Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1, Başlangıç

@gardenpaeonia

"Uzaktan sevda etmek, girsin yerin dibine. Yakında seven yarim, gelsun girsin koynuma.

Kar yağar sine sine, yarin elbisesine. Eski yarin ömrünü, ver Allah yenisine. Aha koy sevdiğim başını omuzuma.

Olmasa demezduk, denemeduk boşina."

 

-

 

Geçmiş -

29 Ekim.

Sokağın içinde koşuşturan bedenler, el ele ve aşk doluydu. Gece yarısına yaklaşmak üzere olan saat, delicesine yağan yağmur ile ikisininde umursadığı tek şey birbirleriydi.

"Leyla!" yavaşlayan sevgilisinin elinden çekiştirerek duvara yasladı. Yurtlarına yaklaşmışlardı, içeri giriş artık yasaktı ama genç kız bir yolunu bulurdu. Her zaman bulmuştu. Islanan koyu kahve saçlarına eşlik eden, sokak ışığında parıldayan yeşil gözleriyle Leyla; Bir doğal felaketti. Bu yaşında bu kadar güzellik fazlaydı, gençliğinin baharında bir afetti. Önce sevgilisinin ela gözlerine, ardından ıslanan kumral saçlarına uzunca bakındı yeşilleri. Kelimelere gerek yoktu, ikisi beraberken sadece gözler konuşurdu.

Başkalarının onları duymalarına ihtiyaçları olduğu zamanda bulmuşlardı birbirlerini. Şimdi öylesine seslilerdi ki, diğerlerinin duymamasının bir önemi kalmıyordu. Gözler konuşuyordu, gençler susuyordu.

İnce beline dolanan eller ile gülümsedi, sıcacıktı, yakıyordu. En çok bu hissi severdi Leyla, üşüdüğünde her zerresini saran oğlanı. Hafif cilveyle, "Ee nasıl gireceğim şimdi ben? Dışarıda mı kaldım?" dedi. Sesinde huzur vardı, insanı sakinleştiren tınısı kulağa hoş geliyordu.

Koyulaşan elalar, sevgilisinin yaptığı cilveyi sabırla izliyordu. Dudaklarına giden bakışları ise aksini bağırıyordu. Bu kız için eriyip gidebilirdi, sesi dahi çıkmazdı. Aksine zevk alırdı. Kuruyan boğazını ıslatmak adına yutkundu, "Hep yapmıyormuşsun gibi konuşma." hemen hemen her zaman yurda gizlice girerdi, müdürün kızını kafalaması ile bazen kameralar o gireceği zaman durur, bazen kapıdaki güvenlik görevlisi oyalanır, bazense atlayarak girerdi. Leyla deli doluydu, gözü karaydı. Bir o kadar da samimiydi, konuştuğu kişiler hemen ona gönlünü kaptırır, yıllardır tanıyormuş gibi hissederlerdi. Göz devirerek, "Aman canım, sen kendini düşün." diye mırıldandı, genç kız hep bir yolunu bulsa da, sevgilisi çoğu zaman dışarıda kalırdı. Demir'in yurda girmesi için arkasını kollayacak kimsesi yoktu, babasının isminden dolayı azar yemezdi ve ya kovulmazdı fakat soğuk gecelerde parklarda uyurdu. Her sabah uyandığında üzerinde sıcak bir hırka ya da battaniye bulması ise kaçınılmazdı.

Baran Gökalp onu ne bırakır ne de babalık yapardı. Oğlunun gölgesiydi.

"Bak sen, pek bir merhametsizsiniz hanımefendi." genç oğlanın bu halleri ufak bir kahkaha atmasına sebep oldu, kuğu misali süzülen bedeni sevgilisine yanaşarak sıkıca birleşti. Yağmurun getirdiği soğukluk iki gence yansımazken, sonsuz sıcaklık aralarındaki yerini aldı. Artık gitmesi gerekiyordu, arkadaşları ambulans çağırarak ortamı dağıttıklarına dair haber vermişlerdi. Fırsat bu fırsattı. "Selam söyle bizimkilere." gider gitmez gruplarına yazacaktı ama yine de içinden gelmişti.

"Seni seviyorum." diye bağıran Demir'in olduğu yöne başını çevirdi, gülümseyerek, "Ben de seni seviyorum." dediğinde bunun son olduğunu bilmiyorlardı.

Hemen sonrasında artan yağmur ve hızla genç kıza çarpan araba ile havada uçan bedeni şiddetle yere vurduğunda; Bir daha eskisi gibi olmayacak bir hayat onu bekliyordu.

Ailesinin bile çöp kenarına bıraktığı Leyla'yı, kim bırakmazdı?

 

-

 

Kendi kliniğinin patronu dahi olsan, işinin yoğunluğu asla azalmazdı.

Bugün bir çok seansın sonunda dinlenme fırsatı bulabilmiştim. Tanınan Uzman Psikologlardan biri olmak hem ayrıcalıklı, hem zordu. Suyumdan bir yudum alarak, koridordaki insanları izledim. Hepsinin kendine göre fazlaca yaşanmışlığı vardı, içine girmeyen göremezdi. Kimi bir kere bile başkası tarafından dinlenmemiş, kimi ise dinlenip de anlanmamıştı. Hepsinin soluklandığı yer burasıydı.

Bazılarının hikayesi çok daha farklıydı, çok daha ağırdı.

Kaldırılamayacak yük omuzlarına binen insanların sonu belliydi, ya ölüm, ya da delilik. İlki için yapılabilecek bir şey yoktu, ikincisi için ise buradaydım. Dinlerken kendimi zor tuttuğum pek çok şeyi duymak zorunda kalmıştım, yaşayanlar için daha da acıydı. Yakıcıydı.

Diğer meslektaşlarıma bakılırsa oldukça dolu sayılabilecek bir gündü, çalışanlarım oradan oraya koşuşturuyor, hizmette kusur etmiyorlardı. Çıkmama az kalmışken, eşyalarımı toparlamak adına odama ilerledim. Kışın ilk ayları olduğundan dolayı dışarıdaki kar fırtınası etrafı bembeyaz yapmıştı. Kabanımı giyerek, çantamı almaya uzandığımda genç danışanlarımdan birinin düşürdüğü tacı gözlerime ilişti. Eğilerek ince tacı elime aldım, kırmızı ve sade bir aksesuardı. Çantama koyarak sonraki gelişinde vermeyi aklımın köşesine yazdım.

Hatta masamın üzerindeki kağıtlardan birine de yazdım, zihnimde küçük şeyleri pek tutamazdım.

Odanın kapısını kapatarak asistanıma doğru yöneldim, "Murat ben çıkıyorum." henüz yirmilerinin başında olan adam, "Görüşürüz Leyla Hanım." dediğinde gülümseyerek baş salladım. Asansöre binmek yerine merdivenlerden inmeyi tercih ettiğim günlerden birindeydim, terzi kendi söküğünü dikemezdi. Asansör fobimin üzerine gitmek yerine daha da kaçıyordum. Nihayet aşağıya indiğimde, aracımın anahtarını büyük çantamın içinde aramaya başladım. Gökyüzünü hissetmeyi her zaman daha çok severdim. Arabamın üzerinin açılmasını bile özellikle tercih etmiştim.

İnsan bir kere ölümü yaşayınca, hayatın ve yaşamanın ne denli bir nimet olduğunu daha iyi anlıyordu.

Ben iki kere yaşamıştım.

Henüz 3 günlük soğuktan kalbi duran bir bebekten, komada neredeyse 1 yıl yatan genç kızlığa ölümün içinden geçmiştim. Ellerimle yaşadığım hayata tutunmaktaki bu ısrarımın sebebini çözebilmiş değildim.

Kolayca hasta olabilen biri olarak her defasında tıpkı şu an yaptığım gibi karın altında dikilirdim. Tabi sonrasında hastanelik olurcasına yataklardan çıkamazdım.

Mihrimah Babaanne'yi daha fazla rahatsız etmemek adına, bulduğum anahtarla hızla arabaya girdim. Her hastalandığımda sabahlara kadar başımda bekliyordu, vicdanı büyük bir kadındı. Peki benim yaşlı kadına yaptırdıklarımdan dolayı yüzüm kızarır mıydı? Hiç sanmam.

Bu akşam ise yine bana bulduğu koca adaylarından biriyle görüşmek için evimize doğru yolumu alıyordum, beni evlendirmeye oldukça meraklıydı. Kadın inattı. Hayatımda hiç kimseyi istemediğim konusunda kesin kararlarım vardı, geçmişte yaşanılanların izi hâlâ en keskin haliyle bedenimde saklanıyordu. En çok kalbimdeydi, anılar silikleşip, tek tek yok olurlarken, hisler ilk günkü gibiydi. Diri ve huzurlu. Sadece aşk değil, kardeşlik de vardı, ölümün içindeyken rüyalarımda gezinen o insanları unutmam mümkün değildi. Psikologlar da psikolojik destek alırlardı, ne beni çöp kenarına bırakan ailem, ne de danışanlarımın korku dolu hayatları değil; 17 yaşımda canevimde barındırdıklarımın yaşattıkları sebepti. İnsan en çok değer verdiklerinden yaralanırdı.

Ben de nasibimi almıştım, daha fazlasını istemiyordum. Bu yüzden yine mahvetmem gereken bir buluşma yaşayacaktım, her defasında bana haber veren Belsu'ya teşekkür etmek adına bir kafenin önünde durdum. En sevdiklerinden; Bol fıstıklı profiteröl alacaktım. Belsu benim hayat ışığımdı, insanlardan korktuğum o dönemde birbirimize yeni bir yaşam gayesi sunmuştuk. Trajik bir tanışma hikayemiz vardı, ölüm isterken birbirimizi yaşatmıştık. Sokaklarda soğuktan, en çok da ihanetten üşüdüğüm zamanlarda uçurumun kenarında her şeyin bitmesini istemiştim. Yine yağmurlu havada, üçüncü kez hayatımın ellerimden gitmesine razıydım. Bu sefer başkası değil, ben yapacaktım. Ama orada benimle aynı amaçta biri daha vardı, göz yumamadım. Kendi ölümümü değil, onun ölümünü düşündüm.

Belsu'da kolay şeyler yaşamamıştı, alkolik bir baba, intihar eden eskort bir anne, pavyonlarda baba zoruyla çalıştırılıp, erkeklerin altına yatmadığı için yurda verilen bir abla. Kendime itiraf edemediğim bir gerçek vardı; Görünümü öylesine kardeşim dediğim kızlardan birine benziyordu ki gören onları ikiz sanabilirdi. Soyadı hafızımdan yavaş yavaş silinmişti, kazadan sonra zihnim bazı detayları aklında tutamıyordu. Uçurumda başta bu yüzden ona el uzatmıştım belki de, sonrasında birbirimize yeni bir hayat vermiş, o dağda çiçekler olarak açmıştık.

Ben onun kaybettiği ailesi, o ise benim hiç olmamış ailem olarak geri dönmüştü. Babaannesi Mihrimah, ikimizide kanatları altına almış, bir an bile bana öz torunundan farklı davranmamıştı. Sıcak bir yuvaya muhtaç olduğum dönemlerde torununun canını kurtardığımı söyleyerek günümüze kadar minettarlığını sürdürmüştü. Önce bana ev, sonra aile, sonra da işyeri vermişti. Kabul etmem dediğim her şeyi ağzımdan girip, burnumdan çıkarak kabul ettirmiş ve hepsinde de derin bir mutluluk yaşamıştı.

Onlar benim canımdı, ailemdi.

Düşüncelerle geçen yolun ardından ev gözüktüğünde arabayı yavaşlatarak kapıdaki güvenliğe selam verdim. Kısa boylu, göbekli biriydi Hâsım Amca, sevimliydi. Yıllardır bu koca evin kapısında korumalık yapıyordu, beraber yaşlandık denilebilirdi. Geniş bahçeye park ettiğim arabamdan inerek, tatlı paketini elime aldım. Topuklu botumla karda yürümek biraz zor olsada, merdivenleri çıkarak kapının önüne geldiğimde zile bastım. Kapıyı açan Nuray ablanın suratındaki bıkkınlık ifadesi, içeride esen meltemlerin habercisiydi. Babaanne yine Karadeniz inadını tutturmuş olmalıydı, yıllar içerisinde ondan kaptığım çok şey vardı. Başta ise ağzı, sinirlenince onun gibi konuşuyordum.

Çok sevgili ailem, çöpün kenarına bırakırken bir kağıda; Adımı, memleketimi ve doğum günümü yazmışlardı. Adana kanını taşısam da kendimi Rize'li gibi hissediyordum, her yöreden insandım. Adana, İstanbul, Rize.. Dudaklarımı dişleyerek salona doğru ilerledim, Belsu sakince bacak bacak üzerine atarak koltuğa yayılmıştı. Kendi kendine söylenen babaanneyi umursamıyor, televizyon kumandasını elinde sallayarak kanal değiştiriyordu. Ona bu akşam yine eğlence çıkmıştı, keyfini kimse kaçıramazdı. Boğazımı temizleyerek, "Ha noliyir burada?" dediğimde bakışların odağı oldum. Belsu gülerken, nene ciddiyetle beni süzüyordu, korkunçtu. Tatlıyı masaya bırakarak, kollarımı açtım.

"Ben geldum nene." ince bedenini kollarım arasına aldığımda homurdanarak o da sarıldı. Çok kısa bir andı, "Ula sen nereysun bu saate kadar enük?" azarlayan ses tonunu işitmemle geri çekildim. Hem suçlu, hem güçlüydü, "Ha burayayum nene!" isyankar sesim ile kaşları çatıldı, "Afkurma baa, şu cicikleruni de az ört! Hayirsuz." söylenerek mutfağa doğru gittiğinde olduğum yerde kalakaldım. Bir yandan göğüslerime başımı eğdiğimde, dekoltemle göz göze geldim. Güzeldi. Getirdiği koca adayı görse peşimi bırakmazdı, kapatsam daha iyi olurdu. Koltukta oturan Belsu, "Git de kocana süslen, gelun hanim." sonlara doğru babaanne gibi konuştuğunda, omuzlarını sallayarak havaya öpücük atıyordu.

Göz devirmemin ardından, söylene söylene merdivenlere çıkarak odama girdim. Kendi evime çıkmama az kalmıştı, her akşam görücü gelen burada yaşama tahammülüm yoktu. Üzerimdekileri çıkartarak, sıcak suyun altında duş almaya başladım. Zihnimi dolduran düşüncelere engel olmak zordu, yılların yükü omzumdaydı. Ben en çok yalnızken bendim, ihanetin gerisinde kalan bir avuç et parçası gibiydim. Yaşananlar bazen görünmez bir bıçak olsa da, kazadan kalma izler gitmemişti. Yüreğim ve sırtımdakiler hep aynı anda sızlıyordu, 9 yıl geçmişti. Dün gibiydi. Ailesi olmayan insan, eksik insandı. Annem, babam ve ya kardeş denilen bir başka bireye gerçek anlamda hiçbir zaman sahip olmamıştım.

Başımı okşayan sıcak bir el, ihtiyaçlarımı karşılamak kenara dursun; Yüreğimi ısıtacak kimsem yoktu. Doğduğum andan itibaren yapayalnız Leyla'ydım, çöpün kenarına bırakılan henüz birkaç günlük bebek. Aklım erdikçe yurt müdürüne sormuştum bilgilerimi, bu tarz bilgileri vermesinin mümkün olmayacağını söylese de oralarda her şey bilinirdi. Eski çalışanlardan öğrenmiştim, gelişim ses getirmişti. Polis memurlarının bulduğu küçük bebeğin önce onu terk eden ailesi aranmış, ardından aralarından biri evlat edinmek istemiş, son olarak ise yurda getirilmişti. Hayata gözlerimi açtığımdan beri her yerime işleyen soğukluğu, sıcak sularla, birinden gördüğüm en ufak sevgi kırıntısıyla, sıcak havalarla kapatmaya çalışıyordum.

Eksikti, eksiktim.

Bundandır ki, komada kaldığım 1 yıl boyunca, uyandığımda çevremden silinen arkadaşlarıma hâlâ değer veriyordum. İnsanoğlu göremediği, özendiği şeyin en büyük meftunu olurdu. Öyle bağlanırdı ki, gözü hiçbir acıyı görmezdi. Ailemin bile bana yaptığı şeyden daha büyük saygısızlıktı, ne olursa olsun onları silemiyordum. Varlığımı reddeden anne babamdan farksızdı gitmeleri. Bilmelerine rağmen. Yine de olmuyordu. Aldığım tedaviler, uçurum, izler. Hepsi zihnimde asla gitmeyecek olan anılar olarak saklı kalacaktı.

Biri sevgilim, diğerleri kardeşimdi. Benzer kaderleri yaşayan, yurdun soğuk duvarlarında büyüyen çocuklardık. Sevmeyi birbirimizden öğrenmiş, yaşımıza bakmadan birbirimizi büyütmüştük. Bazılarımız kardeşlik hissini bilmezdi, bilen tamamlardı. Bazılarımızın ailesi yoktu, bilenler ailemizi oluşturmuştu. Çaresiz kaldığımızda girdiğimiz kavgalar, yaslanacak bir sırt, sıcak bir yuva olmuştuk. Ama ben o evin içinde yanmış, cesedim kül olmadan uçup gitmeye zorlanmıştım. Komadan uyandığımda ilk onları sorarken, 17'den 18'e her şeyimi kaybetmiş olarak geçiş yapmıştım. Sorup soruşturmuştum fakat en ufak iz bırakmamışlardı, onları bir daha görmemiştim.

Neredelerdi, ne yapıyorlardı?

Yaşıyorlar mıydı?

Sıcak suyun altında girdiğim düşüncelerden odanın açılan kapısı ile çıkmak zorunda kaldım. Babaannenin yüksek sesi, "Ha çik artuk! Daha görmeden ne bu hazirluk anlamayrum." imaya karıştığında suyu kapatarak havluyu bedenime sardım. Banyomun kapısını araladığımda, "Çıktım nene çıktım." diye söylenerek dolabıma doğru ilerledim, çirkin bir şeyler seçmem gerekiyordu. Maalesef kahretsin ki mükemmel bir zevkim olduğundan dolabımda kötü şeyler bulmam imkansızdı, çok zevkliydim. "Onlari giyma, kötüdur hepsi. Bunlari giy." arkamı dönerek işaret ettiği yere baktım.

Yatağın üzerine dizdiği kıyafetlere ilişen gözlerim anında büyürken, gerçekten iğrenç duruyorlardı. Uzun beyaz elbisenin üzerinde her renkten çiçekler vardı, her yeri kapalı ve oldukça boldu. Yuvamı yapmak isterken, bozacağının farkında değildi. Bunları giyersem kesinlikle görücü benden kaçardı, bu yüzden teşekkür ederek odadan yolladığım babaannenin, garipleşen surat ifadesini umursamadan elbiseyi üzerime geçirdim. Hırkasına ne gerek vardı bilmiyordum ama onu da giydim, aynanın karşısına ilerlediğimde kendimi uzunca süzdüm.

Çirkindi, işime yarardı.

Uzun kahverengi saçlarımı kurutmamın ardından geriden toparlayarak, kahküllerime şekil verme gereksimi duymadan öylece bıraktım. Makyaj da yapmamıştım, renginin kötü olduğunu düşündüğüm rujlardan birini sürerek görüntümü tamamladım. Büyük bir gururla odadan çıktığımda, aşağıya indim. Babaanne ortalarda yoktu, Belsu kahkaha eşliğinde yanıma geldiğinde, kesik kesik söyleniyordu. Aralarından, babaannenin dışarıda misafiri karşıladığını seçebilmiştim. Kapının önüne geldiğimizde, karnına ufak bir dirsek darbesi atarak onu durdurdum. Kahkaha atması dikkatimi dağıtıyordu, rolümde ciddi olmalıydım. Deliydim ben, evde kalmış deli bir kadını oynamaya karar vermiştim bugün. Her güne farklı kişilik buluyordum.

Çalışanlardan biri kapıyı açtığında, yavaşça başımı yerden kaldırarak rolüme girmeyi hedefledim.

Fakat karşımda gördüğüm tanıdık sima ile olduğum yerde donakaldım.

Pamir Korhan, kardeşim saydıklarımdandı.

Yıllar önce bırakıp gidenlerdendi ve hiç değişmemişti. Dudağındaki patlak hariç.

 

 

.

.

.

.

 

 

İlk bölüm olduğu için kısa bir başlangıç yapmak istedim. Yeni kurgum Meftun Çıkmazı yazması en zor olandı diyebilirim. Bu kadar az kelimeyi normalde tek oturuşta yazabilirdim ama sürekli aynı kelimeleri yazıp yazmadığımı kontrol etmek beni çok boğdu. Bakalım ilerleyen bölümleri nasıl yazacağım, rahat olursa devam edeceğim bir kurgu olacağını düşünüyorum.

Aynı zamanda askeri ve hukuksal kurgumada sizleri beklerim, Kırmızı Kuş da bu hesapta yayında. Askeri kurguları yazmayı ne kadar sevdiğimi çevrem çok iyi bilir. Her neyse, umarım bölümü beğenmişsinizdir. Sorularınızı ve diğer düşüncelerinizi merakla bekliyorum.

Sohbet etmek adına bol bol yorum atmayı unutmayın lütfen, sevgiler efendim. 🩷

Loading...
0%