Yeni Üyelik
16.
Bölüm

13, Bir Giden Bin Ölen

@gardenpaeonia

"Şimdi seni düşünüyorum biliyorsun,

Aklıma ellerin geliyor önce,

Yağmurlu bir gün hatırlıyorum,

Islanmış bir serçe kuşu hatırlıyorum,

Durup durup ölümü hatırlıyorum,

Alnıma bir ışık vuruyor karanlıkta..

Sonra alabildiğine bir sessizlik başlıyor,

Alabildiğine bir deniz.

Alabildiğine bir kum.

İçim ürpetilerle dolu.

Karanlık denizlerin ortasında,

Seni düşünüyorum,

Hani denizin insanı deli eden mavliği?

Nerede o güneş parıltıları nerede?

Göremiyorum ama duyuyorum,

Yaklaşan fırtına sen olmalısın.

Bu rüzgâr senin hayallerin olmalı."

 

-

 

Elimin altında hissettiğim beden belki de bu tabutun içinde tek parça değildi. Göstermemişlerdi. Abimi son kez görememiştim, şimdi ise aramızda bir tahta vardı. Oysa onun ruhu yoktu, benimkiyse canlı değildi.

Omuzlarıma attıkları siyah şaldan mı ibaretti acım? Yüreğimdeki ateş dışıma yansısa paramparça ederdi üzerimdeki bez parçasını, küller kalırdı.

Gözler vardı, bana bakan, acıyan. Sözler de vardı, bir kaç basit kelimeden ibaretti yalnızca. Bedenim ileri geri sallanırken vücuduma işledikleri fazla sakinleştiriciden mi yoksa ölümden mi olduğunu bilmiyordum. Başımı kaldırarak fotoğrafına baktım. Mavilerine.

ŞEHİT

Çınar MEVA

ÇANAKKALE

Hava Kuvvetleri

1989-2024.12.12

Üzerimde yorgunluk vardı, bitmez, dinmez bir ağırlık. Bunun yanı sıra canlıydım, diriydim, içinde ruh olan bir etten ibarettim. Hırslıydım, öfkeliydim. Kansızlara öfkeliydim, abimi benden aldıklari için. Abime öfkeliydim, bana bunu yaşatacak kadar görevini sevdiği için. Kendime öfkeliydim, yetmediğim için, çaldığım bir gençlik için. Herkese duyurmak istiyordum benden gittiğini, ağlamak istiyordum bağıra çağıra ardından. İstiyordum, istiyordum da yapamıyordum. Bir tekerli sandalyede oturuyordum, yanı başımda Verda vardı. Duruşu dikti, kahveleri yıkım. Abim ile beraber artık o da yoktu, anlayabiliyordum. Her şeyim dediği adam gitmişti, hem de gözleri önünde. Bazen bana garip bakıyordu, sebebi benmişim gibi. Bakışlarımı ondan çekerek önüme çevirdim, herkes çevremdeyken kameralar çekiyordu, yüzüme patlayan flaşlar kesilmezken sadece bayrağa bakıyordum. İnsanlar anlayışsızdı, acımın, yangınımın bin de biri o fotoğraflarda çıkmazdı. Önce üniformalı askerler konuşma yapmış, sonra hoca cenaze duaları okumuştu. Çok kalabalıktı. "Alçin, hadi." Umay'ın sesiyle vedalaşmam gerektiğinin farkındaydım, çenem titriyordu. Bedenim titriyordu. Başka bir evrende olmayı diledim o an, abimle mutlu olduğumuz, onun yaşadığı. Hatta belki ailem bile olurdu, bir sabah yağmuruyla gitmemiş olurlardı benden. Ben çocuk olabilirdim. Sevilirdim, hor görülmezdim, işkence çekmezdim. Abim baba olmazdı, genç gibi yaşardı. Ayaklarımdan birinde terlik bile yoktu, çıplaktı, kimse fark etmemişti. Boynum hafifçe geriye düşerken verebildiğim tek tepki buydu, dudaklarımdan mırıltılar çıkıyordu. Sakinleştiricilere de, bedenime bu zıkkımı nükseden herkese de küfrettim. Canım acıyor diyordum, anlamıyorlardı. Beni de gömün diyordum, anlamıyorlardı. Abim anlardı. Sıkıca Umay'a tutunarak ayaklandım, belimi bıraktığı an yere düşerdim. Acizdim, kontrolsüzdüm. Okşadım usulca abimin nasıl olduğunu bilmediğim bedenini, toprağa girdiğinde daha da uzaklaşacaktık.

"Ölüyorum.." mırıltımı duyabilen kimse bulunmuyordu. Günlerdir haykırıyordum öldüğümü, sayıklıyordum gerçekleri. Diliyordum ölmeyi, toprağın altında ruhumun can vermesini. "Ölüyorum abi ölüyorum, sen neredesin?" dudaklarımdan çıkanların sahibi ben değildim sanki. Çenem titriyor, sessizce konuşuyordum. İnsan nasıl dayanabilirdi ki bu acıya? Daha kokusu odasında dururken kendisi yoktu. Feryat figan ağlanırdı, gözyaşlarımı kurutmuşlardı. Vicdan yoktu. "Abi acıyor.." başım geriye düşerken ellerimi çekmedim, kalbim sızlıyordu. Sesim kırgındı, gözlerim görüşünü bulanıklaştırmaya başlamıştı. "Abi gel, sen hep gelirdin." kısa ve özdü. Abim hep gelirdi.

Abim bu defa sözünü tutamamıştı.

Midem bulanıyordu, kusmak istiyordum. Her duygu en uçta, en zirvedeydi. Ailem öldüğünde küçüklüğün getirisiyle hislerimin bilincinde olamamıştım. Şimdi her şey tüm çıplaklığıyla kendini gösteriyordu. Hareketlenme oldu. Abimin gitme vakti gelmişti, önce fotoğrafını aldılar, sonra onu. Bir ömür yaşanacak olan yokluğuna, bir kaç dakikalık vedayı sığdırmışlardı. Özür dilerim abi dedim usulca, sana veda bile edemeyecek kadar uyuşturulduğumdan. Hayatı aslında hiç bilmediğimi fark etmiştim o an; İnsan kaç yaşında olursa olsun, her zaman yeni şeyler görürdü. Benim gördüğümse tüm hayatıma bedeldi, yazıktı bize. Bana sadece fotoğraflardan gülümseyecekti artık. Sertçe tekerli sandalyeye düştüğümde ellerimi saçlarıma geçirip son gücümle çekiştirmeye başladım. Kendim dahil muhtemelen herkesin nefret ettiği, sadece abimin sevdiği kıvırcıklarım kalmıştı geride. Avucumu çözmeye çalışan Umay'ın dediklerini idrak edemiyordum. Yalvarmıştım, bana sakinleştirici vermemeleri konusunda hemşirelerin, doktorun ayaklarına kapanmıştım. Abimin cenazesinde durun bile diyemiyordum, peşinden koşacak kadar güç yoktu bacaklarımda. Yine de deneyecektim, ayaklanmayı, koşmayı istedim.

Tekerli sandalyeden yere düşerek süründüm.

Kollarımı sıkıca sardı bir kaç kişi, ayağa kaldırmaya çalışıyorlardı. En azından bu kadar saygıları olmaları gerektiğini söylüyordum içimden, dilim uyuşmuştu, konuşamıyordum. Ruhu içinden alınmış boş bedenden farkım yoktu. Çevremdeki her şey benim kontrolüm dışındayken soğuk betonda ıslaklığın üzerinde uzanıyordum. Gök gürlüyordu, yağmur yağıyordu. Abimin kaybolan bedeninin gidişleri gibiydi tüm

kayboluşlar benim için. Alçin'in hayatından çıkmak ölüm demekti. Kimsem yoktu. Yüzümü ıslatan damlalarla baygın gözlerim abimin içinde olduğu giden arabayı izliyordu. Uzaklaştığında ise kafamı çevirdiğimde Acar'ı gördüm.

O an her şey silinmişti sanki, ne çevremdeki insanlar, ne de uzanabileceğim bir beton yoktu. Deniz vardı. Deniz kenarındaydım, kumların üzerinde ayaktaydım. Bacaklarım titremiyordu, diktim. Gözlerimi denize çevirdim, dalgalar o kadar dikkat çekiciydi ki ilerlemekten başka çarem yoktu. Az önce cenazedeydin diyordu bir tarafım, hisler donuktu fakat acı diriydi. Yine de gözlerim kapanırken huzur kapladı ruhumu, adımlarım hızlanıyordu. Acının içinde de huzurun bulunduğunu öğrenmek yeni, bir o kadar da garipti. Dalgalar artık belime gelirken aniden geriye çekilmemle gözlerimi açtım. Maviler. Gökyüzü, deniz ve Acar. Yer gök maviydi, ferah kokusu ve sıkı tutuşu hepsinden güzeldi. Onu ilk defa böyle gördüğümü fark etmemle duraksadım, bembeyazdı. Üzerindeki beyaz gömleğiyle pantolonu suya girdiğinden tıpkı benim gibi ıslanmıştı. Ben cenazeden kalmaydım, siyah. Neler olduğunu anlamazken tanıdığım sıcaklığına sarılıydım, en derinlerime bakıyordu. "Gidemezsin." dedi kalın sesi, nereye diye soramadım. Gittiğimden dahi haberim yoktu. Ellerimi boynuna çıkardım, sanki vedalaşıyorduk. Bedenimi bir o, bir de sular çekiyordu. Yüzünü sevdim, içgüdüseldi, her yerinde gezindim yavaşlıkla. "Bırakmam seni." dedi bu sefer, belimdeki tutuşu mümkünmüşcesine daha da sıkılaşırken huzurumun içinden çekip çıkarıyordu beni. Huzurum bu denizin ilerisinde ve hatta içindeydi. Durması için geri çekilmeye çalıştım fakat imkansızdı. "Kalbime girmişken asla izin vermem buna Alçin." duyduklarımla gözlerimi kırpıştırırken, "Orası huzur." demekten geri duramadım.

Boynuma bastırdığı sıcak dudakları gerçek huzurdu.

"Abim beni bekliyor, gitmem lazım." başımı geriye çevirerek fırtınalı denize baktım, o kadar dalgalıydı ki aşmam mümkün değildi. Abimin beni çağırdığıysa yüreğime düşen bir histen ibaretti. "Benimle kal, benimle yaşa." başımı yeniden önüme çevirdiğimde dudaklarının boynumdan çekildiğini gördüm. Oysa hâlâ yanıyordu öptüğü yer. Çektiğini bile görene kadar anlamamıştım. Gözlerinin bakışı bu sefer fenaydı, derindi. Neden dedim kendi kendime.

Bir insan böyle güzel bakabilir miydi? Bakıyordu. Bana öyle bir bakıyordu ki kalbimin atmaya başladığını hissediyordum. Çünkü kalbim durmuştu, yeni fark ediyordum.

"Acar abim beni bekliyor, döneceğim." geriye çekildiğimde kolları çözülmüştü. Bir an beklemedim, arkamı dönerek suya bıraktım kendimi. Soğuktu, tenimi üşütüyordu. Ölüm müydü bu his? Bu kadar üşüttüğünü bilmiyordum, üçüncü öğrendiğim şey de buydu.

İlki, insanoğlunun kaç yaşında olursa olsun, gerek bir ömür, gerek bir asır her zaman yeni şeyler gördüğüydü. Ve emindim ki en acısı ölümdü.

İkincisi, acının içinde de huzurun bulunduğunu fark etmekti. Bunu öğrenmek garipti, her çıkmazın sonunda yeni bir yaşam vardı. Ve emindim ki ben ölecektim.

Üçüncüsü ve sonuncusu, ölümün soğukluğuydu. Tahmin edemezdin, hissedemezdin, dile getiremezdin. Tenine işlerdi, onu da geçer kemiklerine, her hücrene erişirdi. Ve emindim ki ben ölüyordum.

Emindim, hepsine emindim ama o an bir şey oldu ve dördüncü bir gerçekle yüzleştim. Beni öldüren şey inancımdı. Boynuma gelen sulardan o kadar sert bir şekilde çekildim ki canımın acısı göğsümün solunu kapladı. Sızıyla inlerken gök hiç beklemediğim türden bir şiddetle gürüldedi. Deprem oluyor sanıyordum. Hava artık beyaz değil, mavi değil, siyahlığa bürünüyordu. Korkuyla gözlerimi etrafta gezdirirken denizin de kanla kaplandığını fark etmemle ellerimdeki kanı gördüm. Arkama döndürülmem ile değişmeyen tek şeyin Acar'ın bakışları olması az önceki sızıyı acıdan adlandıramadığım bir yere bırakırken sadece gözlerine baktım. Kalan tek mavi şeylerdi. Ellerimdeki kanın üzerine yağan yağmur silemiyordu kokusunu ya da izini. Ama o korkmadı, avucumu sararken kendi avuç içlerine bulaşan kanlara dönüp bakmadı bile. Beni izliyordu. Bıkmadan, usanmadan.

"Bu kan kendi kanın Alçin." bedenim titrerken dediklerini zihnimde bir yere koymaya çalışıyordum, "Ne demek bu?" sorumla bir adım daha yaklaştı. Yaklaşma diyemedim. "İnancın kendini öldürmeni sağlıyor Alçin, o dalgaların arkasında abin yok. Orada bir yaşam yok. Etrafına bir baksana, kim var? Kimse. Sadece ben varım Alçin, ben senin için buradayım." dedikleri bıçak gibiydi, keskin, yaralayan. Abimin orada olduğuna inanmak bedenime huzuru verirken ona kavuşmak adına kendimi öldürüyordum. Hepsi sadece inançtan kaynaklıydı ve çevrede yalnızca Acar vardı. Sakince konuşuyor, kana rağmen beni sıkı sıkı sarıyordu. Beyaz üstüne bulaşan kanıma bakmadan ellerini göğsümün soluna ilerletti. Kalbimin üzerine.

Titredim, tüm soğukluk önce küçük bir alev ile yerini ısıya bırakırken uyguladığı baskıyla koca bir yangına sebep oluyordu. Kalp atışım yankılanıyordu. "Bana gel, ben varım. Gitme." içli içli bakıyordu, gözlerimi zar zor ondan ayırarak başımı denize çevirdim. Kan ayaklarıma kadar gelip geri çekiliyordu, oranın ardında bir yaşam yok Alçin, unut bunu diyordu bir tarafım. Diğer tarafım; Var, orada seni bekleyen abine gitmek zorundasın savunması yapıyordu. En azından ona bunu borçlu olduğumu, önce tüm hayatını, sonra ondan doğacak bir hayatı çaldığımı söylüyordu.

Ondan doğacak bir hayatın kim olduğunu bilmiyordum, tek bildiğim korkaklık yaptığımdan dolayı yine abime olan borcumu ödeyemediğimdi.

Gitmek adına geri çekilmek istediğimde göğsümdeki avucu önce baskısını azalttı, ardından tekrardan baskı uyguladı. Acıtmıyordu, yaşatıyordu. Yapma Alçin dedim kendime, bu sefer ne başkası, ne de o değildi. Bendim. Yapmamalıydım, onu bırakmak istemiyordum, gidersem benimle gelmezdi ki gelirse ölürdü. İçimde hissettiğim duygulara yabancıydım, kendiyle beraber filizlenen bir ağaç vardı sanki ve dalları kırılmak üzereydi. Ben o ağacı onunla büyütmek, altında huzuru bulmak istiyordum. Bana bir ömür böyle bakmalıydı, içten, sanki sadece ben varmışım gibi. Dudakları hep az önceki gibi öpmeliydi, boynumda değil, dudaklarımda hayat bulmalıydık.

Kalacaktım. Gidemezdim. "Gitmeyeceksin." dedi düşüncelerimi okurcasına, dolan gözlerimi hızla kırpıştırdım. Yüzünü bulanık değil, en net haliyle görmeliydim. Savaş alanında ve bu cehennemin içinde bana verdiği sevgiyle beraber bir umut vardı. Bunu da tam elini koyduğu yerde hissettim. "Sen asla yalnız olmayacaksın." fısıltısını duyduğumda başımı kaldırdım. Gözyaşım yanağıma süzülürken kanlı ellerimi omuzlarına yaslayarak hafifçe parmak uçlarımda yükseldim. Sonrasındaysa bir an bile beklemedim. Dudaklarımı, sıcak dudaklarına bıraktığımda yaşadığımı hissediyordum.

İşte şimdi her yer yangındı.

Ellerini saçlarımın arasına geçirerek karşılık vermeye başladığında gözümden bir yaş süzüldü. Sadece ben değil, ondan da bir parçaydı. Ruhum ağır değildi, bedenim kendine ait olanı bulmuştu. Bundan sonra benim sözlüğümde anlamı değişen tek bir kelime vardı; Yaşam demek, Acar demekti.

Ben yaşamı çok seviyordum.

 

-

 

Zemin kata, çoğunlukla hemşirelerin olduğu alana ilerlerken bir bakan bir daha bakıyordu heybetli bedene. Omuzları geniş, duruşu dikti. Uzun boyu sebebiyle çoğu kişinin dikkatini çektiğine emindi. Her zaman böyle olmuştu. Postallarından çıkan sert adım sesleriyle beraber ifadesini de koruyarak timdekilerin yanına ilerledi. Burak'ın tedavisi bitmek üzereydi, saatlerdir Badem'i soruyordu fakat ameliyat henüz sonuçlanmamıştı.

Timdekilerden kan grubu uyuşanlar sık sık destek oluyorlardı, tek bildikleri riskli geçtiğiydi. Akad'da aynı şekilde fazlasıyla kana ihtiyaç duymuştu, bundan dolayı Acar'ın sol kolunda ufak bir bant vardı. Hemşirenin sargısı bittiğinde geriye çekilerek gözden uzaklaştığında ellerini arkasına atarak sedyeye doğru ilerledi. "Oğlum aşk böyle bir şey demek ki." arkası dönük olan bedenler geldiğini görmemişlerdi, Burak hariç. O sessizce dinliyor, önüne bakıyordu. "Deli oldu baksana." alayla gülen Barlas'da başına geleceklerden habersizdi. Son gülen iyi gülerdi, onun kaderinde yazılı olan kadın bir deliydi. "Önüne gelen hemşireye Badem de Badem diyor, kafası gitti iyice." ortamın en küçüğü Candar'da sessizlikten fırsat bilerek dalgaya başladığında, "Siz nereden bilirsiniz be aşkı!" diye söylenen Esin saçının bir tutamını parmağına doluyor, ileri geri sallanıyordu. Esin'in bu tavrına Dila hariç herkes koca bir kahkaha ile karşılık verdiğinde sesler daha da yükseldi.

"Sen iyi biliyorsun galiba Esin komutan."

"Ne alakası var canım? Tahmin sadece."

"Tabi canım öyledir."

"Burak'la beraber aşk dizileri izlersiniz artık Esin." Boran'ın cümlesiyle ikinci kahkaha ortamı inletirken, Burak yaşanacaklar için hiçbirini uyarmıyor, gelecek olanın zevkini bekliyordu.

"Kocam da kocam." Boran'ın kesik nefesleri arasından söylediğine Candar, "Paşam da paşam." şeklinde karşılık verdiğinde birbirlerine vurarak hunharca gülmeleri herkesin bakışlarının onlara dönmesine sebep oluyordu. "Aman Acar komutan duymasın, siker belamızı." adının zikredilmesiyle beklenen an gelmişti. Elini yavaşça kaldırıp Candar'ın omzuna atarak dikkatleri üzerine çektiğinde önce her birinin gözleri onu bulmuş, ardından teker teker yutkunmuşlardı.

Usulca arkasına dönerek komutanıyla karşı karşıya gelen en küçükleri en acınası durumdaydı. Elinin altındaki eti hafifçe sıkmasına rağmen dudaklarından inilti döküldüğünde kaşlarını kaldırdı Acar. "Kendine dikkat et koçum." omzuna iki kere vurarak sarsılmasına sebep olduğunda yapacaklarını sonraya saklamaya karar verdi.

"Burak, iyi gördüm seni." Berbattı, görünüşü de, kendisi de berbattı. Fakat aşk bir zaaf olmamalıydı, Acar bu durumda olmayı bırak, yanından bile geçemeyeceğini düşünürdü her zaman. Bir kaç dakika sonra yanılacağını bilmeden. Sevda yüreğine konduğunda bilinenler unutulur, kurallar yıkılırdı. Öğrenecekti. "Öyle mi görünüyor komutanım?"

"Öyle olmak zorunda Burak." çatık kaşlarının ardından konuşmak kolaydı, yaşayan bilir diye geçirdi içinden genç adam. Ne konuştu, ne itiraz etti. Sessizliğe gömüldüğü süreler bir bir akıp giderken herkes birbiriyle konuşuyordu. Boran komutanın bile eşi gelmiş, çocukları Arslan'ı yanında getirmişti. Vahşet Tim'i çok severdi kadın, öyle ki gelir gelmez herkese ihtiyaçlarını sormuş, yemek yapabileceğini söylemişti. Köy okulunda sınıf öğretmeniydi, çoğu zaman neşeli, bir o kadar da anaçtı. Şimdiki durum ortadayken sessizce bekliyor, kızlarla konuşuyor, endişeyle herkesle ilgilenmeye çalışıyordu. Ortamdakiler alışıktı bu hallerine, neredeyse her akşam beraber yemek yerlerdi Boran komutanlarının evinde. Şu anda da altı aylık ikizlere hamileydi. Küçük Arslan'da henüz beş yaşına yeni girmiş, öğretmen olacağım diye tutturmaya başlamıştı. Bazen annesine şiirler yazdırırdı, hepsi sevgi doluydu. Ama şimdi koca gözleri hüzünlüydü, halden anlardı. Sanki koca adamdı. Sedyenin öbür ucunda oturmuş Burak abisini izliyordu, ilk defa yüzü asıktı. Acar ise ortamdan sıyrılarak anlık telefonuna bakmış, savcıdan herhangi bir haber görememişti. Verda'ya mesaj atarak durumu öğrenmesini söylemiş, telefonu kapatarak derin bir nefes vermişti. Orada olduğunu biliyordu, Hira teras da iken Alçin'den de bahsetmişti. Gözlerinin dolmasından, gülümsemesinden, hayal kırıklığından.. Üzüntüsü gözleri önüne gelirken üst kata abisinin yanına gitmek adına hareketlendi.

Düşündükçe sol göğsü ağrıyordu.

Nedenini bilmiyordu hislerinin, bazen güzel hissettiriyordu. Çoğunlukla zordu.

Bir kaç adım ilerlediğinde arkasından seslenenleri umursamadan devam etti. O esnada kapıdan giren beden; Yaşam mücadelesi veren üçüncü kişiydi.

"Alçin!" bir kadın çığlığı hastaneyi sarsarken duyduğu isimle duraksadı. Yanından koşarak geçen doktor arkasındaki hastanın neyi olduğunu soruyordu. Sırtı dönüktü. "Bilmiyorum, bilmiyorum, bir şey yapın!" aynı kadın tekrar bağırdığında hemşire bilgileri geçiyordu, "Hastanın bedeninde fazlasıyla cam kesiği var. Müdaheleleri yapsak da kanaması durmadı, ayrıca dikişleri patlamış ve kolunda kurşun sıyrığı bulunuyor fakat yeni değil. Nabzı çok düşük."

"Sol kolunu tutuyordu, nefes alamıyordu. Eli göğsündeydi. Ölüyorum dedi bana." kadının telaşlı sesi bir anda kesildiğinde hemşireler etrafta koşuşturmaya başlamışlardı. Sedyeyi hızla girişteki odalardan birine soktuklarında Acar hafif bir açıyla başını çevirdi. Kızıl kıvırcıklar. Gördüğü görüntü ile kaşları çatılırken tim de koşturuyordu, "Savcım!" Burak'ın bağırması ortamı inlettiğinde bir kaç adım atarak yanlarına gitmek istedi. Eş zamanlı olarak merdivenlerden annesi ve Hira indiğinde yüzlerinde koca bir gülümseme vardı.

"Şehit haberi almış hocam." hemşirenin doktora dediğiyle mavilerini tekrardan kapıya çevirdi. Bir kadın vardı, kumral, uzun kahve saçları dağılmıştı. Eliyle gerdanını ovalıyor, endişeyle etrafına bakınıyordu. Yanındaki ona benzeyen adam Pars'dan başkası değildi, tanışıyorlardı. Ufak bir baş selamı vererek kardeşini kendine çekti, başını omzuna bastırdığında sıkı bir karşılık aldı. "Sağ salim çıktı ikiside, yoğun bakıma alıyorlar abi!" Hira mutlulukla ellerini birbirine çırptığında ortamdaki bakışlar ona döndü. Burak derin bir nefes vererek bakışlarını bu sefer komutanına odakladı, diğer herkesin yaptığı gibi. Tepki vermemiş, aralık kapıdan içeriyi izliyordu.

"Kalp krizi! Nabzı kaybediyoruz cihazı hazırla. Kalp masajına başlıyorum." doktorun dedikleri kulağına geldiğinde yumruklarını sıkarak gözlerini kapadı anlık. Gerçek olamazdı. Umay yüzünü kapattığı omuzdan geriye çekilerek, "Ne?" mırıltısıyla abisine döndü. Leylak Hanım hafif bir açıyla başını eğdiğinde Alçin'i görmesiyle ellerini ağzına kapattı, beklenmedikti. Doktor, kadının gün geçtikçe inceleşen bedenine sert baskılar uygularken duyulan ses düz çizgiden geliyordu. Kaybolan kalp atışları. Her şey bir anda gelişmişti. İnce ses o an kulaklarda çınlıyor, sanki deprem oluyormuş etkisi yaratıyordu. Acar'ın aralanan mavileriyle ağırca yutkunması kaçınılmazken dudaklarından, "Alçin.." fisıltısı döküldü.

Onun aksine Umay oldukça sesliydi, çığlık çığlığa bağırıyor, kapıyı ittirmeye çalışıyordu. Bu hayatta birini daha kaybedemezdi, feryat figan yalvarıyordu. Yaradan derdi ki; Kimi benden çok seversen onu senden alırım. Onsuz yaşayamam deme, seni onsuz da yaşatırım, dostun düşmana dönüşür, düşman kalkar dost olur. Öyle garip bir dünya, olmaz dediğin ne varsa olur. Düşmem dersin düşersin, şaşmam dersin şaşarsın. Umay'ın zaaflarından biri de Alçin'di, sınanıyordu, parçalanıyordu. Belini saran Pars onu geriye çekerken herkesin eli ayağı birbirine dolaşmıştı. Ölümdü. Ellerini yüzüne kapatan Esin, yanında başını yere eğen Dila, yere çökerek kafasını avuçları arasına alan Burak, oğlunun kulaklarını kapatan Boran, çenesi titreyen Hira, yüzünü sıkıntıyla sıvazlayan Barlas, yerdeki arkadaşına destek olmaya çalışan Candar ve tek kolunu duvara yaslayarak acıyla kapıya bakan Leylak Hanım.

On bir insan, on bir yürek; Tek beden.

Çığlıklar susmazken, "Bir, iki, üç!" doktorun konuşmasıyla Alçin'in sedyeden hafifçe havalanan bedeni gözler önündeydi. Kapıda ise ne onu bekleyen abisi, ne anası, ne de babası yoktu. Anamız yok, babamız yok, arkamızdan kimse ağlamaz demişti bir keresinde. İnsanın ailesi olmayınca böyle yapayalnız oluyordu, tüm çıplaklığıyla canlı kanlı bir örnek vardı karşılarında. Acar'ın yüreğinde hissettiği acı dayanılmazken bir adım attı. Mantık dedi kendine kendine. Mantığını bul Acar, kendine gel. Belki üç ay bile olmamıştı tanışalı, yeri nasıl bu kadar büyük olabilir diye sinirlendi saniyelik, yüreği bu düşüncesini bir kenara fırlatırken duraksadı. Yapamazsın. Yeri değil. Dur. Duramazdı, dönüşü yoktu. Çünkü aşk artık bir zaaftı. Bir adım daha attı, her kayboluş, her gidiş içindi bu. Kapının önüne geldiğinde eliyle hafifçe araladı, "Alçin.." az öncekinin aksine daha sesliydi lakin bağırmıyordu. Öylesine bir ağırlık vardı ki fiziksel olarak her şeye gücü yetebilirdi fakat bu duygunun altında ezilirdi, kaybolurdu, ölünürdü. "Arttır!" doktorun bağırışıyla beden yeniden havalandı. Ses değişmedi. Dönmüyordu. Belki de dönmek istemiyordu, haksız sayılmazdı. Yetmez miydi Alçin'in yaşadıkları? On ikisiden beri cehennemin içindeydi, henüz çocukken beline saplanan ve izini bırakan cam kesiği, sırtında söndürülen mumlar, sigaralar, bırakılan tramvalar. O kadar çoktu ki bazılarını hatırlamıyordu bile. Büyürsem değişir diyordu kendine umutla, değişmemişti. Boynundan aşağı yavaşça sıcak bir sıvı dökülmüşcesine irkildi Acar, savcı gidiyordu.

O an gözler geldi aklına, ateş değil güneşti. Alçin'in gözleri güneşti, aydınlıktı, huzurdu.

"Tekrar!" cihaz bastırıldığında sonuç değişmedi, Alçin dönmedi. Acar bin kez öldü. Başını olumsuz anlamda sallarken tekrar tekrar aynı işlemin yapılmasını izledi. "Hocam hastayı kaybettik." hemşirenin konuşmasıyla donuk mavileri kadına döndü. Hayat o an durdu, kalp farklı çarptı. Bu sefer heyecan değil, sevgi değil, hırs, üzüntü, öfke değildi. Aşk, kaybolan, hiçbir zaman gerçekleşemeyecek olan bir aşk. "Son kez." doktorun dediğiyle cihazın derecesini yükseltti. "Alçin!" her türlü ölümü görmüştü, bu dayanılmazdı. Son şansıydı. Odanın içine girdiğinde Barlas'ın kolundan çekmesiyle kontrolsüzce geriledi. Güçsüzdü. Kapının hemşireler tarafından kapatılmasının ardından cihaz göğüslerine tekrar baskı uyguladı. Sonuç ise değişmedi. Son nefes verildi, geride kalanlar acıya terk edildi. Doktor ekrandaki düz çizgiye bakarken elindekileri hemşireye uzatarak başını yere eğdi, henüz çok gençti. Hayat kimseye acımıyordu. "Hastanın ölüm saatini geçelim mi?"

Kapı hızla açıldı, "Hastanın ölüm saati 13.22" bir cümle, bin ölüm. Zaman durdu, çığlıklar susmadı. "Hayır! Hayır!" Umay'ın boğazı yırtılırcasına bağırmasını susturan Acar'ın sesiydi. "Alçin! Tekrar deneyin!" sesi o kadar yüksekti ki tüm koridor inlemişti. Tırnaklarına kadar sızlıyordu, tutamıyordu hislerini. Koşarak sedyedeki bedene ilerledi, "Deneyin, tekrar deneyin." dizlerinin üstüne çökerek ellerine uzandı. Soğuktu. Başını sağa sola sallayarak doktora baktı, "Durma!" haykırıyordu, yalvarıyordu. Ellerini daha sıkı sardı, ekrana baktıktan sonra yutkunarak ayaklandı. Ne yapacağını bilmiyordu, delirmişti. "Savcı yapma bunu bana, Alçin yapma!" gözünden usulca bir yaş süzüldü. Komutan Acar Acarbay, timin ve ailesinin önünde ilk kez gözyaşı akıttı. Diz çöktü, yalvardı. Umay'ın içeriye girmesine engel olan tek kişi abisiydi, belini sıkıca tutuyordu.

O an sarılmalar geldi aklına, sohbetler, dertleşmeler. Birbirlerine içlerini döküp, omuzda ağlamalar.

Dişlerini sıkarak başını yere eğdi, hiçbir kayıp bu kadar zor olmamıştı. Ölümün içinden geçmişti, her türlüsünü görmüş, bizzat yaşamıştı. Bunun da diğerleri gibi olması gerekiyordu, olmuyordu. Yüz bin parçaydı şimdi Acar, ayrı ayrı, tek tek. Her biri yıkım olan. Ayaklanarak bir eliyle kıvırcıkları okşadı, gözyaşları durmak bilmiyordu. Oysa ne değişirdi ağlasa, feryat etse? Giden döner miydi, kalan yaşar mıydı? İhtimaller, yaşanamayacak olan gelecek. Kalanlar bunlardı. Hafifçe şakaklarına eğilerek tüy kadar bir öpücük kondurdu, ilk ve son kez.

Titrek nefesini vererek alnını alnına yasladı, kokusunu içine çekti. Gizlice yaptığı davranışı herkesin ortasında yaparak bir kez daha göstermişti savcının o'ndaki yerini. Artık çok geç olsa da. Fakat beklenmedik bir şey olmuştu; Odada duyulan kalp atışları.

Doktor ve hemşireler birbirlerine bakarlarken kapıdaki hareketlenme duruldu, Acar geriye çekilerek Alçin'e baktı. Sol gözünden bir damla yaş süzülerek yanağını ıslattığında kaşları havalandı. Gerçek miydi? Şayet gerçek değilse yaradan canını almalıydı. Ekrandaki ritimleri görmesiyle yutkundu ama dudaklarına hafif bir tebessüm yerleşmişti. Dönmüştü. "Hasta döndü." hemşirenin şaşkınlık içeren ses tonuyla diğer seslerin hiçbirini duymadı. Sadece kalp atışları vardı, savcısının kalp atışları.

"Döndün bana.." fısıltıyla konuştuğunda ellerinin içindeki avuca çevirdi mavilerini, doktor çıkmaları gerektiğini söyleyerek ortamı dağıttığınıda mecburen kapıya ilerlemişti. Elleri titriyor, şükrediyordu. Varlığına bin kez şükürler olsun Alçin diye düşündü, ve o an bu hayatta abisi dışında biri daha onun varlığına şükretti. Çıktığında ise yüzünü sertçe sıvazlayarak bir süre kendine gelmeyi bekledi, olaylar yeni yeni idrak ediliyordu. Abisinin şehit haberini almış demişlerdi. Kim yalan yanlış bilgi vermişti? Ölüm gibi geçen son bir kaç dakikanın sonunda duygularını en uçta yaşıyordu, şimdi öfkenin sırasıydı. Burnunu çektikten sonra başını hafifçe sağa eğerek boynunu çıtlattı. "Haberi kim verdi?" sıktığı dişleri arasından konuşurken bereyi kime verdiğini hatırlamaya çalışıyordu. "Jandarmalar." Pars'ın konuşmasıyla bakışlar ona döndü, yeterli bir cevap değildi. "Sen haberin verilmesi gerektiğini söyleyince.." Barlas'ın sesini duymasıyla mavileri ona çevrildi. Kısa bir duraksamanın ardından devam etti, "Ben de jandarmalara teslim ettim fakat bu şekilde söyleyeceklerini bilmiyordum." dört saniye, bu kadar kısa bir anda sırtı çocukluk arkadaşı tarafından sertçe soğuk duvara çarpmış, boynuna eli dolanmıştı. "Abisinin şehit olduğunu mu söyledin?" burnundan soludu, "Yaşadığı bilgisini vermedin mi?" eksik bilgi vermeyeceğini bildiği halde sormuştu.

"Verdim." demesiyle Pars'ın da olaya atılması bir olmuştu, "Yanlış şekilde yaptılar, Çınar'ın yaşadığını söylediklerinde Alçin çoktan kendinden geçmişti. Duyamıyordu ki geldiğimizde de kriz geçiriyordu." bir yandan kardeşini tutuyor, bir şeylerin olmasını engellemeye çalışıyordu.

Her türlü ortada bir hata vardı, belki de bilinçliydi. Berenin verilmesi doğru olandı fakat önce ev ortamına giriş yapmaları, ardından açıklamaları ve sonrasında Çınar'a ait eşyayı kardeşine teslim etmeleri gerekirdi.

"Komutanım benim yüzümden. Ben sizin geleceğiniz bilgisini alır almaz Alçin'in yanına.." kendine dönen ters mavilerle duraksadı Dila, "Alçin'in yanına gittim ama Çınar komutanımın gelemeyeceğini bilmiyordum." sisteme geçilen ilk cümleyi okumuş, devamına bakmamıştı. Dilden dile geliyorlar denildiğindeyse soluğu savcının yanında almıştı. Pişmandı. Kısık bir küfür duydu sağından, duruşu dikti ama korkusu gözlerinin arkasında saklıydı. Ellerini beline atmış komutanı önce dudaklarını ıslattı, çatık kaşları ise değişmedi. Alt dudağını dişleri arasına alarak hızla başını salladı, "Şimdi yanlış bir nokta varsa aydınlat beni asker." nasırlı elleri sertçe yüzünü sıvazladı, sinirini kontrol etmeye çalışıyordu. "Yanlış bilgi verdin, kontrol etmeden, dikkat etmeden." tek kaşını kaldırdı onay beklercesine, "Evet komutanım." Dila'nın kısık sesiyle başı da hafifçe yere eğildi. Bilerek yapmamıştı. Herkes farkındaydı. Acar sabır isteyerek bir şeyler mırıldandıktan sonra, "Usulsüz iş yaptın üstelik." diyerek sesini yükseltti. Bir kaç adımla karşısındaki kadına yaklaştığında zemindeki gözlerinin onu bulmasını sağladı. Dila bir şey demek adına ağzını açtığında onu susturdu, "Benim timimde böyle gevşek davranışlar istemediğimi söylemedim mi?" kadının tekrardan ağzı aralandığında, "Sesini kes." bağırışıyla sustu. "Sana son iyiliğim, git kendi dilekçeni ver ve başka time geçmeyi talep et. Ben kovarsam kimse de istemez seni. Toz ol." yanlış davranışlar bir insanın ölümüne sebep olacaktı. Son anda kurtulmasa şu an cesediyle karşı karşıyalardı. Acar usulsüzlüğü sevmezdi. Tepkisinin büyüklüğünün farkında değildi, kontrol edemiyordu. Konu sevda ise her duygu en uçta olurdu. Dila'nın gözleri dolarken kendini açıklamak adına izin istemişti ama önemi yoktu, üst kattan inen Cevdet Yarbayları ile herkes toparlandı. İki kişi hariç.

"Sizi dava edeceğim! Hepinizin burnundan teker teker getireceğim." ilki Umay. İkincisi de gözlerini sıkıca kapatmış, burnundan soluyan Acar. "Usulsüz iş yaparak canımın canına mâl oldunuz! Sebep olan herkesin tek tek peşinde olacağım." avukatlığının şanını bilmeyen yoktu. Gözü kara, deli ve tuttuğunu koparan türdendi. Televizyon kanallarının her birini adından söz ettirmiş, cesaretinden dolayı peşinde düşmanlarla gezmişti. "Bitireceğim sizi." dişlerini sıkarak elini saçları arasına geçirdi. "Hepinizi mesleğinden edeceğim. Göreceksiniz." altı boş konuşmazdı, dediyse yapardı. Parmaklarıyla burun direğine baskı uygulayan Acar'a döndü, kolundan çekiştirerek konuşan abisini duyamayacak kadar öfkeliydi. "Sen. En çok da sen bulacaksın belanı komutan!" işaret parmağını adama uzatmış, üzerine yürümeye çalışıyordu. Acar'ın mavileri aralanarak ona döndü, önce parmağına, ardından elalarına. "Ne diyorsun?" sabırsız ses tonu ile aklında olan tek şey odadan içeriye girip tekrar Alçin'i kontrol etmekti. Bu tavrı karşısındaki bedenin sinirini daha da alevlendirdi.

"Senin yaptığın atarı s*kerim!" aniden işittiği küfürle kaşları havalanan tek kişi o değildi, Hira ellerini ağzına götürmüş, diğerlerinin gözleri kocaman açılmıştı. Cevdet Bey öksürmüş, Leylak Hanım'ın şaşkınlıkla ağzı aralanmıştı. Pars kardeşinin belinden çekerek koridorun dışına çıkarmaya çalıştığında Umay çırpınarak kurtulmaya çalışıyor, bir yandan saydırıyordu.

Her anlamda deliydi.

"Biri bana burada ne olduğunu hemen anlatsın." sert sesiyle adeta kükreyen Cevdet Bey'e açıklama yapmak adına herkes birbirine bakarken Acar, "S*ktir git bir de seninle mi uğraşacağız am*na koyayım." diye mırıldanarak kapalı kapıya doğru ilerlemişti. Bunu duyan tek kişiler ise Barlas ve Hira'ydı. Kola elini attığında eş zamanlı olarak açılan kapıdan çıkan doktorla, aralıktan Alçin'e bakmaya çalışmıştı. Yaralarına pansuman yapıldığından üzeri çıplaktı, gözlerini hızla kapıdan çektiğinde kapanmış, savcısı ardında kalmıştı.

"Hastanın yakınları siz misiniz?"

"Benim. Durumu ne, nasıl?" orta yaşlı doktor bakışlarını Acar'a çevirdiğinde sıkıntılı bir nefes verdi. "Öncelikle başınız sağ olsun." askeri üniformalarına bakarak konuştuğunda Çınar'ı kastediyordu. Acar devam etmesi adına görmezden geldiğinde, "Hasta panik atağa artı olarak sinir krizi geçirdiğinden kendine zarar verme durumu göstermiş. Bedeninde bir çok cam kesiği gözlemledik, ayrıca ani ve sert hareketlerden kaynaklanan kanamalarla, dikiş patlamaları da mevcut. Bunların yanı sıra stresten dolayı kalp krizi tehlikesi de geçirdi, fakat bu stres yalnızca bu günle sınırlı gibi durmuyor. Önceden de belirti vermiş olması muhtemel." o an aklında Alçin'in sol kolunu tuttuğu, nefesinin yetmediği, çoğu zaman bayılacak kadar stresli olduğu ve gün geçtikçe zayıflaması dönmüştü Acar'ın, sertçe yutkundu. Kendine kızıyordu. "Hasta bunlara dikkat etmediğinden dolayı bugün abisinin şehit haberini almasıyla yaşadığı duygu yoğunluğundan kalp krizi geçirmiş. Tabi bunların yanı sıra şüphelendiğimiz durumlar da var, gerekli testleri sağladıktan sonra durum kesinleşecek." doktorun sözünü keserek, "Bir dakika, ne demek şüphelendiğiniz durumlar var?" kaşları çatılarak dudaklarını ıslattığında yüreğinde hissettiği korku inanılmazdı. "Gerekli testlerden sonra bilgilendireceğiz. Şimdi hastayı yoğun bakıma alacağız, bir kaç gün orada kalması gerekiyor. Ayrıca bir süre uyutulması da en doğrusu."

"Abisinin yaşadığı haberini vermem lazım, bilmiyorken tekrardan böyle olursa.." telaşlı konuşmasını bölen bu sefer doktordu. "Abisi yaşıyor mu?" Acar başını onaylar şekilde salladığında, "Biraz zaman." diyen doktor bir kaç cümle daha söylemiş, imzalar için yanına birilerinin yollanmasını belirterek alandan uzaklaşmıştı. Dakikalar birbirini götürürken Alçin, yoğun bakıma alınmış, gözden kaybolmuştu. Bu esnada Hira, Leylak, Cevdet, Akad'ın yanına çıkmıştı, timin bir kısmı Badem'i görmeye gitmiş, Barlas ise Acar'ın yanına kalmıştı.

Sessizlik ikisinin arasında gizli bir anlaşmayken Barlas arkadaşını tanıyordu ve artık herkes biliyordu. Acar, Alçin'e sevdalanmıştı.

 

-

 

Bir kaç saat sonrası -

Akşam.

Bilge uzun dalgalı sarı saçlarını tepesinde topuz yapmış, pembe triko eşofman takımıyla evin içinde bir sağa, bir sola gidip geliyordu. Güven ablasının bu halini izleyerek dudaklarını dişliyor, bacağının tekini sallıyordu. Lâl'den haber yoktu, kimse hiçbir şey söylemiyordu. Bilge'nin ise aklında bir çok plan vardı; İlki tekrardan askeriyeyi basmaktı. Alışmıştı. İkincisi, yeri göğü inleten savcıyı bularak onunla konuşmaktı, tüm halk sabahtan beri onun hakkında konuşuyordu. Öğrendiği bilgilerle işine yarayacağını düşünmüştü.

Kardeşinin yanında olma ihtimali bulunan askerlerden biri savcının abisiydi. Ve bugün askeriyede bahsedilen adam da aynı kişiydi, Çınar Meva. Kadının abisinin elbet peşine düşeceğini tahmin ediyordu, bu aralıkta Lâl'i de bulabilirdi. Savcıya yakınlaşmak kesinlikle mantıklı bir çözümdü. Diğer tercihler sadece aklına gelmişti, asla uygulanmaya geçilemezdi. İçlerinden birinde babasının peşine taktığı adamdan yardım istemek bile vardı, komikti. Yıllardır kızıyla konuşmayan adam güvenliğinden emin olmak adına peşine adam takıyordu, tabi Bilge'ye göre bu tamamen sefilliğini görüp, mutlu olduğundandı. Şu an babasını düşünemezdi, onunla olan sorunlarını bir kenara atarak yürümeye devam etti.

Daha fazla bu görüntüye dayanamayan Güven, "Abla yeter artık, otur." diyerek olaya el atmıştı. Gözleri kardeşini bulurken dediğini yaptı, köşedeki tekli krem koltuğa kurularak dudaklarını dişledi. "Güven, ablacım sen yemek yemedin. Bak bir şey olacak.." sözünü kesen genç çocukla duraksadı, "Abla benim seninle bir şey konuşmam gerekiyor." sabahki kadın kafasını karıştırıyordu, adı adıyla, görünüşü elindeki fotoğrafla uyuşuyordu ama bu imkansızdı. Ablası yaşıyor olamazdı.

Oysa Alçin annesini kazada öldü sanarken, dayanmaya çalışarak en küçük erkek kardeşini erken doğumla dünyaya getirirken can verdiğini bilmiyordu.

Güven Öyküm, Çınar ve Alçin'in kardeşi, Meva ailesinin en küçük çocuğuydu. Sekiz yaşına kadar düşman ininde ablasıyla beraber yaşam mücadelesi vermişti. Aşkım. Şimdiki adıyla Aşkım Lâl Öyküm.

On yedisinde baba olmak zorunda kalan Çınar tek değildi, daha da kötüsü beş yaşında anne olmayı öğrenen Aşkım'ın kendisiydi. Küçük kardeşinin yaşaması adına elinden geleni yapmıştı.

Eskiden beraber oldukları kansızların içinde şimdi tek başına dayanıyordu.

Dışarıdan bakılınca benzerlikleri dudak uçuklatacak türdendi, Güven'in kızıl ve turuncu karışımı kıvırcık saçları tıpkı ablasıyla annesininkine benziyordu. Gözleri babası, abisi, ablasındandı. Bir çift mavilik. Sert yüz hatları, yapısı, heybeti, henüz on sekizlik birine göre fazlaydı. Abisinin gençliğiyle aynıydı. Tüm ailesinin aksine farklı türden bir mesleği seçmişti; Doktorluk. Tıp fakültesini yeni kazanmış, okumak adına başka şehire gitmişti. Bu yolculukta ilhamı ise ablasının küçükken her dayak yediğinde oluşan yaralarıydı, sarmak isteyip de yapamadığı her bir an için istiyordu.

Burnunu çekti, söyleyip söylememek konusunda kararsızdı, önce ablasıyla konuşarak bir yol izlemesi daha doğruydu. "Söyle Güven, ne oldu ablacım?" Bilge kardeşinin sessizliğine dayanamayarak koltukta hafifçe öne eğildi, öz kardeşinden farksızdı. Her şeylerini biliyordu. On üç yaşında babası ikisini karşısına koyarak bunlar senin kardeşin demişti, o zamanlar vicdanlı bir adamdı. Terör bölgesinden görev esnasında çekip çıkardığı çocukları evlat edinecek kadar iyi biriydi. İlk halleri gözünün önünden gitmezken sorgusuz kabul etmiş, abla olmayı öğrenmişti. İkisine de kucak açarak şimdiye kadar korumuştu. Aşkım'la aralarında bir yaş olmasına rağmen hiçbir zaman abla demeyi eksik etmemişti, sinirlendiği zamanlar hariç. Sinirlendiğinde herkes gibi Bilge derdi. Dudaklarını aralayıp tekrardan kapattı kardeşi, "Abla aramızda.." kapının çalmasıyla sözü yarıda kaldı. Kaşları çatılarak bakışlarını çevirdiğinde, "Birini mi bekliyorduk?" diye sordu.

Kadın ayaklanarak kapıya ilerlediğinde olumsuz bir mırıltı çıkarmıştı. Bu saatte kimin neden geldiğini öğrenmek adına kapıyı araladığında karşısında gördükleriyle duraksadı. Jandarmalar. Lâl'den bir haber umuduyla heyecanla onlara baktığında hepsini artık az çok tanıyordu. "Kardeşiniz için gelmedik." dedi aralarından biri, Güven'de ablasının yanındaki yerini alırken çatık kaşlarının ardından adamları inceliyordu. Bilge neler olduğunu anlamayarak ağzını araladığında bir diğeri konuştu. "Sizi, Türk Silahlı Kuvvetleri askerine hakaret, şiddet, tehdit ve toplum içerisinde bizzat zarar vermekten tutukluyoruz." zeytin gözleri irice açılırken kardeşinin sorularına yanıt veremeden biri öne atılmıştı. "Kelepçeleyin." adam onu arkasına çevirdiği anda ters kelepçe yemesi gerekirken, diğeri durdurmuş avuçlarını önden kavuşturarak kelepçelemişti.

Barlas dediğini yapmıştı, evine ekip yollatmıştı.

Bilge ise şokla neler olduğunu anlamaya çalışıyor, kollarına giren jandarmalar tarafından ekip aracına götürülüyordu.

Kardeşinin soruları cevapsız kalırken donuk bakışlarıyla çevreye bakındı. En son gördüğü Güven'in içeriye koşmasıydı, eşyalarını alıp peşinden gelecekti. Kapı kapandığında sessizlikle aracın içinde adliyenin yolunu tutuyordu.

Aradan geçen saatlerin beraberinde getirdiği soğuk da fenaydı. Tamı tamına dört saattir parmaklıkların ardındaydı, bir çok kez komutana sövmüş, sinirden etrafı tekmelemişti.

Tabi hakaretleri içinden tekrar etmek zorunda kalmıştı.

Bu esnada Güven'in geldiğini öğrenmiş, zor da olsa beş dakika onu görmesine izin verilmişti. Başına gelenleri anlatarak kardeşini sakinleştirmiş, eve gitmesi gerektiğini söylemişti. Sabah kafeyi açmamasını da eklemişti. Fakat biliyordu ki Güven eve gitmezdi, inattı. Neyse ki jandarmaların ona kısa sürede kanı ısınmış, epey sevmişlerdi. Bu sayede ablasına gizlice dürüm bile göndertebilmişti. Bilge ters bakışlar eşliğinde adamdan dürümü aldığında sakin sakin yemeye koyulmuştu.

Yarısına geldiği dürümle beraber içeri bir adam girdi. O'ydu, komutan. Üzerinde bu sefer askeri üniforması yoktu, siyah bir pantolon, siyah kazak, deri ceketi ve botlarıyla önce çevredeki jandarmalara selam verdi, sonrasında başıyla çıkmalarını işaret etti. Ortam boşaldığındaysa kafasını oturarak ona ters bakışlar atan kadına çevirdi. Yemek yiyordu. "Afiyet olsun Bilge Hanım." dürümden büyük bir ıssırık alarak sertçe çiğnemeye başladığında gözlerini kısarak adama baktı. Buradan çıkar çıkmaz daha fenasını yapacaktı. Göz devirerek zeytin gözlerini başka tarafa çevirdiğinde kısık bir gülme sesi duydu.

"Ben sana demedim mi evine ekip yollatacağım diye? Oysa haber de vermiştim, neden suratını asıyorsun ki?" pembe pijamaları, dağınık sarı saçlarını inceledi kısaca. Ayağında açık kahve bileğinde biten ev terlikleriyle hiçbir fırsat tanımadan direkt evden aldıkları ortadaydı, dudaklarına yayılan gülümsemeye engel olamazken normalde suratı oldukça asık olan bir adama göre nadiren takındığı bu ifade şu an düşüneceği en son şeydi. Fazlasıyla eğleniyordu. Dikkatini çekmek adına elindeki mavi kapaklı dosyayı salladı, demirlere doğru hafifçe vurdu. Yine de dönüp bakmayan Bilge'ye aldırmadan kapağını açtı. "Bakalım burada ne var.. Bilge Öyküm, yirmi dört yaşında mısın?" cevap alamadı, "Demek aşcılık okudun, Orkide Kafe sana mı aitti? Bingöl kafe açmak adına fazla sıradışı bir yer. Tercihlerin göz yaşartıcı Bilge Hanım." onaylamaz mırıltılar çıkartırken diğer sayfaya geçti. "Evli değilsiniz bakıyorum, ne güzel." fısıltısının duyulmayacağını sansa da kadın ona yandan bir bakış atmıştı.

"İki de kardeşin varmış, Lâl ve Güven. Baban da.." babasının mesleğini duymak istemiyordu, hızla ayaklanarak elindeki dosyayı kapmaya çalıştığında Barlas gerileyerek cümlesine devam edemedi. "Bence şikayetimi geri çekmek aptallık olur. Can güvenliğim için." söylenerek dosyadaki diğer sayfalara kısaca bakındı. Ardından kapatarak katlamış, ceketinin iç cebine sokmuştu, "Senden nefret ediyorum." çevreye kısaca bakındı, "Kamera var mı burada?" sorusu az önceki sesinin aksine daha ılımdıydı. Komutan başını olumsuz anlamda salladığında karşısındaki kadın rahat bir nefes vererek gözlerini kıstı. "Seni öldüreceğim, çıkar çıkmaz basacağım kurşunları üzerine." tehditkar ses tonuyla görünüşü oldukça zıtken bir kez daha gülümsedi adam. "Buraya seni neden çağırdığımı biliyor musun?" sandığının aksine intikam için değildi, gerçek bir şikayet bile değildi. Yalnızca sakince konuşmak istiyordu, çünkü bu kadın her dışarıda olduğunda ya askeriyeyi basıyor, ya da biber gazı sıkıyordu. Ortası yoktu. En güvenlisi böyleydi.

Çınar'ı hatırlayarak ciddileştiğinde ellerini cebine soktu, "Seni araştırdım, kardeşini de. Sorguya alınacaksın." kararsız kalsa da Acar'a olan biteni anlatmış, onay aldığında gerekli araştırmaların yapılması adına askeriyeye komut vermişti. İki saatin sonunda kadına dair tüm bilgiler dosyadaydı, kardeşine detaylı bakınmasa da komutanına dosyasını iletmiş, sorgu için Bilge'yle görüşmeye gelmişti. Eğer ifadesinde önemli noktalar olursa o da bu işin içine girecekti. Operasyona dahil olacaktı. Bahsettikleri az buz olaylar değildi, birlik olmalılardı. Kadının ağzı şaşkınlıkla aralandığında neler düşündüğünü anlamaya çalışıyordu, "Yani ben.." sorusunu devam ettiremeden cevap geldi. "Bilge Öyküm, şu andan itibaren Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Gök Operasyonuna dahilsiniz. Sorgudan sonra kardeşini ve seni güvenli bir alana yerleştireceğiz." içerideki hainlerin herkes farkındaydı, daha fazlası olmayacağının garantisi yoktu. Risk alınamazdı.

Bilge başını onaylar şekilde salladığında beklenmedik olaylar karşısında şok içerisindeydi, gerisi bir kaç saniye içinde gelişmişti. Hapishaneden çıkması, Güven'le beraber Barlas'ın arabasına binmeleri.. Çıkış yolu yakındı.

 

-

 

Saatler birbirini götürürken işkence son bulmuştu. En azından bir süre de olsa. Nerede olduklarını bilmiyorlardı getirildikleri evi ve ya çevreyi görmemeleri için başlarına tıpkı onlar kadar iğrenç kokan bez parçaları geçirilmiş, görüşlerini kapatmıştı. Neyse ki üzerindeki kameralar her yeri görebiliyordu. Bir değil, ikiydi. İki de yanındakinde vardı. Kaçma şansı varken neden aptallık yaparak kendi yanında kalmıştı bilmiyordu Çınar. Odanın en köşesinde, yerde oturmuş, ağlamaktan kızarmış gözleriyle abisine bakıyordu. Yanmış, kesilmiş, kanlar içindeki bedenine. İplerle tavandan bağlıydı kolları.

"Niye kaçmadın kızım sen? Başıma bela mı olmak istiyorsun?" o varken koruma zorunluluğu hissediyordu. Bazen fazla aptal gözükse de belindeki silahı ve botundaki bıçakları saklayabiliyordu. Çınar başta ona zarar gelmemesi, sonra da eşyaların bulunmaması adına kimseyi Lâl'e yaklaştırmıyordu.

Burnunu çekerek ayaklandığında, "Çok acıyor mu canın?" sorusuyla bir kaç adımda mesafeyi kapatmıştı. Hafif gerileyerek ters bakışlarını kadına dikti, "Uzak dur benden." demekten geri duramadı. Herhangi bir kadınla bu kadar mesafe istemezdi, nişanlıydı. Aklına gelen kahverengi gözlerle gülümsemek istese de duraksadı, yanlış anlaşılmak istemiyordu, "Bakayım bir bari, kıpırdama." diyen kadınla sabır çekti. "Buradan çıksak da kurtulamayacaksın artık, yengen kesecek seni." sinirli, atarlı hallerini özlemişti Verda'nın, biraz da kıskançtı. Biraz. Silahlara duyduğu ufak ilgiden dolayı her yerde onları kullanmayı azaltması gerekiyordu, en çok da kıskandığında azaltsa iyi olabilirdi. Bir kere topuğuna gülü tarafından kurşun yemişti, sıyırmıştı ama sonuç olarak geledebilirdi. Bir kere de yeni gelen asker kızın koluna ateş ederek kaza süsü vermişti, savunması ise beterdi. Göz süzerek dudaklarını dişlemişti, göreve mi geldi başka bir şeye mi belli değil. Üstü olarak aklı başına gelsin istedim, tamamen meslekiydi. Çınar gülümsemesini tutamadığında bulunduğu konumda bile aklına gelmesini inanılmaz buluyordu. Lavanta kokusuna ihtiyacı vardı. Lâl gerileyerek abisi gibi gülümsedi, "Anlatsana bana biraz.. Yengemi." son kelimeyi söylediğinde meraklıydı, abisi olduğuna emindi. İnsan kardeşini yürekten hissediyordu, histi işte. Aklında binlerce soru vardı ona dair, hayatı nasıldı, neler severdi, nasıl büyümüştü, sevdiği kadın kimdi?

Karşılaştıkları yerin absürtlüğünden dolayı duygusallığa veremiyordu kendini. Belki de birazdan öleceklerdi, vakit yoktu. Karşısındaki adamın abisi olmaması düşüncesine ise oldukça uzaktı, aklından geçirmek istemiyordu. Sanki yıllardır içinde olan bir boşluk dolmuş gibiydi, eğer gerçek değilse bile tadını çıkarmak istiyor, belki de ölmeden önce abisi varmışcasına davranmayı seçiyordu. Bu yüzden samimiyetle ona sorduğu sorunun cevabını merakla bekliyordu. Belki yeğenleri de vardı.

Çınar gözünün önüne getirdiği bedenle gülümsedi, dilinin ucuna dökerse yanında hissedebilirdi sevdiğini. Mantıksız gelse de bu yolu seçti, onu anlatmayı, "Benim Verda'm. Canımın kendisi." dudaklarını ıslattı, duyuyorlar mıydı emin değildi, askeriyeye rezil olmak şu an umrunda değildi. O duysa yeterdi. "Nasıl güzel bir bilsen.. Hele o kokusu yok mu o kokusu, lavanta bahçesi. Canım."

"Saçları nasıl, gözleri, tipi, çocuklarınız var mı?" hızlı gittiğini düşünerek durdu saniyelik, mesleğini sormamıştı. Asker olduğunu tahmin edebiliyordu, aralarında geçen konuşmalardan bunu çıkarmıştı. Çınar gülümsedi. "Saçları kıvırcık, Alçin'iminki gibi. Ama kahverengi. Alçin'im turuncuyla kızıl karışımı." dudaklarını ıslattı, "Gözleri kocaman, kahverengi. Yaşam var orada." gözlerini kapattı, "Çocuklarımız yok. Ama olacak, beş, on, fark etmez." bunu duyunca Verda'nın surat ifadesini görmeyi her şeyden çok istemişti, gözünün önüne şaşkın fakat göz deviren yüzü geldiğinde ufak bir kahkaha atabilirdi. Delirmişti. Hem de en temizinden.

"Hepsi ona benzesin." bu kısımda biraz daha kameraya yaklaşmaya çalıştı, yüzüğünün içine dahi yerleştirmişlerdi, "Her biri de kız olsun. Erkek çocuğu bırakırım camiye." bu konuda fikri kesindi. Küçük kahve gözlü, kahve saçlı kızları olacaktı. Aksi mümkün olamazdı, içinden tövbe çekti.

Oysa yaşayacakları belli değildi, hayal kurmak diri tutuyordu.

Lâl bakışlarını ondan çekmezken aklına takılan soruyu sordu. "Alçin peki, o nasıl biri?" yıllar sonra adını dudakları arasından duymuştu. En son küçükken söylediği ablasının ismini şimdi yetişkin haliyle söylüyordu, sesi titremişti ama gözyaşlarını tutabilirdi, "Alçin'im, benim çocuğum." sesi öylesine manidardı ki kardeşine olan sevgisi her fazlasıyla belliydi. Burnunu çekti Çınar, "Onun şu dünyada yaşayacağı bir dakika için tüm ömrümü veririm ben. Allah korusun onu." cümleler bıçaktı, aynı anda, başka yerde kardeşinin kalbinin durduğunu bilmiyordu. O kadar içten söylemişti ki, Alçin'e tekrardan yaşam verilmişti. "Görünüşü nasıl peki?" ablası değişmiş miydi merak ediyordu, kızıl kabarık kıvırcık saçlarını hatırlıyordu. Ateş topu gibi geziyordu etrafta, herkese karşı sessiz, Aşkım'a karşı şeytandı. Çoğu zaman kavga eder, sonunda yine barışırlardı. Buruktu, özlemişti. Şüphesiz ki birbirlerini çok severlerdi. Çınar ufak bir kahkahayla onu anlatmaya başladı, "Benim aksime çok zıt, görenler bizi kardeş sanmaz."

Sanmıyorlardı da.

Bazıları ikisini arkadaş sanıp Alçin'e yürüdüklerinde az ağız burun dağıtmamıştı. Dışarıya beraber çıktıklarında sürekli sorun yaşıyorlardı. Yine de güzel zamanlardı. Hafifçe bileklerindeki ipleri çekiştirdiğinde hissettiği acıyla o dünyasından çıkabilmiş, yeniden bu ana dönmüştü. Yüzünü buruşturarak tavana bakındıktan sonra yerdeki kadına döndü, burada zaman geçmiyordu. Alçin'in güvenliğinden emin olsa hamle yapacaktı fakat olamıyordu, "Sen? Senin hikayen ne?" en azından onu biraz dinleyebilirdi. Lâl'in mavi gözleri irice açılırken abisinin onu merak ediyor olması içinde kıpırtılar oluşturmuştu. Küçükken abisine aşık bir kızdı. Az dövmemişti ablasını. Dudaklarını ıslattı, "Pek aydınlık değil, ailem trafik kazasında öldü benim. Yeni doğan kardeşimle düşman ininde yaşam savaşı verdik yıllarca." tüm çıplaklığıyla anlatacaktı, iki dakika sonra nefes alacağının garantisi yoktu. Tabi diyeceklerinin ablasının ifadesine sağlayacağı katkıyı ve değişecek olan kaderlerini etkileyeceğini bilmiyordu. Çınar'ın kaşları çatılırken devam etmesi adına sessiz kalmayı seçti, "Korkunç gözüküyor değil mi? Öyleydi. Hatta Fehdal köpeği de o zamanlar çocuktu." nefretle gözlerini tahta kapıya çevirdiğinde dişlerini sıkıyordu, "Şeytandan hallice tabi. Oralar fazlasıyla uzun, kısa kesmek gerekirse sonrasında şehire götürdüler bizi. Fehdal ya da babası denen it yoktu. Ama daha da kötüydü her şey." yaşananlar bir bir gözünün önüne geldiğinde boğazı sızladı, dolan gözlerini saklamak adına tavana çevirdiğinde devam etmeyi seçti bir kez daha, "Ölmek için çok kez fırsatım oldu, yapamadım. Çünkü ölürsem önce kardeşimi de öldürmem gerekiyordu. Yapamazdım, çocuğum olmuştu o benim. Beş yaşında kucağıma verdiklerinde canım pahasına korudum, kısıtlı imkanlarla yaşamasını sağladım. Annemin gözleriyle bana bakarken öldüremezdim." başını sağa sola sallarken kafasını hafifçe arkadaki duvara vuruyordu, annesinin gözleriyle. Dudaklarından bir hıçkırık kaşmasına rağmen susmadı, "Abla derdi, umutla bakardı. Bencildim. Her şeyden sonsuza kadar kurtulabilecekken sırf kıyamadığımdan binbir türlü tramva yaşanmasına göz yumdum." Çınar hareketlenerek ilerlemeye çalışsa da başaramadı. "Hayır, bencil değildin. Öyle düşünme."

Tam adını söylediği andan itibaren onu gerçekten Aşkım'a benzetiyordu. Bu hisse engel olamıyor, yüreği sızlıyordu. Başta bir insan olarak, sonrasında abi olarak. Kardeşinin böyle bir şey yaşaması onun yıkımı olurdu. Kadın ellerini yüzüne kapattığında omuzları sarsılarak gözyaşlarını akıttı, "Çok canım acıdı, nefes alamadım. Çocuktum." yıllar sonra, hatta hayatında ilk kez dile getiriyordu bunları. Geçti sanmıştı, kaçmıştı. Fakat şimdi anlıyordu ki aslında yaşanmışlıkların içinde bir sağa, bir sola dönüyordu. Hiçbir şey geçmemişti. Boğuk sesiyle konuştu, "Sırf ona yemek versinler diye o kadar çok şeye göz yumdum ki gururum ya da onurum kalmadı." abisinin baktığının farkındaydı, gözlerini açmazken dahi bakışlarının altında eziliyordu. Her şey açıktı. Çınar'ın ağzı hafifçe aralanırken neler yapıldığını biliyordu, bu kansızlar küçücük çocuk demezler, gözlerini kırpmadan istediklerini yaparlardı.

"Sonra kaçtık, öylesine hızlı koştuk ki ayaklarımızın altı parçalanmıştı. Çok zordu, ama kardeşim için o küçücük aklımla öyle planlar yapmıştım ki şu anki hâlime acıyorum." odaya giren adamlardan kaçması, köşeye sinmesi içten içe utanmasına sebep oluyordu, "Bir adam buldu bizi, asker, orta yaşlı. Üzerindeki üniformadan tanıdım, güvendim. Babamız oldu, ailemiz oldu. Evlat edindi bizi, kardeşimi, beni." duraksadığında burukça gülümsedi, "Kardeşimin ilk ailesiydi, benim ise hiçbir zaman öncesini tutmadı. Mezarlarının yerini hâlâ bilmiyorum." yalan değildi, bilmiyordu. Olanlardan kimseye bahsetmemiş, psikologlara da anlatmamıştı. Bir kez dahi araştırmamış, utanmıştı. "Bu Fehdal itinin babasının yaşadığı büyük kaybı biliyorsun değil mi?" tüm ailesi diri diri yakılmış, külleri gönderilmişti. Oğlunu bırakmışlardı yalnızca. Ayrıca tüm mal varlığını elinden almış, adını lekelemişlerdi. İki kolu da protezdi; Gözleri de iyi görmüyordu. Lâl bunların hiçbirinin sebebini bilmezken şükretmişti duyduğunda, tüm haber kanalları inlemişti. Duvarlarda bırakılan yazı ise içinde hâlâ garip bir etki bırakıyordu. "Çocuk olamayan iki çocuğun nefesi ensenizde. Elleri ateşiniz, yürekleri cehenneminiz. Daha da fazlasına." bir çok şey anlatıyordu. Tıpkı sürekli evine gönderilen beyaz laleler gibi. Saflık, temizlik demekti. Nereden geldiğini, neden geldiğini bilmiyor, notlarını okuyordu. Ayrıca her haber sunmaya gittiği yerde avuçlarının içine güzelliğine dair sözler yazan şiirler konuluyordu. Başta korksa da hepsinin imzası aynı olduğundan alışmıştı. Hatta emindi ki başına gelecek bir çok beladan aynı kişi onu korumuştu, peki şimdi neredeydi?

"Biliyorum, baya büyük olaydı." Çınar'ın cümlesiyle düşüncelerinin içinden çıkarak, "Nedeni olarak beni biliyor, o sebeple buradayım." cevapladığında maviler irice açıldı. Kadının hayatı bok çukuruyla eş değerdi. Aradan geçen dakikaların sonunda kardeşinden bahsetmiş, adını kendi koyduğunu, ihtiyacı olan duyguyu fazlasıyla hissettirdiğini söylemişti. Ona olan sevgisini saatlerce anlatmaktan çekinmemiş, ablası hakkında daha fazlasını öğrenmek adına çaktırmadan sorular sormuştu. Sonundaysa ipleri bıçakla kesmiş, son dakika aklına geldiğinden bir tık azar işitmişti. Çınar'ın ağrıyan kollarına hüzünle bakmış, dolan gözleriyle uyuyakalmıştı.

Yorgun maviler camın getirdiği ay ışığına dönerken dilek diledi, Alçin ve Verda için. Artık biri daha eklenmişti; Lâl. Onun için de yaşam diliyordu. Mutlu, huzurlu.

 

-

 

Üzerindeki kabanı çekiştirerek kasvetli havada hızla yürüyordu Verda, bu sabah olanlardan Acar'a bahsetmesi gerekiyordu. İçerideki hainin hedefi direkt olarak Alçin'di, özellikle diğerlerini yakalattığından itibaren canıyla kumar oynuyorlardı. Askeriyeye kadar girip başına silah tutmak büyük cesaretti, burunlarından gelecekti. Bir yandan sürekli olarak Çınar hakkında bilgi alıyor, nasıl olduğunu merak ediyordu. Kameralar hâlâ aktifti, sesini duyabiliyordu.

Yanında bir kadın vardı, mavi gözlü. Benzerlikleri dikkatinden kaçmamıştı, kadının hayatını tamamen dinleyemeden çıkmak zorunda kalmış hastanenin yolunu tutmuştu. Alçin'e olanları yeni öğreniyordu.

Tüm bunların yanı sıra saatler önce aldığı mesajla evine gitmişti, bilinmeyen numaradandı.

Kapısının önüne bırakılan belleği almış, şüpheyle laptopuna takmıştı. Ekranda gördükleri ise yıkımdı. Sadece boşluk olarak kalan düşünceler tüm gerçekliğiyle karşısındaydı. Babası, kardeşinin ölümüne sebep olmuştu. Videoyu defalarca başa sararken kanı donmuştu, ağlayamayacak kadar ölmüş, her ölümünden bin kez doğmuştu. Öfke olarak, hırs olarak. Yıkılamazdı, annesi için, kardeşi için ayakta duracaktı. Alevler içinde kül olacak vücut artık babasınınki olacaktı. Kardeşi gerçek ateşler, annesi yüreğindeki ateşlerle can vermişti. İki kişilik ailesinin bedeninin huzur bulması onun elindeydi, Verda demek artık intikam demekti.

Öyle ki acısını vücudundan çıkarmamak adına ağlamamış, tepki vermemişti. Acıyı öfkeyle harlamıştı, gözünü karartmıştı. Ona ait olan herkes tek tek gitmişti. Diğerlerinin aksine hiç zaman geçirmemiş olmasına rağmen kalbini en çok sızlatan gidiş bebeğiydi. Ölmek için gittiği uçurumda canıyla tanıştığı yere gömmüştü onu, yapayalnızdı. Tek başına toprağa gömerken de bir damla yaş dışarı akmamıştı kahvelerinden, içine akıtmıştı. Yine de bedenini kontrol edemeyerek titriyordu, her seferinde olduğu gibi eli karnını bulurken üst koridora doğru çıktı.

Hastanenin mayhoş kokusu burnuna doluştuğunda yüzünü ekşitti, dağlardaki barut kokusu daha iyiydi. "Komutanım.." duyduğu sesle arkasına döndü, bir kat daha çıkamadan duraksadı. Burak'ın seslenişiyle o yöne ilerledi, herkes buradaydı. Camlardan bakınmak istese de kapalı olduğunu fark etmesiyle bakışlarını herkeste gezdirerek başıyla selam verdi.

"Durumu nasıl?" camlardan birini işaret ettiğinde hangisi olduğu fark etmezdi, üçünü de merak ediyordu. "Göremedik komutanım, ama birazdan içeri gireceğim." heyecanla atılan Burak'a gülümsemekle yetindi. Yoğun bakım olduğundan kolay değildi, yalnızca dört dakika izin alabilmişti. Kapılardan biri aralandığında Hira üzerinde önlükle dışarı çıkmıştı, gülümsüyor, bir yandan gözyaşı akıtıyordu. "Abim elini kıpırdattı, doktora söylemeliyiz." herkes güzel haberler içinde mutlulukla süzülüyorken Acar bakışlarını kardeşinden, yere çevirerek beklemeye devam etti. Alçin'in kapısının önündeki tek kişiydi. Az önce o da abisini görmüştü, iyiydi. En azından fiziki olarak. Verda yanındaki sandalyeye oturduğunda iki kişilerdi, ve ne ara geldiklerini anlamadıkları Saadettin'le artık üç kişilerdi. "Alçin nerede?" sabırsızca sorarak etrafına bakınmıştı. Dila'dan aldığı haberle hızla buraya koşmuş, soluğu hastane koridorlarında almıştı. Kendini suçlayan kişilerden biri de o'ydu. "Odada." Acar tek kelimeyle açıklama yaptığında Umay ile Pars'da gelmişlerdi. Pars, Umay'ın sakinleştirici serum yediğini söyleyerek ortamdaki gergin havayı kırarken geçmiş olsun dileyen tek kişi avukattı. "Konuşalım mı?" Acar'ın sorusuyla Verda duruşunu dikleştirdi, gözlerini ortamdakilerin üzerinde gezdirirken Umay'ı tanıdığından onu, hatta Saadettin'i de istemişti. Şimdi ise bahçede hep beraberlerdi.

Acar, Verda, Umay, Saadettin ve Pars.

"Bana ne olduğunu anlat." direkt konuya girmek istiyordu, özetle aldığı bilgilere göre savcının tehlikede olduğunu biliyordu. Çınar'ın cihazından olan kaydı dinlemiş, öğrenmişti. Ayrıca Barlas'ın bahsettiklerine bakılırsa operasyona biri daha dahil olacaktı. Çünkü biri asker, biri savaş muhabiri olmak üzere iki Türk esirdi. Lâl denen kadının dosyası eline ulaşmasına rağmen incelememişti, vakti yoktu. Lafa giren Umay oldu, "Bizim ne işimiz var burada? Ne istiyorsunuz?" sorgulayıcı bakışları ve ters ses tonu herkese ithafendi. Verda hariç. Onu tanıyordu.

Sevmese de, nefret de etmiyordu. Karşısındaki kadının ise planları farklıydı, "Senin buradaki işin Alçin'e olan desteğin." Umay duyduklarıyla ellerini beline atarak gözlerini kıstı, "Bunu bana iş olarak mı veriyorsun? Ben ona zaten destek olacağım." anlaşması oldukça zor bir kadındı. "Hayır, demeye çalıştığım şey şu, Alçin'in kendine güveni yok. Peşinde kimin olduğunu bilmiyoruz ve eğer zarar verecekse bu en doğru an." Saadettin yutkunduktan sonra söze atladı,

"Çünkü en savunmasız anında." Verda başını onaylar şekilde salladığında Umay anlamayarak tekrardan soru yöneltti, "Alçin'in peşinde birileri mi var?" en başından anlatması gerekiyordu. Acar cebinden sigara çıkararak yaktığında alanlara da uzattı. Dudaklarının arasından yayılan ufak ateş yüzünü aydınlatırken Alçin'in camını izliyordu. Kulağı onlardaydı. Verda sırtını arkasındaki duvara vererek söze girdi, "Alçin'in peşinde birileri var. Fehdal denen köpek, yani o itlerin başının oğlu, Çınar'ı bununla tehdit etti." Umay yüzüne gelen sigara dumanlarından ela gözlerini kapatarak geriye çekildiğinde yüzünü buruşturdu, "Çınar abi de buna inandı mı? O kadar aptal biri değil."

Yüzük parmağındaki nişan yüzüğünü okşadı bir süre, kahveleri tekrardan kadına dönmeden dudakları aralandı, "Değil. Ama fazla detaya da girmeye vakit yok. Sonuç olarak Alçin'in peşinde birileri var ve o kişiyi tanımıyoruz. Şu an bulamadık. Bulacağız." Saadettin sigaranın izmaritini yere atıp ezdikten sonra gözlerini bahçenin diğer ucundaki Dila'dan çekip onlara döndü, "Bize düşeni anlat." askeriye dışında resmi dil kullanmayı hiçbir zaman sevmezdi. Tercih de etmezdi. "Sana düşen şu.." Umay'ı gösterdi, "Alçin'in kendine güveni yok. Peşindekini de asla bilmeyecek. Koruyacaksın, kendine güvenmesini sağlayacaksın." bakışlarını tekrardan yüzüğüne çevirdi, "Bu şekilde savaşamaz, savaşamazsa yaşayamaz. O kendinde olmazsa biz bile kurtaramayız. Acısını hırsa dönüştürmeyi öğrenmesi gerek. Sende de hırstan bol ne var değil mi?" tek kaşını kaldırarak Umay'a baktığında son cümlesini de ekledi, "Avukat Umay Aksel, koskoca örgütleri yıkıp, televizyon kanallarını inleten." Saadettin kahkaha attığında merak ettiği şeyi sormaktan geri duramamıştı, "Gerçekten mermiye kafa attın mı?" sosyal medyanın etkisi inanılmazdı. Umay göz devirerek sırıttığında abisi onu kolunun altına almıştı.

"Peki ben?" Saadettin sarı saçlarını geriye itekleyerek kollarını önünde birleştirdi, "Sen, sen askeriyedeki o haini bulmamıza yardım edeceksin. Bilirsin, avukatlar kirli oynar." duyduğu cümleyle göz göze gelen Saadettin ile Umay gülümsediklerinde inkar etmemişlerdi. Kirli oynarlardı. Sonuç adalet olsa da ona giden yollarda diri kalmalılardı, elleri temiz, yakaları kanlıydı. "Bana uyar." başını sallayarak onay verdiğinde heyecanla yerinde kıpırdandı, ortamı kısa süreli bir sessizlik ele aldığında Acar sigarasını yere atarak bir tane daha yaktı.

"Çınar'ı ise nasıl kurtaracağımızı bilmiyorum. Düşüneceğim." derin nefes vererek düşen omuzlarını kaldırma gereği duymadı. "Ne gerekirse buradayım." Pars'da özel kuvvetler askeriydi, başka şehirde de olsa izin alarak gelebilmişlerdi. Acar dakikalar sonra söze girdiğinde gözler ona döndü, "Savcıyı toparlayın gerisi kolay, Çınar'ı getireceğim." bitmeye yakın sigarasından bir nefes daha çekti içine, gri duman yüzünü kapatırken bakışlarını camdan çekerek onlara çevirdi. "Nasıl?" Saadettin'in sorusunu ciddiye almadan Verda'ya döndüğünde bir şey demek adına ağzı aralanmıştı ki lafı kesildi, "Biz özel bir şey konuşacağız, yalnız bırakın." Verda'nın cümlesiyle Umay homurdanarak abisiyle direkt ortamı terk ettiğinde Saadettin de peşlerinden ilerledi.

Meslektaşının avukatlığa dair oynadığı kirli oyunları sorguladığı bahçenin öbür ucundan dahi duyuluyordu.

"Ne konuşacağız?" Acar kaşlarını çatarak konuştuğunda kahvelerin ona dönmesini sağlamıştı. "Anlatamadım her şeyi." farkındaydı, aldığı bilgilere göre bu anlattıkları bir hiçti. Söze gir dercesine başını yana eğdi, o da bunu anlayarak lafa girdi, "Bu sabah, Alçin'in başına dayanmış bir silahtan bahsedildi. Koşarak gittim sağlık ocağına, kapalı olan pencere açıktı, içeride kimse yoktu. Kaçmıştı." yutkundu, "Belki de blöftü bilmiyorum, yine de bu riski göze alamayız."

"Sence gerçekten savcıya zarar vermek istiyorlar mı?" cevabı olumlu gelirse rahatsız olacağı soruyu sorarak dudaklarını ıslattı. Başka kafadan fikirlere ihtiyacı vardı.

"Emin değilim. Direkt olarak Alçin'le sıkıntıları yok fakat bilirsin, ortada bir sebep olmadan da can alırlar." olmasından korktuğu gerçeği dile getirirken hızlıca cümleleri söylemiş, derin bir nefes almıştı.

"Onu korunaklı bir yere yerleştirmeliyiz." saatlerdir savcısı ile ne yapacağını düşünüyordu. Korumak, herkes saklamak çözüm değildi. Farkındaydı. Yine de kısa süreli bir yoldu, daha az tehlikeliydi.

"Bu bir işe yaramaz. Kaçmayacağını biliyorsun." öfkeyle söylenerek ayağının altındaki taşa vurdu kadın, zihni doluydu.

"Kaçmıyor fakat savaşmak için çaba da vermiyor, durduğu yerde ağlıyor, bu şekilde yaşatmazlar onu." acı ama gerçekti. "Bu yüzden Umay'ı devreye soktum, Alçin'in cesaretini yerine getirmesi ve savaşması için.." Acar yüzünü sertçe ovalayarak lafını kesti, "Alçin'in savaşmasını istemiyorum. Bunu kaldıramaz, ölecekti. Ölüme çok yakındı ve tekrarı.." bu sefer lafı kesen Verda'ydı, "Ne demek ölecekti? Ölüme yakındı derken, bunlar ne demek oluyor?" kaşları çatılarak sorduğu sorularla hiçbir şeyi bilmediği açıktı. Yoğun bakımda olmasını yaralarından sanıyordu ama mantıklı düşünemediği ortadaydı, bu sebepten kimse yoğun bakımda kalmazdı. Farkındalık bir urgan gibi boynuna dolanırken boğulduğunu hissetti. Babasından kafasını uzaklaştırması şarttı, iki olayı birbirinden ayırmayı öğrenmeliydi. Alçin'e değer veriyordu, sevdiğinden bir parça olmasından öteydi ona karşı olan duyguları. Kardeş gibiydi. Dosttu.

Acar bakışlarını hastane kapısına çevirdiğinde mavilerindeki hüzün gizlenemezdi. Verda bunu fark ederek ağırca yutkundu. Hisleri görebiliyordu. "Şu an bunu konuşmanın sırası değil, sadece kalbi bunu kaldıramadı. Stresi, yaşanılanları.." uzun uzun anlatmayacaktı. Kıvırcık saçlarından ellerini sıkıca geçirdi, "Tamam bak.." sakin kalmaya çalışıyordu, "Alçin'in kendi içindeki hırsı fark etmesi lazım."

"Ne hırsından bahsediyorsun sen? Ölebilirdi, ben bir kere daha onu bu cehennemin içine atamam!" sinirle söylendiğinde yükselen sesinden birhaberdi.

"Kutu bebek gibi köşede saklayamazsın da, söz konusu abisi! Bırak acısını özgürce yaşasın, sonra yeniden doğsun." devam etti, "Hırs olarak, öfke olarak, nefret olarak." ikiside bağırıyorlardı. Bahçedeki gözler onlara döndüğünde Verda sesini alçaltarak susmuştu. "Anlamıyorsun, tekrardan buna dahil olması demek ölmesi demek." daha sakince karşılık verdiğinde dişlerini sıkmaktan geri duramamıştı. Kadın kahve gözlerini sabır dilercesine anlık kapattı, "Sanki hiç çıktı mı ki tekrardan dahil olacak diyorsun? Hem mantıklı düşünemiyorsun bile, o bakışlarındaki hüzün de ne, anlatsana." küçümseyici cümlelerini dizerken, her birinde bir bir intikam alıyordu. Yıllarca Çınar ve Verda ile dalga geçmişti, çünkü Acar'a göre aşk denilen duygu kendi mesleklerinde olmazdı.

Her an şehit olabilecekken birini sevemez, kendini de sevdiremezdi. Ona göre bencillikti.

Rahatsızca yerinde kıpırdandığında sessiz kalmayı seçti. Verda geri durmadı, "Alçin'in içindeki öfkeyi sen bilmezsin ama ben bilirim. Sinirlendiğinde, hırslandığında nasıl birine dönüşeceğini tahmin dahi edemezsin. Ben buna şahit oldum. Öyle ki karşısında sana bile diz çöktürür. Canavarlaşıyor." sesindeki hayranlık bariz bir şekilde belli oluyordu. Yanında çalıştığı süre boyunca girdiği davalardaki ifadelerini, gecesini gündüzüne kattığını biliyordu. Acar'ın iki yolu vardı; Ya savcıyı gerekirse zorla saklayarak onu bütün risklerden koruyacak ve tüm nefretini kendisi sırtlanacaktı ya da onu sahaya çıkaracak, canıyla kumar oynamasına izin vererek savaşında yanında olacaktı. Dudaklarının arasından bir küfür savurarak sertçe yüzünü ovuşturdu. Haddi değildi, farkındaydı. Abisi için savaşabilirdi, onu bundan alıkoyamazdı fakat saatler önce yaşananlar tekrarlanırsa diye korkuyordu. Bakışları yerdeki ıslak betonda oyalanırken sustu, bir kez daha sessiz kalmayı seçti.

"Ve eğer Çınar'ı önümüzdeki bir hafta boyunca kurtaramazsak senin timinle değil, kendi timimle harekete geçeceğim. Operasyonu da s*kerler, kuralları da." çoğu defa çiğnedikleri kuralları hem kendilerine, hem de yasalara uydurmayı başarmışlardı. Ama şimdi durum farklıydı, artık uzlaşmak istemiyordu. Çınar'ı istiyordu. Mavilerini meydan okurcasına kadına diktiğinde aynı şekilde karşılık almıştı. "Barlas'dan haber var mı?" üşüyen ellerini ceplerine sokarak ileri geri sallanmaya başladı. "Bilmiyorum, henüz konuşmadık."

"Sence işe yarar mı o kadın?" bir anda ortaya çıkan Bilge'yi kimse tanımıyordu. "Yarar, dosyayı incelemem gerekiyor." başını belli belirsiz sağa eğerek dilini yanağının içinde gezdirdi. Kafası tekrardan Alçin'in odasına çevrildiğinde derince nefes almıştı, nasıl olduğunu merak ediyordu. "Gitmem lazım." rüzgârda uçuşan kıvırcıkları görüşünü kapatırken eliyle geriye iteledi. Askeriyeye geçmeyi düşünüyordu ama aklı Alçin'de kalıyordu, görmek yasak olduğundan kısa bir süre işlerini halletse daha iyi olabilirdi. "Ben de savcının yanına çıkacağım, onu görmek istiyorum." bakışlarını camdan çekerek kadına çevirdi. Verda başını onaylar şekilde salladığında kıstığı gözleriyle imalıydı. Acar dayanamayarak güldüğünde sabır dileyerek yanından uzaklaştı.

Savcısı onu beklerdi.

 

-

 

Burak derin bir nefes alarak üzerine geçirdiği önlükleri çekiştirdi. Poşet giydirmişlerdi resmen. Odanın kapısından girerken heyecanını gizleyemiyordu, her şeye hazırlıklı olması söylenmişti. Tahmin edebiliyordu, neyin nasıl olduğunu anlayabilecek şeylere şahit olmuştu.

Kapının kolunu indirdiğinde gözlerini sıkıca kapattı, acaba uyanık mıydı?

Binlerce soru aklında gezinirken bakışları yataktaki bedene değince adımları durdu. Yüzündeki gülümseme yavaşça solarken yutkundu. Başını sağa sola sallayarak toparlanmaya çalışsa da olmamıştı, bir kaç adım ilerleyerek fazla yaklaşmadan köşeye kuruldu. Enfeksiyon kapabileceğinden dolayı yakın olmamasını söylemişlerdi, kafasını hafifçe eğerek baktığında gözlerinin kapalı olduğunu görmesiyle derin bir nefes verdi.

Maskesini biraz daha yukarıya çekerek uzunca izledi; Yanmış sırtını, derisi soyulmuş kollarını, neredeyse kıpkırmızı olan bedenini.. Bacağındaki kemiği dahi ortada sayılırdı. Her fark ettiği detayla kalbine oturan ağırlık arttığında eldivenli eli göğsüne gitti. Badem bunu nasıl kaldıracaktı? Tek düşündüğü buydu. Ne görünüşü, ne de başka bir şey umrunda değildi.

Kendi elleriyle sarar, tedavi ederdi. Ama ruhunu nasıl iyileştireceğini bilmiyordu. Her türlü yanında olurdu, kendinden şüphesi yoktu. Badem onu ister miydi ondan emin olamıyordu. Zorlu bir sürecin onu beklediği gerçeği ortadayken bir gözyaşı aktı, tüm zemini yaktı. Bir gözyaşı daha aktı, tüm binayı inletti. Ve bir gözyaşı daha aktı, kalp sızladı. Dudaklarını dişleyerek direnmeye çalışsa da imkansızdı. Uyandığında neler düşünecekti, kendisini görünce ne hissedecekti, hepsi belirsizlik içerisinde soru işaretleri bırakırken yalnızca saçlarını sevmek istedi.

Hiçbir zaman dokunamadığı o saçları.

Bahane ile bir kere de olsa doya doya okşamak istediği saçlara duyduğu sevgi çok fazlaydı. Badem'e dair her şey onda çoktu. Dakikaların izin verdiği kadarıyla onu izledi, bıkmadan, usanmadan, korkmadan. Kendi canının yanında onun canını da düşündü, vereceği tepkileri, canının acısını, psikolojik sürecini. Kapı aralayıp hemşire tarafından çağrılmasıyla son kez göz gezdirdikten sonra yavaş adımlarla odadan çıkmıştı.

Donuk gözleri etrafı süzerken herkes ona bakıyordu, düşen omuzlarını toparlamadı. İlk defa dik duruşu yoktu. "Burak?" Esin'in tereddüt dolu sesi kulağında yalnızca uğultudan ibaretti, "Kardeşim iyi misin?" Boran komutanın oğlu Arslan'ın endişeli gözlerini gördüğünde diğer cümleleri duymayarak elini havada salladı. Önemli bir şey yok dercesine. Görüşünü bulanıklaştıran gözyaşlarıyla beraber koşar adım lavaboların olduğu yöne ilerledi. Peşinden gelen Boran ve Candar'ın postallarının çıkardığı gürültü koridoru inletiyordu.

Kapıyı açarak hızla içeriye girdiğinde boş olduğunu görmesiyle musluğu yukarı kaldırarak soğuk suyu bir kaç kere yüzüne çarptı, aynı zamanda içeriye giren adamlar kapıyı kapatarak sessizliğini korumayı seçmişlerdi. Suyu her defasında daha da hızlı çarparak kendini tokatlıyordu, ağlamamalıydı. Ama onun da canı vardı. Durmadığında ikili kolundan tutarak onu çekiştirmişlerdi, bırakın diye bağırmasına aldırış etmeden sıkıca sarmışlardı. Burak'ın çırpınan bedeni zemini bulduğunda onunla beraber çöktüler, biri yıkılırsa diğeri de yıkılırdı. Gönül bağıydı bu, kolay değildi. "Oğlum.. Oğlum acıyor lan.." hıçkırıkları arasından söylediği cümleyle ikisi de başlarını yere eğdiler. Söylenecek bir şey yoktu. "Benim çiçeğimi yakmışlar, benim.. Yakmışlar.. Paramparça olmuş.. Derisi.. kemikleri gözüküyor.." Burak'ın ağlamasına kimse şahit değildi, şimdiye kadar güler, kahkahalarla ortamı neşelendirirdi. Aksini bugün görüyorlardı. Nefesi kesik kesik konuşuyor, kelimeleri tekrarlıyor, hıçkırıklara boğuluyordu, yıkılıyordu. Boran burnunu çektiğinde dudaklarını ıslattı, Candar'da gözünden akan yaşı hızla sildi. Badem'i herkes severdi. Zorlu bir süreç yalnızca onu değil, hepsini bekliyordu. O mutlu olmadan kimse olmazdı.

"Erkek adam ağlar mı hiç? Yakışıyor mu komutanım?" Candar'ın cümlesini bitirmesiyle gözünden tekrar bir yaş süzülmesi bir oldu, sesi titriyordu. "Ağlamaz tabi, toparlan aslanım. Önce kendin güçlen ki sonra ona güç ver." Boran'da konuştuğunda ağlamamak için verdiği çaba fenaydı. Burak ise hiçbirini duymuyor, elini yüzüne kapatarak hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.

Geçecekti.

 

-

 

2 gün sonra

Beyaz elbisemin eteklerini çekiştirirken nerede olduğumu anlamak adına gözlerimi etrafta gezdirdim. Yine bir rüyanın içinde olduğumun farkındaydım. Bir türlü uyanamıyordum, içerikleri değişen, sonu aynı olan manzaraların içinde dolaşıyordum. Bu sefer ayağımın altında bir tahta parçası vardı, önümde ise kocaman ev. Deniz kenarında, ahşaptan. Yazlığımız. Çocukluğumun en güzel anılarının saklandığı, yıllar sonra bir rüyada ziyaret ettiğim yer. Neyin beklediğini bilerek ilerledim içeriye, adım adım, nefes nefese. Duyacağım seslerin acılı olacağını düşünürken kulağıma kahkahalar dolması kaşlarımı çatmama sebep olmuştu. Her defasında abimi acı içinde görüyordum.

Ama şimdi abim kahkaha atıyordu.

Yüzümde silik bir gülümse oluştuğunda az öncekinin aksine hızlı adımlarla merdivenleri çıkmaya başladım. İnanma Alçin. Bir kez inanıyorsun, bin kez ölüyorsun. Yapma bunu kendine, kanma yeniden. Kalbimin atışları mantığımdan daha yüksek sesle konuştuğunda yüreğim bir kez daha abimin yaşadığına inanmayı seçmişti. Duvarlardaki fotoğrafları görüyordum, mutlulardı, mutluyduk. Aşkım'ın dağınık saçlarıyla şeftali yerken bir fotoğrafı vardı, yanındaki tabloda ben gururla karnemi gösteriyordum, abimin askeri lisedeki törenlerinden birine ait olan fotoğrafın yanına geldiğinde durdum. Parmaklarım soğuk camın üzerinde gezinirken, üzerindeki üniformayı nasıl da severek giydiği gerçeği bir tokat gibi yüzüme çarpıyordu. Abim asker olmayı çok seviyordu, ben ise her defasında yalnızlığımdan dolayı onu suçluyordum. Duyduğum seslerle geriye çekildim. Gülümsemem genişlerken uzun elbisemin bir kısmını elime toplayıp havaya kaldırdığımda merdivenleri daha hızlı çıktım. Ayağım burkuldu, durmadım. Ayağıma cam kırıkları girdi, durmadım. Merdivenden kaydım, durmadım. Abimi gördüm, durdum.

Yanında küçük bir kız çocuğu gördüm, koştum.

Beni görmüyorlardı, "Canımın içi." o kadar içten söylemişti ki hafifçe yere eğildim, ikisinin yanına. Bu bendim, benim küçüklüğümdü. Gözlerim çevrede gezinmeye başladığında odadaki tozlar normalde olsa öksürmeme sebep olabilirdi fakat bu bir rüyaydı. Babamın çalışma odasındaydık. Duvarda asılı tablolar, geniş masadaki dosyalarla sanki hiç ölmemiş birine ait gibi duruyordu. Yazlıkta bile çalışıyor olmasını o yaşlarda anlamsız bulsam da şimdi umursamıyordum, bakışlarımı tekrardan karşıma çevirdim. Abisine sokularak ufak bir kahkaha attı. Koca eller kıvırcıklarını şefkatle sevdiğinde ben de istedim, kendimi kıskanarak dokunmaya çalıştığımda ellerim yalnızca boşluğu buldu. Yüzümdeki gülümseme solarken tekrar denedim, sonuç değişmedi. Abim o kız çocuğunu sevdi, güzel sözler söyledi ve bir an bile bırakmadı.

"Hayatta her zaman istediğimiz şeyler olmaz güneş çiçeği, hemen pes etmemeliyiz ama değil mi?" küçük kızın burnuna vurduğunda kendi burun ucuma dokundum. Bendim işte o, neden abimi hissedemiyordum? Sinirlenerek baktığımda oldukça mutlulardı. "Peki diyelim ki mutsuzuz o zaman ne yapmalıyız?" gözlerini gülümsemekten kısılırken küçüğün alnına bir öpücük kondurdu, "Bilmiyorum abi." o değil, ben konuşmuştum. Çünkü bilmiyordum. Büyük bir bedende, küçük bir ruh saklıyordum. Çocuk olamamıştım ki, elimde değildi. Beni duymadı fakat yine de cevapladı, "İşte o zaman mutsuzluğun içindeki mutluluğu bulmalıyız. Bu bir insan olabilir, bir eşya olabilir, bir koku, bir manzara.. Her şey olabilir, aklına ne geliyorsa." derin bir nefes aldı. "Seni ne rahat hissettiriyosa."

Yine ben konuştum, "Sen, sendin abi." duymadı, dönüp bakmadı ama yeniden cevapladı, "Ben olamam kızım, başka bir şey bulmalısın." gözümden ne ara aktığını anlamadığım yaşlarla başımı olumsuz anlamda salladım, başka bir şey istemiyordum, "Abi gel, gel ben çok özledim seni." titrek sesimle ona yalvardım. "Eğer bu bir insansa, onu bırakma, o kadar sıkı tut ki parçalarınız birleşsin. Unutma, o senin için rahat bir alansa, bir yuvaysa, sen de onda aynı anlama sahipsin." dudaklarımı dişlerken ellerim sıkıca dizimdeki elbisenin kumaşını sıktı, kontrolsüzce ileri geri sallanıyordum. Burnuma doluşan deniz kokusuyla bakışlarımı çevremde gezdirdim. "Eğer bu bir kokuysa, öyle dolu dolu çek ki içine ciğerlerini doldur. Kaybetme, bir daha unutma, zihnine kazı. Kokular insanın beynine bir kere girdi mi çıkmazlar, belki yıllar sonra tekrar duyarsın ama o an bile hatırlarsın." ellerim gerdanımdaki kolyeyi kavradı, deniz kokusu gittikçe artıyordu.

"Eğer bu bir eşyaysa, yanından ayırma. Etkisine inan, getirilerini görmezden gelme. Çevrendeyken, üzerindeyken, yanındayken. Unutma, eşyaların anıları vardır. Sebepsiz yere verilmez, bulunmaz. Olur bir sebebi hep." gözyaşlarım akmaya devam ederken gözlerimi kapattım anlık, zihnimin bana kurduğu oyun öyle yoğun bir hâl almıştı ki gözümün önüne komutanın evi geldi. Çevredeki ağaçlar, balkonu, yağan yağmurlar. "Eğer bu bir manzaraysa, onu her zaman gör. İmkan dahilinde değilse bile aklında canlandır, beyin görmek istediklerini ve göremediklerini saklar kendine. Çok istersen bunları sana sunar, manzaraların hatırası vardır kızım." gözlerimi araladığımda abim küçük benin saçlarını sevmeye devam ediyordu. O kadar acizdim ki, kendi ellerimi, kendi saçlarıma atarak okşadım.

Kendime sarıldım.

Abim gibi hissettirmiyordu. Ellerim bedenimde gezinirken belimdeki yara izinde duraksadı, hareket ettirmek istesem de olmadı. Sol kolumda uyuşma başladığında abimin kucağındaki beden hafifçe geriye çekildi. Kollarımı bir türlü çözemiyordum. Küçük bedenden akan kanların ıslaklığı dizime geldiğinde irkildim, beyaz elbisemin uçları kırmızıya dönüyordu. Çığlık atarak korkumu ortaya döktüm, tüm gücümle kollarımı çözebildiğimde kanlar arttı. Avuçlarımdan destek alarak gerilediğimde ikisinin de bedeni gözler önünden kayboldu. Ağlıyordum, birazdan gelecekleri istemiyordum ama kaçışım yoktu. Gözlerimi sıkıca yumarak geriye geriye süründüm. Bir umut dedim kendi kendime, hep yaptığım gibi. Oysa umut da yoktu, hayal de, sevgi de, abim de.

Çığlıklar başladığında kulaklarımı kapattım, ellerime bulaşan kan yüzüme de değiyordu. Hissediyordum. "Nolur, nolur, istemiyorum." Feryat figan bağıran abimin acısı tüm bedenimde sızım sızım sızlıyordu. Sebebinin ben olduğunu söylüyordu, sürekli suçlanıyordum. Ama hiçbiri abim tarafından değildi, kim olduğunu da göremiyordum sadece düşünceydi, belki gerçekti, belki yalandı. "Durun, durun!" benim bağırışımla sesler sustu. Rüzgâr daha sert esti, öyle ki tenimde kum tanelerini hissedebiliyordum. İçimde benim bile kontrol edemediğim bir öfke belirdi, günler sonunda. Her zaman aradığım fakat kaybettiğimi düşündüğüm hisler geri dönüyordu, öfkem, hırsım, asıl ben. Ahsen gelmişti. Elleri kanlı, gözleri arsız Ahsen. Oturduğum yerden ayaklandığımda gözlerimi yavaşça araladım, titriyordum. Korkudan değildi, üzüntüden hiç değildi.

Bacaklarıma rağmen dimdik durdum boş kumsalda. Gökyüzünün rengi gittikçe koyulaşırken karşımda kesik bir silüet belirdi. Koyuydu, gölgeye benziyordu. Gerilemedim, aksine ona doğru koştum. Damarlarımda akan kanın kaynadığını hissediyordum, hafifçe ürperdiğimde tüylerim diken diken oldu. Yine de durmadım. Silüet öylece beni beklerken hışımla üzerine gittim, yanına geldiğimdeyse dokunamadım. Çünkü gerçek değildi. "Ne istiyorsun benden?" hesaplaşacaktım, içimin az da olsa soğuması lazımdı. Dayanamıyordum. "Cevap ver bana!" ittirmeye çalıştığımda boşluğa uyguladığım fazla güçle sendeledim fakat toparlayarak tekrardan duruşumu dikleştirdim.

"Düşmem mi sanıyorsun en dipte olduğunu düşünürken? Işığı görünce tüm gücünle ona sarılsan dahi bırakmaz mı zannediyorsun? Gün gelir; Bildiklerin yalan, ezberlediklerin bir avuç uydurma çıkar." o değildi, konuşan başkasıydı. Gözlerimi göğe çevirdim, etrafıma bakındım ama kimse yoktu.

"Güvendiklerin ise katilin olur. Sırtına saplanan hançerlerden haberin olduğunda asıl cehennemin o zaman başlayacak." kaşlarım çatıldığında bozguna uğradığımı inkar edemezdim, ifadem düzdü. "Benim güvendiklerim bana yanlış yapmaz." emindim, insanlara kolay güvenemezdim, güvenirsem de sonuna kadar savunurdum. Şu an neyden bahsettiğini anlamıyordum, içgüdüsel bir savunma yapmıştım. Korkmaktan da geri duramadığım kesindi. Sesler kesildiğinde başımı tekrardan gölgeye çevirdim, öylece duruyordu. Suratı yoktu, bilinçaltım bana bakıyormuş gibi hissettiriyordu.

Uyanmak istiyordum.

Hırsla ellerimi ona uzattım, bu sefer geriledi. Boşluğu sıkıyordum fakat çırpınıyordu. Ben de içimdeki ilkel dürtüyle daha da fazla sıkıyordum. Öfkem diriydi. Ateşti. Herhangi bir hissiyat olmamasına rağmen devam ettim bunu yapmaya, sonunda ise durdu. Yere düştük beraber. Ellerim hâlâ sıkıca sarılıyken derin derin nefes alıp veriyordum, yüzüme gelen kıvırcık saçlarımın ardından izledim karanlığı. Nefesim saçlarımı hafifçe itelediğinde gölge bir bedene bürünmeye başladı; Önce saçları; sonra vücudu. Tanıdık sima tamamlandığında onu gördüm. Abim. Karşımdaki beden abimdi, abimi kendi ellerimle öldürmüştüm. Avuçlarımı çektiğimde ellerimdeki kan onun boynundaydı, saçlarımı hızla geriye ittim. Gözlerim irice açılırken geriledim, ellerim kumları bulduğunda sanki hepsinin tek tek çizikler bıraktığını hissedebiliyordum. Başımı sağa sola sallarken yutkundum, ardından aceleyle kulağımı göğsüne yasladım. "Abi, abi ben yapmadım. Özür dilerim. Abi.." kalp atışları duymayı bekledim, duyamadım. Sağır oldum sandım, öyle ki şu an kulaklarımın işlevini yitirmesini her şeyden çok istiyordum. Yeter ki abimin kalbi atsın. Fakat olmadı, denizin hırçın dalgalarının sesi ortadaydı. Titrek bir nefes verdim, "Abi.." kumları daha sert sıktım. Abini öldürdün, abini öldürdün Alçin.

"Hayır.. Hayır yapmadım, ben yapmadım." dişlerimi sıka sıka gözyaşlarımı akıttım. Başımı asla kaldırmıyordum, abimin sıcaklığı vardı. Birazdan ölümün getireceği soğukluk yerini almadan son kez de olsa sıkı sıkı sarıldım. Sayısız rüyalarımın hepsinde abim ölüyordu ama bu sefer benim sebep olmamla ölmüştü. "Abi, affet. Nolur affet.." hıçkırıklarım sesimi kesmeye başladığında bakışlarımı kaldırmaya cesaretim yoktu, bedenlerimizin üzerine yağmur yağdı. Abim soğudu. Abim üşüdü. Ellerimdeki kanlar silinmedi, hiçbir zaman silinmeyeceklerdi de.

Koskoca denizde benim ağlamalarım yankılanırken titreye titreye acımı dökmeye çalıştım. Acı kalbimde yer edindi, çıkmadı.

Her şey silikleştiğinde karanlık hakim oldu. Hayatımın geri kalanına benziyordu.

"Hastanın kalp atışları hızlanıyor hocam!" telaşlı bir ses işittim zihnimde, görüşüm hafifçe aralanırken rüyamdaki kum taneleri tek tek gözlerimin içine kaçmış gibi hissettiriyordu. Başucumda koşturan insanları gördüğümde başımdaki ağrı şiddetle kendini belli etti, beyaz bir tavan vardı. Hastane kokusu da eklendiğinde gözlerimi koluma çevirdim. Çevreyi, neler olduğunu anlamaya çalışıyordum. Vücudum çok ağrıyordu. Kapının açıldığını fakat kimseyi göremeden hemşire tarafından kapatıldığını fark etmemle kalkmak istemiştim. Çarpıntım vardı, kulaklarım uğulduyordu, kalbim kulaklarımdaydı. Yine de arada, "Hastaya sakinleştirici verelim, uyutalım tekrardan." diyen birini duydum. Tüm gücümle ağzımdaki oksijen maskesini indirdiğimde çırpınmaya başladım, istemiyordum. Uyursam yeniden oraya dönerdim. "Bırak." önce fısıltıyla çıktı sesim, "Bırak, istemiyorum!" ardından bağırtıya döndü. Doktor çığırmam ile durmadığında kapı öyle bir şiddetle açıldı ki hemşire dahi tutamadan o içeri girdi. Günler sonra karşımdaydı.

"Bırak diyor sana. Çekil." hemşire arkasından kapıyı kapattığında hızla yanıma gelmişti, kollarımı ona doğru uzattım. Bir an beklemedi, sarıldı. "Acar yapmasınlar, çok kötü şeyler görüyorum." rüyam gözümün önüne geldiğinde çenem titredi, "Abimi öldürdüm ben, abimi.." mavileri kısaca vücudumda gezindi, kucağında titriyordum. Yutkunduğumda olanlar bir bir zihnimdeki yerini almaya başlamıştı, kanlı bere. Abimin şehit haberi, gelmeyen uçak. "Abi.. Abim, Acar, abim, abim öldü. Bana.. Bana bere verdiler.." başımı sağa sola salladığımda belimi sıkıca sarmasa sırtımın yatakla buluşacağını biliyordum. Gerçekler gün yüzüne çıkıyordu, rüyalarımdan daha ağırdı. Ben onun cenazesinde bile bulunmuştum, "Tabutuna sarıldım abimin." nefesim kesiliyordu. Kimsenin görmesini istemediğimden başımı boynuna gömdüm. İçeridekilere bir şeyler söyleyerek dışarı çıkarttığında soğuk avuç içleri sıcak yanaklarımı sardı, göz gözeydik. Ağlıyordum. Akan her gözyaşımı sildiğinde oynayan ağzını görebiliyordum fakat ne demek istediğini idrak edemiyordum. Çevreye bakındı, masanın üzerinde bir şey görmüş olacak ki ona uzanarak aldı. Elindeki suyu açtığında dudaklarıma yaklaştırdı, istemesem de bir yudum içirdiğinde ne kadar titrediğim dökülen suyla ortadaydı. Ne süreyi biliyordum, ne de ne zamandır uyutulduğumu. Şiddetli ağrıların yanı sıra uyuşmalar da bedenimdeydi. Başım hafifçe geriye düştü, gücüm yoktu. Göğsüm yanıyordu. Cenazesinde çıkaramadığım çığlıkları şimdi avazım çıktığı kadar bağırabilirdim, yaptım da. Öylesine bağırdım ki yüreğimdeki ateş harlanarak tüm bedenimi yaktı. Hatta sıçrayıp onun kalbine de bulaştı. Gözlerin kalbin aynası olduğu gerçeğini kanıtlamak istercesine baktı bana, içi gidiyordu. Bağıra bağıra ağlıyordum, kafamdan tutarak göğsüne bastırdığında ellerimle omzunu yumrukladım.

Geriye çekilmiyordum, dakikalarca omzunda çığlık çığlığa nefret kustum. Kendime, abimin inadına, kansızlara ve yine kendime. Hepsini dinledi, sakinleşmemi bekledi. Sakinleşmek kenara dursun daha da sinirlendim. Her saniye kendime öfkelenecek bir çok şey buluyordum, duygular birbirine karışıyordu. Sonunda dayanamayarak yüzümü avuçları arasında aldı, sesimi bastırarak bağırdığında duyduğum cümleyle duraksadım, "Alçin abin yaşıyor! Beni dinle! Bak bana. Yaşıyor abin!" dudaklarımın titremesi durmazken sıkıca bileklerini sardım. İnanmıyordum, mantığıma uymuyordu ama beni yöneten kalbimdi. Sol göğsümde filizlenen umut tohumlarıyla anlık gülümsedim, sonra ağladım, ardından yeniden gülümsedim. Gözyaşlarım parmaklarını ıslattı, bir an mavilerini benden ayırmadı, "Abim yaşıyor.." onaylatmak istercesine mırıldandım, duymak dahi öylesine ağırlıkları kaldırıyordu ki nefes alabiliyordum. Umutların yeşermesi bana nefes almak gibi hissettiriyordu.

Sevgiyi abartıyordum.

Onayladı, defalarca tekrarladı aynı cümleyi. Her duyduğumda gülümsemem genişledi, o da benimle gülümsedi. Titremelerim durduğunda, "Nasıl?" diye sordum. O gün net olmasa da aklımda canlanıyordu, neler olduğunu anlamıyordum. Bana beresini vermişlerdi, elime kanı bulaşmıştı. Gözlerimle gördüğüm, bizzat yaşadığım gerçeğe rağmen en ufak bir umut dalına tutunmayı seçiyordum ve o umut dalının adı Acar'dı. Toprak kokusuyla daha da derin bir nefes çektim içime, ciğerlerimi doldurdu. "Sen sadece bana güven, nasılını sonra anlatacağım." başımı sağa sola salladım, şimdi anlatsın istiyordum. Derdimi anladığında sıkıntılı bir nefes verdi, avuç içleri yanaklarımdan ayrılarak ellerimle buluştuğunda sıkıca kavradım koca avuçlarını. "Bana güveniyor musun?" kapıya sertçe vurulmasıyla gözlerim o tarafa bakındı, oradaki sesleri yeni fark ediyordum bakışlarımı kendine çevirmek istercesine sorusunu yineledi, "Güveniyorum.." fısıltısı dudaklarımdan dökülürken bunu neden sorduğunu düşünüyordum ki aklıma yalnızca onun abisinin bulunması geldi.

Neler dönüyordu?

Bir saniyelik düşüncemden dolayı kendime kızsam da mantıklı düşünemiyordum, tutuşum hafifleştiğinde mavileri anlık ellerimizi buldu sonra tekrardan gözlerime döndü, "Bir dakika.." yalan söylemiş olamazdı. Üstelik bana söz vermişti. Fakat öyle bir anımdaydı ki ellerimi çekerek ondan uzaklaştım. "Alçin bak ne düşünüyorsan öyle değil, açıklamama izin ver." bakışlarımda gördükleri onu tedirgin etmişe benziyordu, sadece sustum.

"Abini getiremedim çünkü alana girdiğimizde yoktu." bakışları farklıydı, duygularını tanıyabiliyordum. Bilmiyorum belki fazlaydı, belki abartıydı ya da kendimi çok kaptırmıştım yine de yalan söylediğini görebiliyordum, "Yalan." tereddüt etmeden mavilere bakarak tek kelime ettim. Dudaklarını ıslattı, her hareketini inceliyordum. "Değil, abin yaşıyor, üzerine kamera taktık, görebiliyoruz. İçeriye sızdırdığımız askerler de onunla konuştular ama sonra beklenmedik şeyler gelişti. Devamı karışık, ayrıca görev hakkında detaylı bilgi vermem mümkün değil.." cümlesini devam ettiremeden elimi kaldırarak onu susturdum, sinirlenmeye başlıyordum, "Ne demek mümkün değil? Ben sizin timinizin savcısıyım, her şey hakkında bilgim var, operasyon düzenleyebiliyorum ama şimdi mi olanları anlatamıyorsun? S*kmişim kuralları, uyduruyorsun." çıktıkları her görev hakkında belirli noktaya kadar bilgi alma iznim vardı. Olanları öğrenmek için askeriyeye gitmem gerekiyordu. Fakat bana güven veren oydu, yanımda olduğunu söyleyen de oydu. Başkasından değil ondan öğrenmek istiyordum.

"Üzgünüm daha fazlasını öğrenemezsin." sinirle güldüm, öfkem kanımı kaynatıyordu. Bakışlarımı cama çevirdiğimde dişlerimi sıkarak derin bir nefes aldım. Onu kırmak istemiyordum, "Bir şey var, bana söylemiyorsun." mavilerinde görebiliyordum. Gözler yalan söylemezdi, "Bak, bana neler olduğunu söylersen sana inanırım. Bir şeylerden tedirgin oluyorsun, farkındayım." eksik bilgi veriyordu, emindim. Üzerine bakındım, bir çeşit dinleme cihazı olabilir miydi bilmiyordum. Belki de tehdit edilmişti. Bu kadarıyla sınırlı olamazdı. "Tedirgin değilim Alçin, bilmen gereken kadarını öğrendin." Ellerimi sinirle saçlarımdan geçirdim, kolumdaki serumu söküp attığımda ayaklandım, o da endişeyle hareket ettiğinde elimle durdurdum, "Yalan söylüyorsun! Bir şeyler eksik!" bağırışımla sıkıntılı bir nefes verdi, "Oraya gittiğimizde yoktu diyorsun ama üzerine kamera da takmışsın? Dalga mı geçiyorsun?" sessiz kalmayı tercih etti.

"Bana bak!" dişlerimi sıkarak ona işaret parmağımı salladım, sesimin desibeli oldukça yüksekti, "Ben sana güvendim. Bu mu karşılığı?" canımın acıdığını hissedebiliyordum, kesinlikle fiziksel değildi. Gözlerimi kıstığımda hayal kırıklığımı saklamaya çalışıyordum fakat sesimden bile belli oluyordu, "Eğer gerçeği söylemezsen senden şüpheleneceğim." beni yarı yolda bıraktığını iddia ederek gerçeği öğrenebilme ihtimalim vardı. Oysa her ihtimal aslında gerçeği doğururdu. İçten içe sinsice kendini belli eden düşünceyi geri itmek istesem de imkansızdı. Bu benim korkularımdan birisiydi. Derin bir nefes aldım, "Ben sana güvenmiştim." sesim titrediğinde mavileri de titredi. Başını olumsuz anlamda salladığında gelecekleri biliyordu, duyacaklarının farkındaydı. Elim yavaşça aşağıya indi, "Söz vermiştin." burnumu çektim, "Söz vermiştin ve sen sadece kendi abini kurtardın.." ağlamamam gerekiyordu. Anlık gözlerimi kapattım, "Oldu mu böyle?" diye sorarken geri açtım ama gözyaşımın akmasını engelleyemedim. Öylesine yanlıştım ki, işlerin böyle yürümediğini bilmeme rağmen kendimi durduramıyordum. Ayakalandığında dudaklarından yanlış düşündüğümü söyleyen tek bir kelime dökülmedi. Beni en çok bu hayal kırıklığına uğratmıştı. Kırılmamam gerekiyordu, ona inanıyorsam güvenmeyi bilmeliydim. Az önce kendimden eminken şimdi böyle yapamazdım. Ağlamam arttığında kendime kızdım, ağladığım için değil. Ondan şüphelendiğim için. Zihnimde binbir türlü ses vardı, inkar ediyordum, "Abimi orada görüp getirmemiş olamazsın, sen ne bana, ne de aynı evde yaşadığın adama bu kötülüğü yapmazsın." titriyordum, benim abim onun abisini bırakmamıştı. Uğruna esir düşmüştü hatta belki de ölecekti.

Ondan da aynısını bekleyemezdim fakat canını dişine takmadığı açıktı ve ben duyguların içinde boğuluyordum. Aklımda en yüksek sesle bağıran ise mantıklı düşünmediğimdi. Mantıklı düşünemiyorsun Alçin, kırma ikinizi de. Susmam gerekiyordu, devam ettim, "Gördün değil mi? Orada gördün ve almadan döndün." kesik bir nefes aldım, "Kendi abini seçtin." tercihler ile seçenekler vardı ortada. Ya da yalnızca sebepler. Mavilerinden dakikalar sonra seçebildiğim bir duygu belirdi, kırgınlık. Öyle bir baktı ki sol göğsüm sızım sızım sızladı. "Ben bunu yapar mıyım sence? Lütfen devam etme Alçin, devam etme." çenemi kaldırarak bakışlarımı kaçırdığımda devam ettim, "Yapmışsın. Her şey ortada." kalbim aksini bağırıyorken ilk defa tersini yaparak konuştum, konuştum ve her kelimem ateşe dönerek onu yaktı. Konu abim olunca sınırlarım yoktu.

Benim aksime o gözlerini bir an bile üzerimden çekmiyordu. "Sen birlikte uyuduğun, omzunda ağladığın, içini açtığın, güvendiğin adamı hiç mi tanımadın?" sorusuyla bakışlarım onu buldu, "O zaman bana bir sebep ver, gerçekleri söyle!" yalvarıyordum çünkü ondan nefret etmek istemiyordum. "Alçin yapamam." bir kaç adım yaklaştığında mesafesini korudu, "Lütfen." mesafeyi kapatarak ellerimi omzuna attım, "Ne dersen inanırım ama susma. Az önce dedin ya tanımadın mı diye, tanıdım. Tanıdığım için soruyorum." elleri bir an belimi kavramak adına havalanmıştı ki vazgeçerek bileklerime tutundu. "Her şeyi söyledim." gözleri aksini haykırıyordu. Onu temize çıkarmak için verdiğim çabanın ikimiz de farkındaydık, "Acar güvenimi kırma." ona adıyla pek seslenmediğimden omuzlarının gerildiğini hissedebiliyordum. Sesim kendinden emindi, "Kırma çünkü dönüşü olmaz." beni kendine bu kadar inandırmışken şu anda bunu yapamazdı.

Geri adım atmadı, parçalandım. Beni hayata döndürmüştü. Bendeki yeri işte o kadar ayrıydı. İki ay. İki aydır tanıdığım bir insana duyduğum güven, yakınlık ve özlem o kadar fazlaydı ki kendime ben de şaşırıyordum fakat oluyordu. Elimde değildi. Avuçlarım yavaşça omzundan düştüğünde, "Ya bana şu an gerçeği söyle, ya da benden uzak dur." son kez şans veriyordum, son kez soruyordum. Kaşları çatıldığında ağzı aralandı, bir şey demeden geri kapandığında başını yere eğdi. Göze almıştı. Yüzümü yana çevirerek ondan uzaklaştım, bir kaç saniye sessiz kaldığımızda bunun daha rahatsız edici olduğunun farkındalığıyla gitme kararı aldım. O bunu göze aldıysa ben de alabilirdim, uzak duracaktım.

Kapıya kaldırdım bakışlarımı, "Umay! Umay buraya gel!" bağırışımla kapı şiddetle açıldı, "Çekil be! Öküz." timdekilerden birini ittirdiğinde ters bakışlar atarak içeriye girip kapıyı kapattı. Yanıma geldiğinde önce yerdeki serum kablosuna sonra ayakta dikilen bedenime bakındı. "Neler oluyor?" sorgulayıcı elaları üzerimizde gezinirken, "Gitmek istiyorum." diye mırıldandım. Acar'ın da bana döndüğünü yandan görebiliyordum. "Çıkamazsın, henüz iyileşmedin. Ben giderim." Başımı olumsuz anlamda salladım, "Sana sormadım." kararlılığımın farkındalığıyla Umay, ne ara getirdiklerini bilmediğim eşyalarımı toparlamaya başlamıştı. Beni tanıyordu. Ne olursa olsun sözümün arkasında olacağımı da biliyordu, itiraz etme gereği duymamıştı. "Hayır, dur, durur musun?" Umay'ı engellemeye çalıştığında kolundan tutarak itekledim, "Sana az önce her şeyi açıkça söyledim. Sen de tavırlarının arkasında dur ve git." sesim beni bile üşütecek kadar soğuktu. Afalladı, görmüştüm. Bakışlarımı ondan çevirdiğimde en azından doktoru çağıracağını söyleyerek odadan çıkmayarak kapıdan askerlere bir şeyler söylemişti.

Bir kaç dakikanın ardından hastaneden çıkmış, arabadaki yerimizi almıştık. Ben, Umay ve Pars abi. Arkada başımı Umay'ın omzuna yasladığımda sessizlikten rahatsız olarak radyo açılmasını istediğime pişmandım. Rüzgâr sertçe yüzüme vururken şarkının sesi tüm arabayı dolduruyoru. Göğsümde sancı vardı, üzülmüştüm.

Güvenim kırılmıştı.

 

-

 

2 gün sonra -

Askeriye.

Topuklularımla askeriyede ilerlerken yüzüm ifadesizdi. Hastane tarafından iznim olmasına rağmen geliyordum, öğrenmem gerekenler vardı. Günlerdir araştırıyordum fakat bulamıyordum, önümde engeller olduğunun farkındaydım. Bir üst kata odama çıkarken, gözlerim Saadettin'le kesişti. Bakışlarındaki hüznü görebiliyordum, pişmandı. Ama onunla da sorunlarımızı rafa kaldırma kararı almıştım, abim bulunana kadar konuşmak istemiyordum. Kimseyi üzmek gibi bir amacım yoktu. Bu yüzden uzak durmayı seçmiştim, içime atıyordum. İçime attıklarım çıkmanın bir yolunu bulduğundan elimde koca bir iz vardı, dün aynayı yumruğumla kırmıştım. Yanından hızlı adımlarla geçtiğimde bu sefer Dila'yı gördüm. Kırgınlığım fazlaydı, eksik bilgi verdiklerinden dolayı bir çok şey yaşamıştım, tek sebebi tabiki de onlar değildi fakat şu an mantıklı düşünmek istemiyordum. Bir kez olsun sadece kendimi dinliyordum. Her daim affedici olmak beni yaralıyordu. Başkalarının duygularını umursamamak için verdiğim savaşta yine de çabalamıştım; Dila'nın timden ayrılma dilekçesini yırtmıştım. Geçerli bir sebep yoktu.

Direkt olarak odama kaçmak yerine önce lavaboya gitmeye karar vererek yönümü değiştirdim, Acar muhtemelen abisinin yanındaydı. Saadettin'i yine gördüğümde bir odaya giriyordu, yanından geçip gidecek iken girdiği odanın aralık kapısından adımı duymamla duraksadım. Acar buradaydı. "Alçin'in yüzüme baktığı yok. Bu şekilde onu nasıl koruyabilirim?" yavaşça kapıya yanaştım. Loş ışığın aydınlattığı odada ikisi az da olsa gözüküyordu, "Bunu onun iyiliği için yaptık." Verda'nın cümlesiyle ağırca yutkundum. Önüme gelen saçlarımı kulağımın arkasına attım. "Öğrenmeyecek mi sanıyorsun? Saklıyoruz ama abisinin onunla tehdit edildiğini ve bu yüzden esir kaldığını hatta başından beri sırf bu sebeple esir düştüğünü bildiğinde sadece benden değil, senden de nefret edecek." tükürürcesine konuştuğunda sesindeki öfke fazlasıyla belliydi. Fakat benim duyduklarım gerçek olamayacak kadar kötü bir şaka olmalıydı. Elim gerdanımı kapladığında, "Ben bebeğimi düşürdüm Acar! Sırf bu yüzden. Kimin benden nefret ettiği umrumda mı? Tüm çabam daha fazla birini kaybetmemek, Çınar'ı da, dostum dediğim Alçin'i de kaybedemem artık." bebeğini mi düşürmüştü? Bu yüzden bebeğini düşürmüştü. Abim benim yüzümden esir düşmüştü. Abim benim yüzümden esirdi ve abimin çocuğu düşmüştü. Sebebi bendim. Ben bir bebeği öldürmüştüm. Bir çocuk değildi. Yeğenimi. Hafifçe geriye sendelediğimde sıkıca kapının kenarına tutundum. Daha fazlasını söylemişler miydi bilmiyordum, duymaya gücüm yoktu. Geriye adım attım, geriye bir çok adım attım öyle ki sırtım sertçe kapıya çarptı. Acıyla inlediğimde kolu aceleyle indirerek kendimi içeriye attım, bacaklarım beni tutacak gücü bulamadığında uzanarak lavabonun mermerini tuttum. Soğuk suyu açtığımda aynadan yüzüme bakamıyordum.

Koluma bir el uzandı, geri çekmedim. Öylece akan suyu izlerken bir anda avucumu suyla doldurup önce yüzüme, sonra kafamdan aşağıya doğru sürdüm. Sular gerdanımı ıslatırken öylesine derin nefesler alıyordum ki göğsüm hızla inip kalkıyordu. Peçeteye uzandığımda çoktan yüzüm siliniyordu, zihnimin seçebildiği kadarıyla sarışın bir kadın görüyordum. Şokta olduğumu düşünüyordum, yanağımı sarıp da canımı yakmaktan uzak vurduğunda yeşil gözlerini fark ettim.

O an öyle derin bir nefes aldım ki dakikalardır nefesimi tuttuğumun farkına vardım. Boğuluyormuşcasına elimi boynuma sarmıştım, diğer elimi mermer duvara tırnaklarımın yüzeyi çizme sesi geliyordu. Suyu uzattı, "Bak bana, sakin ol. Nefes al." onun elinden bir yudum aldığımda fazlasını yutabilecek değildim. Bir yudum suyla dahi öksürük krizine girmiştim, abim benim yüzümden.. Dizlerimle yeri boyladığımda kadının dudaklarından ufak bir çığlık kaçtı fakat hemen ardından o da benimle beraber yere çöktü. Sırtım soğuk duvara yaslıyken kafamı yanımdaki mermere yanaştırdım, gözyaşlarımın akmasını istiyordum. Bu sefer olmuyordu. Gerçek o kadar ağırdı ki dışarı değil, içime ağlıyordum. Suratımda acısı diri, yakan bir tokat hissediyordum. Kalbimde yoğun bir sızı, omuzlarımda çökme. Dizlerimde titreme, ellerimde uyuşma, aklımda donma. Her bir his fiziksel olmaktan çok uzaktı, daha çok içseldi.

Donuk bakışlarım kadını korkutmuş olacak ki anlık kapıya baktığında muhtemelen birilerini çağırmayı düşünmüştü. Dudaklarımdan dökülmeye başlayan kelimelere engel olamıyordum, "Benim yüzümden.. Öldü." başımı yasladığım mermere hafifçe vurmaya başladığımda aynı şeyleri istemsiz tekrar edip duruyordum, "Abim, abim gitti. Benim yüzümden.. Öldü." kolumun biri mermerin üstüne yaslıyken tırnaklarımla orayı da çizdim. Diğeriyle ise açıkta kalan dizimi. Başımı daha sert vurmaya başladığımda, "Abim. Öldü. Abi. Ben.." teker teker konuşuyordum, dudaklarım titriyordu, "Yapmadım abi.. Abi affet." kafam tutularak ileri çekildiğinde kendimi geriye doğru attım. Saçlarım yerle buluştuğunda hızla kaldırıldım. Bir kolumun altına girerek belimi destekleyerek ayağa kalkmamı sağladığında şişedeki suyu tamamen yüzüme döktü.

Tıpkı az önceki gibi derin bir nefes aldım, kendimi boğmaya devam ettiğimin yeni farkına varıyordum. Başıma saplanan bıçak gibi ağrı hissediyordum ama beliren öfke de vardı. Gözlerimi kapatarak derin nefesler aldım, eve gitmek istiyordum. Umay'ın yanına. Kadına teşekkür ederek hızla lavabodan çıktığımda odama ilerledim, adımlarım ateş gibiydi. En çok da beni yakıyordu. Tüm koridor topuklu sesimden inliyordu. Merdivenlerden inerek koştururken bugün üçüncü kez karşıma çıkan bedenin bu sefer kolundan tuttum, çekiştirirken dediklerini duymazdan gelerek kapıyı açtım. Kolunu adeta fırlatırcasına attığımda sorgulayan gözlerle bana bakıyordu, yakalarından kavrayarak duvara yapıştırdım. Dişlerimin arasından konuşarak, "Sana tek soru soracağım, tek cevap vereceksin, anladın mı?" yutkunduğunda hafifçe öne çekerek tekrardan duvara yapıştırdım. Acıyla inlediğinde başını onaylar şekilde salladı. Gözlerimdeki bakışın onu korkuttuğunu görebiliyordum, gerçek bir korkudan değildi. Endişeydi, benim için endişeleniyordu. Yine de öfkeliydim, "Abim benim yüzümden mi esir düştü?" sorumun onu gerdiği beden dilinden belli olurken tekrardan sarstım. Vakit kaybetmek istemiyordum, gerçekleri öğrenmek istiyordum. Gözlerini kaçırdı. "Evet." yenilgiyle konuştuğunda duyduğumun ağırlığının getirdiği zorlukla çenemi diktim. Yakalarındaki elim sıkılaştı, "Şu anda da benimle tehdit ediliyor yani?" aksini duymaya o kadar ihtiyacım vardı ki. "Evet." yeniden onaylamasıyla duruşumun bozulduğunu hissedebiliyordum. Dik kalmak imkansızdı.

"Nasıl tehdit ediliyor? Ne yapacaklarmış bana?" dişlerimi sıkıyordum, her hareketimde onu daha da köşeye sıkıştırarak canını yaktığımı surat ifadesinden anlayabiliyordum. "Alçin bunu söyleyemem." korkmuyordum. Kimseden, kansızlardan, hiçbir şeyden. Tek istediğim öğrenip ona göre oynamaktı. Yere düşmüştüm, incinmiştim, paramparça olmuştum, duygularımı açık açık belli etmiştim fakat güçsüz değildim. Kesinlikle değildim. Belki eve gidip Umay'a canım çıkana kadar ağlayacaktım ama sonucunda dimdik ayağa kalkacaktım. Bakışlarımdaki sinir katlandığında, "Bilgilere ulaşmam engellendi. Kim yaptı bunu? Söyle." tek tek vurgulayarak konuşmuştum.

Kararsızlıkla bana baktığında bir avukata göre fazlasıyla açık oynuyordu. İsterse yalan söyleyebilir, inkar edebilirdi. Yapmıyordu. Sonunda kararını vermiş olacak ki söze girdi. "Acar, Verda ve kıdemli kim varsa. Kısacası herkes bunun için çabaladı. Ama kimse kötülüğünü istediğinden yapmadı bunu." yakasını bıraktığımda bir kaç adım geriledim. Hastane odasında bana söyleyemediği gerçek buydu. Daha da mı kırılacağımı düşünmüştü? Ben zaten paramparçaydım ve şimdi hayal kırıklığı da yaşıyordum. Güvenmiştim. Ben ona asla bunu yapmazdım, yapamazdım. Saadettin'in onların aksine böyle düşünmediği ortadaydı, yine de korumaya çalışıyordu. Başımı sağa sola salladım, "Kötülüğümü istemediler ama iyiliğim için de çabalamamışlar belli ki." çantamla birlikte diğer eşyalarımı toparlayarak kapıya ilerlediğimde dışarıya çıktım. Eve gidecektim. Burada kalmak istemiyordum.

Duvarlara tutunarak yürüdüğümde o da peşimdeydi. Arabaya gelene kadar bırakmamış, hatta eve kadar o sürmüştü. Camdan dışarıyı izlerken gözyaşlarımın akmaması adına çabalamıştım ama boşaydı. Kapıyı açan Umay'ı görür görmez bir bir dökülmüşlerdi. Bu kez yalnızca sitemdi. Kırgınlıktı. Öylece dikilirken karşımdaki bir çift ela gözlere bakarak ağlıyordum, "Umay bu sefer ne yapacağımı bilmiyorum." omuzlarımı kaldırıp indirdiğimde arkamdaki Saadettin'e kısaca bakındı, ardından ikimiz de içeriye girdik. Pars abi telefon konuşması esnasında bize göz gezdirdikten sonra kusura bakmayın diyerek aramayı sonlandırmıştı. Yorgunlukla koltuğa oturdum.

Sakince ağlıyordum, derin bir nefes aldığımda o bile titrekti. Umay yanıma kurulduğunda hiçbir şey demedi, ben ise onun dizlerine yatarak dakikalarca gözyaşı akıttım. Saçlarımı sevdi, yanaklarımı sildi.

Kırgınlığımı anlatabileceğim büyük büyük kelimelerim yoktu, hiçbir zaman da olmamıştı. Dile getiremezdim, yalnızca hissederdim. Burnumu çekerek toparlanmaya çalıştığımda herkes sessizlikle başka bir köşeye bakıyordu, "Umay.. Abim benim yüzümden esir düşmüş." usulca bir gözyaşı daha döküldüğünde dudaklarını ıslattı. Şaşırmamıştı. Kaşlarım çatılırken elimin tersiyle yanağımı sildim, "Senin yüzünden değil Alçin, abinin inadını biliyorsun." şu an takıldığım nokta bu değildi. Umay gözlerini hiçbir şekilde benden kaçırmazdı. Şimdi kaçırıyordu. Sormaktan korktuğum şeyi dile getirmek zordu, tüm cesaretimle, "Sen de mi biliyordun?" elaları bana değdiği an dudaklarını dişledi, "Biliyordum." onları anlamak için bin türlü sebep sunmuştum kendime. Hem hastane odasında, hem az önce arabada. Hiçbir sebep yeterli gelmemişti. İyiliğimi düşünmekten çok öteydi bu, kandırmaktı. Benim abimle alakalıydı, bendim, bizdik fakat benim dışımdaki herkes bir şeyleri biliyordu. Yalvardığım halde saklamışlardı.

Hatayı bir kez daha kendimde aradım. Abarttığımı, gerçekten beni düşündükleri fikrini zihnimden geçirdim. Kendimde suç buldum ama onlara konduramadım. Yine de kalbimin kırılması daha yüksek sesle kendini belli ettiğinde düşüncelerim sustu. Belki o an söylememeleri ya da bizzat dile getirmek istememelerini anlayabilirdim. Ama ben günlerdir dosyalar için çırpınırken, çabayla sabahlarken benden saklamaları aptal gibi hissetmeme sebep oluyordu. Diğerlerini bir şekilde kenara çekebilsem de Umay'ı çekemezdim. Biz yıllardır tanışıyorduk. Bir şeyleri biliyorsa bana söyleyeceğinden emindim, kendimden çok güveniyordum. Dudaklarımda samimiyetten uzak bir gülümseme yer edindiğinde başımı onaylar şekilde salladım, bir süre kimseyle konuşmasam iyi olurdu. Kaldıramazdım.

Ayaklandığım esnada kolumdan tutarak geri çekti, "Hayır, Alçin beni dinle lütfen." koltuğa düştüğümde gözlerimi çevrede gezdirdim. Sıcak avuçları yanağıma değdi, "Ben sana söylemeyi denedim, çok kez denedim. Ama zordu Alçin, yeni hastaneden çıktın. Defalarca odanın önüne geldim. Hepsinde omuzlarımda yüklerle döndüm, ben senden bir şey saklayabilir miyim? Bir de böyle bir durumu." gülümsemem genişlediğinde, "Saklamışsın işte, görüyorum." diyebildim. Yanaklarımdan çevirerek bakışlarımın ona dönmesini sağladı, "Saklamadım. Kendim söylemesem de öğrenmeni sağladım." gülüşüm solarken ifadem değişti. Öğrenmemi sağlamıştı.. Bunların hepsini o mu yapmıştı? Saadettin'in ard arda karşıma çıkması, odaya gizlice girmesi, kapının aralık bırakılması.. Lavabodan çıktığımda direkt olarak karşımda bulunması, yalan söyleyebilecekken inkar yerine gerçekleri anlatması. Büyük resme bakıldığında ve olaylar aydınlandığında gözlerim irice açıldı, "Ne?" fısıltısı dudaklarımdan dökülürken bakışlarımı avukata çevirdim.

Arkasına yaslanmıştı, "Benim için de zordu, dayak yedim resmen. Neyse ki aldığım rüşvetten dolayı başına kakmayacağım. Şanslısın." göz kırptığında ne rüşveti dercesine ben de onu taklit ettim. Umay'a kısaca baktıktan sonra, "Kusura bakma avukatın beni tehdit ediyor, iki kilo kayısı istediğimi sana söyleyemem." kafasına yediği yastıkla sustuğunda mahçup olmuştum. Bakışlarımı minnetle ve utançla Umay'a çevirdiğimde, "Bize müsade edin." diyerek ikiliyi odadan yollamıştı. Saadettin son anda yastığı onun kafasına geçirerek koşturduğuda arkasından ufak bir küfür yemişti. Bana döndüğünde dolan gözlerimi fark etmesiyle saçmalama diyerek sarıp sarmalamıştı, "Özür dilerim, ben böyle düşünmemeliydim." hatalıydım.

Saçlarımı sevdi, "Bana açıklama yapmana gerek yok, tanıyorum seni Alçin. Yıprandın. Yoruldun, seni suçlamıyorum." dudaklarımı dişleyerek geri çekildiğimde gözlerine baktım, elalarında ufak bir kırgınlık parıltısı dahi yoktu. Gülümsediğinde ben de gülümsedim.

"Umay, ben ne yapacağımı bilmiyorum. Her şey çok ağır, neler duyduğumu bilemezsin."

Anlıyordu, kendi daha kötülerini yaşamıştı. O kadar güçlüydü ki çoğu zaman ona hayran olmaktan kendimi alıkoyamıyordum. Her anlamda gücü vardı; Fiziksel, mantıksal, düşünceleri, statüsü.. Ama en çok kalbi. Gözlerinin önünde annesi ölmüştü. Katili ise babasıydı. Yetmezmiş gibi seçtiği meslekten dolayı bir çok olaya şahit oluyordu, kan donduracak türden. Üstelik tehditler de alıyordu, ülkenin en önemli avukatlarında başı çektiğinden uğraştığı kişiler de fazlasıyla tehlikeli insanlardı. Detay vermese de yeraltından olduğuna emindim ki öyleydi. Hepsi bir kenara, yüreği bir kenaraydı. Dimdikti. Şefkatle kavradı ellerimi, "Duyduklarının ya da yaşanılanların hiçbirinin sorumlusu sen değilsin." ben de ona aynısını söylemiştim, annesine yetişemediğini düşünüyordu. Gözyaşım aktığında avuçlarından çıkan güç bedenime bulaştı. Yine de kendimi bebeğin, yeğenimin katili olarak görüyordum. Bunu unutmayacaktım. Asla. Unutamazdım.

"Ben bittim, kalkamayacağım ayağa. Her şey bitti Umay, korkuyorum." abimin benden nefret etmesinden korkuyordum. Benim kendimi öyle görmemden öte haklı olarak beni suçlarsa ölürdüm. Biterdim. İhtimaller kalbimi delik deşik ederken ileri geriye sallanan bedenime aldırış etmeden önümde eğildi. Daha sıkı tuttu ellerimi. Gözlerinde öfke vardı, "Bitemezsin. Alçin yeter. Sana açık konuşacağım, artık kendine gel." dudaklarını ıslattı, "Kim vardı o kapının önünde? Hastanede yatarken kim vardı yanında Alçin?" sertçe yutkundum, "Kim ağladı arkandan? Var mı kızım senin anan baban? Yok. Benim de yok. Bizim arkamızdan kimse ağlamaz Alçin, ikimizin de abimizden başka kimsesi yok." ağırdı, durmadı, "Senin abin orada senin için savaşıyor ve sen burada her dakika onu bulmaya çabalayacağına kendini parçalıyorsun. Ya o gün.. Ya o gün ölseydin? Abinin tüm mücadelesi boşa gidecekti. Kendini düşünmüyorsan onu düşün." konuşmakta zorlanıyordu, ellerimi daha da sıktı, "Elalemden vicdan bekliyorsun. Sen kendi abine mücadele etmezken kim eder? Kim çabalar? Kalk artık ayağa. Yeter." eziliyordum. Cümleler gerçekleri bağırıyordu, "Seni tanıyorum. Seni tanıyorum ve sen ayağa kalktığın an tüm düzeni bozacak güce sahipsin. Uyan." bakışlarımda ne gördü bilmiyorum fakat hoşuna gitmişti, "Alçin savaş. Ben senin yanında olacağım, her şeyinle, her şeyimle. Sen yeter ki kendini fark et." elleri hafifçe çözüldü, "Şimdi kalk. Dik dur. Abin için, benim için, ailen için, en çok kendin için." söylediklerinin doğruluğu karşısında derin bir nefes aldım. Haklıydı. Kelimesi kelimesine.

Ve ben de bir çok şeyi değiştirmişti. Ensemden ayak ucuma kadar usulca sıcak bir su süzüldü. Kanımı kaynattı. Tırnaklarımı çekti. Ürperdiğimde hissedebiliyordum. İçimdeki canavarı. Ahsen. Avuçlarımdan kaybolan elleriyle dikleşti, kararımı bekliyordu. Acıtmıştı, fazlasıyla acıtmıştı ama bu şekilde olmasını tercih ederdim. Çünkü birinin bunu yapması gerekiyordu. Dilimi dudaklarımda gezdirdim, karnım kasılıyordu. Uzattığı elini tutmadan önce her şey belliydi, "Savaşacağım." canımla, kanımla, tüm varlığımla. Elini tuttum. Herkesin korkması gerekiyordu, artık savaşa dahil oluyordum. Bilmedikleri en önemli şey ise; Alçin Ahsen Meva zor oynardı. Son girerdi, son hamleyi yapardı ve daima kazanırdı. Şu dakikadan sonra vicdanım yoktu, tahammülüm çoktan bitmişti. Konu abimdi, gerisi önemli değildi. Ben geliyordum. Düşmandım fakat kör nişancı asla değildim, aksine keskin nişancıydım. Herkesi zaaflarından vuracaktım. En ince noktalarından.

 

 

 

.

.

.

.

 

 

 

Seviliyorsunuuuuzzzz, öpüldünüüüüzzzz. 🩵🧿

Selam, selam, selam sevgili okurlarım. Size nasıl bir bölümle geldiğim ortada, bir çok şeyi daha da açtım. Ve sevinebilirsiniz çünkü Alçin kendini göstermeye başladı. Gururlu bir yazarım.

Ayrıca yorumlarınıza cevap vermeyi çok seviyorum, tek tek dönecektim özellikle ayrılık dönemimde bana destek olanlara bir kaç kere cevap vermeyi denedim ama platformdan kaynaklanan sorundan dolayı yorumlarım yayınlanmadı. Neden bilmiyorum. Yine de unutmadım, ilerleyen bölümlerde bahsetmek istiyorum bir tanesinden. Size olan sevgim yürekten.

Ayrıca @gardenpaeonia instagram hesabımızı takip etmeyi unutmayın, şu anda post yok. Bilgilendirmeler hem oradan, hem de whatsapp kanalım üzerinden yapılacaktır. Denilecek pek bir şey kalmadı, sorularınız varsa alırım. Bir dahakine kadar.. 💛

 

Loading...
0%