Yeni Üyelik
17.
Bölüm

14, Temiz Yaka, Kanlı Eller

@gardenpaeonia

"İçimi titreten bir sestir her gün.

Saat her çalışında tekrar eder;

Ne yaptın tarlanı, nerede hasadın?

Elin boş mu gireceksin geceye?

Bir düşünsen yarıyı buldu ömrün.

Gençlik böyledir işte, gelir gider."

(Bu bölüm için sizden bol yorum bekliyorum. Her kısımda şok olacaksınız, şimdiden söyleyeyim.)

(Küfürleri sansürledim, gözden kaçan varsa tekrar düzenleyeceğim. Bu kitaptaki her şey hayal ürünüdür.)

-

 

Üç saat sonrası

Çevreme bakarak neler olduğunu anlamaya çalışıyordum. Her yer karanlıktı. Bileğimden tutan Umay ve sağımdaki Saadettin'le beraber yerin bir kaç kat altına gelmiştik, merdivenler bitmek bilmiyordu. Ortamdaki kan kokusu midemi bulandırırken, soğuk tenimi üşütecek seviyedeydi, "Geldik sayılır." burayı nereden biliyorsun sorularıma defalarca kez yanıt gelmediğinden sormayı kesmiştim. Saadettin omzumu dürttüğünde Umay'ı başıyla göstererek göz devirmişti, o da mağdurdu. Son basamağı da indiğimizde karşımızda kocaman demir bir kapı duruyordu. Bilim-kurgu dizilerindeki yasaklı alan kapıları denecek türdendi, hatta dönerek açılan bir mekanizmaya sahipti.

Şaşkınlıkla aralanan ağzıma aldırış etmeden bir kaç kez kapıya vurdu, şifreli bir vuruştu. Saadettin arkama saklanmıştı, Umay'ın onu korkuttuğundan emindim ki ben bile tedirgin olmaya başlamıştım. Ölsek kimsenin haberi olmazdı. Kapı yüksek sesle aralandığında karşımızda bir adam vardı. Sarı kısa saçlarına zıt olan koyu kahverengi kaşları onda en dikkat çeken şeydi. Ardından yapılı oluşu ve uzun boyu. Boynuna kadar her yerinde dövme vardı. Kaşları çizikti, yüzünün kenarındaki derin yara izi tüylerimi ürperticek derecedendi. Beyaz atletiyle, belinden düşen gri eşofmanı görünüşüne uyuyordu. Boynundan sarkan gümüş zincir kolyenin ucu anlamsız bir biçimde ağzındaydı, bakışları Umay'ı bulduğunda gözünde oluşan ifade öylesine samimiydi, ağzım biraz daha aralandı.

"Naber patron?" kalın sesi beklendikti. Birbirlerine sarıldıklarında hafifçe geriye adımladım. Saadettin arkamdan çıktığında yüzümü ona çevirdim fakat az önceki gerginliğinin aksine gidip erkeklere özgü şekilde selamlaştıklarında her şeye yabancı olan tek kişi olduğumla yüzleşmiştim. Siyah gözleri kısaca bana bakındıktan sonra elini uzattı, gülümsüyordu. Tutmadım. Umay kolumdan çekiştirdiğinde adamın da geriye doğru çekilmesiyle içeriye girmiştik. Önce boş bir alan gibi gözükse de gittikçe ilginçleşiyordu. Duvarlardaki üzeri çizilmiş fotoğrafların yanında alaylı ölüm cümleleri yazıyordu. Rengarenk koltuklar, kocaman televizyon, yoğun tütsü kokusu. Halılar herhangi bir yöreye ait örgü olmalıydı, önümden esmer bir kadın geçti. Uzun saçlı, kısa şortundan kalçaları fazlasıyla çekici gözüken. Ortamda çalan Vegas şarkısını kalçalarını sallamasıyla fark etmiştim, gerçekten çekiciydi. Bakışlarımı ondan çekerek yerde uzanan diğer bir kadına çevirdim, sarı saçları kilime serilmiş, altına giydiği uzun etekle bacaklarını duvara yaslamıştı. Kitap okurken, kulaklıklarından şarkı dinliyordu.

Neler olduğunu anlamaya çalışırken önüme atlayan iki kişiyle ufak bir çığlık attım. Birbirlerine saydırıyorlardı. Erkek olan en az kapıdaki adam kadar yapılıydı, kadın ise kısa saçlarıyla yüzünün ortasına tam anlamıyla tekmeyi koymuştu, "Benim sözümü dinleyeceksin H." sesi dondurucuydu. Bir kaç kişi daha gördüm fakat herkes Umay'ı fark edince toparlanarak dik bir duruşa geçmişlerdi. Az önceki adam hariç. O sırıtarak yanımızdaydı. "Patronun büyüğü geldi, tanrı sizi korusun." bahsettikleri kişi en yakın arkadaşımdı. Gözlerimi bir kez daha Saadettin'e çevirdiğimde esmer kadına göz kırptığını gördüm, omzunu dürterek ciddileşmesini sağladığımda dudaklarını ıslatarak önüne döndü. Sıkılmıştım, "Biri bana neler döndüğünü anlatabilir mi artık?" sitemimle bakışlar bana döndü. Anlık yükselmem bir tık utanmama sebep olmuştu.. Umay, "Bunlar benimkiler. Ne istersen sana yardımcı olacaklardır." dediğinde yeterli gelmemişti. Bir tür çete falan mı kurmuştu? Sorularımı anlamış olacak ki salonun ortasına dik duranların yanına gitti, "Bona Dea, benim küçük çetem." sarı saçlı adam minik bir öksürükle böldüğünde, "Pardon, Baro'nun çetesi." tekrardan öksürdü, "B'nin çetesi." sonunda dayanamayarak, "Minik kısmına takılmıştım, yoksa benim olan senindir, bilirsin." dediğinde herkes gülmemek için yanaklarının içini dişliyordu.

"Ayrıca Baro da kim? Ben Benjamin." elini tekrardan bana uzattığında yine tutmadım. Saadettin'in kulağıma yaklaşarak, "Benjamin'miş, Diyarbakırlı Baran'sın lan sen, ne bu yabancı isim seçmeler, havalara girmeler. Baro." diye fısıldadığında gülmeden duramamıştım. Baro elini çekerek Saadettin'e siyah gözlerini dikti, duymuştu. Ben ise gülmemi durduramıyordum.

"Bona Dea'dan sen bahset B. Kahve içmem lazım." Umay'ın kahve bağımlılığını bilmeyen yoktu, en olmadık anlarda dahi kahve isteyebiliyordu. Tıpkı şu anda olduğu gibi. Ve işin garip yanı her zaman bulup, içebiliyordu. Kahve koktuğunu söylesem yalan olmazdı, hatta artık teninden gelen doğal bir koku olduğunu söylediğimde inkar da etmiyordu. Hoşuna gitmeye başlamıştı. Mutfağın yerini bilerek o yöne ilerledi, peşinden gideceğim esnada buraya gelirsen seni keserim diye bağırarak engellemişti. Arkasına bakmadan ne yapacağımı tahmin etmesi korkunçtu, her hareketimi ezbere biliyordu. Baro yani B, Bona Dea çetesinin yanına ilerledi. "İstanbul'da çıkarılan ayaklanmayı hatırlıyor musun?" başımı onaylar şekilde salladım, "Kadınların başına gelen korkunç olaylardan dolayı ayaklanma yaşanmıştı." bu sefer o başını salladı. "Sebebi Umay'dı. Halkı ise biz yönettik." ağzım hafifçe aralandığında içimde arkadaşıma karşı duyduğum gurur en net şekilde belirdi.

O direnişin bir parçası olmayı fazlasıyla istemiştim ama o gün önemli bir dava olduğundan şehir dışına çıkamamıştım. Sosyal medyadan bol bol paylaşarak destek olsam da orada olmamak beni üzmüştü. Bir kaç yıl öncesine kadar sık sık böyle hassas olayların ele alındığı yürüyüşlerde beraber bulunuyorduk. Şimdi tek başına savaşı başlatan kişi olmayı göze alıyordu. Gerçekten ona hayrandım, canımdı. Annesinden sonra hiçbir kadının yalnız kalmaması için verdiği çaba en az dik duruşu kadar etkileyiciydi.

"Daha fazla detaya girmeyeceğim. Kendimizi tanıtalım." mutfaktan kahveyle çıkan Umay'a baktığında kısaca güldü, elinde sürahiden hallice bir bardak vardı. Üzerinde kendi adı yazıyordu. Bu detaya aldırış etmeden tekrardan B'ye döndüm. Önce esmer kadının yanına ilerledi, "Asenat. Mısır kökenli olur kendileri. Namıdeğer A." gözleri hafif çekikti ve uzun siyah saçları örgülüydü. Örgüleri kalçasının altına gelirken açıkta kalan göğüs arasında parlayan altın güneş sembolü ona yakışmıştı. Yanına yaklaşarak elimi uzattım, gülümseyerek sıktı. Baro'nun homurdanmalarını duysam da aldırış etmedim, el sıkabilecek nezakete sahip olduğuma şaşırdığını söylüyordu. Ardından kendini işaret etti, "Benjamin, Türk'üm. B dersin kısaca, herkes birbirine baş harfle seslenir burada." ikimiz de birbirimize elimizi uzatmadık. Sabır çekerek gözlerini sıradaki kişiye çevirdi, ben de ona döndüm.

"Chiwon, Güney Kore kökenli. Anne Kore, babası Türk. Karışık olaylar diyelim. C." koyu gözlerine eşlik eden hafif kavruk teni diğerleri gibi yapılıydı. Genel olarak buradaki adamların hepsi yapılıydı. Dağınık siyah saçları birbirine girmişti, gülümsemesine rağmen sert bir ifadeye sahipti. Benden önce o elini uzattı, uzanarak sıktım. Umay kahvesinden büyük bir yudum aldıktan sonra konuştu, "Bu adam favorim, çok seksi gözüküyor." Chiwon güldüğünde gözleri kısılarak samimiyetini belli etmişti. Sırada olan kadının buz mavisi gözleriyle benim alev gözlerim uyum içerisindeydi. "Dorte, Danimarka kökenli. D." nedendir bilmem fakat bu kadını kısaca tanıtmıştı. D ise ona aldırış etmeden koca gülümsemesiyle elini uzatmış, benimle tanışmıştı. Uzun kahve saçları parlak gözüküyordu.

"Ermis, Yunan'dır kendisi. Tipinden belli zaten, yakışıklı şerefsiz. E." E, Baro'ya öpücük attıktan sonra elimi sıktı. Çapkın olduğu ilk dakikadan iltifat etmesiyle belliydi, "Saçlarınız ne kadar da güzel." buradakilerin türkçe bildiğini sanmasam da oldukça akıcı konuşmuştu. Saadettin araya girdi, "Yunan'ların bizi sevmediği konusunda emindim." Ermis tarafından ona da öpücük gönderilmesiyle sustu. "Eminim seni gördükten sonra fikirleri değişir bebeğim." herkes ufak bir kahkaha attığında Saadettin sol elini kaldırdı, "Ben evliyim." yüzük yoktu. Ardından gözleri esmer kadınla kesişince indirdi, "Yani değilim." toparlamaya çalıştığında daha da büyük bir kahkaha koptu.

"Fiona, İspanyol. F." az önce adamın yüzüne tekme atan kadın buydu, kısa koyu saçları ve sert yüz hatlarına sahipti, çok olmasa da kaslı bir vücudu vardı. İnce kaşları kavisli oluşundan onu ciddi gösterirken, lens olduğu belli olan mavi gözleri görünümüne pek uyumlu değildi. Kısaca elimi sıktıktan sonra geri çekildi. Hemen yanındaki adamın bakışları üzerimdeyken ister istemez irkildim. "Gregory, Rus bombası. G demeni pek sevmez fakat yapacak bir şey yok. G." son harfi bilerek vurguladığında adamın koyu mavi irisleri Baro'yu buldu. Öldürücü bir havası vardı, baktıkça insanı boğuyordu. Beyaz teni süt gibiydi. Koyu kahve saçları bilinen sarışın rusların aksine ben buradayım diye bağırıyordu. Heybeti üzerimde gölge oluşturacak kadar fazlaydı. Elini sıkmaya dahi cesaret edemediğimi fark etmemle duruşum dikleşti, gözleri yavaşlıkla bana döndüğünde Baro'ya yaptığının aksine gülümsedi. Ben de karşılık verdiğimde koca avuçları hafifçe ellerimi sıktı. Acar'ı anımsamıştım, o bunun aksine iç istiyordu ama şu an aklıma gelmemeliydi. Yanındakine ilerlediğimde koyu mavilerinin üzerimde olduğunu biliyordum. "Heimric, Hollanda'lı. Bir tık fazla belli ediyor kökenini, olsun böyle kabullendik. H." alaylı konuşmasıyla ne demek istediğini anlamıştım. Özgür ruhunu yansıtan renkli kombiniyle diğerlerinden farklıydı. Burnundaki deliğin ucuna taktığı hızma gümüş yuvarlaktı. Tüm bu görüntüsünün zıttı olarak kaşları çizikti, saçları da tıpkı diğer adamlar gibi kısaydı. Chiwon hariç. Elini uzattığında kemikliydi ve rengarenk ojeliydi. "Kendi tercihim değildi, zorunluluk." renkli ojelerini kastettiğinde olabilir dercesine omuzlarımı kaldırıp indirdim. İstediğini sürebilirdi. "Ingrida, Ukrayna güzeli, çetenin prensesi. I." yerde yatan kadın buydu, sarı saçları doğallığını gösterircesine sağlıklıydı. Renkli gözleri, salaş ve kadınsı tarzı yoğun tütsü kokusunun onun tarafından yapıldığını anlamama sebep olmuştu. Elini uzattı, yeşilin her tonu tırnaklarına işlenmişti. "İğrenç tırnaklarına renk kattım diyelim tatlım." Heimric'e dönerek söylendikten sonra gülümseyerek gözlerini bana çevirdi. "Julianus, Vegas'lı. Türkçesi diğerleri gibi iyi değil, en yeni üye." esmer teni, dolgun vücut hatlarıyla topraklarının kadınlarının çekiciliği üzerindeydi. Gülümsedi, onunla da tanıştıktan sonra bitmişti. Ya da ben öyle sanıyordum.

"Bitmedi. Geriye kalanlar Türk. Ufak bir eğlence istediklerinden burada değiller." sözü bitirir bitirmez kapı yüksek sesle açıldı, içeri maskeli bir adam girdiğinde küfür ediyordu. "Bunun dışında, Nino. İtalyan. Dikkat et kendine hanımefendi, almasın seni kapanına." ne dediğini anlamamıştım ki göz göze geldiğimizde maskesini açarak kalakalmıştı. Dudaklarından italyanca bir şeyler dökülse de anlamadım, sarı saçları birbirine karışmıştı. Fazlasıyla erkeksi gözüküyordu. Hatta yeni yeni çıkmaya başlayan sakalları da saçlarıyla aynı renkteydi. İtalyan erkeklerinin havası gerçekten de başka oluyordu. Yanıma yaklaşarak elini uzattı, karşılık verdiğimde elimin üzerine sıcak dudaklarını bastırarak öptü. Böyle bir şeyi ilk defa yaşadığımdan elektrik çarpmışcasına geri çektim avcumu. Çapkınca sırıttığında Umay'ı fark etmesiyle dikleşti, surat hatları ciddileşirken yutkundu. Ondan neden bu kadar korktuklarını anlamıyordum, aslında saygı gibiydi daha çok. "Diğerleri nerede N?" Baro'nun sesiyle kısaca arkasına baktı. "Ne bok yerlerse yesinler." önüne dönerek bakışlarını bana çevirdi, "Yani kendi başlarının çaresine bakabilecek kadar olgunlar." kendini düzelttiğinde H'nin, küfürün yaratıcısının hallere bak diye mırıldanmasıyla dudaklarımı dişledim.

"Geriye kalanlar Kazım, Lale, Murat, Uras, Ülküm, Vedat, Yazgı, Zeren." on dokuz kişilerdi. "Alfabe tamamlanmadı ki." dediğimde herkesin anlık hüzünlendiğini hissettim. Umay'a baktığımda kolunu kaldırmasıyla yanına giderek ona sarıldım, "Onlar öldüler." kulağıma fısıldadığı şeyle mahçup bakışlarımı ortama çevirdim. Aklıma abim gelmişti. Şu anda olmazdı, eğer savaşacaksam duygusal davranamazdım. Üstelik ortada gerçek bir ölüm bile yoktu ve ben bunun olmaması için her şeyi yapacaktım. Kısaca kolumdaki saatte baktıktan sonra, "Plana geçelim, daha çok işim var." diye fısıldadım. Başını onaylar şekilde sallayarak, Baro'ya göz kırptı, o da anlayarak mutfağı işaret edince o yöne ilerledik. Kendisi salonda açıklama yaptıktan sonra aramıza katılacaktı. Daha fazla dayanamıyordum, "Sen nereden tanıyorsun B'yi?" Saadettin'e sorduğum soruyla Umay'da merak eder gibi mırıldandı. Belli ki o da bilmiyordu. "Üvey babamın adını temize çıkarmak için gerekli belgeleri bana getiriyor. Para karşılığında." kaşlarım çatıldı, "Meslekten atılan?" albay savcının onun babası olduğunu bazen unutuyordum.

"Bildiğim kadarıyla başka üvey babam yok." gülerek söylediği cümleyle sırıtmadan edemedim. Garip fakat huzurlu bir enerjisi vardı, insanların onu neden sevmediğini anlamıyordum. Umay'a döndüm, "Sen nereden tanıyorsun?" o esnada kapıdan içeriye B girdi. "Çocukluk arkadaşıyız biz." yanımıza yaklaştığında belini tezgaha yasladı. "Yıllar sonra yolumuz kesişti diyelim." böyle bir şeyden haberim yoktu, "Üniversitede karşılaştık." Baro'ya bakarak gülümsedi. Diğer sorumu sormaya karar verdim, "Çete peki? Kurucu kim ve.." sorularımın ardı arkası gelmezken B ufak bir kahkaha attı. "Kurucu benim. Çeteyi oluşturmak kolay olmadı, çoğu ya ailesinden kaçan, ya bok gibi hayatlar yaşayan, ya da özgürlüğüne kavuşmak isteyen insanlar. Bazıları ülkesinden atıldı tabi, orası ayrı."

"Sen? Senin hikayen ne?" boynundaki zinciri ortaya çıkardı. "Eski askerim ben. Atıldım." gözlerim Umay'ı bulduğunda, "Tamamen boş yere." şeklinde açıklama yaptı. İçime sinmiyordu, bu insanlara güvenemiyordum. Çeteye pek kanım ısınmamıştı ki yasalara da uygun değildi. Kafamın karşılığını anlayan B söze girdi, "Korkmanı gerektirecek bir durum yok. İçerideki insanların hepsi sadıklardır, canlarını dişine takarak savaşırlar çünkü kaybedecekleri hiçbir şeyleri yok. Birbirlerini aile biliyorlar, hor görüldükleri, bir kez dahi şefkat görmedikleri öz ailelerinden, topraklarından bize sığındılar. Vatanımı sevmeyen kimseyi içimde barındırmam. Emin olabilirsin." Baro'da geldiğimden beri ilk kez ciddi bir tutum görüyordum.

Umay asıl derdimi anlamıştı, "Herhangi aykırı bir iş yapmayacaksın Alçin. Yalnızca yardım alıyorsun." kenardan gülme sesi geldi, "Sen buna mı takıldın ya? Biz neler neler yaptık.." Saadettin'in sözünü bölen kafasına yediği elma olmuştu. "Ve sen de bunu bir savcıya itiraf ediyorsun, aptal herif." Baro ile atışmaya başlamışlardı, "Diyarbakırlı Baran olmuş Benjamin. Kullansana gerçek adını göt." kafasına ikinci elmayı yedi. "Babanın belgelerini değiştireyim de gör sen, nankör." karşılık hızlı geldi, "Paranı kısarım senin." B teslim olarak ellerini kaldırdı, "Tamam adamım sakin ol." Umay onlara aldırış etmeden tekrardan bana döndü, "Eğer işler sana ters giderse devreye ben girerim. Emin ol her şeyi kuralına uygun yaptırmaya çalışacağım." derin bir nefes aldım, "Yine de aynı şey değil.. Ben savcıyım, her şeyi yasalara uygun yapmak benim görevim. Bu yanlış Umay, adaleti bu şekilde sağlayamam."

"Sen herkesin adaletini değil, kendi adaletini sağlayacaksın Alçin. Ayrıca her şey yasal olacak. Bana güven. Savaşmaya karar verdiysen kaçamazsın, işleri kalıbına sokmanın yolunu bulabilirsin." ellerimi saçlarımın arasından geçirdim, düşünmem gerekiyordu ama vaktim yoktu. Teslimiyetle başımı onaylar şekilde salladım. Yasalara aykırı davranmayacaktım, ellerim kirlense de yakalarım temiz kalacaktı. Hatta ellerimi değil, topuklarımı kirletecektim. Aklımda bir şeyler vardı. "Neler var aklında savcı?" B elindeki elmadan bir ıssırık aldı, sorusuna cevap bekliyordu, "Elimden kaçırdıkları, benden sakladıkları tüm her şeye erişmek istiyorum." o kolay dercesine bakış atarak devam etmemi işaret etti, "Ayrıca abimi bulmaya da el altından katkı sağlayacağım. Kamera taktıklarını söylemişlerdi oradan bir şey bulabilirsek iyi olur." yine onayladı.

Dudaklarımı ıslattım, "İçeride bir hain daha varmış, abimi benimle tehdit eden. Onu şimdilik görmezden geleceğim." Saadettin'in itiraz edeceğini anladığımda böldüm, "Diğerleriyle beraber yargılanmasını sağlayacağım." hepsini bir arada yargılatacaktım. En ağır cezaları almaları kaçınılmazdı fakat bir şey daha istiyordum. Görevden alınan savcıyı temize çıkarmak. Yanımda olan, olacak herkese minnet doluydum. Saadettin'e olan kırgınlığım sonra konuşulurdu, babası bu konudan ayrıydı. Hem savcının temize çıkması işime yarardı, emindim ki onda bir çok belge vardı. Bunlara erişmem gerekiyordu, bir taşla iki kuş vuracaktım.

"Bu akşam için yapmam gereken şeyi Umay size anlatır." kısaca ona baktıktan sonra, "Gitmem lazım, tanıştığıma memnun oldum." diyerek mutfaktan çıktım. G karşıma çıktığında gülümseyerek yanından geçtim, çantamı koluma takarak saatime baktım. Öğleden sonraydı, akşama gelmek üzereydi. Vaktim vardı. "Nereye hanımefendi? Bırakabilirim sizi." N koşarak yanıma ulaştığında başımı olumsuz anlamda salladım, gerek yoktu. İtiraz edeceği esnada kapıdan çıkan Baro, "G ve H siz bırakın. Peşinden ayrılmayın." bakışlarım ona döndü, "Yardım istiyordum, koruma değil." sinirle söylendiğimde benim aksime rahatça ellerini cebine koydu.

"Tam paketiz biz. Hizmet önemli." Saadettin'de mutfaktan çıktı, "Bana niye yoktu lan?" Umay'da çıkarak ufakça ensesine vurduğunda sustu. Hayatım için endişelendiğinden bunu yaptığını biliyordum. Sessiz kalarak elalarına baktığımda masumca gülümsedi, "Çıkalım." nefesimi vererek arkamı dönüp kapıya ilerledim. Demir kapı fazlasıyla ağırdı, G arkadan uzanarak kapıyı açtığında mavileri bendeydi, ilk andan beri çok dikkatli bakıyordu. "Ağır." diyerek kapıyı kasettiğinde cevaplamadan açtığı yerden yürüdüm. Peşimdelerken sessizlerdi. Merdivenler sonunda bittiğinde benim arabama yöneldik, H arkaya, G yanıma oturduğunda oldukça uzun yolumuz vardı. Bir süreden sonra sigaramı dudaklarımın arasına koyarak G'den yakmasını rica ettim, duman yüzümü kaplarken sisli yolda ilerliyorduk. Camı hafifçe aralayarak derin bir nefes aldım, radyoyu açarak tekrardan Pelin ile dallama Ersin'i dinlemek istiyordum. Bu sefer direkt şarkı vardı, konuşmalarını kaçırmıştım. Bir tık üzülmüştüm.

"Birer birer kayıp gider de her bir sevilen.

Yenisi gelmez, eline geçmez hele ki değeri hiç bilinmeyen.

Yürekte varsa sevgiden de ötesi,

Sen ağlasan da boş.

Işık da yaksan nafile, odan karanlık, hep loş."

Görüş alanım net olmadığından cama biraz daha yaklaştım, sigarayı söndürerek attığımda içeriye dolan soğuk hava tenimi soğutuyordu.

"Hayatın emri hep koş.

Bayağı bir bekledim boş.

Yaşantım sanki bir savaş ve hoş da bazen,

Ateş kesildiğinde ve de sular durulduğunda.

Yoksa hep gülerdi insan, hep kalırdı masum.

Saygıda bir kusur ettiğinde minnetin de değeri yok."

Aramızda en enerjik olan H'ydi, kollarını ön koltuklara yaslayarak aramıza yaklaştığında şarkının ritmine göre kafasını sallıyordu. G kısaca onda gözlerini gezdirdiğinde şarkıya dair bir şeyler söyleyerek aynı hareketi yapmaya devam etmişti. Gülümsedim.

"Kafalarda hesaplar yapılır ve mesafeler konur.

Fakat bu kalp unutmaz, unutamaz ki zaten,

Her kalp yıkılır ancak yenisi bulunamaz bir mesken.

Her anım birini özler, rüyada yolunu gözlediğim."

Ölümün içinde dönerken gördüğüm rüyada o vardı, beni döndüren ise ta kendisiydi. Sanki günler önce hayal bile olsa onu öpmemişim gibi, ona olan aşkımı kabullenmemişim gibi yabancıydık. Kendi kendime dahi olsa onu seviyordum. Farkındaydım. Kafamda onunla ne yapmam gerektiğini çözemiyordum, sürekli bana karşı hangi niyetle yapmış olursa olsun hatasını öğreniyordum.

"Düşünceler ve benliğimle canlanır tüm hatıralarım,

Bitince yalnızım, gözümü açtığımda kalmışım.

Yanımda ailem, bir de arkadaşlarım.

Gelsin, hayat bildiği gibi gelsin.

İşimiz bu, yaşamak.

Unuttum bildiğimi doğarken.

Umudum, ölmeden hatırlamak.

Şimdi boşuna bakma saate, zaman geç oldu.

Dün annem elimi tutarken bugün 29 da doldu."

Dudaklarımı dişlediğimde gözlerimin dolduğunu biliyordum. Anne eksikliği gerçekten koyuyordu. Vakti değil Alçin, dik dur. Sakin ol. Durduk yere gülümsediğimde gözlerin bana döndüğünü hissettim. H, Sezen Aksu'nun girdiği kısımlarda bir o yana, bir bu yana yavaşça sallanıyordu. G'nin selpak uzattığını fark etmemle teşekkür ederek reddettim. Dayanacaktım.

"Vakit can almaz ancak can yakar.

Fakat bir bekle bak, nakavt olursan çok sakat.

Mücadeleyle geçen hayatta son round.

Kazanmak herkes ister.

Ne istediğini bilmektir önemlisi, var mı listen?

Hayallerin, hırsın, cesaretin..

Sabır selametimse intikam felaketimdir.

Ne mektebimde vardı huzurum ne vardı evde."

İntikam alacaktım, huzur yoktu, dinginlik yoktu, sakinlik hiç yoktu. Saf öfke vardı, hırs vardı, av vardı. Ya da avlar. Kim olursa olsun ezip geçecektim, özellikle kansızları. Bizzat kendim yargılayacak, işkence edecektim. Hem yasalarla ezileceklerdi, hem de ayaklarımın altında. Onlardan olmayan insanlıklarını alacaktım. Varsa utanma duyguları, utanacaklardı. Ölmek için yalvaracaklardı. Ve ben bunları yaparken yalnızca zevk alacaktım. Abimin gözyaşları, kanı asla yerde kalmayacaktı, hatta yere değmeyecekti.

"Çıkıp bir başıma ağlamaktı belki caddelerde.

Hayallerin kurulduğu, ve düşlerin yok olmadığı.

Bu gözlerinse dolduğu, zamanın donduğu bir yerdeyim.

Düşünceler dumanlı dağlar aynı, gözse puslu.

Bir bakmışım mesafeler uzun ve tozlu.

Benimse yol yürür gider bir seyyah olurum.

Ne paranın bir değeri vardır aslında ne de şerefle onurun..."

Sevdiklerinin acı çektiğini bilmek, buna sebep olan kişi olmak aslında yaşadığın hiçbir duygunun önemi olmadığını gösteriyordu insana. Bu yaşımda bunu öğrenmiştim, abim tarafından bir bilgi daha. Şimdiye kadar yaşadığım üzüntüler, sıkıntılar gerçek değilmiş gibi hissettiriyordu. Asıl acı buydu, bu yaşadıklarımdı. Bu bir buçuk ay ölümdü. Katliamdı. Bir elim gerdanımı sararken camı biraz daha araladım, sondaydı. Arabanın içini soğuk kaplarken yağmur damlaları omzuma, saçlarıma hatta yüzüme değiyordu. Toparlanacaktım. Artan hızı fark etmemle az da olsa yavaşladım, korkuyordum. Başıma silah dayayan bir teröristten değil ama yağmurda hızlı giden bir arabadan korkuyordum. Gördüğüm rüya değildi, gerçeklikti. Ailem silahlar eşliğinde, yağmurlu bir yaz sabahında arabada öldürülmüştü. Bunu da çözecektim.

Yarım saatin sonunda yol kenarında bir çiçekci dükkanının önünde durdum. Her ne kadar istemesem de G ile H de benimle beraber inmişti. Her koşulda peşimde olacaklarına dair yaptıkları açıklamaları dinlemiş, kısa kesmeleri konusunda yalvarmıştım. Keşke türkçe bilmeselerdi. Fakat bu iki adam da benden daha iyi türkçe konuşuyorlardı. Öyle ki küfür öğretmek istediğimde hızla bu fikrimden vazgeçmiştim. Çiçekçide çalışan kadının yanımdaki adamları süzmesi eşliğinde hediye ettiği buketle dükkandan çıktık. Resmen rus bombası ve hollanda güneşiyle beraber ateş topu gibi geziyordum. Dönen bir daha bakıyordu. Ateş topu bendim. Kırmızı marka arabamıza da bindiğimizde mafya dizilerinden fırlamışa benziyorduk. "Çok havalıydık!" H ellerini birbirine çırparak şakıdığında onu taklit ettim, G bu halimizi umursamadan dışarıya bakınıyordu.

Yol bitmek üzereyken hastaneye yaklaşıyorduk. Telefonumu çıkartarak kilidini açtım, komutandan gelen mesajlara bakmamıştım. Aramalarını da görmezden gelmiştim. Sonunda Pars abiden nasıl olduğumu öğrenerek susmuştu, günlerdir bu döngüdeydik. Şimdi ise hastanede olmaması için dua ediyordum, bir yandan yola baktığımdan telefonu G'ye uzattım. Sorgulamadan aldığında ne yazması gerektiğini bekliyordu, "Neredesin yaz. Mesafeli olsun." H lafa girdi, "Mesafeli neredesin nasıl oluyor? Bunu bilmiyordum." türkçesini sorguladığında yandan kınar bir bakış attım. Tüm küfürleri sayarken gayet iyi konuşmuştu. G yanıt geldiğine dair söylendiğinde okumasını istedim. "Hastanedeyim, sen neredesin?" siktir çekerek elimi direksiyona vurdum. G ve H'nin yanımdan ayrılmayacağını biliyordum. Onları yanımda görürse sorgulayacağını, cevaptan tatmin olmazsa araştıracağını da biliyordum. Dudaklarımı dişledim. Telefonu elinden aldığımda ekranı kapatarak kucağıma koydum, "Sizin gözükmemeniz lazım, önemli." hemen reddettiler. Sözde bu adamlara para veriyorsam dediklerimi yapmaları gerekirdi, yapmıyorlardı. Galiba gerçekten para vermeliydim. Bunu B ile konuşmayı aklımın bir köşesine yazarak onlara da küfür ettim, H kırıldığını söylediğinde, G tavrıma gülmüştü.

Telefonu açarak tekrardan G'ye verdim, "De ki yangın merdivenlerine gitsin. Orada özel konuşacaklarımız falan varmış salla bir şeyler." H'nin ağzından değişik sesler çıkmaya başladığında bunun da türklere özgü bir ima biçimi olduğundan emindim. Sadece dilimizi değil, insanlarımızı da iyi biliyordu. G onaylamadığını düşündüğüm bakışlar atsa da dediğimi yazmıştı. "Cevap geldi." saniyesinde cevap veriyordu.

"Buraya mı geliyorsun?" hastaneye yaklaşıyorduk, "Evet yaz evet, yangın merdiveninin kapısının önünde beklerken içeri insan sokmayız." H göz kırptığında benden önce ona dönen ters mavilerle sustu.

"Evet."

"Bir sorun mu var?"

"Hayır."

"Tamam gelince beraber geçeriz, aşağıya iniyorum."

Daha büyük bir küfür ederek hızlandım. O gelmeden arabayı park ederek indiğimde bir yandan ikiliyi ikna etmeye çalışıyordum. Yangın merdiveni işinin iptal olduğunu H'ye asla anlatamıyordum. Acar'ı yangın merdivenine yollayıp, bekletirsem o görmeden işimi halledip buradan defolabilirim diye düşünmüştüm. Olmamıştı. İlk dakikadan boka batmıştım. Kucağımızda üç buketle yürüyorduk.

Bir taraftan onu göreceğim gerçeği karnımın kasılmasına sebep olsa da aptallaşmamam gerektiğini kendime hatırlatıyordum. Bu durumda olmazdı. Benden sakladıkları varken hiç olmazdı. İstemsiz parmak ucumda havalandığımda kafamı uzatarak onu görmeye çalıştım, oysa önümüzde duvar bile yoktu. Dümdüz yoldu. Öksürerek toparlanmayı denedim, yüzüme sahte bir maske takındığımda heyecandan oldukça uzak göründüğüme emindim. Sonra o görüş alanıma girdi. Hastane kapısından çıktı; Üzerinde üniformalar yerine onu oldukça hoş gösteren kıyafetlerle. Çıkar çıkmaz sigarasını yakarak etrafa bakındığında beni görmesi bir saniyesini almamıştı. Önce gülümser gibi oldu, arkamdaki iki adamı fark etmesiyle kaşları çatıldı. Bizi kısaca süzdükten sonra çıkarmadığı postallarıyla yeri eziyordu. Beton eridi ereyecekti. "Burada seksüel bir çekim seziyorum, deli bir seviyede." H'nin konuşması Acar'ın gölgesinin üzerini kaplamasıyla durdu.

Heybeti yine her şekilde karşımdaydı.

"Hoşgeldin canım." gülümsemesi bana değdiğinde içtendi, onlara değdiğinde küçümsedi. Hitap şekli ile kaşlarımı çattığımda onu bozacağımı düşünerek lafa girdi, "Seni bekliyordum, gidelim." koca eli ince belimi sardığında ilermemi sağladı. Bundan memnundum ama vakti değildi. Hafifçe ileri doğru yürüsem de belimi bırakmadı. Baş parmağı aşağı yukarı kayarak okşuyordu. Duruşum temasından dolayı dikleşirken belim yay gibi gerilmişti, ve bu onun hoşuna gitmişti. Arkamızdan gelen G sessizce ilerliyor, H sırıtıyordu. Yangın merdivenlerine yürüdüğü esnada yönümüzü asansöre çevirdim, abisini görmem lazımdı.

Daha çok bilgi alacaktım.

Niyetimi anlamışcasına yüzüme baktıktan sonra asansöre bindik. Dördümüz. Eli yerinde dururken, "Abin uyanık mı?" diye sordum. Onayladığında zaten bildiğimiz kata çıktık, kapı aralandığında aceleyle elini ittirdim. Hira, Leylak Hanım ya da Cevdet Bey görsün istemiyordum. Badem'in odasının önünden geçerken kısaca kapıya baktım. Ailesinin burada olduğunu biliyordum, Burak odama gelerek her şeyi anlatıp gidiyordu. İlgisiz gözüküyordum. Başkası dinlemediğimi düşünerek hatta umursamadığımı sayarak benden nefret edebilirdi. O bunların hiçbirini yapmıyordu. Sabırla anlatıyor, izin almadan oturuyordu. İfadem aksini söylese de can kulağıyla dinliyordum, Badem'in gözlerini açtığını söylemişti. Aynada kendisini görmesine izin vermediğini, kafasını dağıttığını, ailesiyle tanıştığını, annesinin suratı asık bir kadın olduğundan fakat durum gereği böyle olduğunu düşündüğünden bahsetmişti. Daha bir çok şey öğrenmiştim. Burak ona aşıktı, Badem'i fazlasıyla seviyordu.

İstemsiz gülümsediğimde kendimi toparlayarak geldiğimiz kapıyı tıkladım, Acar hemen solumdaydı. Müsait olduğuna dair bir ses duyduğumda kolu indirerek kapıyı araladım, G ve H dışarıda bekleyeceklerini mırıldanmışlardı. Keşke komutan da beklese diye içimden geçirsem de bunlarla bırakmak pek tekin sayılmayacağından bu fikrimden vazgeçmiş, içeriye girmiştim. Arkamdan kapıyı kapatan Acar diğerleri görüş alanıma girmeden belimden çekerek beni durdurmuş kulağıma eğilmişti, "Yangın merdiveni?" sorusunu görmezden gelerek kaçtım. Yalan söylediğimi bilmesine rağmen soruyordu.

Hira beni görünce ayaklanarak şakıdı, "Alçin abla, hoşgeldin! Çok özledim." boynuma sıkıca sarıldığında çiçekleri kenara bırakarak ona karşılık verdim. Şeftali kokuyordu. Burnumu saçlarına daldırarak, "Ben de seni çok özledim bebek." demiş, geriye çekilerek burnunun ucuna işaret parmağımla dokunmuştum. Hitap şeklim hoşuna gitmemişti, kaşları çattığında aynı abisiydi. Homurdanarak gerilediğinde çiçekleri görmesiyle gülümsedi, Acar buketi ondan en uzak köşeye koyduğunda alerjisi olduğunu söyleyerek açıklama yapmıştı. Hira yüzünü astı, her şeye alerjisi olmasından nefret ettiğinden bahsediyordu. Gözlerim Akad abiyi bulduğuna başımla selam verdim, gülümsedi. Ama gözlerinde hüzün vardı.

Bakışları üzerimdeyken yanına ilerledim, koltuklardan birini çekeceğim anda Acar kaldırarak oturmam için yakına koymuştu. O kaslara ölürüm be adam demek istesem de sessizliğimi koruyarak koltuğa oturdum. Gözlerimle ona teşekkür ettiğimde dudağının kenarının kıvrılmasıyla bakışlarımı tekrar abisine çevirdim. Yüzü oldukça darbe almıştı, çoğu yeri mosmordu. Bunların dışında bedeninde görmediğim bir çok iz olduğunu da tahmin edebiliyordum, acaba abimde ne kadar vardı? Sertçe yutkunduğumda lafa girdim, "Acıyor mu?" saçmaydı. Aptalcaydı. Yine de sordum. Başını olumsuz anlamda salladı, mavilerinde mahçupluğu görebiliyordum. Rahatsızca yerimde kıpırdandım, "Çiçekleri sever misin bilmiyorum.." cümlemi tamamlayamadan böldü. "Abin iyi." herhangi bir alınma, kızgınlık yoktu. Gelme sebebimi biliyordu, onu görmekten çok merakımdı. Bu hâliyle yüzleşince abimi sormaktan vazgeçeceğim esnada verdiği cevaptan aldığım cesaretle, "Çok vuruyorlar mı ona?" diye sordum. Bilsen ne olacak Alçin, kurtarabilecek misin diyordu bir yanım. Haklıydı.

Başını eğdi, "Özür dilerim, abin için." beklemediğimden şaşırdım. Öyle ki bakışlarım komutana döndü, yalnızca dinliyordu. Ben de tıpkı Akad abi gibi başımı eğdim, "Özür dilerim, buraya böyle gelmemeliydim. Kusura bakmayın." çantamla kabanımı toparlayıp kalkacağım sırada bileğimden tuttu. Kalçam koltuktan kalkamadan öylece dururken elini çekti. Her ne yapacaksam buna masum duyguları karıştırmamalıydım, insanların acılarını görmezden gelmemeli ve kullanmamalıydım. Burada abimden biraz daha bilgi alabilmek amacıyla bulunuyordum, yanlıştı. Zamanı değildi. Karşımda ölümle burun buruna gelmiş, abimle sırt sırta savaşmış bir insan vardı. Kendini toparlayamadan elimde buketle gelip sahte duygularla kurduğum iki cümlenin ardından sorularımı soramazdım. Buna hakkım yoktu. Abimin yetiştirdiği kız bu değildi, her şeyden önce saygı olmalıydı. Kendime olan utancım arttığında içimden bir yemin verdim; Ne olursa olsun etik kuralları aşma, bildiğinden vazgeçme. Etik kurallar mesleki olarak değil, hayati olarak da önemliydi. İnsanlıktı. Ben sol göğsümde canlanan vicdanı kaybetmemiştim, böyle yürümezdi.

"Başını kaldır, abin görürse azarlar seni." mavileri şefkatle dolup taşarken dudaklarında gülümseme vardı. Yüzündeki tüm yaralara rağmen o kadar temiz bir çehresi vardı ki, kalbinin güzelliği yüzüne vurmuş denecek cinstendi. Acar'ın abisiyle ettiği kavga ve bana anlattığı, hatta anlatmadığı kırgınlıklarının dışında Akad abiyi hiç tanımamıştım. Bu yönünü ilk defa görüyordum. Dudaklarındaki gülümseme bulaşıcıydı, "Ha şöyle, sor bakalım şimdi ne soracaksan." kararsızlıkla bakındığımda stresle dudaklarımı dişledim, sormayacaktım, olmazdı. Kısaca tırnaklarımı batırdığım avuç içime baktı, "Beden dili okuyabildiğimden seni anlayabiliyorum fakat zihin okuyamadığımdan sormak istediklerini anlayamıyorum." kendince espri yaptığında gülümsemem genişledi. Samimiydi. Şefkatliydi. İki aydır özlediğim duygular onda toplanmıştı.

Bir süre daha sessiz kaldıktan sonra Hira'nın kantine gitmesiyle dudaklarım aralandı, "Öğrenmek istiyorum, orada neler oldu?" az çok tahmin edilirdi ama hırsımı, ateşimi körüklemek için duymak istiyordum. Acar bu süreçte yalnızca beni izliyordu. Akad abi gözlerini kısaca kardeşinde gezdirdi, "Bilgiler sana geçilmedi mi?" sesi düz çıkmıştı. Maskesini takınmıştı, iki kardeş bilinmezliği çok iyi oynuyordu. Öfkeyle yerimde kıpırdandım, "Bana neler yaşandığını detaylı anlatabilir misin?" saygı duvarını aşmadan sabırla sorduğum soru karşısında diliye dudaklarını ıslattı. Bir kaç dakikanın ardından alabildiğim kadar bilgi almış, ağzından girip burnundan çıkmıştım. Öyle ki pot kırmış, bir kaç şey daha kaçırmıştı. Bilinçsiz miydi yoksa bilerek miydi emin değildim ama her türlü kardeşini rahatsız, beni mutlu etmişti.

İlki, yanlarında bir kadın vardı. Savaş muhabiri, genç. Fazlasıyla inat, bir o kadar da sakin.

İkinci, abim güçlüydü. Hiç kimseye boyun eğmiyor, bazılarını ölmekten beter ediyordu. Sonuna kadar savaşıyordu.

Üçüncüsü, herhangi bir kurşun yarası yoktu. Bedensel olarak zayıf düşse de aşamayacağı gibi değildi. Tabi zaman açılmadığı sürece.

Dördüncü, tim içeriye adam sokmuştu fakat bina patlamıştı. Abimin ve o kızın üzerinde kameralar vardı, her an kayıttalardı. Silah, bomba dahil olmak üzere eşyalar üzerlerinde saklıydı.

Bir kaç şey söylese de önemli olduğunu düşündüklerim bunlardı. İlkini bilmek abimin yalnız olmadığından güvende hissettiriyordu. Yalnız bir şekilde düşman ininde delirmeyecekti, kafasını toparlayabileceği bir insan vardı. O kadını da kurtaracaktık. İkincisini bilmek içimdeki hırsı yangına çeviriyordu. Abimin gücü damarlarımda geziniyor, bedenimi ele geçiriyordu. Ben onun kızıydım, o düşmanların ele aldığı yerleri inletirken, aynısını buralarda elimizdeki kansızlara yapacaktım. Üçüncüsünü bilmek tamamen mutluluktu. Öldüğünü düşündüğüm umut yüreğimde yeniden yeşerirken koca bir şişeyle suladım. Dördüncüsünü bilmek benden sakladıklarının açığa çıkmasıydı. Hastane odasında zaten söylemişti ama kendini koruyabilecekleri eşyalardan haberim yoktu.

Kamera her an kayıt altındaydı, görev anı da kayıtlanmıştı. Muhtemelen yarına B tarafından hepsi elime geçmiş olurdu, izleyebilecek cesarete sahip miydim bilmiyordum. Eğer değilsem de olacaktım, olmak zorundaydım. Bizzat yaşayan canımın kendisi varken ben izlemekten dahi korkamazdım. Duruşum dik şekilde odadan çıktım, Acar peşimdeyken Hira çoktan gelmişti. Akad abiyle vedalaşarak sarılmıştım. G ile H bıraktığım gibilerdi. Ellerindeki buketlerle ciddiyetle karşıya bakıyorlardı, anlık ben de düz duvara baktım.

Beyaz düz duvara.

Sonra ikisine baktım, sonra Acar'a. Tövbe çekerek başını hafif bir açıyla yana eğdi, arkadaşım gibi gözükeceklerse böyle davranmamalılardı, komutanın soracaklarına elbet kafamda az çok cevaplar bulmuştum. Hızla önce H'nin, sonra G'nin koluna girdim, "Çok beklettim mi? Kusura bakmayın lütfen." havada kapmışlardı. Zekilerdi. Oyunuma ayak uydururlarken onun delici mavileri üzerimdeydi. Tenim ısınmaya başlarken arkamı dönerek, onları da çekiştirdim. Bir kaç adımın ardından durdum. Badem'in odasının önünde. Buketlere kısaca baktıktan sonra sıyrılarak kapıyı tıklattım, içeriye girecektim. Badem'i seviyordum, değer veriyordum. Uğruna vücudunu yaktığı kişilerde abim vardı, minettardım. Hiçbir duygu ödeyemezdi başına gelenleri, farkındaydım. Biliyordum askerlikte işler böyle yürümezdi fakat ben sivildim. Onların vatanın her insanını korumak, topraklarımız için savaştıklarını ve görevlerini yürekten yaptıklarını hatta bu uğurda kendi canlarını hiçe saydıklarını en iyi abim tarafından öğrenmiştim.

Şimdi bir savcıdan öte, bizzat koruduğu insanın kardeşiydim. Yüreğimde minnet, aklımda saygı, her zerremde koca bir sevgi, dilimin ucunda özürler vardı. Ailesinin gözünün içine baka baka hem teşekkür etmek, hem affetmelerini dilemek istiyordum. Ama kızlarıyla duydukları gurur Burak'ın dilinden düşmüyorken bunların boşa olacağını biliyordum.

Acar beni durdurmak istese de aldığım onayla odaya girdim, kapıyı açan orta yaşlı sevimli bir teyze vardı. Yanakları tombuldu, bedeni o kadar zayıf olmasa da kilolu da değildi. Teyzeydi işte bildiğimiz. Arkamdakilerden aldığım buketlerden birini kadına uzattım, kim olduğumu sorguladığında Badem'in arkadaşı, askeriyenin savcısı olduğumu söyledim. Kısaca arkasına baktı, gözlerinde endişe vardı. Beni bekleterek bir süre o yöne gitti, döndüğünde içeri alarak kapıyı arkamdakilere kapattı. Acar hariç. Bir kaç adımla karşıma orta yaşlı bir adam çıktı, bu da babası olmalıydı. Gerçekten babasının kopyasıydı. Gözlerim yataktaki bedenle kesişince adımlarım bıçak misali durdu. Ağırca yutkundum. Onun belimi sarmasıyla toparlanmam gerektiğinin farkındaydım, ufak bir uyarı niteliğindeydi. Saçlarımı kulağımın arkasına atarak ellerimi önümde birleştirdim, "Badem, merhaba." yüzündeki sargılardan pek konuşamasa da dudaklarını kıpırdattı. İçimde kopan fırtınalardan habersiz. Gülümsedim. Yanına ilerledim, annesinin enfeksiyon riskinden durdurmak istediğini anlayınca dokunmadan öylece oturdum. Soruları olduğu belliydi. Kimsenin bir şey anlatmadığını gözleriyle açıklıyordu, Burak'ın demesine göre yalnızca abimin hâlâ esir olduğunu biliyordu. Gözlerimi kaçırmak istesem de yapamadım, ondan korktuğumu düşünmesini istemiyordum. Sadece mahçuptum, minettardım. Annesine döndüm, "Bir şeye ihtiyacınız var mı?" sesim titrememeliydi.

Teşekkür ederek başını sağa sola salladı, onlara da bakamadım. Doktorun gelmesiyle oturduğum yerden ayaklandım, Badem'e anlatmam gereken her şeyi gözlerimle anlattım. Teşekkür ettim, özür diledim, minnetimi dile getirdim, gurur duydum ve kalbini sevdim. Kalbini sevdim çünkü askerlik biraz da yürek işiydi, o buna fazlasıyla sahipti.

Odadan çıktığımda annesinin numarasını almıştım, bir şeye ihtiyacı olursa ilk beni araması konusunda tembihlemiştim. Bunları yaparken bir kez dahi gözlerine gözlerimi değdirememiştim. H'nin kucağındaki buketi kendi kucağıma aldım, boş koridorda ilerlerken üçü de arkamdaydı. En yakın olan Acar'dı. "Alçin, konuşmamız lazım." ağzındaki kelimeleri sonunda sesli dile getirdiğinde daha hızlı yürüdüm. Kolumdan tutarak çevik bir hareketle kendine çektiğinde göğüslerimizin temasını engelleyen tek şey aramızdaki çiçek buketiydi. G temas yok dercesine Acar'a dokunduğunda çenesi kasıldı, iki mavi birbirine öylesine derin bakıyordu ki kısaca H'ye çevirdim gözlerimi. Yardım lazım.

Koca bir kahkaha patlattı, herkes ona döndüğünde ise neşeyle şakıdı. Elini komutana uzattı, "Biz seninle tanışmadık değil mi yakışıklı?" başımı kısaca önüme eğdim. Rezil olacaktık. Acar ne diyorsun dercesine göz kırptığında havadaki elini çekmedi, "Biz ateş topunun arkadaşlarıyız." dudaklarımı dişledim.

"Ateş topu?"

"Bu." bir kolunu boynumdan sardı, kendine çekti.

"Onun bir adı var." tutuşundan kurtararak o da kendine çekti. Toprak kokusu en üst seviyedeydi.

"Ah senin neden gergin olduğunu şimdi anladım." H'nin gözlerinde sinsi bir sırıtış gördüğümde olacakları bekliyordum. Fazlasıyla eğlenecekti belli ki, rahat bir tavır takınarak yüz ifadesini düzleştirdi, arkamdaki adama baktı.

"Onların önceden çıktıklarını biliyor muydun? Gerçi yoksa neden gergin olacaksın ki.." onların derken kimi kastettiğini anlamam saniyelerimi aldı. G ve ben. Lafına devam etti, "Üniversitede fazlasıyla ateşli ve tutkulu bir aşk yaşamışlardı, eski aşıklar birleşiyor." alayla konuştuğunda sindiğim göğsün kasıldığını hissedebiliyordum. Elimin altındaki sıkı kasları mümkünmüşcesine daha da sıkılaşıyor, gerginliğini kendi bedenimde bir çekim gibi hissediyordum. Aslında bu masum oyunu devam ettirerek tepkisini görmeyi her şeyden çok istiyordum. Çünkü benim ona karşı olan hislerim açıktı, en azından kendime karşı dürüsttüm fakat onun duygularını bilmiyordum. Düşünmeye fırsatım olmamıştı. Davranışları, konuşmaları benimle aynı hislere sahip gibi gözükse de belli olmazdı, duygusal bir boşluktayken birbirimizin yanındaydık, her şey yanlış anlamadan ibaret sayılabilirdi. G sessizliğini korurken benim hamlemi bekliyordu, ona göre bir yol izleyeceğinden emindim. Ben ise Acar'ın hamlesini bekliyordum.

Omzumdan belime süzülen kolu ona fazlasıyla yapışmamı sağlıyordu. Bana karşı herhangi bir itirafta bulunmadığından şu anda da sorgulama hakkı yoktu. Bunun bilinci onu daha da kızdırıyordu, huzurlu alanımdan hafifçe geriye çekilmek zorunda kaldığımda mavilerinin odağının masum, bir anda kendini planın içinde bulan G'de olduğunu fark ettim. Görüntüsü pek saf olmasa da sonuç olarak saf bir durumdaydı. Geri çekilmem hoşuna gitmemişti, anlık bana baksa da kasılan çenesi kırılacak durumdaydı, "Biz gidelim." ucu açık konuşarak göğsünden sıyrıldım. Ne bir cevaptı, ne de inkar. Tutuşu sıkı olmayacak şekilde bileğimi kavradı, canımı acıtmıyordu ama öfkeliydi. Yukarı yürürken kolumdaki buketle arkama bakındım, G ile H gelmek için hamle yapmıyorlardı. Kısık bir küfür ettiğimde yangın merdiveninin kapısını açarak ikimizi içeri soktu, koca kapıyı kapattığında alanda yalnızca ikimiz vardık.

Dışarıdaki yağmur ortamı seslendirirken, sisler boğuklaştırıyordu. Kapıyla arasında kalmak yerine belimi demir korkuluğa yasladım, neden burada olduğumu merak ediyordum. Soru sormak istese soramayacaktı, hangi gerekçeyle yapmıştı bunu? Bir süre gözlerini kapattı, tekrardan açtığında kuruyan dudaklarını diliyle ıslatarak bana baktı. "Eski aşıklar birleşiyor." sorudan uzak daha çok kendi kendine tekrar ediyordu. Cevap vermedim. Çiçek buketine sarıldım. "Ateşli ve tutkulu." bir adım yaklaştı. Bukete tutundum. "Öncesi beni ilgilendirmez fakat tekrardan birleşmek derken? Aydınlatsana." öncesinin onu ilgilendirmediğini söylerken bile zorlanmıştı.

Doğruydu, eğer gerçek bir ilişki yaşasaydım önceme karışamaz, soramazdı. Kendi kendine kıskanabilirdi, tıpkı şu anda yaptığı gibi. Başımı sol omzuma doğru eğdim, "Neden?" sesim meraklıydı. Gülümsedi. Ellerini arkamdaki korkuluklara yasladığında yüzünü eğmesiyle burun buruna gelmiştik. Çiçek buketi yine mesafemizi korumamızı sağlıyordu. "Benimle oynama." mavileri anlık nemli dudaklarıma kaydı, ardından tekrar gözlerime. Çenemi diktim, "O da nereden çıktı?" bir adım ilerisi dudaklarımızın temas etmesiydi. "Abinden bir şey saklamazsın. Bir ilişkin olmasına da o izin vermezdi." kendinden emindi. İşin garip yanı haklıydı da, asla yanılmıyordu.

Bu sefer benim gözlerim onun dudaklarına kaydı, sonrasında tekrar mavilerine. Ne yapmam gerektiğini kestiremiyordum, "Diyelim ki bunlar yalan. Peki sence de ondan hoşlanmama imkan yok mu?" gülümsemesi genişledi. "Hayır." adamın kucağına az önce sinen ben değilmişim gibi sözler söylüyordum. Özgüvenli gülümsemesini elinden çekip almak istercesine, "Deli gibi hoşlanıyorum ondan." dedim dudaklarına doğru, yemedi. Yaptığım çocukcaydı ama istiyordum. Cehennemin içinden iki dakika dahi olsa uzaklaşmak, biraz da aptal olmak istiyordum. Arkamdan ufak bir ses geldiğinde dönüp bakmak istesem de bakamadım, "Artık gitmem lazım." göğsünden ittireceğim anda izin vermediğinde tekrardan olduğum yerde kalakaldım. Eğildiğinden dolayı burnu burnuma sürttüğünde derin bir nefes aldım. İnkar edemezdim, H haklıydı, aramızda manyak bir çekim vardı. "Madem öyle, o zaman şu anda neden titriyorsun?" çiçeklerin bir kısmı titrekçe rüzgârla süzüldüğünde yalan uydurmaya hazırdım ki yapamadım.

İnkar etmek istemiyordum.

Fakat dediğim gibi, o yanlıştı. Biz yanlıştık. Dürüst olmayan kimseyle işim olmazdı, ondan etkilensem bile önce yalanlardan arınıp bana gelmesi gerekiyordu. Günler önce hastane odasında her ne kadar beni düşündüğünden susmuş olsa da mantıksızdı. Ben kendi kararlarımı verebilecek yaştaydım. Geçirdiğim kalp krizinden ötürü onun da zor durumda olduğunu anlamaya çalışsam da bu biraz kendime haksızlık oluyordu. Her türlü boktan bir durumun içindeydik ve konuşmadan hiçbir şeyi çözemezdik. Konuşmayı erteledikçe yanlışları katlanıyordu, sakladıkları artıyordu. Ama önemli değildi, şu anda aşktan daha önde tutmam gereken konularım vardı. Abim gibi. Bu sebeple bir kolumda buketi sıkıca tutarken, diğeriyle onu ittirdim. Beklenmedik hamlemden dolayı boşta kalan bedeni geriye sendelediğinde ben de çekildim. Bulunduğumuz konuma kısaca baktığımda bükülen demiri görmemle konuşmak için açtığım ağzım öylece kaldı.

"Pehlivan mısın be adam demiri bükmek de ne?" kendi elleriyle kelimenin tam anlamıyla demir bükmüştü. Suratı bir an bile değişmeden. Serseri sırıtışı yüzünde yer edindiğinde gücünü dişisine gösteren aslanlar misali süzülüyordu. Kendimi toparlayarak suratımı düzelttiğimde ona bir adım ilerledim, bir adım geriledim, tekrar bir adım ilerledim ve tekrar bir adım geriledim. Yaklaşınca yakıyordu, kararsızlığımı izlerken hoşuna gittiğine emindim.

Sinirim parmak uçlarıma kadar geldiğinde, işaret parmağımı kaldırıp tehditvari ona uzattım, "Benden uzak duracaksın." onaylamadığını belli ederek dilini damağına vurdu. Buketin paketinden hışırtı sesi geldiğinde kısaca göz gezdirdim, sıkarak buruşturmuştum. Bu da elimde kalmıştı. Öfkeyle çiçekleri de kaldırarak karşımdaki adamın göğsüne fırlatırcasına bastırdım, buketle beraber elimi de tuttu. Aceleyle geri çekerek sen iflah olmazsın bakışları atıyordum, o da olmam dercesine mavilerini üzerime dikiyordu. Dudaklarımı ıslattım, "Al bu da senin olsun. Annene verirsin. Peşimi de bırak, bıktım senden. Uyuz herif. Öküz." ard arda cümlelerimi sıraladıktan sonra ağır kapıyı açmak adına ona sırtımı döndüm. Başarısızlıkla sonuçlandı. Kapıyı çekiştirmeme rağmen bir türlü açmayı beceremediğimde arkamda onun bedenini hissettim. Yüzünün kafama eğildigini gözlerimle görmesem de saçlarıma vuran nefesinden hissedebiliyordum, derince nefes aldı. Bir eli kapı koluna uzandığında tek eliyle açtı fakat eşzamanlı olarak saçlarıma bastırdığı dudaklarıyla kıpırdayamadım. Beni öpmüştü. Teknik olarak saçlarımdan olsa da dudaklarını vücudumun herhangi bir yerine değdirmişti, o an sanki başka bir anıya sürüklendim. Gerçekliğinden emin olamadığım, bilmediğim.

Çok fazla içtiğimiz gün, evinde balkonda uyuklarken beni kucaklayıp yatağına koyduğu, dudaklarını saçlarıma bastırdığı. Doğruluğunu bilmesem de kalbimde hissediyordum.

Elim ayağıma dolaşırken kapı kolundaki elinin üzerine koyduğum elimle kapıyı bize doğru çektim, biz de geriye çekildiğimizde hâlâ yakınımdaydı. Karşımızdaki G ile H kısaca bize baktıktan sonra bakışlarını kaçırmışlardı. H sırıtıyordu.

Hepsini görmezden gelerek kendimi koridora attım, koşar adımlarla asansöre ilerlerken anlık arkama baktığımda peşimden gelen iki koca cüssesinin arasında, kapının önünde elindeki buketi tutarak bana güldüğünü gördüm. Gözleri kısılan türden.

Önüme döndüğümde yanaklarım kızarık, elim gerdanımda, kalbim hızlıca atarken bulmuştum kendimi. Buradan hemen gitmem gerekiyordu.

 

-

 

Tepedeki loş ışığın aydınlattığı odada sandalyede oturmuş, ellerini demir masaya uzatmıştı Bilge. Sarı saçları ışıkla kendini belli ederken tedirgince olduğu yere sinmişti, askerlerin sert ifadelerine aldırış etmeden yalnızca tek kişiye konuşacağını söylemişti. Barlas. Şimdi ise onu bekliyor, bir yandan Güven ve Lâl'i düşünüyordu. Aklının bir köşesinde sabahki kadın vardı, askeriye kapısının önünde de görmüştü onu. Tıpkı o günkü gibi bugün de bitkindi. İçinden onun adına en iyisini dilerken acılarının son bulmasını da duasına ekledi. Derin bir nefes aldı. Son şansıydı. Sabahtan bu yana saatlerce süren beklemenin ardından kapı açıldı, içeriye o girdi. Alaylı ifadesi yoktu, ciddi, soğuktu. Üzerinde üniforma varken dönüştüğü adam inanılmazdı, ilk kez böylesine şahit oluyordu. Kalkma ihtiyacı hissedince hafifçe ayaklandı, komutanın verdiği baş komutuyla geri oturdu.

"Kimseye konuşmamışsınız Bilge Hanım." başını onaylar şekilde salladı, "Evet." diyeceği her şeyi sesli dile getirmesi söylenmişti. "Pekâlâ, o zaman başlayalım." ağır cüssesini sandalyeye bıraktığında dahi uzunluğu belli oluyordu. Mavi kapaklı dosyayı masaya fırlatırcasına attı, göz korkutması usulendi. Yeşiller önce dosyaya sonra ona döndü, "Başlayalım."

Barlas kollarını önünde birleştirdi, "Öncelikle, kardeşinin esir haberini nasıl aldığını anlat." ilk sorulara kısaca yanıtlar verdiğinde asıl konuya geçmişlerdi. "Üvey kardeşsiniz yani?" bildiği cevabı onaylatması gerektiğinden yineledi. Kadının rahatsız olduğunu fark edebiliyordu, öz kardeşi olsa anca bu kadar sevebilirdi. Kendi kanından, kendi canından sayıyordu. Gözlerini kapattı sıkıca, "Evet." dediğinde sesi diğer yanıtların aksine kısık çıkmıştı, "İkisi de bize geldiklerinde henüz küçüklerdi." devam etmesi adına sessiz kaldı komutan. Yeşiller tekrardan aralandığında meydan okumuyordu, Bilge'yi ilk kez sinirinden uzak, omuzları düşük, çaresiz görüyordu.

Askeri kimliğini koruyarak düz gözlerle onu izledi, "Babam da asker benim. Göreve çıktığı yerde bulmuş kardeşlerimi." son kelimeyi vurguladığında yerinde kıpırdandı. "Babanın rütbesi ve görev yeri nedir?" her hareketini dikkatle izlediği gibi ağırca yutkunmasını da izledi, "Babam Albay, görev yeri Rize."

"O zaman babandan da ifade almamız sorun olmaz değil mi?" daha çok şüpheli bir tonla sordu.

"Babam konuşmaz."

"Neden?"

"Haberi yok."

"Çocuğundan haberi yok mu?"

"Babam beni sevmez. Kardeşlerim de benimle yaşamayı seçtiklerinden dolayı.." başını önüne eğdi, "Evlatlıktan reddetti bizi." kısa keserek çenesini tekrardan kaldırdı.

"Resmiyette hâlâ onun çocuğusunuz." Barlas üzerine gitmek istemese de alması gereken cevaplar vardı.

Yeşilleri hüzün kaplamıştı, "Dediğiniz gibi, yalnızca resmiyette. Fazlası yok. Yine de onaylatmak isterseniz sorabilirsiniz. Adımı duyduğu an kapatmazsa."

Başını onaylar şekilde salladı adam, şimdi kardeşleri hakkında sorular soruyordu.

"Babam onlar senin kardeşin dedi, sorgulamadım. İlk andan itibaren ablaları oldum. Lâl ilk olarak isminin değişmesini istedi, korkmuştu."

"Tam adını dile getirin."

"Aşkım Lâl Öyküm."

"Önceki soyadı hakkında bir bilginiz var mı?"

"Meva."

"Devam edin, anlatmaya."

Titreyen ellerini masada tutmak zordu fakat indirmedi, "Güven henüz küçücüktü. Bir kaç gün hiç konuşmamıştı, Lâl'den başka kimseyi yanına yaklaştırmıyordu. Lâl de aynı şekilde, yalnızca kardeşi için yemek istediğinde ya da sadece onun ihtiyaçlarını dile getiriyordu. Kendine dair tek bir isteği yoktu. Çoğu zaman korkuyordu." dudaklarını ıslattı, yeşilleri ağlamama çabası veriyordu, "Güven konuşmaya başladığında çekingen olsa da bir ay olmadan alışmıştı bize. İlk kez ailesi oluyordu. Çocuk sonuçta, cehennemin içinden çıkarak şefkat gördüğünde sığınmaktan başka bir seçeneği yoktu. Lâl bir yıl alışamadı, babamla aynı ortamda durmuyordu." gözlerini yere dikti, "Psikologa gitti bu süreçte, orada da asla konuşmuyordu. Bir gece odasından sesler geldiğinde yanına gittim, Güven'le beraber uyumayı kesmişlerdi. Zorlansa da kardeşinin isteği bu yönde olduğundan kabul etmiş, susmuştu. Tek başına korkuyordu." bir süre soluklandı, "Uyuyordu ama bir tür kriz geçiriyordu. Kapıyı kapatarak yanına ilerlediğimde onu uyandırdım, o gün ilk kez bana sarılmıştı. Bize gelişinden beri ilk defa bir duygusunu açıkça belli etmişti." kendini tutamadığında gözyaşları yanaklarını ıslatmaya başlamıştı, pardon diye mırıldanarak onları sildiğinde önüne uzatılan sudan bir kaç yudum aldı. Camın arkasından onları izleyen insanlar olduğuna emindi, kardeşinin kişisel hayatını insanların duymasını istemiyordu.

Barlas o söylemeden bunu anladığında kapıya ilerledi, diğer askerleri dışarı çıkardığında komutanlarına selam verdi. Acar ve Verda. İkisinin suratındaki ifade karmakarışıktı, sıkıntıları olduğu belliydi. Kısaca göz gezdirdiğinde tekrardan eski yerine kuruldu. Devam etmesi için bekledi, "O gece bana her şeyi anlattı. Neler yaşadığını, nelere maruz kalmak zorunda kaldığını.. Terör örgütü planlı bir kazada tüm ailesini öldürmüş, geride bir o kalmış. Bir de annesinin doğurduğu henüz yedi aylık kardeşi. Nasıl olduğunu hâlâ bilmiyor fakat hastaneden ikisi de kaçırılmış, bir süre Güven'in yanında olmadığını söylemişti. Sonrasında kucağına vererek dalga geçmişler." dişlerini sıktığında bedeni titriyordu, akan gözyaşları ile koskoca bir duygu karmaşasının içerisindeydi, zordu, "Ailesini kaybettiğinde beş yaşındaymış, bize geldiğinde on iki. Neredeyse yedi yıl, her günü vahşet olan. Yemek yemeye muhtaç bırakmışlar, Güven'i belirli saatlerle alıp besliyorlarmış. Çünkü küçücük çocuğun işkencesini görmek hoşlarına gidiyordu piçlerin." ellerini saçlarından geçirdi, "Oraları anlatmak istemiyorum." uygun olup olmadığı konusunda emin değildi. Barlas onayladığında derin bir nefes aldı. Sarı saçlarını avucuyla geriye itti, "Sonra başka bir eve getirilmişler, daha da kötüleşmiş her şey. Detaya girmeyeceğim. Sonuç olarak oradan kaçmış, kucağında altı yaşındaki kardeşiyle." binayı patlattığını ve oradaki herkesi öldürdüğünü söylememişti.

Daha bir çok detayı da atladı. "Baban olayın neresinde?" Bilge tam olarak bilmediğinden, "Bana tek söyledikleri görevde buldukları." dedi. Altında yatan bir çok gerçekten habersizdi. Karşısındaki adam kısaca cama bakındı, lafa gireceği esnada kapı şiddetle açıldı. Acar ile Verda içeriye girdiğinde kaşları çatıldı ama ayağa kalkarak selam durdu. "Çık dışarı, içeriye kimseyi sokma." Acar'ın sesi olduğundan korkutucu çıkarken onaylamaktan başka çaresi yoktu. Kapıdan çıkmadan arkasındaki kadına sorun yok dercesine bakındı.

Odada yalnızca üçü kaldığında Acar ve Verda'nın gözleri birbirlerinde gezindi. Sonunda konuşan yeniden o oldu, "Kardeşinin babasının mesleğini biliyor musun?" Barlas'ın ona ilettiği dosyada gördüğü şeyler kanını dondurmuştu, bu kadının kardeşleri Çınar ve Alçin'in öldü sandıkları kardeşleriydi. Şehit Askeri Savcı, şehit Avukatın çocuklarıydı. Bu yüzden Lâl'in dosyasını kayıtlara geçerken bu bilgileri atlamış, arkadaşının nişanlısı olduğundan bilmesi gerektiğini düşünerek her şeyi Verda'ya anlatmıştı. Emin olmak istediklerinden sorguyu dinlemeye karar verdiklerinde hem soyisim, hem isim, hem de uyuşan tüm bilgilerden dolayı gerilmişlerdi. Bilge başını onaylar şekilde salladı, "Askeri Savcı, şehit." Verda bedenini sandalyeye bıraktığında eli boynunu sararak üniformasını çekiştirdi. Koca gözleri mavilerde gezinirken çaresizce bakıyordu, Çınar kardeşinin hayat hikayesini bizzat onun ağzından dinlemişti, beraber esirlerdi ve onun aralarındaki bağdan haberi yoktu. Fazlasıyla zorlu bir sürecin gerisinde, fırtına öncesi sessizliği yaşıyorlardı. Maviler kadına döndü. "Kardeşlerin abisiyle ablasının yaşadıklarını biliyorlar mı?" ani sorusu karşısında Bilge'nin dili tutulurken refleksle ayağa kalktı, "Ne?" fısıltısı söyleyebildiği tek şeydi.

Ağzında küfür yuvarlanan Verda eliyle yüzünü kapattı. Bir albayın evlat edindiği çocukların geçmişini bilmemesi, aynı alanda çalıştıkları annesiyle babasını tanımaması imkansızdı. Ki yıllar önce yaşanan kaza zamanında büyük dikkat çekmişti, tüm haber siteleri, kanalları onlardan bahsetmişti. Bu çocukların terör örgütü tarafından kaçırıldığını da, abisiyle ablasının yaşadıklarını da biliyordu. Bilge ellerini saçları arasından geçirirken hepsi birbirine bakınıyordu, büyük oyunlar dönüyordu. Acar, Alçin'in babasını ya da kazaya erişkin dosyaları incelemeye fırsat bulamamıştı. Sıkıntıyla yüzünü ovuşturdu Bilge, "Baba sen ne yaptın.." zeki bir kadın olduğu açıktı. Sandalyeye oturarak dirseklerini dizine yasladı, "Neredeler peki?" en zor cevabı olan soruyu sormuştu. Verda başının ağrıdığını belli edercesine baş parmağıyla, işaret parmağını burun direğine baskı uyguluyordu. "Lâl, abisinin yanında. Beraber esir düşmüşler." Bilge'nin yeşilleri büyüdüğünde diğer cümle yıkımdı. "Çınar bilmiyor fakat kardeşin biliyor, çözdü olayı." kaderin getirisi öylesine farklıydı ki yıllar sonra ikisini olabilecek en kötü şekilde bir araya getirmişti. Çünkü bu onların yazgısıydı, binlerce yaşanmışlığın ardından buluşmak belki de lütuftu, zaman gösterecekti.

Çıkmazın içine düşmüştü, Güven'e nasıl söyleyeceği aklında yer edinen ilk korkuydu, "Diğeri nerede peki?" çok yakınındaydı, burnunun dibinde. "O da burada. Askeri Savcı, operasyonla o ilgileniyor. Tanışacaksınız." üçü de şu anda bu sırrı bilen tek kişilerdi. Verda sessizliğini korurken tekrardan Acar araya girdi. "Savcıya hiçbir şey söylemeyeceksin." Bilge kaşlarını çattı, "Ne demek bu? Kardeşimden hiçbir şey saklamam ben."

"O zaman kardeşini tembihle. Alçin'in psikolojisi şu anda bunu kaldırabilecek durumda değil." yeşiller oturan kadına döndüğünde o da aynı şekilde onaylanmıştı. "Anlattıkların görüntülerle uyuyor. Operasyona dahilsin, sorularını Barlas yanıtlar." üstü kapalı konuştuğunda kapıya yöneldi. Bilge ile Verda'da peşinden çıktığında gördükleri görüntüyle duraksamışlardı. Aynı anda ağızlarından küfür mırıldanarak.

Askeriye -

Aynı saatler içerisinde

Siyah kabanının omzunda toz varmışcasına temizledi genç oğlan, karşısındaki adamlardan oldukça sıkılmıştı. "Kardeşim ver şu ifadeyi sen yoluna, biz yolumuza." Burak'ın gergince söylenmesiyle mavi gözlerini ikisine kaldırdı. "Bıktım sizden." on dokuzunda böyle oluyordu, özel kuvvetler askerlerine dahi baş kaldırabilecek kadar serseri. Masanın üzerindeki suya uzanarak içtiğinde gözlerini bir an olsun çekmemişti. "Sabır, sabır.." Candar söylenerek yanındaki arkadaşına döndü, "Komutanım valla özür dilerim sizle dalga geçtiğim için, imtihan olarak bunu verdi başımıza Yaradan." Burak kolundaki eli itti, "Lan olan bana oldu, sen benle dalga geçtin imtihanı neden beraber çekiyoruz?" camın ardındaki askerlerin büyük bir heyecanla izlediklerine eminlerdi. İnsanlara eğlence çıkmıştı, keyfini çıkarmak istiyorlardı.

"Ablama da su verin. Günde iki litre içmezse yıkar buraları haberiniz olsun." Bilge'nin güzellik takıntısı aklına geldiğinde yüzünü buruşturdu, dişil enerji denen şey kafasını bozmuştu. Sürekli maskeler hazırlıyor, onun üzerinde deniyordu hatta zorluyordu. "Ablana su verirsek ifade verecek misin kardeşim?" Candar uzlaşmaya çalışarak ciddiyetle sormuştu. Olumsuz anlamda başını salladı. "Adamı deli etme, işimiz gücümüz var." Burak'ın araya girmesiyle Güven yalandan korkmuşcasına ellerini kaldırdı. "Sakin ol sert erkek." ufak bir kahkaha attığında adamın tövbe çekmesiyle devasa bir hâl aldı.

"Bu yavşaklar gülüyor mu lan kontrol et." camın ardındaki subayların keyiflenmesi sinirini bozuyordu. Görevde aldığı yaradan hâlâ topallayan Candar kapıyı açtığında herkes ifadesini toparlayarak selam durmuştu, ilk defa sorgu odasının izleme alanı bu denli kalabalıktı. Öyküm kardeşler askeriyenin neşe kaynağıydı, Bilge koşarak namını yaymıştı. Kardeşi de izinden gidiyordu. Bir kaçına laf attığında geri alana döndü, ne yapacakları konusunda birbirlerine bakıyorlardı. "Bir an önce konuşsun şu çocuk Candar, çıkacağım ben."

"Komutanım gitmeyin, nolur."

"İşim var oğlum, Badem'i göreceğim daha."

"Ben size konuşmam."

"Kime konuşursun?"

Başından beri istediği kişiye. "Alçin Ahsen Meva, ona veririm ifade." yalnızca benzerlikten yola çıktığı ablalık düşüncesine kendini fazlasıyla kaptırmıştı. Bir fikirden çok içgüdüydü. Yüreğinde hissediyordu. İsminde Ahsen geçmesi işi bozsa da bunun dışında görüntüsü aynı sayılırdı, hissediyordu işte, ablasıydı o kadın.

"Hayırdır oğlum? Nereden tanıyorsun sen bizim savcıyı?" Burak'ın ters cümlesiyle masada öne doğru eğildi Güven.

"Numarası da var, tanıyorum."

"Ver lan numarasını." Candar kontrol etmek amacıyla telefonunu çıkarttı.

"Askeriyede mi Alçin?" bir an önce Badem'e kavuşma hevesiyle yanıp tutuşurken savcıya yalvararak ifadeye sokmayı planlıyordu. "Uygun olur mu ki komutanım?" Güven sessizce ikisini izliyordu. "Olur, operasyon savcısı zaten o da alabilir." kolundaki saate baktı kısaca, şu anda sevdiği kadın yemek yiyor olabilirdi. Tabi yanıkların izin verdiği kadarıyla, çorba. "Bulayım ben komutanım." Candar kapıya ilerlediğinde ikili birbirine tersçe bakıyordu. "Hiç sevmedim seni çocuk." genç oğlan dudak büzdü. "Ben sana bayıldım abi. Kralsın." tekrardan su içtiğinde mavileri dik bakışlarını ayırmıyordu.

Candar bir hışımla içeri girdiğinde yüzündeki mutluluk kurtulduklarına dair bir işaretti. Ara kısımdaki subayların selam durduğunu fark etmesiyle içeri giren diğer bedenle o da selam durdu. Alçin savcıları üzerindeki takımla omuzları dik, ihtişamlı bir giriş yapmıştı alana, "Nerede?" sorusu üzerine ikisini de çekildiler. Güven oturduğundan gözükmemişti, kalkarak az önceki alaycı tavırlarının aksine ciddiyetle efendi bir çocuk misali dikildi karşısına. Ablasının onu tanıyıp tanımayacağını merak ediyordu ki sert ifadesinin dağılmasıyla göl kenarındaki günü hatırladığını anlamıştı. "Biz çıkalım mı savcım?" Burak'ın yerinde duramayan bedenine çevirdi gözlerini, "Ne bu heves asker?" Teğmen Savcı olduğundan odadaki herkesten rütbeliydi ki asker olmadığından dolayı hepsinin üstü sayılıyordu. Geldiğinden beri bir kaç davada bulunmuştu, sonrasında Çınar'ın yaşadığı esir olayından dolayı ciddi hallerine kimse şahit olamamıştı. Bu tavrı ikiliyi şaşırtırken savcı kimliğinin hayran kalınası olduğu ortadaydı. Başıyla Güven'e oturma komutu verdiğinde genç oğlan ikiletmedi, iki adamın şaşkın bakışları ona dönse de Alçin'in gözleri üzerlerinde gezindiğinden tekrardan önlerine dönmüşlerdi. Burak'ı süzdü, "Cevap?" genelde Acar komutanları soru sormak yerine azarlamak niyetine böyle konuştuğundan bir cevap beklediğini düşünememişti.

"Tim arkadaşımızı görmeye gidecektim savcım, ondan şey oldum ben." kendini açıklayacak kelime bulamıyordu. Bugün bu kadının havasında farklı bir şeyler vardı, ateş gözleri insanı yakıyordu.

Çenesini dikti, "Diğerleri gitmiyor, sanki arkadaştan fazlası gibi Burak'cım?" zaten bilse de hoşuna gidiyordu sürekli duymak. Burak ise hiç çekinmeden onayladı. Bu hâli gülümsemek istemesine sebep olsa da ciddi tavrını korudu, "Çık bakalım." selam durarak koşar adımlarla kendini dışarıya atan adamın arkasından kısaca bakındı. Sonrasında diğer askere döndü, "Sende durumlar ne asker?"

"Ben beklerim savcım." Alçin bir kaç adımla ona yaklaştı, "Var mı konuştuğun kız Candar?" başını olumsuz anlamda salladı. "Yok savcım." cevap beklenmedikti, "Olmaz tabi, milletle dalga geçersen takılırsın tek tabanca. Eğer bir kızla konuşursan haberim olsun, unutma."

"Neden savcım?" sesi hafif içine kaçmıştı. Kadının başını yavaşça soluna eğmesini izledi, "Söyleyeceğim bıraksın seni, yok öyle hem dalga geçip hem flört yapmak." ekledi, "Sıkıntı mı var asker?" komutanından ayrı, savcısından ayrı çekmişti. İkisi de inattı. Burak odaya geldiği dakikaların birinde tabiki de bu detayları anlatmayı kaçırmamıştı. Başını tekrardan, ama bu sefer daha hızlı sağa sola salladı. "Yok savcım, siz nasıl isterseniz." Alçin memnuniyetle aferin anlamında omzuna vurdu iki kere, gözleri arkada ona hayranca bakan oğlanla kesiştiğinde neler olduğunu sorgulama vaktiydi. Candar aniden yalvararak sorguya çekiştirmişti, hiçbir şeyden haberi yoktu. Askere döndü, "Operasyona birini dahil etme kararı kimden çıktı?"

"Acar komutanım izin vermiş."

"Kime?"

"Barlas komutanıma."

Alçin sıkıntılı bir nefes verdi, "Bana kimse bir şey söylemedi." hoşuna gitmiyordu. Yine ondan bir şeyler saklanarak, kendi kafalarına göre hareket ediyorlardı, "Olay ne?" diye sordu özetlemesini isteyerek. Karşısındaki çocuğu sorgulamak için bilmesi gereken şeylerden haberi yoktu. Yaşanılanların saçmalığına güldü. "Savcım esir düşen kadının ablasıyla kardeşi, Barlas komutanımdan yardım istemişler. O da anlattıklarından yola çıkarak operasyona katkısı olabileceğini düşünmüş." zaten Güven'i tanıyordu, aynı şeyleri o da duymuştu. Kafasındaki diğer soruları çocuğa sorarak giderebilirdi, bu yüzden bir an önce başlamak adına sandalyeye ilerledi. Kolundaki saatte göz gezdirdiğinde akşama az kaldığını, büyük intikamın saatinin gelmek üzere olduğunu gördü. Oturmadan, "Sen dahil herkes çıksın, Acar ve Barlas komutana da haber ver odamda bekleyecekler." Candar onayladığında hızlı adımlarla odadan çıktı, camın arkasında da kimsenin kalmadığına emin olduğunda oturdu. Masadaki diğer suya uzanarak kapağını açtığında içmeden, "Zayıflamışsın, yemek yemen lazım." diyerek bir yudum aldı. Oysa kendisi farksız sayılmazdı. Sessizce bakındı ablasına, "Evet Güven, neden buradasın bakalım?" normal şartlarda hiçbir sorguda bu denli yumuşak davranmazdı. Ama şu an ortada şüpheli bir durum göremiyordu. O yüzden rahat davranıyordu.

Yerinde kıpırdandı, "Ben de bilmiyorum, önce ablamı polisler götürdüler. Sonra arabaya bindik, buraya geldik. Saatlerdir bekliyoruz ayrı odalarda. Bir sorun mu var Alçin abla?" son iki kelimeyi söylerken içini kaplayan heyecanı yansıtmaktan kaçınmıştı. Kadını inceledikçe aynaya bakıyormuş hissiyatı yaşıyor, kendine dair bir çok detay görüyordu. Acaba o hiç mi anlamıyor diye geçirdi içinden, hiç mi benzediklerini fark etmemişti, düşünmemişti? Ellerini birbirine doladı Alçin, sormak zordu, "Güven bana bazı bilgiler vermen lazım." dudaklarını ıslattı, böyle şeyleri konuşmayı sevmezdi

Fazla üzerine gitmeden usulen bir kaç cevabı almasıyla sorguyu bitirmeyi düşünüyordu, zaten ablası da cevap verecekti. Çocuğu zorlamaya gerek yoktu. Son soruları da geçti, "Nasıl kurtuldunuz oradan?" açıkca söylemeyeceği tek soruyu duyduğunda gerginlikle bakışlarını kaçırdı, mavileri endişe doluyken Alçin ayaklandı. Bir kaç adımla kapıyı açarak ara kısımdan sesi kapattı, artık kimse duymuyordu. Tekrardan odaya girip, yerine oturduğunda rahatça bakındı, "Konuşabilirsin canım." adamı gözünden tanırdı, beden dili ortada büyük şeyler olduğunu ve yalan söyleyeceğini çözebilmişti. Güven de ablasının başına bela gelmesi ihtimalinden resmiyete geçen hiçbir kayıtta bu itirafı yapmayacaktı, şu anda resmiyet yoktu. Yine de temkinli olarak, "Tek hatırladığım bir patlama." diye mırıldandı. Fazlasını bilse de söylemeyecekti.

Askeriyenin içinde, savcı kimliğinde birine konuşmayacaktı. Eğer günün birinde gerçekten ablası olarak karşısında durursa, diğer ablasının izniyle anlatacaktı. Alçin sessiz kaldı, biliyordu ki çocuk tamamını söylemezdi. Zaten ihtiyacı olanları almıştı, bu yalnızca meraktandı. Güvenilir olduklarından eminken diğer kayıtla uyuşursa ikili operasyona dahil olacaktı. Yine de olumlu düşüncelerini Acar'a söylememeyi seçti, kendi yürüttüğü operasyonda başkası patron olamazdı. Onu biraz zor duruma sokacaktı. Ayaklandı, "Tamam sorgu bitmiştir, çıkabiliriz." kolu indirerek ara kısma yürüdüğünde peşinde Güven vardı, "Ablam nerede?"

"Sorguda."

"Ben nereye gidiyorum?"

"Sen askerlerle kantine iniyorsun, istediğini yiyorsun. Adımı söylemen yeterli canım." son kapıdan da çıktıklarında koridorun loş ışığıyla kolundaki saatte göz gezirdi, zaman daralıyordu. Bir kaç dosyayı halledip çıkması lazımdı, genç oğlanın aniden önünde durmasıyla kıpırdamadı. On dokuz yaşında bu kadar heybetli ve uzun olunur mu diye geçirdi içinden, arkadakileri göremiyordu. Gülümsedi ister istemez, sevimli biriydi. Başını ne oldu dercesine salladı, "Teşekkür ederim abla." aniden ona sarılan bedenle gözleri irice açılmıştı. Kokusu babasıydı, bu kadar yakından ciğerlerine çekmek ise huzur. Kollarını doladığında babasına sarılma hissi ruhunu kasıp kavurmuştu, kor alevlerdeydi. Gözlerini kapatarak gülümsedi, içten sarılmaları saniyeler sürerken sonunda çekilmeleriyle son bulmuştu.

Açılan gözleri çekilmeden hemen önce arkadaki üçlüyü fark etti; Acar, Verda, sarışın bir kadın. Sabah gördüğü kadındı bu, kaşları çatıldığında Güven de o yöne döndü. Ablasını görmesiyle aceleyle onun yanına gitmişti, "Abla iyi misin?" kolunu sardı koca eliyle, onu da çekip kendine yaklaştırdığında yeşillerin odağı az önce sarıldığı diğer kadındı. Alçin ile Bilge birbirlerine bakarken genç oğlan sıkıca sarıldı. Topukluların hedefi üçlüydü, "Sen odama gel." Verda'ya bakamadan Acar'a söylenerek hızla merdivenlere çıkmaya başladı.

Bir kaç saniyenin ardından sessiz koridorda postal sesleri yankılanmaya başlamıştı. Aldırış etmeden odaya girdiğinde kapıyı açık bırakarak onun da gelmesini sağladı. Komutan kapıyı kapattığında yalnızca ikisi vardı. "Evet savcım, dinliyorum." asker kimliği üzerindeydi.

"Benim operasyonuma benden habersiz birini nasıl alabilirsin komutan?" tam karşısında dikildiğinde başını geriye atmıştı, mavilerini daha net görebilmek adına. "Almadım, sorgusunu yapıyordum savcım." anlık ilk karşılaşmalarını anımsadığında belli belirsiz gülümsedi, geçen zamanın onlarda değiştirdiği şeylerden en net olanı hislerdi. Alçin ciddiyetinden ödün vermemişti, "Sizde yalan huy oldu herhalde komutan, düzelteyim ben." çenesini dikti, "Alırım operasyonu elinizden. Veririm başka time, onlarla çalışırım." ekledi, "Sonuçta abiniz bulundu, gerek yok size." sözlerinin ağırlığını sinirle düşünemiyordu fakat sonradan ağlayan kişi oluyordu.

"Yapamazsın. Belgeler var, gizli yürüttük her şeyi." sona yaklaşmışlarken elinden gitmesine izin vermeyecekti. "Az kaldı." dedi kendinden emin bir biçimde. Başını olumsuz anlamda salladı kadın, "Umrumda değil, bundan sonra saklanan en ufak belgede yakarım seni de, timini de. Haberin olsun." işaret parmağını öne uzattı, "Aklından asla çıkartma bunu." Acar'ın ağzı konuşmak için aralandığında çalan telefonla geri kapanmıştı. Odayı dolduran zil sesiyle gözlerini ondan çekmeden telefonu açtı Alçin, arayan Umay'dan başkası değildi.

"Söyle canım." bir kaç cümlenin ardından geleceğini söyleyerek aramayı sonlandırmıştı, telefonu kapatarak çantasına attığında kabanı üzerine geçirdi. B belgelerin bir kısmını erken bulmuştu, son kez komutana baktığında odadan çıkması adına kapıyı açarak ondan önce davrandı. Sonra kilitleyerek arkasına bakmadan koridordan kayboldu. Son iki saat.

 

-

 

"Uyan artık. Ben gerçek değilim, kalk." ve karanlık. Boşluk, soğukluk.. Çınar'ın bilinci yerine gelirken baygın mavileri güçlükle aralandı, gün geçtikçe ölüyordu. Aniden değil, yavaş yavaş. Rüyasında yine en değer verdiği kadınları görmüştü; Alçin, Verda. Nefes alışlar dahi kısıtlıydı sanki, leş kokan yer ciğerlerini içten içe bitiriyordu. Ağzı kurumuşken alnında bir damla hissetti, başı yerden kaldırıldı. Uzayan saçları okşandı. Dolu gözleri görüşünü bulanıklaştırırken ağırca kıpırdattı, kesik görüntüler arasından onu gördü, Lâl. Genç kadın, abisinin başını dizlerine yaslamıştı, ağlıyordu, gözyaşları Çınar'ın yüzüne akıyordu. Aceleyle bir şeylere uzandığını fark etti, zihni o kadar uyuşuktu ki gerçekliğinden emin olamıyordu.

Dudaklarına yaslanan bir plastik hissetti, hiç düşünmeden açtı ağzını. Kana kana içti suyu. Başındaki kadın hıçkıra hıçkıra ağlıyordu artık, şişenin içindeki bittiğinde kenara fırlattı. Saçlarını sevdi, yanaklarını okşadı. "İyi misin, bak bana lütfen." saatlerdir baygındı, günlerdir bitkin. Lâl'e dokunmamaları için kendini öne atıyor, kalkmaya çalışıyordu. Boyun eğmiyordu. Damarlarında akan kanın hakkını vermek adına direniyordu, savaşıyordu. Fakat vücudu artık sinyalleri veriyordu; Hissediyordu öleceğini. Bildiriyordu biteceğini. Öyle ki bilincini kaybetmeden şehadet getirmişti mavilere baka baka. Dudaklarında huzurlu bir gülümseme yer edindiğinde sonunda diye geçirmişti içinden, aklında ise son dakikaya kadar kardeşiyle, sevdası yer edinmişti. Şimdi yine gözünü cehenneme açtığında siktir çekti, en son yaktıkları yer fena sızlıyordu.

Artık üst bedeninde yer kalmamıştı, dizleri de yara bere içindeydi. Yırtık kumaş parçasını yaktıklarından kameralardan biri yanmıştı, dikkatli bakmayan itler fark etmemişlerdi cihazı. Açlıktan, akan kanların yoğunluğundan karşılık verememişti. Saatler önce kızgın demirler eşliğinde yakılmıştı, o esnada bile silahına davranan Lâl'i fark ederek bakışlarıyla engel olmuştu. Tek başına o kadar adamla savaşamazdı, ölürdü. Üstelik silahı buradakilerden birini döverek çalmışlardı, onlara verilen patlamada kaybolmuştu. İşin garip yanı aptallar bunu fark etmemişlerdi, Çınar'ın dövdüğü adam baygınlıktan kendinden geçmişken sonu zaten belliydi, üzerini aramadıkları da açıktı. Bağırmak yerine dişlerini sıka sıka çenesi kasılmıştı, acılı inlemesine engel olamadığından kendine kızmıştı. Gözyaşı bu sefer göz kapağına geldiğinde mavilere kenetledi bakışlarını. "Neden ağlıyorsun?" kelimeleri söylemek öylesine zor gelmişti ki kısa kesti. Bir hıçkırık yayıldı küçük odaya, ortamı inletti. "Korktum." yanaklarını sevdi abisinin, çiziklere elini değdirmedi. Dikkat etmeye çalışıyordu, canını acıtmamaya.

Kaşlarını çatmaya çalıştı Çınar, "Korkma, biz korkmayız asla." şiddetle öksürdüğünde cümlesi yarıda kesildi, ciğerleri yanarken kendi nefesi onu boğuyordu. Yüzü buruştuğunda daha da şiddetlendi. Lâl telaşla müdahele etmeye çalıştığında ağzından çıkan kanla ağlaması arttı. Çaresizlik dört bir yandan ruhunu kuşatmıştı. Veda her zaman en zoru olarak bilinse de, kavuşmanın acısı çok daha farklıydı. Yıllar önce abisini bıraktığı gibi bulamamak, kucağında kan kusmasını görmek içten içe onu yıkıyordu. O an beş yaşına döndü; Karanlıkta soğuktan titrerken kucağına yeni doğmuş bir bebek verildi, yıllarca baktı. Büyüttü. Yıkımın içinde bir can filizlendi. Çiçek açtı. Kendi yaptığı, kendine umut oldu. O zaman yaptıysa şu anda da yapabilirdi, kardeşini gibi abisini de yaşatabilirdi. Gerekirse yine kendinden vazgeçerdi. Söz dedi, abimi kurtaracağıma söz veriyorum. Annesine değil, babasına değil, kardeşlerine değil, en çok kendine söz.

Buradan kurtulmanın sonucunda biri ölecekse, o kişi olmayı kabul ediyordu.

Ve Çınar bilmese de; Onun için savaşacak onlarca kişi vardı. Hayat ondan gençliğini alırken, en güzellerini sona saklamıştı.

"Abi, abi iyi misin? Bana bak, nolur." Çınar dediklerini idrak edebilecek seviyede değildi, başı geriye düştüğünde dizlerinin üzerindeydi tekrardan. "Sakin ol." dedi zorla, karşısındaki kadının elleri annesinin ellerine benziyordu. Saçlarını sevmesini isteyemedi, o anladı. Ağlayarak okşadı avucunun içindeki kıvrımları.

Saatler birbirini götürdüğünde değişen bir şey olmamıştı, bakışlarını tavana kaldırarak ağlamaktan gözleri kızarmıştı. Çınar tek kelime söyleyemeden onu izlemiş, sessiz kalmıştı.

Sessizliği bozan şey odaya giren kansızlardı. Bu sefer Fehdal de vardı, "Kaynaşmışsınız bakıyorum." bozuk türkçesi ve sararmış dişleriyle ima ettiği şey en az kendisi kadar iğrençti, Çınar her şeye rağmen dikleşmeye çalıştığında Lâl yaralı bacağıyla yardım etti, abisinin arkasında dağ misali dimdik durdu. Onu da kaldırdı. Bu kansızların karşısında diz çökmeyeceklerdi. Bir kolunu aşınmış duvara yaslayarak tüm gücünü oradan aldı. Kesiklerle dolu olan bacakları işini zorlaştırsa da çenesini dikti, maviler yoğun nefret deniziydi. Her dalgası ölüm olan, sesi çığlıklarla kaplı.

Yan bir bakışla abisini kontrol etti, direnişi hayran kalınasıydı. Fehdal'in komutuyla iki adam üzerlerine yürüdü, korkuyla. Savunmasız olan insanlardan bu denli korkmaları komikti. Ama başka çareleri de yoktu. Tek adam, dev kadro hizmeti veriyordu. Esir düştüğünden beri adamların yarısını tek başına ezmişti Çınar. Hedefleri Lâl olduğunda yine öne atıldı, bu sefer çabası boşaydı, iki adam daha yürüdü. Karnına nefesini kesecek bir tekme attıklarında ucu parçalanmış parmaklarını duvara daha da batırdı, düşmeyecekti. Sırtındaki yanığa bastırıldığında az önce de aldığı darbenin etkisiyle boğulur gibi oldu. Dizleri soğuk zemini bulduğunda adamlar kadının kolunu kavramışlardı. Kendinden çok abisi adına endişelenen Lâl daha fazla dayanamadı, sol dirseğini kansızlardan birinin karnına geçirdiğinde adam sendelemişti. Tutuşu gevşeyen elden kolunu kurtararak diğerinin yakalarını kavradı ve kafasını sertçe yüzüne geçirdi. Burnunun kırılma sesi duyulmuştu. Dirsek yiyen toparlanarak elini havaya kaldırdığında çevik bir hareketle yakalayarak ters çevirmişti. Çıkan ses ve yüksek desibelli çığlık durumu belli ediyordu.

Çınar'ı o hâle getirenlerden biri üzerine yürüdüğünde tüm gücüyle karnına tekmeyi bastı, az önce abisine yapıldığı gibi. Çelimsiz adam diğer ikilinin yanına yere yuvarlandığında üçünü de yıkmanın verdiği gururla içindeki alevler önce küçük bir kıvılcım, ardından koca bir yangına dönüştü. Meva siniriydi, insanı bitirirdi. Kalan adam Fehdal'den aldığı komutla elinde ateşin ısıttığı demir, yüzünde iğrenç bir sırıtışla kadının üzerine yürüdü. Bir saniye düşünmeden demiri kavradı, elleri yanmıştı. Bağırmak yerine abisinden gördüğü gibi dişlerini sıktı, acısını güce çevirdi ve demiri kendine çekerek adamın dengesini sarstı. Sıcak demiri bileğini bükerek ondan kurtardığında adamın dizinin tersine vurdu. Bacak da kırılmıştı. Hırsını alamadı, yağlı saçları kavrayarak odada yanan ateşe sürükledi. Hiç düşünmeden oraya yaklaştırdığında adam korkuyla çırpınıyordu, aldırmadı.

Dört adam da bitmişti.

Fehdal'in hoşuna giden görüntüyle sırıtmasına sinir olduğunda elindeki demiri bir de onun dizine vurdu. Babasının bunu başa geçirmesi aptal olduğunu kanıtlayan bir çok şeyden en net olanıydı, gelecek hamleleri tahmin edebilecek zekaya bile sahip değildi. Kükremesiyle içeriye ter kokusundan geçilmeyecek, zayıf adamlar doldu, on kişi tek kadının üzerine yürüyerek elindeki demiri almış, yere çöktürmüşlerdi. Beşi Lal'i tutarken, üçü Çınar'ı kaldırıp bir sandalyeye oturttu. Fehdal iti bacağını tutarak küfürler ediyordu, adamlardan ikisi bir çubuk getirip üzerine kamera yerleştirmişti. Neler olduğunu anlamalarına fırsat kalmadan kayıt başlamıştı, gözünün önünde abisine işkence edeceklerdi. Tamı tamına 30 dakika, 24 saniye süren direniş; Kan, ter, gözyaşıyla sonlanmıştı. Hiçbirinin içinde korku yoktu. Kan; Damarlarından akan asil milletine aitti. Savaşının en şanlı boyasıydı. Bayrağıydı. Ter; Endişeden uzak, dişlerini sıkmaktan doğandı. Bir feryat hepsini zafere sürüklerdi. Yaptığı hatayı tekrarlamamak için verdiği büyük çabayı başarıyla taçlandırmıştı. Direnişinin en parlak göstergesiydi. Nice askerlerin alın teriydi. Gözyaşı; Gözleri önünde abisine işkence edilen kardeştendi. Yaşamın en büyük çığlıkları, nefesiydi. Acımasızdı bu köpekler, boşuna kansız denmiyordu. Her şehit ailesinin, anasının ruhuydu inciler. Korkudan değil, vicdandı akanlar. Ve savaşın sonunda hüzün doğdu. Büyüdü; Çınar bir kez daha şehadet getirdi, bu sefer öleceğini umarak. Gülümseyerek, huzura kavuşarak.

 

-

 

Ellerimi saçlarımdan geçirdiğimde önümdeki laptopa bakıyordum, görüntüler vardı. İzlemeye korktuğum, oynatma tuşuna basmaya cesaret edemediğim. Güç almak istercesine Umay'a baktım, elaları şefkat doluydu. Elleri avucumu sardığında oturmama rağmen düşecekmişcesine sıkı sıkı tuttum. Diğerlerinde göz gezdirdim, herkes gergindi. Saadettin tekli koltukta dirseklerini dizine yaslamış, ellerini dikey şekilde ortadan birleştirerek çenesini oraya koymuştu. Sıkıntılı olduğu belliydi. B kalçasını televizyon ünitesine yaslayarak bana bakıyordu, surat ifadesi ciddiydi. Ona ciddiyet hiç yakışmıyordu. G, H ve bir kaç kişiyi daha görmüştüm ama hemen gitmişlerdi, Pars abi de Saadettin'in karşısındaki bir diğer tekli koltukta işaret parmağını kaşına yaslamış laptopun arka kısmını dalgınca izliyordu. Sessizliği bozdum, "Ne var bu videoda?" kimseden ses çıkmadı. Derince bir nefes aldım, cesaret Alçin, yap şunu, söz verdin kendine. Bu yola çıkarken her türlü şeye karşı dik durmam gerektiğinin bilincindeydim. Kaçıyordum, omuzlarım düşüyordu. Zordu, çok zordu. Tahmin edebileceğimden fazlasıydı her bir his, her bir yaşanan. Gözlerimi kapatarak tuşa bastım, dişlerimi sıka sıka geri araladım. Ekran bulanıktı, kaşlarımı çatarak yanaştım. Bir adamla, diğeri kavga ediyor gibilerdi. "Bir türlü gizli kamera görüntüsü." abimin yanındaki kadına ait olmalıydı. Muhtemelen karların üzerine gelmesiyle ekran bu hâle dönmüştü. Biraz daha yanaştığımda dövüşen iki adam vardı, üst üste. Biri abimdi, sesinden tanımıştım. Ağırca yutkunduğumda aylar sonra onu görmenin heyecanıyla parmak uçlarım uyuşmuştu. Karnım kasılırken görüntü az da olsa netleşti, kısaca gördüm abimi. Yüzü yara bere içindeydi, zayıflamıştı. Yüreğimde ince bir sızı belirdi o an, elim ekrana uzandı.

Hırıltılı nefesler ve boğuk küfürler arasında silah sesi duyuldu. Kana bulanan kar mümkünmüşcesine daha da koyulaştığında, "Abi.." diye fısıldadım. Umay'a döndüm hızla, elimi tuttuğunda kurşunun abime gelmediğine dair bir şeyler söylüyordu. Bakışlarım tekrardan ekranı buldu, kansız piç yerde inliyordu. Ve kamera çevrildi, onu gördüm. Acar. Elinde silahla, dimdik duruşuyla, bu yarım görüntüye rağmen düşmana verdiği korku tüylerimi ürpertmişti. Hastane odasında söylediklerimin bir kısmına duyduğum pişmanlık devasaydı, çünkü etiyle kemiğiyle abim için savaşmaya gelmişti. Bir adım ilerledi, bacağından vurulan it ayaklandı. Abim hamle yapacağı esnada söylediği şeyle durdu. Alçin. Adımı ilk defa bu kadar kirlenmiş hissediyordum, tırnaklarımı istemsiz kesiklerin yeni yeni kapandığı gerdanıma bastırdım. Kanattım. Duruşum dikleştiğinde öfke mi, üzüntü mü bedenimi sarıyordu anlamıyordum. Tek hissettiğim meraktı. Kolu abimin boynuna dolandı, tenimi sıktım. Silah da yasladı. Ellerini çekmediği her dakika ruhum boğuluyordu, görünmez bir urgan alev alıyor, beni yok ediyordu.

Ben yıkmaya çalıştıkları adama sarılmaya kıyamıyordum. O benim babamdı. Ses yükseldi, "Şu anda kardeşinin kafasına dayatılan silahın patlamasını sağlayabilirim Yüzbaşı."

Zar zor nefes alıyordu, sol bacağındaki kurşun belli ki canını çok sıkıyordu. "Askeriyede sedyede uzanıyor, görünüşe göre uykusu derin. İster misin sonsuza kadar güzelce uyumasını?" dişlerini sıkarak konuşuyordu. Odadaki herkesin ağzından küfürler yayıldığında Umay bakışlarını ekrandan çekmiş, elalarını bana çevirmişti. Gerdanımdaki yeni açılan yaraları göremiyordu. "Ya sesini çıkarmadan benimle gelirsin, ya da biliyorsun. Öldürürüm." midem bulandı, tırnaklarım derine indi. Abim ortada bir yemle hareket edecek bir insan değildi, sorunun ne olduğunu anlayamıyordum. Onun gibi düşünmeye çalıştım, çok zeki bir adamdı, asla hata yapmazdı.

Videonun gerisinde Acar bağırdı, abim bana sahip çıkmasını söyledi ve karanlık ekranla her şey son buldu. Bir süre ekrana bakakaldım, artık tepki verebilecek gücüm yoktu. Nasıl davranmam gerektiğini kestiremiyordum. Hiçbir güç bir askeri düşman ininde esir düşmesini sağlamamalıydı, sonucunda ben öleceksem bile abimin bunu kabul etmemesi gerekiyordu. Bu işin altında gerçekten bir şeyler vardı, eğer yoksa çok büyük ceza alacaktı. Konu aile de olsa vatan her şeyden önce gelmeliydi. Kurtulma şansı varken tercihi kayıtlarla önümde duruyordu, ve o an fark ettiğim şeyle beynimde ışıklar yandı. Işıkların sıcaklığı sebebiyle lambalar patladı. Komutan öylesine ince düşünceliydi ki, kameraların en büyük nedeni abimi iftiradan koruyacak olmasıydı. İlkinde de, ikincisinde de abim kurtulmak yerine onlarla gitmek zorunda bırakılmıştı. Fakat bu kansızlar bunu kullanarak abimin örgütlerinden olduğunu düşündürtebilirlerdi ki usulen böyle sayılırdı. Kendi çocuğu yem olarak kullanılsa da kabul etmemeliydi. Etmişti. Bilinçli olarak, kendi rızasıyla seçmişti bu yolu. Kuralları çiğnemişti. Akad abinin yaşama ihtimali o zamanlar kesin değilken ki onun vereceği ifade tüm bu algıyı yok edebilirdi, yoğun psikolojisine rağmen benim abimi de düşünerek mesleğinin elinden alma riskini ortadan kaldırmıştı. Derin derin nefes aldım istemsiz, boğuluyordum. Çok fazlaydı. Nefeslerim arttığında ellerim saçlarıma gitti, görüşüm bulanıklaşırken dişlerimi sıkıyordum. Umay ellerimi çözmeye çalışarak önümde eğildi, "Bana bak, Alçin!" yakalarını kavradım, "Benim yüzümden!" çığlığımla gerçekten delirdiğimi hissediyordum.

"Değil!"

"Benim yüzümden!" bileklerimi kavrayarak yakalarından çekti. Boşta kalan ellerim az önce yara açtığım gerdanıma sertçe vurdu. Ard arda defalarca kez tekrarladım bunu, "Benim yüzümden, benim yüzümden, benim yüzümden.." sinir krizi. Tepeden tırnağa öfke, kendime karşı öylesine doluydum ki acısını vücuduma zararla çıkartmaya çalışıyordum. Umay engel olmaya çalışsa da başaramıyordu, sol yanağıma vurmaya başladığımda yüzüm yana düşüyordu. Saadettin'in koştuğunu gördüm belli belirsiz, B ve diğerlerini de fark edebiliyordum. Üzerinde bulunduğum kucak en yakın arkadaşıma aitti, nefeslerimin düzene girmesi için sıkıca çenemden tuttu, şimdi o bağırıyordu. "Bana bak, kes sesini!" tuttuğu yeri sarstı. "Ağlamayacaksın, duydun mu beni?" dişlerimi sıkarak burnumdan soluklanmaya başladım. Başımı sağa sola sallarken ağlamayacağım diyordum, elalarına baktım. "Öfkeni kendine değil, onlara yansıtacaksın Alçin." gözlerimden ateşler çıktığına emindim, o da aynı şekilde bakıyordu.

Uzaktan gören biri kavga ettiğimizi düşünebilirdi fakat beni kendime getirmeye çalıştığını biliyordum. Önceden krizlerimi, sanrılarımı, hislerimi ilaçlarla uyuşturabiliyordum. Bu kadar ilerlemesine izin vermeden engel olup hayatıma devam ediyordum ama son iki aydır ilaçlarım yoktu. Almaya vaktim kalmamıştı ki emindim onlar da beni yatıştıramazdı, değer verdiğim insanlara sınırım yoktu. Ailemi kazada kaybettiğimden bu yana sevdiklerimi kendimden bir adım önde tutuyordum, öyle yapmazsam elimi tutmayı bırakırlar gibi hissediyordum. Oysa öyle bir zorunlulukları yoktu ve bırakan her türlü bırakıyordu. Uğruna savaşsan da giden giderdi, hiçbir şey yapmasan da kalan kalırdı. Bu kaderdi. Şimdi ailemden geri kalan tek kişiyi kader elimden alıyordu, ben ise geride kalıyordum. Hep olduğu gibi, tek.

Ayağa kaldırdı, ayak uydurdum. Yakalarımı sıkıca kavradı, bedenimi sarstı. Görüşüm daha da bulanıklaştıgında, daha da sarsıldım. "Bana bak!" kulaklarımı kapatmak istiyordum. Elleri titriyordu. Omuzlarım düştü, "Abim lan o benim.." sesim öylesine çaresizdi ki herkesin sessizliği kulak uğuldatıyordu. Aylardır insanların karşısında duvarlara çarpıyor, bin kez ölüyordum. Vicdanı olan herkes bana acıyordu, nefret ettiğim duygunun kölesi sayılırdım. Çevremdekiler, yakınlarım ortak olmaya çalışıyorlardı yaşadıklarıma. Minettardım. En çok kardeşim dediğim kadına. "Yapma bunu bana." sert durmaya çalışıyordu, benim yerime ayakta kalıp bana güç vermeye. Ama bu hareketlerimle o da gardını indiriyordu, böyle davrandığı her dakikanın pişmanlığını gözlerinde her defasında görüyordum. Sessiz özürleri hareketlerine yansıyordu mesela, yanağımı okşuyor, sıkıca sarılıyordu. Ceketimi sıkan ellerini kavradım, "Çok zor, anla beni." alnını alnıma yasladı. Gözleri gözlerimdeydi. "Sana değil, onlara zor olsun. Onlara yaşat en kötülerini, sonra gel yine omzumda dök içini. Bir süre dik dur, sonra gel yanımda yıkıl. Ama mücadele ver canımın içi, lütfen." bağırmak yerine ılımlı, dingin bir şekilde konuşmuştu.

Bir an düşünmeden sıkıca sarıldım ona, yuvaydı. Dakikalarca aynı şekilde kaldık, B'nin emriyle diğerleri odayı boşaltmıştı. Yorgunluğumu onunla paylaştım, beni tüm yükümü sırtlanmak istercesine karşıladı. Ne ağladım, ne konuştum. Sessizce anlaştık.

Sonunda geriye çekildiğimde gerdanımdan göğüs arama akan kan tenimi ıslattı. Endişeyle oraya bakındığında sorun yok dercesine başımı salladım, gözlerimi anlık kapattım. Görüntüler önüme düştüğünde geri araladım, oynamak mı istiyorlardı? Sahne benimdi, onların vakti çoktan dolmuştu. Odaya ilerlediğimde arkamdan onun geldiğini biliyordum, kapıyı kapatarak hazırlanmaya başlamıştık. Ufak ayaklanışımıza.

Aynadaki yansımada gördüğüm ben, kendimin en acımasız haliydi. Otuz dakika, yirmi dört saniyenin sonunda tamamdık, saçlarımı kıvırcık bırakmıştım. Çünkü abisi için savaşacaksa Alçin savaşırdı, Ahsen değil. Yukarıdan topladığımda gözlerim daha da çekikleşmişti, çenemi diktim. Arkamda Umay belirdiğinde onun da gözleri tıpkı benim gibiydi, hırsı her şekilde belli oluyordu. Bakışlarımız buluştuğunda bana karşı duyduğu gururunu hissettim. Kendi elleriyle ortaya çıkarttığı canavara bakıyordu.

Uzatmaya ise hiç niyetim yoktu. Arabalara bindiğimizde direksiyona geçmemiştim, bu akılla kullanırsam hız sınırını aşarak tehlikenin içine atlayabilirdik. Sanki şu an yaptığımız farklıymış gibi. Arka koltukta detayları konuşan B ile Saadettin'i duymamazlıktan geliyordum, bedenimde dirilen duygu her hücremi yakıyordu. Kenara koyduğum sigara paketini çıkartarak yaktım, camı da aralayarak başımı koltuğa doğru geriye yasladım. Gözlerimi kapadım. Her kafada ayrı ses vardı.

Zihnim bir çığlıktı, bir direnişti. Gerçek bir savaşa kurban giden benim canımdandı. Başına silahı yaslayan o itlerin karması olacaktım, namlunun kime çevrileceği hiçbir zaman belli olmazdı. Silahı tutan her zaman değişirdi. Doğru kişilerin eline geçerse, doğru kişiler ölürdü. Yanlış kişilerin eline geçerse, yanlış kişiler. Abim kimsenin oynayabileceği biri değildi, ben de kimsenin önüne atılacak bir yem değildim. Her ne yapacaksam buradan abimin kulağına gidecekti, içimize soktukları o kişi piyonumdu. Oyunsa oyundu, ben vardım. Gücüm de, zekam da kimsenin denk olabileceği türden değildi, benim düşüncelerimi kimse aşamazdı. Onlar bizi korkuttuklarını sanarken, muhbirlerini parmağımda oynatacaktım. Benim istediğim haberler iletilecekti. Yolumuz askeriyeydi.

Son dumanı da üfledim soğuk arabaya, gözümü açtığımda sönen sigaramı atarak arkaya bakındım. Saadettin'in belindeki silah açıkta kalmıştı, uzanıp aldığımda da ruhu duymamıştı. Emniyeti açtım, "Naber avukat?" ona doğrulttuğum ucu şakağına yasladım. "Napıyorsun manyak karı!" tutarak başka yöne çevirdiğinde bu sefer hedef B'ydi. Korkmak yerine minik bir kahkaha attığında ona ayak uydurdum, "Dikkatli olmazsan önce silahını, sonra aklını alırlar. Ufak bir ders olsun." kucağına attığım metal parçasına dehşetle baktı. Bu kadar korkuyorsan neden taşıyorsun diye sormak için ağzımı açtığımda Umay'ın sesiyle sustum, "Şov başlasın."

"Let's make a mess." B'nin olduğundan çekici çıkan sesi ve güzel aksanıyla bakışlarımız ona döndü. Saadettin kıskanmış olacak ki, "Diyarbakırlı'nın havalara bak am*na koyayım." diye söylenerek arabadan çıktığında peşinden indik. Baro bu tavrına sadece gülmüştü. Askeriyenin yakınlarındaydık, boş bir araziydi. Gözümüze ilişen arabayla o yöne yürüdüm, Burak'ın sigarasının ucundaki ateş yüzünü aydınlatırken onu ilk defa bu denli ciddi görüyordum. "Halletik biz." dumanı üflediğinde başımı onaylar şekilde salladım, avucuma tutuşturulan anahtarla Dila'ya döndüm. Belini kaputa yaslamış, göz kırpmıştı. Bu ikisini dahil etmek pek aklıma sinmese de zorundaydım, onlar zevkle kabul etmişlerdi. Dile getirmese de Dila'nın da hatasını telafi etmek adına çabaladığını görüyordum, sorgulamamıştı bile beni. Başlarının derde girme ihtimalini yok saymışlar, bana güvenmişlerdi. Siyah gözleri arkamdaki bedenlerde gezindiğinde birinde durdu, omzumun üzerinden odağına baktığımda Saadettin'in de onu izlediğini fark ettim.

Hepsi kısaca tanıştığında ortamda toplam sekiz kişiydik; Ben, Umay, Pars abi, B, Saadettin, G, Dila, Burak. Planı zaten hepimiz biliyorduk, kısaca saate bakındım. "Kameralar tamamdır." B'yi onayladılar. Kameralar devre dışı bırakılmıştı, Korkut ve hakime haftalardır ayrı odalarda askeriyede tutuluyorlardı. Yargıya kadar bu böyleydi. Görevden getirilen örgüt üyeleri de yarın Ankara'ya gönderileceklerdi. Gitmeden bizimkilerden temiz dayak yemişlerdi fakat esir aldıkları adamın kardeşi olarak bizzat benimle tanışmalarını uygun görmüştüm. Biraz da olsa içimin soğuması için bunu yapıyordum, bir savcı olarak sorgu anı dışında onlara elimi süremezdim. Sorgularına giremediğimden şu an gizlice yol izliyordum. Bundan yalnızca buradakilerin bilgisi vardı.

"Herkesi aynı odada topladık." ve o odanın anahtarı benim elimdeydi. Başımı onaylar şekilde sallayarak askeriyenin arkasına ilerledim, beklemek istemiyordum. Diğerleri de peşimdeydi, koca demir kapının önüne geldiğimizde hafiften araladım. Kimse yoktu. Kaşlarımı çatarak arkama döndüm, "Kim ayarladı bunu?" planda buna dair bir şey yoktu. Zaten Baran ile G dışında hepimiz içeriye girme yetkisine sahiptik. Pars abi askerdi, Umay ise avukat. Kameraların kapatılması yeterliydi ki o da yapılmıştı. Kimseden ses çıkmayınca başımı hafifçe sola eğerek önüme döndüm. Tek bir asker dahi yoktu. İçeriye adımlayarak diğerlerini de aldım, ortam bomboştu.

Topuklularımın ucu her zaman giydiklerimden daha ince, daha ses getirecek türdendi. Daha kesiciydi. Bahçeyi geçerek koridorun içine girdiğimizde burada da asker olmaması içime şüphe düşürüyordu. Ortada bir şeyler olduğu kesindi. Belimdeki silaha gitti elim, kemerime takmıştım. Yerli yerindeydi. Arkama bakındım, herkes peşimdeydi, "Dila neler dönüyor?" soruma cevapsız kaldı. Çünkü cevap tam karşımdaydı. Aniden gördüğüm bedenle silahıma davrandım, çevik bir şekilde emniyeti açarak karşımdaki adamı yakasından duvara yapıştırdım. Soğuk namlu alnına yaslıydı. Mavileri gördüğümde duraksadım, "Senin ne işin var burada?" gözleri binbir ayrı cevap verirken gülümsedi. "Benden habersiz askeriyede kuş uçamaz savcım." kendinden emin sesiyle hafifçe çekerek tekrardan duvara yapıştırdım. Acıyla inlemesi gerekirken serserice gülüyordu, sert tavırlarımın hoşuna gittiği açıktı. "Özür dilerim savcım." Burak'ın cümlesiyle ona bakmadan yakaları bırakarak tek kelime söylemeden üst kata yöneldim.

Hiçbir boku istediğim şekilde halledemiyordum.

Onun çevresinde olan kimseye güvenmemeliydim. Öfkem harlanırken sinirimi çıkartacağım kişiler açıktı, numarası anahtarla uyuşan tahta kapının önünde durduğumda içeriden duyduğum sesler telaş doluydu. Birbirlerini sorguluyorlardı. Hata yapıp yapmadıklarını, neden burada toplandıklarını, bu sefer kimden işkence göreceklerini soruyorlardı. Umay ile Acar yanıma geldiğinde yalnızlardı, diğerleri plana uyarak çevrede nöbet tutuyor olmalılardı. Gerçi komutanları askeriyeyi boşaltmıştı. "Heyecan istiyordun, on beş dakikan var. Sonra askerler gelecekler." bunu nasıl yaptığını sormadım, merak etmiyordum. Göz devirerek anahtarı kapıya soktum, açılan kilitle tekme atarak aralanmasını sağladım.

Kenardan onun memnun bir mırıldanma çıkardığını duysam da aldırış etmedim. Karşımda itler, köpekler vardı. Bir adım attığımda eş zamanlı olarak ikisi de ilerledi, elimi kaldırarak onları durdurdum, "Tek gireceğim."

"Seni yalnız bırakmam."

"Aklına yeni mi geldi?"

"Şu an bunu konuşmayacağız." Umay'a burada çevreyi kontrol etmesi gerektiğini söyleyerek beni içeri ittirdi, peşimden o da girdiğinde kapıyı sertçe kapattı. Gözlerimi ona dikince saat olmayan kolunu kaldırdı, dakikayı hatırlatmak adına. Önüme dönerek dudaklarımı ıslattım, vakti geldi Alçin, şimdi onlara istediğini yapabilirsin. Abinin başına dayatılan silahı onlara döndürebilir, tek tek acısını çıkartabilirsin. Ensemden başlayarak sırtıma, ellerime ve daha aşağılara kadar bir sıvı süzüldü. Başımı sola eğerek boynumu çıtlattım, tek ses yoktu. Karanlıktı.

Acar'ın köşedeki duvara yaslandığını net göremesem de anlamıştım, ne kadar canavarlaşabileceğimi mi görmek istiyordu? Gösterirdim. Köşedeki komitatöre elimin tersiyle bakmadan yumruğu geçirdiğimde hem o parçalandı, hem loş ışık etrafı aydınlattı. Yine de diğer odalara kıyasla yetersizdi, her şey net olmasa da işimi giderecek kadar görebiliyordum. Mesela titrediklerini görmek fazlasıyla hoşuma gitmişti.

Yerdelerdi, elleri arkadan duvara kelepçeliydi. Ayakları da aynı şekilde. Yüzleri tanınmayacak hâlde olsa da içlerinde en az hasar göreni hakimeydi. Korkut'la yan yana oturuyorlardı. Üstleri başları yırtık, gözleri bitikti. Bizimkiler bunlarla iyi oynamıştı. Çenemi diktiğimde gülümsedim, bir adım attım. "Sen buraya nasıl girdin?" hakimenin sesiyle bakışlarım ona döndü, "Beni özlemedin mi tatlım?" benden tiksinircesine bakarken bacağımda açtığı iz bırakacak yaranın hesabını ondan soracaktım. "Bu kim?" aralarından başkası konuştuğunda muhtemelen görevden getirdikleri kansızlardan biri olduğundan tanımıyordum.

Bir adım daha attım, bacaklarımı kırarak hafifçe eğildiğimde avuçlarımı dizime yaslamıştım. Tam gözlerinin içine bakıyordum, "Alçin Meva." korkudan büyüyen irisleriyle ilkel bir dürtü damarlarımda dolanıyor, kulaklarıma acımasızca fısıldıyordu. Saldır onlara Alçin. Sol elimi kaldırarak suratına okkalı bir tokat attığımda kelepçelerin izin verdiği kadarıyla kenara yuvarlandı. Dudağından akan kanı gördüm. Benim eserimdi. "Yüzbaşının karısı!" başka bir adam konuştu, diğeri yanıtladı, "Hayır! O çoktan geldi. Bu kardeşi." Verda'nın ziyareti hakimenin patlayan kaşının habercisiydi. Ortamda adı geçtiğinde korktuğunu görmemek aptallık olurdu, yengem fena kadındı. Ailemize gelin olacak kadar fenaydı.

"Ziyaretimin sebebini merak ediyor musunuz?" ayaklandım. Kısaca bacağımdaki kemere baktım, kasaturamla, kama orada duruyordu. "Abine yaptıklarımızdan mı canın çekti?" Korkut'un cümlesiyle gözlerimi ona çevirdim. Aptal cesareti vardı bu adamda, salaktı. Başımı sol omzuma eğdim, "Ayağa kalk." sesimdeki sakinlik yaşanacaklardan önce bir soluktu. Beni bir daha asla bu kadar sakin göremeyeceklerdi. Emrime itaatsizlik ettiğinde Acar'ın da aynı cümleyi tekrar etmesiyle ayaklandı. Başımı ona çevirdiğimde göz kırptı. Belli ki bununla o ilgilenmişti, odanın köşesinde onu fark etmediklerinden rahatlardı fakat şu anda gerildiklerini anlayabiliyordum.

Önüme dönerek bir kaç adımla yakınında bittim, komutandan korksa da gözlerindeki iğrenç arzuyu saklayamıyordu. Bu durumda bile ne olduğu ortadaydı. Dizimi kaldırarak erkekliğine vurdum, bağırarak öne büküldüğünde dizlerini kıvranarak birbirine bastırıyordu. Acısını yaşamasına izin vermeden yakalarından ittirerek arkasındaki betona sırtını bastırdım. Kimse benim acımı yaşamama izin vermemişti, ben de vermeyecektim. Gözlerinden yaşlar aktığında kafamı geriye çekerek burnuna geçirdim. Çıkan kemik sesi ve inleyişe akan kanlar eşlik ettiğinde kırılmaktan başka ihtimali yoktu. Dizlerine tekme atarak önümde diz çökmesini sağladım, ardından ayağımı yüzüne geçirdim. Bilinci kapanmıştı.

Diğer adam hemen yanında korkuyla geriye çekilmeye çalışıyordu, benden kaçmasına fırsat vermeden onun da bu hizmetimden yararlanmasını sağladım. İkide ikiydi. Yalnızca dört dakika sürmüştü. "Valla abine ben elimi sürmedim." sesi titreyen adamın çenesine yumruğumu koyduğumda yardım bağırıyordu. Sanki gelenler onu benim elimden alabileceklerdi. Tabi gelebilecek birisi varsa. Tekmelerimle sesini kestiğinde derince nefes aldım, kalbimin atışları kulaklarımda çınlıyordu. Boynumu ufak bir açıyla çıtlattığımda biri konuştu, "Abin ölecek!" bozuk türkçesi eşliğinde bakışlarımı ona çevirdim. "Az zamanı kaldı!" s*kilecek g*t y*rrağa yakın gidermiş misali dayak yiyeceğini anladığından içindeki zehri akıtıyordu. Bilinci açık olan iki kişiden biriyken hakime ondan aldığı gazla gözlerini üzerime dikti, bu kadındaki yüzsüzlük ayrı boyuttu. İte ilerleyerek önünde eğildim, kalçalarım topuklularıma yaslıyken çenesinden kavradım. "Yalvararak elimizde can verecek." nefretle haykırdığında on katı nefretle ona baktım. Bu konuda benimle yarışamazdı. Devam etmesini istiyordum, devam etsin ki alevlerim artsın. Burayı gerçek bir cehenneme çevirebileyim.

Oltaya düştü, "Abinin ölüsüne bile ulaşamayacaksın." tüylerim havalandı, "Cesedini dahi huzurlu bırakmayacağız." suratıma tükürdüğünde arkamda hareketlenme hissetsem de elimle durmasını işaret ettim. İçimdeki alevler önce küçük bir kıvılcım, ardından koca bir yangına dönüştü. Meva siniriydi, insanı bitirirdi. Elimi çenesinden çekerek suratıma götürdüm, yavaşlıkla ıslaklığı sildim. Sonrasında burnumu çekerek ayaklandım. Tek hamle, bir hareketle az önce konuşan ağzını susturacaktım. Suratına geçirdiğim tekmeyle yere düştü, ardından düşünmeden sivri topuğumu yanağından geçirdim. Ucu zeminle buluştuğunda geri çektim, koca bir çığlık ortamı inlettiğinde Acar'ın da ağzının içinde bir küfür yuvarladığını duydum. Son iki dakikam vardı. "Sen, sen nasıl bir kadınsın? Canavarsın!" hakimenin tiz sesiyle bu sefer hedefim o oldu. Saçlarından tutarak avucumun içinde toparladım, yüzünü yüzüme yaklaştırdığımda yerden hafifçe ayaklanmıştı. Ateş saçan gözlerime bakındı, "Öyleyim." dedim dişlerim arasından, "Öyle bir kadınım." kafasını sertçe duvara yasladım. Çekiştirerek kendini kurtarmaya çalışıyordu, "Sen ne tür bir kadınsın? Hain? Muhbir? Ya da tam olarak ettiğin hakaretler kadar ucuz?" yüzünü bastırdım. İnlemesine aldırış etmeden dizlerine tekme atarak tekrardan yere düşmesine sebep olduğumda bacağımdaki kemerden kasaturamı çıkardım. Ucuna üfleyerek tozunu aldığımda eğilerek benimle aynı yere, tıpkı onun bana yaptığı gibi iz bıraktım. Ben o gece gökyüzüne feryat edebilmişken az önce benzettiği canavara dönüşerek onun bunu yapmasına izin vermedim.

Geriye çektiğimde bana küfürler saydırıyordu, umursamıyordum. Karşımdaki kadın vatanını satan hainin tekiydi. İftirayla savcıyı görevinden attırmış, daha nice askerlerimizin başına bela olmuştu. Hepsinde mağduru oynayarak işin içinden sıyrılsa da dosyasını, girdiği tüm davaları incelemiştim. En ağır şekilde yargılatmak için elimden geleni ardıma koymayacaktım. Çünkü bu kadın aynı zamanda koordinatları keserek askeriyedeki bir timden şehitler düşmesini sağlamıştı. Abimin de şehit olması için elinden geleni yapmış, biz buldukça içeriden haber uçurmuştu. Muhbir hainin tekiydi. Kansızdı, köpekti. Böyle bir durumda karşımdaki hiçbir insana acıyacak halim yoktu. Hepsi birbirinden kötülerdi, asıl canavar onlardı. Ben adalet için savaşan bir canavarsam, onlar adaleti yok etmek isteyen katillerdi. Bedelini ödetmiştim.

Bu direnişim şehit olan askerlerimizin ağlayan aileleri içindi.

Bu direnişim çocuğunun naaşının başında vatan sağolsun diyerek gücünü kaybeden analar içindi.

Bu direnişim benim gibi çaresizliğin içinde boğularak sonunda ayağa kalkan herkes içindi.

Yanlıştı. Yöntemlerim fazlasıyla yanlıştı fakat bunların hak ettikleri buydu. Şimdi benim nasıl oynadığımı tüm o itler öğreneceklerdi, Alçin oyuna girerse gerçek anlamda nefes keserdi. Hepsinin nabzı atıyordu, öldürmemiştim. Arkamı dönerek kapıya ilerlediğim anda önüme geçen koca bedenle duraksadım, kaşlarım çatılırken önümde eğildi. Gözlerime baka baka. Ardından bir bacağımı kaldırarak ayak ucumu dizinin üzerine koydu. Elindeki mendille topuğumun ucunu silerek serbest bıraktı. İşi bitmesine rağmen ayaklanmadığında bulunduğumuz pozisyonun yakıcılığı hakkında düşünmeme fırsat kalmadan Umay'ın vakit doldu bağırışını işitmemle o da kendine gelerek dikleşti. Kapıyı açarak çıkmamı sağladığında kulağıma eğildi, "Sen mükemmel bir kadınsın." sıcak nefesi boynumu yalayıp geçtiğinde titredim. "Şimdi çıkman lazım, arkayı ayarladım." askerler muhtemelen doluşmaya başladığından arka taraftaki çıkışı kullanacaktık. Oraya gitmeleri daha uzun sürdüğünden beş dakika sonra anca orada olurlardı. Umay bir kolunu ensemden geçirdiğinde göğsüne sinerek boş koridorda ilerliyorduk. Arkamda bıraktığım ona dönüp bakmadım, ama biliyordum ki beni izliyordu.

Tam gözden kaybolacağımız esnada baktığımda yanılmadığımı görmüştüm. Göz göze geldiğimiz o kısa zamanda gülümsemişti, serserice. Yutkunarak yürümeye devam ettim. Askeriyenin arkasından çıktığımızda ise buradaki işimiz bitmişti.

Benim içim ise hâlâ yanıyordu. Kendimi huzursuz hissediyordum. Arabaya bindiğimizde yaptığım ilk iş camı sonuna kadar açarak topukluları ayağımdan fırlatmak oldu.

 

-

 

Soğuk hava karı beraberinde getirdiğinde yaşanılanların üzerinden iki gün geçmişti. Dolu doluydu, Bilge ile Güven'le arada görüşmüştüm. Kardeşlerinden bahsetmişlerdi. Açık yakamdan göğsümün, tam da kalbimin üzerine bir kar tanesi düştüğünde gülümsedim. Son iki gündür öylesine çalışıyordum ki sabahlayarak yirmiye yakın dosya inceleyerek deliller topluyordum. Büyük yargıya az kalmıştı, abimin görmesini istediğimden sürekli erteletsem de içimdeki umut anlamsızca büyüyordu. Abim bana gelecekti, çok az kalmıştı. Sıcak çayımdan bir yudum aldım, buharı kızarmış burnumun ucunu ısıtıyordu. Arabaya ilerlerken komutanla karşılaştığımda sigara içtiğini fark etmemle yanına yürüdüm, bugün ondaki enerji farklıydı. Sanki mutluydu. Abisi hastaneden çıkacaktı, belki ondan olabilirdi.

"Sigara versene."

"Küs olduğumuzu düşünüyordum." cevap vermeden çayımdan bir yudum daha aldım.

"Konuşmazsan vermem." dediğinde omuz silktim, beraber çocuklaşıyorduk. Kaç yaşında insanların girdiği tripler uzaktan bakılınca komik gözükse de hoşuma gidiyordu. En sonunda dayanamayarak cebinden paketi çıkarttı, uzattığında parmaklarımın arasına aldım. "Öyle bakarken başka çarem varmış gibi.." mırıldanmasını görmezden gelerek ona yaklaştım. Parmak uçlarımda yükseldiğimde ensesinden tutarak suratını kendime çektim, diğer elimdeki çay aramızdaki mesafeyi koruyordu. Sigaraların ucu birleştiğinde nefesimi bir kaç kere vererek yanmasını sağladım, ilk tanıştığımız zamanlarda göl kenarında da bu hareketi yapmıştım. Çekilmemle sigara dudaklarının arasından düşecekti ki kendine hakim olarak çevreyi kontrol etti, elinin ayağına dolaşmasına kıkırdadım. Ona olan öfkem ve kırgınlığım yerli yerindeydi fakat bugün neşem tam ayarındaydı. Saadettin'in bize yaklaştığını görmemle bana ait olan sigarayı ona uzattım, çayımı da son kez içerek kenardaki çöpe attım. Ona el sallayarak göz kırptığımda neler olduğunu anlamasına fırsat vermeden koşarak kabanına adeta yorgan misali sarılmış arkadaşıma ilerledim.

Hızımdan dolayı korkarak o da koştuğunda minik bir kahkaha attım, büyük bedenler de küçük ruhları yaşatabiliyordu. Beş yaşında değildik ama öyle davranmamıza engel olan hiçbir şey yoktu. Biraz olsun soluklanmak, dinlenmek herkese iyi gelirdi.

Arabaya bindiğimde o da yanımda telaşla bana bakıyordu, ani değişimlerimden tedirgin olduğunu biliyordum.

Gülümsediğimde tepkimden aldığı cesaretle, "Her şeyi gördüm Alçin." dedi a'yı uzatarak. Hareketlenmeye başladığımızda başımı camdan ona çevirdim, "Neyi gördün?" direksiyonun başında olmasına rağmen bana döndü, "Sen bizim komutana yanıksın, aha şuracıkta birbirinizin oldunuz." kahkahayı patlattığında istemsiz ben de güldüm, "Hiçte bile. Kendi kendine uydurma sadece sigaramı yaktı." ona ayak uydurmam hoşuna gitmişti. Gülmekten suratı kızardığında kesik kesik nefesleri arasından pes etmeden konuşmaya devam ediyordu, "Salak bu adam varma buna, bizim askeriyenin komutanı olduğundan yakınen tanıyorum." omzuna vurduğumda gülmekten gözümden yaşlar gelmişti. Devam etti, "Bir şey diyeceğim.. Islak mı öptü, kuru mu öptü kız?" son kelimeleri söyleyemeyecek kadar kendini kaybetmişti.

Sinirim bozulduğundan mı yoksa uzun süredir kafam dolu olduğundan mı bilmem fakat öylesine gülmüştüm ki çenem ağrımaya başlamıştı. Bir elim karnımda, bir elim çenemde kendimi toparlamaya çalışıyordum. Yandan ona baktığımda göz göze gelmemizle tekrardan gülmeye başlamıştık. Garipti ama buraya geldiğimden beri insanlarla kurduğum o mesafe sanki yok oluyordu, kolayca arkadaş edinebiliyordum. Dakikalar geçtiğinde kendimizi toparlayabilmiştik, başımı ona çevirdim, "Seni neden hiç sevmiyorlar?" kaba gözükse de onun beni anlayacağını biliyordum. Onunlayken kelimeleri düşünmeme gerek kalmıyordu, seçme zorunluluğum olmadan istediğimi söyleyebiliyordum çünkü niyetimi biliyordu.

Omuz silkti, "Bilmem, onlara sormalısın." başımı koltuğa yaslayarak bedenimi tamamen ona döndürdüm. Yolumuz uzun sayılmazdı, "Ben seni senden dinlemek istiyorum." yoldan anlık bana döndüğünde gözlerinde gördüğüm manidar ifadeyle üzüldüğümü hissettim. Sebebini bilmesem de çok yalnızdı, üzülüyordum. Camı araladı, "Galiba çok ilişkim olduğu için." omuz silktim, bu birinden nefret etmek adına mantıklı bir sebep değildi. Zamanında aklıma sokulan soruyu sordum, "Hiç birini aldattın mı?" kahkaha attı, "Hayır tabiki de. Senin kulağına gelen şey yanlış anlaşılmadan ibaret." yan yola girdik, "Bir sevgilim vardı, ondan ayrıldığım günün ertesinde askeriyenin önüne gelmişti. Barışmayı istemediğimde onu aldattığımı iddia ederek olay çıkarmıştı." anladığımı belirtircesine mırıldandım, "Herkes orada mıydı peki?" başını olumsuz anlamda salladı.

"Salak Burak, Badem'in benden hoşlandığını düşünerek bunu tüm askeriyeye yaydı. Onun yüzünden adım çıktı, ben temiz bir erkeğim." son cümlesinde omuzlarını salladığında kıkırdadım, "O iyi biri, deme öyle lütfen." yaklaşmıştık gideceğimiz konuma, "Bana denk gelmedi herhalde." diye cevapladığında gülümsedim, olabilirdi. Savcı albayın evinin önüne geldiğimizde arabayı park etti, inerek koca villaya giriş yaptık. Dikkatliydik.

İçeri gireli saatler oluyordu, öylesine fazla şey öğrenmiştim ki hepsi delilleriyle elimdeydi. Bir kopyası ise savcının kendisindeydi. Bu doğrultuda hakime, Korkut ve daha bir çok kişi cezasını çekecekti. Planlarım aklımda gezinirken rahatça sırtımı koltuğa yasladım, zafer benimdi. Saadettin babasıyla beraber mutfağa gittiğinde elinde nereden bulduğunu anlamadığım dürümle geri dönmüştü, bu kadar kısa sürede kendi yapması imkansızdı. Garip bir seçenek olsa da savcı dürümün yanına kahve yapmakla meşguldü, ıssırdığı lavaştan bana uzatan adama döndüm. Başıyla yememi işaret ettiğinde reddettim, iflah olmazsın bakışları atarken kendini koltuğa bırakmıştı. Yemeye karşı zaafı vardı. Aniden ayaklanarak mutfağa koştuğunda elinde bir lavaşla daha dönerek resmen bana atmıştı. Yeniden koltuğa yayıldığında ona sinirle söylensem de boşa olacağını düşünerek vazgeçmiştim. Yemeğiyle sonu gelmez bir zevkin doruklarında uçuyordu.

Telefonum çaldığında başımı oraya çevirdim, ekranda gördüğüm Acar yazısıyla reddettim. Bir dakika geçmeden Verda aradı reddettim, bu döngü böyle devam ederken mesaj bildirimleri uçuyordu. Öyle ki telefonu açmayı başaramamıştım, tekrardan Verda aradığında açtım, "Neden arıyors.." cümleme devam edemeden araya girdi. "Buldular Alçin! Çınar'ımı bulduk, almaya gidiyoruz!" neşeyle şakıdığında ayaklanmıştım. Elim ağzımda çığlığımı tuttum, "Eğer yalansa.." sözümü kesen şey bu sefer Albayın sesi olduğunda dinledim. Göreve çıkmak için son iki dakika olduğu konusunda bilgilendirme yapıyordu. Telefonun görüşürüz denilerek kapatılmasıyla ellerimden kaydı, avuçlarım saçlarıma girdi. Kahkaha attım, "Nasıl ya.." hızımı alamadan durduğum yerde hafifçe zıpladım, "Abim.." çantamla kabanımı alarak kapıya koşturduğumda Saadettin peşimden bağırıyordu, savcı da mutfaktan çıktığında arkama döndüm, "Abim bulundu, geliyor!" koşarak arabaya ilerlediğimde onların da sevinç dolu olduğuna dair seslerini duymuştum. Saadettin'le beraber askeriyeye tüm hız sınırlarını aşarak geldiğimizde kendimi arabadan dışarıya atmıştım.

Neredeyse yarım saatlik yolu on dakikada gelmiştik, koşarak en üst kata çıktım. Tam da beklediğim gibi herkes görev helikopterlerine binmeye hazırlanıyordu, sırtında çantasıyla helikoptere giren Acar'ı gördüm. O yöne koştum, "Komutan!" bağırışımla durdu. Hatta albay dahil tüm askerler bana dönmüştü, aldırış etmeden ona ilerledim. Koşmanın hızıyla durmadan sıkıca sarıldım. Kolları belime dolanmadı, kafamı geriye çektiğimde ciddiyetle karşısına baktığını gördüm. Yaptığım yanlıştı, hemen çekilerek yanında dik duruşumla pozisyon aldığımda çocuksu heyecanımdan sallanmak istiyordum. Albaya döndüm, "Vedalaşabilirsiniz." onayıyla bir an beklemeden sıkı kolları belime dolandı. Yerden havalandığımda minik bir çığlık atsam da öylesine mutluydum ki şu anda mantığı düşünecek halim yoktu. Burak'la göz göze geldiğimde manalı bakışlarını fark etmemek aptallık olurdu.

Geriye çekilerek mavilerine baktım, ikimiz de konuşmadan anlaşmıştık. Koca gülümsememle irislerinde bir sürü duygu gezindi. Gitmesi gerektiğinde son kez baktı bana, "Kendinize dikkat edin lütfen." diye fısıldadım. Ve o an diğer askerler için beklenmedik, benim için normal olan bir durum yaşandı; Acar bana gülümsedi. Daha doğrusu Kıdemli Üsteğmen Acar Acarbay, namıdeğer acımasız komutan bana gülümsedi. Gözlerinin kenarları kısılan türden.

Kapı kapandığında helikopter havalanmadan hepimiz fazlasıyla geriye çekildik. Havalanarak gözden kaybolmaya başladığında ellerimi birbirine kavuşturarak göğsüme yasladım, "Nolur bana sağ salim gelin." abim, o, askerlerimiz.

Akşamında evimde kısaca duş aldıktan sonra tekrardan askeriyeye gitmeyi planlıyordum. Saçlarımı kurutarak salona ilerledim, "Çok mutluyum!" Umay benim adıma sevinse de gözündeki endişeyi görebiliyordum. İhtimaller vardı, hayatımızın her yerinde, her şekilde yaşanabilecek ve her zaman olacak o ihtimaller. Benim kalbimde her daim o korku yaşanacaktı, belki bundan sonra abim göreve gittiğinde haplarla uyuyacaktım ama başkalarının hayatını kontrol edemezdim. Ben ne kadar yalnız kalsam da, endişelensem de, abim vatanını korumayı çok seviyordu. Küçüklüğünden geliyordu bu yoğun istek, babamın bizi askeriyeye götürdüğü zamanlardan beri gözleri parıldıyordu üniformalı adamlarla, kadınları görünce. Hiçbir hakkım yoktu bundan onu almaya, sırf kendi korkularımdan bunu ona yapamazdım. O benim her şeyimdi. Çok özlemiştim.

"Bana aldırış etme." ne düşündüğünü anladığımdan böyle demişti.

Masanın üzerindeki abimle olan fotoğrafıma baktım, mutluluğumu kimse bozamazdı. Ben ona kavuşuyordum, içimde tüm hüznümle, aklımda tüm sorularımla. Sol gözümden akan yaşı elimin tersiyle sildim, bu savaşın kazananı biz olacaktık. Ruhumdaki urganı tırnaklarımla kazıyarak söküp atacaktım, benim ailem yaşayacaktı. Tek kişilik ailemi kurtarmayı başarabilmiştim, en azından içimde umut vardı.

 

 

 

 

.

.

.

.

 

 

 

Seviliyorsunuuuuzzzz, boollll sarılmalaaaarrrr. 🧡🌻

Selamlaaaarrrr, umarım bölümü beğenmişsinizdir bebek okurlarım. Sizi minik çetemle tanıştırmak için fazlasıyla sabırsızlanıyordum ve oldu. Favori üyeniz kim bakalım?

Ayrıca @gardenpaeonia hesabımdan paylaşımlar yapıyorum. Oraya da hepiniz davetlisiniz, instagramdan takip etmeyi unutmayın.

Şimdilik ben kaçar, sizi çok seviyorum. Bir dahakine kadar.. 🌻💛

 

 

Loading...
0%