumasını, düşünce abime koşmamı, Aşkım'la kavgalarımızı.. Boşluktu her şey, bomboştu.

Devamını izleyemedim, dayanamazdım. Uyuşan sol kolumu ovaladığımda krizin eşiğindeydim. Yavaşça ayaklandım, nefesim daralıyordu, odadan hızla çıkarak sertçe kapısını çektim. Ben hayatımda bana en değer veren insanı kaybetmiştim. Ve canını acıtarak yapmıştım bunu. Elime gelen ilk şeyi duvara fırlattım, iğrenç biriydim. "Allah belamı versin!" sıra sıra bir çok şeyi kontrolüm dışında çevreye fırlattığımda cam kırıklarının üzerinde dolaşıyordum. Acımıyordu. On iki yaşımda can kırıklıklarıyla tanışmıştım. Bu acımazdı. Metalik şişeyi camla kaplanmış koca duvara geçirdiğimde tıpkı Verda'nın evinde olduğu gibi burası da paramparçaydı. Etraf tuzla buz olurken kendimi kaybetmiştim, ellerimi saçlarıma geçirip yolabildiğim kadar yoldum. Ağlamaktan nefes alamıyordum, nefesim kesiliyordu. Sol kolum uyuşuyor, kalbim hiç olmadığı kadar hızlı atıyordu. Kulaklarımda çarpıntımın sesini duyabiliyordum.

"Nasıl bir insanım ben?" Alçin'in sevilmeyi hak etmediğini söylerken Esra haklıydı, Ahsen sevilmeyi hak eden tek kişiydi. Abimin bedeni toprağın altına giremeden ben girmiştim. Çığlıklarım boş evi doldururken delirmiştim. Sırtımı yasladığım duvardan kayarak yere oturdum. Ellerim yolduğum saçlarımla dolmuştu, yine de çekiştirmeye devam ettim. Kalbimdeki baskı arttıkça nefes alışlarım daha da hızlandı, yetmiyordu. Çalan zilin farkındaydım fakat kafamı çevirmekten fazlasını yapamamıştım, odadaki silahımı alıp tam kalbime kurşunu sıkmak gibi düşüncelerim vardı. O zaman belki hem acısı dinerdi, hem çarpıntısı dururdu.

Öldür kendini.

Kulaklarıma fısıldanan cümlelerle bunu yapmak için can atıyordum. Emekleyerek odama gitmek istesem de yapamadım, gücüm sanki bir anda elimden alınmıştı. Orada dakikalarca bağıra bağıra ağladım, camlar bedenimin her yerini kesmişti. Kolumdaki dikişler de patlamıştı. Her yer kan gölüne dönmüştü. Tüm hayatım boyunca sahip olduğum tek insandı. Varlığına her gün şükürler olsun demişti, varlığımın o olmadığı sürece bir önemi yoktu. Henüz on yedimde baba oldum dediğinde bunu biliyordum ama ona yetersiz hissettirdiğimi bilmiyordum. Kendime ve sorunlarıma o kadar odaklıydım ki onu görememiştim.

Her cümlesi kulaklarımda çınlarken kafamı arkamdaki duvara defalarca sertçe vuruyordum. Bedenim artık benim elimde değildi, çevrem dönüyordu. Panik atak ilaçlarımı kullanmam lazımdı çünkü sol kolumdaki uyuşma fena derecedeydi. Yerimden kıpırdamadım, çalan zil sonunda durduğunda gözüme ilişen bedenlerin gerçekliğini sorguluyordum.

Pars Abi ve Umay.

Umay'ın etrafı süzen ela gözleri dehşetle açılırken yerdeki beni görmesiyle duraksadı. İlk defa birileri beni bu kadar berbat halde görüyordu. Kırdığım camdan girerken bir an bile tereddüt etmemişlerdi. Pars abi kısaca bakmanın ardından hızla bana koşarak kucaklamak istese de izin vermedim. Kendimi geriye çektikçe daha çok batan cam parçalarından dolayı durmak zorunda kalmıştı. Umay ise bir an bile düşünmeden dizleri üzerinde çökmüş, kafamı tutarak omzuna bastırmıştı. Dizlerine batan cam parçaları onu da kesiyordu, "Alçin, geldim bak ben buradayım kardeşim.." başım dönerken abisine ecza dolabından bir şeyler getirmesini ve ambulansı aramasını söylemişti.

Normalde fazlasıyla soğukkanlıydı, onu telaşlı gördüğüm nadir anlardaydık, "Kalk Alçin kalk." zorla kaldırmaya çalışsa da beceremiyordu. Başımı sağa sola salladığımda ağlamam şiddetlenmişti, "Abim yok Umay, benim abim yok." son gelişmeleri bilmiyorlardı.

Göğsüm yanmaya başlamıştı. Yutkunmak da, nefes almak da artık imkansızdı, "Abin bulunacak Alçin, hani umudumuz vardı bizim?" avuç içlerine aldığı yüzüme şefkatle bakıyor, yanaklarımı okşuyordu. Pars abi geldiğinde pansuman yapmaya çalışsa da o kadar fazla kanayan yer vardı ki seçememişti. Kulaklarımdaki fısıltılar kesilmiyordu, "Öldüreceğim kendimi!" çığlığımla kalkmak istesemde sıkıca tutulmamla hareket dahi edemedim.

Dakikalarca olduğum yerde kıvranırken çalan zil ile Pars abi ayaklandı. Umay'ın göğsüne yaslıydım kapıyı ben göremiyordum ama o kafasını geriye eğerse görebilirdi. Saçlarımı öpüşünü hissettim. Abisinin gelmemesiyle hafif geriye eğilerek kapıya bakındı. Elimin altında kasılan bedenini hissetmemle kaşlarım çatıldı. Başımı geriye attığımda yüz ifadesi donuktu. "Alçin, abicim gelir misin?" Pars abinin salona girmesiyle yutkundum. Bir şeyler oluyordu. İkisinin de desteğiyle ayaklandım, gözlerim hafiften kararıyordu fakat aldırış etmedim. Artık göğüs bölgemi hissetmiyordum. Yüzümü buruşturmama engel olamadan yavaş adımlarla kapının önüne geldiğimde duraksadım.

Elinde bir bereyle jandarmalar kapının önündeydi. Kanlı bordo bere. Görünüşüm hepsinin birbirlerine bakınmasına sebep olsa da hepsi ciddileşerek, "Çınar Yüzbaşına ait." diyerek elindekini uzattı. Umay'ın kolumu güç vermek istercesine daha çok sıktığını hissettim ama ağzım bir karış açılmışken dönüp bakmadım. Uzatılan bereyi elime aldığımda titrememle düşecek sandım, düşemezdi. Sıkıca tutarak burnuma götürdüm, iç kısımları abim kokuyordu. Kurumuş kan bir kısmını koyulaştırmıştı, birazı elime bulaştığında yapılan açıklamayı duyamayacak kadar kulaklarım çınlıyordu. "Hayır.. Hayır." bir kaç adım geriledim, topuklarımdaki kesikler bana izin vermezken bedenim sertçe yeri buldu. Umay'ın kucağındaydım. Ambulans sirenleri vardı, ela gözler korku doluydu, jandarmalar vardı. Bacaklarımı duvara vurmak istercesine tekmeler savururken yaslı olduğum kucaktan kayıyordum. "Abim ölmedi! Abiler ölmez!" boğazımdaki nefes kesilerken bir çok şey hissettim, yanaklarımda eller, yüksek desibelli içeriğini anlayamadığım bağırışlar. Derin nefesler alıyordum, ölüyordum. Göğüs kısmım şimdi dayanılmaz derecede ağrıyordu. Bereyi kalbime bastırırken kesilen nefesimden dolayı yüzümün kızardığına emindim.

"Ölüyorum." fısıltım tüm gücümle çıkan tek şeydi. Sanki duyabildiğim tek cümle buydu. Gözlerim görüşünü yavaş yavaş yitirirken dudaklarımdan, "Özür dilerim abim." özrüm pişmanlıkla döküldü. Binlerce dilenecek özür vardı.

Seni on yedi yaşında baba yaptığım için.

Gençliğini benim yüzümden yaşayamadığın için.

Kardeşin olduğum için.

O kazada ölmediğim için.

Yetersiz hissettirdiğim için.

Yük olduğum için.

Tüm özürlerimi alıp gidiyordum, yaşamam abimin omzunda her zaman ağır yükler barındırmıştı. On yedi yaşındaki Çınar koca bir hayatı hak ediyordu, geri veremezdim. Hakkını ödeyemezdim. Çünkü artık öyle biri yoktu, abim ölmüştü.

Ağlarsa anası değil, kardeşi ağlayacaktı.

Ama artık bende yoktum.

 

 

 

.

.

.

.

 

 

Seviliyorsunuuuuuuzz, öpüldünüüzz.🧡🌻

Selam sevgili okurlarım, bu bölümün uzun olmasını özellikle istedim. Olayın fazla uzadığını, trajik sahnelerin fazla olduğunu düşünenler için konuşmak istiyorum. Öncelikle Alçin'in hayatı ve yaşadıkları ilk bölümlerde de belirttiğim gibi kolay şeyler değil. Kitap ve kalemim genel olarak trajedi şeklinde ilerliyor. Bu kızın güçlü yanı yok mu, bunu okumak istiyoruz diyenler de vardır. Tabiki de en doğal hakkınız, fakat hayatında sahip olduğu tek kişi abisiyken bırakın da bu acıları özgürce yaşayabilsin.

Güçlü yönlerini göreceğinize dair şüpheniz olmasın, güneşli günler yakındır. Ama genel olarak bu kitaptan her zaman çok mutlu sahneler beklemeyin lütfen.

Ayrıca hikayeye oy vermeyi, yorum atmayı çok görmeyin şu yazarınıza. Deli gibi motive oluyorum.

Ve en önemlisini de her bölüm sonu olduğu gibi tekrardan demeden geçemeyeceğim. Instagram hesabım, @gardenpaeonia oradan karakterler hakkında şeyler paylaşıyorum, fragmanlar yayınlayacağım.

Oraya destek sağlayarak beni çok mutlu edersiniz, ayrıca biyografisindeki linke tıklayarak whatsapp kanalıma da oradan ulaşabilirsiniz. Bir çok bilgiyi artık kanalda paylaşacağım;

- Bahçemde Bahar 💛

Bölüm aralığı en uzun süreci geçirdik, kusura bakmayın, özürlerimi iletiyorum. Yoğunluğun arasında elimden geleni yaptım diyebiliriz, umarım beğenmişsinizdir. Bir dahakine kadar.. 💛

Loading...
0%