@gecemavisiyazarrr
|
İLK AN Zamana bırakmayın hiçbir şeyi. Bir bakmışsın, sana verilen zaman dolmuş... Kafe’den kahvemi alarak, iş yerime girdim. “Cansu,” diye seslenince arkamı döndüm. “Buyurun, benim,” dedim. Bu Didem’di. Yanıma gelerek, benimle beraber yürümeye başladı. Kahveme bakarak, yüzünü buruşturdu. “Nasıl içiyorsun bu zıkkımı, anlamıyorum,” dedi. Asıl, o nasıl içemiyordu? Ben bunu anlamıyordum. Havaya kaldırarak, şahesermiş gibi bakmaya başladım. “Bu varya, nöbet dostu. Bir bardakla, seni ayakta tutabilen, tek varlık. Ve sen buna, zıkkım mı diyorsun?” Ayıplar bir şekilde baktım. “Ön yargılı davranıyorsun.” Bana baktı gülerek. “Hayatı’nın aşkını bulmuşsun desene. Veteriner hanım ile, hayatının tek aşkı kahvesi.” Bende güldüm. Kahveden, bir yudum aldım. “Bu nasıl sevilmez ya? İçinde zehir olsa, yine içerim,” dedim. O ise yüzünü buruşturmakla yetindi. Didem’e, “dedikodular gelsin,” dedim. Şeytanca sırıttı. Konu istediği yere gelince, nasıl da sırıtıyordu. “Bak, ben dedikoduyu sevmem, hoşlanmam.” Kesin canım. “Benden duymuş olma ama, bizim gıcık Esma ile Yakut sevgililermiş. Sonra Yakut bunu aldatmış,” dediğinde dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. “Vay şerefsiz.” Aldatan erkekleri, müebbet yazmak lazımdı. Beni onayladı. “Ve, asıl bomba geliyor. Bizim baş hekim Zeliha ile aldatmış! Esma onları bastıktan sonra, Zeliha ile saç baş girmişler.” Müge Anlı izliyor gibi izliyordum. Biz, başkaların dedikodusunu yapıp, birbirimizin en ufak sırrını bile, paylaşmayan insanlardık. Odama geçip, sandalye’ye oturdum. “Kız, sen bunların nereden öğrendin?” Sarı saçlarını, geriye doğru attı. “Bizim de kaynaklarımız var. Benimle yaşa, hayatını yaşa tatlım.” Doğru söylüyordu. İçeriye, Zeynep girdi. “Cansu Hanım, hastamız var.” Bu da, insanmış gibi anlatıyordu. Asistanlık yapmaya başlamıştı, yirmiler’in başındaydı. Oturduğum yerden kalktım. Didem’e bakarak, “gelince devam ederiz,” dediğimde, göz kırptı. Ya, ben bu kızı yerdim! Kapıdan çıkarak, muaniye yerine gittim. Kapıya açtığımda, zaten buradalardı. Bir tane amca, elinde ki tavukla bana bakıyordu. “Amca, şikayet nedir,” dedim, eldivenleri takarken. Sınırda olduğumuz için, tavuk, inek ve koyunları getiriyorlardı. Büyük baş hayvanları, biz gidiyorduk. “Kızım, bu tavuk yumurta vermiyor,” dediğinde, kaşlarımı çattım. “Tüy döküyor mu,” diye sordum. “Evet, döküyor,” dedi amca. Sorun belliydi. “Amca, tavuk tüy döküyor ve yenileri filizleniyor. Bu süreçte, yumurtlamaması çok normal.” Eldivenleri geri çıkardım. Eli ensesine gitti. “Bu tüy dökmesi bitince, geri getireyim mi?” İyi bir amcaya denk gelmiştim. Diğerleri, bin tane soruyor, inkar ediyorlardı. Doğanın kanunu bu abilerim, ben ne yapabilirim? Tabi, ileri gidenlere dersini veriyordum. “Yok, o zaman yumurtlamaya başlar. Ama yine de, günde on beş saat, gün ışığı görsün.” Bu seferlik, yırtmıştım. Kısa sürmüştü müdahale. Adam teşekkür ederek, dışarı çıktı. İşimi çok seviyordum. Bir tane adam gelince, yutkundum. Adam çok yakışıklıydı. Vücudunda ki kaslar, tişört’e rağmen belli oluyordu. Sakalları ile bıyıkları vardı ve ona yakışıyordu. Siyah saçları, esmer teni maşallah denecek cinstendi. Allah, sahibine bağışlasın. Kendine gel Cansu, o sadece müşteri. Müşteri mi? Müşteri ne alaka kızım? Kasiyerlik mi yapıyorsun sen? Allah'ım, sen benim ne demek istediğimi anladım. Kucağında, kangalı görünce, dudaklarım aralandı. Normalde insanlar sahibi de olsa korkar, ağzına maske takarlardı. Fakat adam koca kangalı, kucağında severek taşıyordu. Masaya koydu, hayvanı. Eldivenleri tekrar giyerek, “şikayet nedir,” diye sordum. Adam’ın yüzü, hayvandan çekildiği an, sertleşti. “İshal oldu Çavuş,” dedi otoriterlikle. Çavuş’un karnına dokundum. “En son ne yedi?” Adam çavuşa baktığında, yüzü yumuşadı. “Bir tas, kuru fasulye yedi. Aslında sivas kangalı, alışkın olması gerekiyordu.” Gözlerim kocaman açıldı. “Ne?” Ters bir şekilde sesimi yükseltince, bana baktı. “Abicim sen manyak mısın? Köpeğe kuru fasulye yedirmek nedir?” Ters ve sinirli bir insandım. Bu huyum, sadece sevdiklerime işlemiyordu. Kafasını kaldırıp, bana baktı. “Bir, onun bir adı var, Çavuş. İki, çokta akıllı olduğum söylenemez.” Belli. Madem bu kadar değer veriyorsun, niye kuru fasulye yediriyorsun? İshal, hayvanlarda ölümcül hastalığa sebep olabiliyordu. Kusunca, adam çavuşa baktı. “İyi misin Çavuş? Bak, bir dahakine kuru fasulye yemeyeceksin.” Sanki, hayvan ondan istemişti. İstese bile, verilmesi saçmalıktı. Karnında dokunduğumda, hırladı. “Ağrısı var,” dedim. “Ne zaman yedi,” diye sordum. “Bir gün önce. İyileştirebilir misin?” Sen yedirmesen, bunlar hiç olmayacaktı. İlacı, mamanın içine koydum. Büyük ihtimalle yemek istemeyecekti ama, yemesi gerekiyordu. “İşim bu beyefendi. Bir daha ki sefere, daha dikkatli olun. Malum, değer vermemiz gerekiyor hayvana.” Gizliden laf sokma. Bana baktığını hissettim. “Sanane?” Ters bir şekilde ona döndüm. “Bunu bir veterinere diyorsun,” dedim. Saygı görünecek bir adam değildi. Dişlerini sıktı. “Değer verip vermediği mi, nereden biliyorsun?” Kavga etmeye hazır gibiydi, bana uyardı. Mamayı zorlukla, Çavuş’a yedirdim. “Hayvana değer veriyorsun ama, ishal olmasına sebep oluyorsun. Ben sadece, anladığımı diyorum.” “Ön yargı,” dedi. “Çok kullanma derim. Anladıklar’ın, doğru olmayabilirde.” Bana, neden ders veriyordu? Bu ilaç, köpeğe iyi gelecekti. Zaten, çok usluydu ve tatlıydı. Tamam, sert bir tipi vardı ama, tatlıydı işte. İnsan sahibine bu kadar mı benzemezdi? Çavuşla ilgilenirken, “nasihat vermene ihtiyacım yok.” Siniri bozulmuş bir şekilde güldü. Gülünce çenesinde ki gamze ortaya çıktı. “Gelen herkese böyle mi davranırsın?” Samimiyetsizce gülümsedim. “Hayır tabiki de. Herkese, hak ettiği değeri veriyorum.” Bu adama, neden böyle davrandığımı bilmiyordum. Büyük ihtimalle, çavuş’a kuru fasulye yedirdiği içindi. Yaka kartıma baktı. “Cansu Bozok,” diye mırıldandı. “Senin soy ismini yanlış koymuşlar. Cansu Bozuk olsa, daha iyi olabilirdi. Çünkü, dengeler bozuk gibi.” Bana laf mı söylemişti?! Elimi yumruk yaptım. “Terbiye’ni bozma,” dedim dişlerimi sıkarak. “Ben mi terbiye mi bozdum? Aşk olsun veteriner hanım, siz başlattınız.” Sinir bozucu ayı! Elimde ki, ateş ölçeri tuttum. Vücudu sıcak gelmişti, o yüzden almıştım. Birşeyi yoktu ama, bu adamda olacaktı. “Evet, ve ben başlattığım işi bitiririm.” İnşallah. Kafasına doğru attığım da, refleks olarak ona gelen ateş ölçeri, tuttu. Dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. Böyle refleks mi olurdu? Ben galiba, son duamı etmeliydim. Yandan yanıma gelip, kolumdan tuttu. “Bana baksana sen, ne derdin var senin benimle?” Valla bir derdim yok, tersime geldin. Kolumu ondan çektim ama, bırakmadı. “Olum, bıraksana kolumu.” Bırakmadı ama. “Yok ya, sen ilk önce eline geleni kafama at, sonra bırak de. Yok öyle bir dünya,” dedi tersçe. Derin bir nefes aldım. Sakin ol Cansu, sakin ol kızım. Ben ne zaman sakin oldum ki? Yüzüne tokatı atınca, başı yana düştü. Elime baktım, alt dudağımı dişledim. Ben, neden tokat atmıştım? Bir Allah bilir. Geri bana baktığında, bozuntuya vermemeye çalıştım. “Deli misin,” diye sorunca, alttan alttan dikleniyordum ona. “Bek akıllı olduğum söylenemez,” dedim onu taklit ederek. “Belli, belli,” dedi sertçe. “Kim olduğunu bilmediğin adama, tokat atmandan.” Bu adam, hala nasıl sakindi? Sabır taşı mı yedin be adam? Başkası olsa, burayı bana dar ederdi. Lakin, bu adam hala sakindi. Bence, gerçekten de sabır taşı yemişti. Sert ama sakin olmayı nasıl beceriyordu, Allah bilir. Gözlerimle kolumu işaret ettim. “Kolumu bıraksan artık. Malum, lazım oluyor.” Bıraktı. “Sağol.” Arkamı dönüp, hiçbir şey yapmamışım gibi, eldivenlerimi çıkardım. Geri dönüp, boğazımı temizledim. “Verdiğim ilaç iyi gelecektir. Kuru mama ile pirinç gibi şeyler yesin. Yine de geçmezse, tekrar getirilmesi şart. Ve kuru fasulye yememesi lazım.” Sona kadar, dikkatle dinliyordu. Son cümlemi duyunca, gözlerini devirdi. Çavuşa bakınca, yüzünde güzel bir gülümseme aldı. “Koçum,” dedi kucağına alırken. “Kilo mu aldın lan? Duydun veteriner hanım’ı, bir daha yok kuru fasulye.” Dışarı çıkmadan önce bana baktı. “Bu arada, tokat yerine yumruk atmayı dene. Daha fazla etki eder.” Psikopat manyak! Bende onun gibi gözlerimi devirdim. “Bir daha gelirsen, denerim.” Gittiğinde ofladım. “Pislik herif!” Yine her zamanki gibi geçti. Hayvanlar ve durmadan soru soran insanlar. En son ise eve gitmeyi başarmıştım 🥀 “Güneş,” dedim ayakkabılarımı çıkarırken. Güneş, ev arkadaşımdı. Biraz pasaklıydı ama iyi yemek yapardı. Öğretmendi. Kapıyı kapattım ve, anahtarımı üstünde bıraktım. İçerden gitar sesi geliyordu. Kaşlarımı çattım. Birşeyler olmuştu, belliydi. İçeri girdiğimde, benim geldiğimi bile fark etmemişti. Duman’ın kolay değildir parçasını çalıyordu. “Gelir anam, gelir desem yalandır,” diye şarkıyı söylemeye başladı. “Güzel anam, canım anam, kolay değildir.” Nedensizce genzime yumru oturdu. Bu yumrunun sebebi, şehitlerimizdi... Kanlı beresi,” diye içten bir şekilde eşlik ettim. Sesim öyle gür, öyle hüzünlü çıkmıştı ki, ben bile şaşırmıştım. Sesimi duyunca, bana baktı. Gözünden akan yaşı görünce, yanına oturdum. “Güneş, neyin var?” Adının hakkını veriyordu. Bembeyaz teni, sarıya kaçan uzun kumral saçları vardı. Yeşil gözlü ile fındık burunluydu. Dolgun pembe dudakları, onu daha tatlı yapıyordu. Normalde yirmi beş yaşında, aynı yaşta olmamıza rağmen, benden küçük görünüyordu. Ben ise onun aksine, karadeliktim. Simsiyah saçlarım ile koyu kahverengi gözlerim, birbirimize zıttı. Esmer sayılmazdım ama beyaz tenlide değildim. Bende kahveden sonra, kırmızı ruj gelirdi. Kırmızı rujumu sürmezsem, kendimi çıplak gibi hissediyordum. Gitarı çalmaya devam etti ama söylemedi. “Cansu, ben çok kötüyüm,” dediğinde, elimi yüzüne dokundurdum. “Noldu Güneş’im? Sen canın sıkkın olmadan da, gitar çalmazsın.” Alt dudağını aşağıya sarktı. Gitarı bacaklarının arasına aldı. “Bir tane çocuk vardı, Ezgi. Benim öğrencimdi, akciğer kanseriydi. Bugün onu göremeyince, annesini aradım. Kansere yenilmiş…” Elimi ağzıma götürdüm. Daha fazla ağladı. Çocuklar, ölmemeliydi. Ne ruhen, nede bedenen. Çocuklar masum canlılardı. Peki ya, bu çocuk niye ölmüştü? “Dün bana ne dedi biliyor musun? Öğretmenim, ölmek istemiyorum. Ama, ölmekten de korkmuyorum. En azından, bu savaş dolu dünyadan kurtulacağım.” Benimde gözlerim doldu. Onun bunları düşünmemesi lazımdı. Çocukların bu dünyayı bilmemesi lazımdı. Bir çocuğun ruhunu öldürmekte cinayettir! Derin bir nefes aldım. “Güneş,” dedim. Bana baktı. “O küçücük bedeni, nasıl toprağa gömülecek Cansu? Beş yaşında, ölmek için çok küçüktü. Hayat neden bu kadar acımasız?” Hayat, acılarla doluydu. Gitar’ı tekrar eline aldı. Sevgili prensesim çalmaya başladığında, yutkundum. “Karanlığın içinde parlayan yıldız…” Kapı çalınca, bakma zahmetine bile girmedi. Ben ayağa kalktım. Kapıyı açınca, o adamı görmeyi beklemiyordum. Sabah, kavga ettiğim adamdı bu. O da beni görmeyi beklemiyor gibiydi. “Yuh ama,” dedim sesimi yükselterek. “Sapık mısın sen kardeşim?” Beni mi takip etmişti bu hıyar? Ben sana yapacağımı bilirdim. Yüzüne yumruğu çaktım. Başı yana düşmesinden başka, hiçbir şey olmadı. “Laf dinliyormuşsun.” Ben bunu döverdim. “Sen hala konuşuyor musun?” Bu sefer tokat atacaktım ki, bileğimden tuttu. “Her seferde, tek bir hak küçük hanım.” Bak, hala konuşuyordu. Diğer elimle karnına vuracaktım ki, onu da yakaladı. “Bırak! Beni takip etmenin bedelini, göstereceğim sana.” Kaşlarını çattı. “Lafını bil de konuş, ben kimseyi takip etmedim.” Hala sakindi! Ya adam, kavga etsene benimle. Bağır çağır, bende ağzına bir tane çakayım, ödeşelim. Tek başına sinirlenince, duvara sinirleniyormuş gibi geliyordu. Ona inanmadım. “Senin benim evimde, ne işin var o zaman? Bari iyi bir yalan bul, sert hıyar.” Dişlerini sıktı. “Bak, sabrım’ın da bir sınırı var.” İstediğim zaten bu. Sinirlenmen ve sana vurunca, haklı olmam. Alayla güldüm. “Sınırı geç o zaman.” Arkadan ayak sesi geldi. Gelen kişi Güneşti. “Cansu, abi,” dediğinde durdum. Abi mi? Yanımıza gelince, bileklerimi bıraktı hıyar. Şaşkınlıkla Güneş’e baktım. “Abin mi?” Güneş, ikimize baktı. “Evet,” dediğinde alt dudağımı dişledim. Galiba, çok yanlış kişiye bulaşmıştım. Güneş, büyük bir sevgiyle abisine sarıldı. Hıyarda gülümseyerek, ona sarıldı. Ne oluyordu? Yine de şansımı denedim. “Abin değildir de.” Abisini anlatmıştı. Askerdi ve Güneş’in annesi babası olmuştu. Annesi ile babası, onlar küçükken ölmüş, teyzeleri onlara bakmış. Barut Türkmenle, böyle karşılaşacak olmayı beklemiyordum. Yüzbaşına, ben neler demiştim? Adam ne derse haklıydı. Birde iyi diye anlatmıştı Güneş. Neresi iyi bunun be?! Ah şansız kaderim, bir kere yüzüme gül be gülüm. Hayır, hiç benzemiyorlardı. Birisi esmer bomba, diğeri beyaz papatya. Ben nereden anlayabilirim? Bilsem, yapmazdım ki. Güneş, yanaklarını öptü oh çekerek. “Aslan abim gelmiş be. Ben sana şimdi, dünden kalan mantıyı veririm. Hemde bol sarımsaklı, yine iyisin.” Barut, Güneş’e baktı. “Yerim abim. Ama, arkadaşınla tanıştırmayacak mısın?” Naneyi yemiştim. Zorlukla gülümsedim. Güneş geriye çekilerek, ikimize baktı. “Abim, Barut. Abi, ev arkadaşım Cansu. Cansu, abim’in daha yeni tahini çıktı. Bir günlük evde kalmasında, senin için sorun olmaz değil mi?” Ananı… Yine de kıramazdım. “Tabii, kalsın.” Yanında çavuşu gördüm. Yanıma gelip, üstüme çıkmaya çalıştı. Olduğum yerde çömelip, onu sevmeye başladım. Kesinlikle sahibine benzemiyordu. Yandan, Barut’a baktım. Yanında hiçbir şey getirmemişti. “Memnun oldum Barut.” Aralarında üç yaş var diye biliyordum. Abi demem saçma olurdu. “Bende memnun oldum Cansu.” Güneş’e, beni şikayet etmezdi bence. Of Allah'ım, of. Amacım kesinlikle isyan değil ama, neden ben? Çavuşun kulağına eğildim. “Beni ispiyon etmez değil mi çavuş?” İki kere havladı. Tedirginlikle baktım. “İyi, acısını çıkarmazda.” Bu sefer, havlamadı. Ben aldım cevabımı çavuş. Güneş mutfağa doğru gitti. Abisini çok sevdiği malumdu. Abisi geldiği an, acısını unutmuştu resmen. Ayağa kalktım. Barut’ta ayakkabıları çıkarmış, salona doğru yürüdü. Yanımda durup, yandan bana baktı. “Güzel bir gün olacak.” Aynı şeyleri düşünmüyoruz. Salona gittiğinde, ofladım. “Haklı çıktın çavuş, bu adam acısını fena çıkaracak.” Çavuşa baktım. “Salak Cansu, salak. Hayır adama neden sert hıyar diyorsun ki? Kavga edecek adam mı kalmadı? Geç, bak işine.” Çavuş havladı. Farkındayım çavuş. Bir günü zehir edecek bana. Hayır birde yüzbaşı, daha da beter. “Biliyorum.” Salondan ses geldi. “Dediklerini duyuyorum,” dediğinde dudaklarımı birbirine bastırdım. “Yanlış duymuşsundur.” Yalanın bastın Cansu. Adam yüzbaşı, yüzbaşı. Keskin kulakları var, ne yanlış duyması? Daha fazla orada kalamayacağım için, meburluktan bende salona girdim. Onun yanında oturmak yerine, tekli koltuğa oturdum. Televizyonu açtım, ona bakmamak için. Haberleri geçtim, sinirlenmeye gerek yoktu. Maçı da geçmek zorunda kaldım, yeterince rezil olmuştum. Karşıma hababam sınıfı çıkınca, keyfim yerine geldi. Yerimde kıvranarak, rahat bir şekilde oturdum. İki çift gözü, üzerimde hissediyordum. Kömür gözlerini, ne zaman üzerimden çekecekti? İstese belli etmeye bilirdi, göz göre göre, bunu yapması sinir bozucuydu. Zaten o da bunu istiyor olmalıydı. Hala, ev arkadaşımın abisine yumruk attığıma inanamıyordum. Adam birde yüzbaşıydı. Niye buna bu kadar taktım, bilmiyorum doğrusu. Ev arkadaşını geçtim, bir askere tokat atmıştım. Alt dudağımı dişledim. “O gözlerini üzerimden çek.” Ben akıllanmazdım. Bir ben birde Dilber akıllanmak bilmezdik. En azından yılan Eyşan değiliz Dilber. Öyle düşünelim. Ona baktığımda, gözlerini hala üzerimden çekmemişti. Yüzümde her ne gördüyse, gülerek televizyona döndü. “Biraz rahat olmayı dene Cansu. Malum, kavga her zaman çözüm yolu olmuyor.” Ağzımı açtığım an geri kapattım. En iyisi cevap vermemekti. Ulan, sert hıyar. Ben nereden bileyim, sen Güneş’in abisi’sin? Sabah kahvaltısı etmemiştim ben, o yüzden iki kat sinirliydim. Tamam kafana ateş ölçer atSusarak, televizyona döndüm. Bir süre sonra, yine üstümde bakışlarını hissettim. Gıcıklığına yapmıyorsa, bende birşey bilmiyorum. Tek bir amacı vardı, beni sinir etmek. Ben onun sinirlenmesini istemiştim, kendim sinirlenmek değil. Tekrar ona baktım. “Ya bak, özür dilerim. Ama ben nereden bileyim canım? Hem seninde benden özür dilemen gerek.” En uzun sesiz kaldığım zaman desek, az önceyi derdim. “Neden küçük hanım?” Doğru soru Cansu, neden özür dilesin adam senden be. Adamı dövdüğün için mi? “Çünkü,” diyip kaldım. Alayla kaşlarını havaya kaldırdı. “Çünkü?” Aklıma gelen şeyle, içimden kahkaha attım. “Benim duygularımla oynadın.” Bu cümle biraz, bozuk olmuştu. Güldü halime. Bu ilk başta da, bu kadar sevecen miydi? Kesinlikle değildi. “Nasıl oynamışım duygularınla,” diye sordu. “Oynadın tabi. Alınma ama, duvar gibi karşımda durdun. Birde hayvan sever bir insana, çavuşa kuru fasulye yedirdiğini söyledin. Bide laf soktun, yani hak ettin o tokadı.” İyi kıvırıyordum. Böyle devamdı. “Şimdi gelince yumruk attım ama neden attım, sor.” Yine güldü. “Neden Cansu?” Güzel soru, aferim. “Dediğim gibi, ev arkadaşımın abisi olduğunu bilmiyordum. Empati yap biraz canım. Gıcık bir adam, kapına gelmiş. Haberlerde izliyoruz, biliyorsundur. Hem gitmeden, bir dahakine yumruk at demiştin. Ben insanların fikirlerine saygı duyarım, o yüzden attım. Ben bunlara rağmen, özür diledim. Şimdi sende dile, ödeşelim.” Ben hayatımda, böyle u dönüş görmemiştim. Kıvırmak demek benim işimdi. Suçlu olmama rağmen, haklı çıkardım. Veteriner olmasam kesin avukat olurdum. Dilini damağına vurdu. “Özür dilemiyorum.” Altta kalan elimi yumruk yaptım. “Nedenini söyle.” Hayır Cansu, elinde ki kumandayı atmayacaksın. Atsan bile, örümcek adam gibi tutuyordu. O yüzden, rezil olmaya hiç gerek yoktu. Güneş içeriye girince, konuyu uzatmadım. “Teyzem yarın geliyormuş abi. Onun zaten burada evi var, orada kalacak.” Teyzesini biliyordum, Cemre abla. Çok tatlı kadındı. Bu kadar tatlı kadın, nasıl bir odun büyütmüştü? Anlamıyorum doğrusu. Barut, gitara baktı. “Kim sıktı canını,” dedi Güneş’e. Güneş omuz silkti. “Kimse abi. Evde boş boş oturuyordum işte, çalayım dedim.” Söylememişti gerçeği. Büyük ihtimalle, üzülmesini istemiyordu. Barut, birşey demedi. Pek inanmışa benzemiyordu ama, sorgulamadı. Güneş yandan sehpa’yı alıp, önüne koydu. Mantıyı da sehpa’ya koyup, Barut’a verdi. “Afiyet olsun.” Boğazında kalır inşallah. Televizyona döndüm. Hababam sınıfı’nı birçok kere izlemiştim. “Cansu, bunu kaç kere izledik ya,” dedi Güneş. Ona dönüp, kumandayı kucağına attım. “Al, sen aç o zaman.” Kumandayı eline alıp, kapattı. “Dur, şarkı açacağım.” Ne açacaktı acaba? Şarkıyı açınca ayağa kalktı. Bu şarkıyı biliyordum. Bu ya ben anlatamadum şarkısıydı. “Ellere yağmur oldin, bana damlamiyorsun.” Dans etmeye başladı. “Elumda çiçeklerum, çoktur diyecuklarım. Aç kapıyı sevduğum, yoktur gidecek yerum. Boylarına bakarum, saçına gül takarum. Kız senin gülüşüne, İstanbul’u yakarum.” Güldüm haline. “Ya ben anlatamadum, ya sen anlamiyorsun. Ellere yağmur oldin, bana damlamiyorsun.” Şarkı bitene kadar, dans etti kendi kendine. Barut gülümseyerek, kardeşini izliyordu. Çavuş’ta, Güneş gibi dans etmeye başladı. Çavuş iki ayak üzerinde durunca, Güneş kollarından tuttu. “Benim sevgilim de gelmiş.” Güldüm hallerine. Barut’a ön yargılı davrandığımı fark ettim. Sevdiklerine karşı, pamuk gibi insanmış meğersem. Tekrar diyorum, ben bunu nereden bilebilirdim? En azından, birbirlerini seviyorlardı. Beni seven bir ailem bile yoktu. Bir kere onlarla böyle eğlendiğimi hatırlamıyordum. Aile demek, sadece kan bağı olması mıydı? Bizim ailede öyleydi. Annem ayda bir kere arar, onda da beş saniye konuşurdu. Babam ise hiç aramazdı, beni de çok sevmezdi zaten. Benim ailemde diyebileceklerim bu kadardı. Umursamaz ebeveyn vakası. Belki de, bu yüzden bu kadar sinirliydim. Kendi yaşadıklarımı, içimde çözemiyordum. Bu yüzden de, insanlara sataşıyordum. En kötüsü ise, bunu bilip yapmaya devam etmekti. Veteriner olmamın sebebi de buydu. İnsan doktoru olmak yerine, hayvan doktoru olmuştum. Çünkü hayvanlar üzmezlerdi, bebek gibi masumlardı. İnsanlar korkunç dedikleri hayvanlardan, daha korkunç olduklarının farkında değildi. Onlara iyi davranırsan, onlar size kötü davranmazdı. Burada ki suç hayvanların değil, insanlarındı. Daha doğrusu, insanlar daha çok hayvanlardı. Bu sözüm, gerçekten insanlık bilenler için geçerli değildi. Benim sözüm, kötü insanlara idi. Güneş seslenince, dalgın dalgın bakmayı kestim. “Ne,” dedim ona. “En sevdiğin şarkıyı açtım kızım, senin şuan oynaman gerekiyor.” Öyle mi gerekiyordu? Arkadan, son arzum çalıyordu. Gülümsedim şarkıyı duyunca. Gözlerime bakıpta herşeyi anlasalar... Ben gözlerinde yalan söylediğini, çok önceden öğrenmiştim. Gözlerde yalan söylerdi, herkes yalan söylerdi. Benim ruhumu, şarkılar iyileştirirdi. Onlar, içimizdekileri söyleyenlerdi. Ruhumuzu anlatan tek şeylerdi. Benim hayatım şarkılardan ibaretti. Onlarsız ben bir hiçtim. Ayağa kalktım. “Güneş, işte yoruldum biraz. Uyusam sorun olmaz değil mi?” Sorun olmayacağını belirtince, odama gittim. Ve benim ömrümün sonuna kadar, çıkmak istemediğim odam. Makyaj masama oturdum. Yüzümde ki makyajı silip, yüz kremimi sürdüm. Sandalyeye yasladım, bir süre boyunca aynaya baktım. Gözlerimin altı uykusuzlukltan kararmış, hafif şişmişti. Akşamları nöbet çok tutmazdım. Uyku düzenim yoktu. Masaya ayaklarımı koydum, sandalye de rahatça oturdum. Pantolonumun cebinden sigara paketini çıkardım. İçinden bir sigara ile çakmağı aldım. Sigara paketinin içine çakmağı koymak daha pratikti. Sigarayı, işaret ile orta parmağımın arasına aldım. Ağzıma götürüp, sigarayı yaktım. Paketi ile çakmağı işim bitince, masaya koydum. Dumandan derin bir nefes çektim. Her sigarayı, geçmişime yakardım. Çok kolay bir çocukluk geçirmemiştim. Ama, geçirmiştim işte. Sonunda genç bir kadın olmuştum. Yaralı ama güçlü bir kadın. Derin bir nefes daha aldım. Masanın köşesinde, küllük vardı. Önüme çekip, sigaranın külünü döktüm. “Böyle hayatı sikeyim.” Havanın kararmasına, bir saatten az vardı. İsmimin anlamı hayat suyu demekti. Keşke o hayat suyu, bana yarasaydı. Bana pek uyan bir isim değildi. Hava çoktan kararmıştı. Güneş’in, “abi yatağın hazır. Nen uyumuya gidiyorum,” dediğini duydum. Karşı odada kalıyordu. Karşıdan ayak sesi duydum. Kapı açılıp kapanınca, ayağa kalktım. Biraz hava almak iyi gelecekti. Makyaj yapmama gerek yoktu, makyajsızda güzeldim. Sigaramı ile çakmağımı geri, pantolonumun arka cebine koydum. Odamda çıkıp, dış kapıya yürüdüm. Salondan, “nereye,” diyen sesi duydum. Bu uyumamış mıydı hala? Arkamı döndüm, düzgün cevap verip, uğraşmamak en iyisiydi. “Uyku tutmadı, biraz hava almak iyi gelir.” Uyku bende hiç tutmuyordu. Kaşlarını çattı. “O cropla mı dışarı çıkacaksın?” Elimi yumruk yaptım. “Sanane kardeşim? İstediğim kıyafetle dışarı çıkarım.” Bunalmış bir şekilde baktı. “Şubat ayındayız Cansu. Kar yağıyor dışarıda, üşüteceksin.” Beni mi düşünmüştü? Yumruk yaptığım elim gevşedi. “Bana birşey olmaz, yine de sağol.” Kapının üzerinde bıraktığım anahatarı aldım. Kapıyı açtım, ve spor ayakkabılarımı giydim. Evden çıkınca, arkamdan kapıyı kapattım. Apartmanın üçüncü katındaydık. Asansörü kullanmak yerine, merdivenlerden aşağı indim. Dışarı çıkınca, soğuk bedenime vurdu. Yüzümde buruk bir gülümseme yer aldı. Bu hissi seviyordum. Küçük yerde, az insan olurdu. Suriye sınır bölgesinde yaşadığımız için, çok insan yoktu. Bu daha güzel birşeydi. İnsan yok ve kafa dinlemek var. Ellerimi önümde bağladım. Yürüyerek başımı yukarı kaldırdım. Kar yüzüme vurunca, gözlerimi kapattım. Ve soğuk hava, bana iyi gelen tek hava durumu. Donana kadar, karın altında durduğumu hatırlıyordum. Şort ile bunun gibi crop vardı üzerimde. Zorunluluktan değil, kendi isteğimle kalmıştım saatlerce. Her aklım bunalınca, yapardım bunu. Bazen uyuya kalır, Güneş beni uyandırırdı. Çekilmez bir insan olmama rağmen, beni çekebiliyordu. O yüzden, en iyi tarafımı ona gösteriyordum. Boş bir bank görünce, ona oturdum. Yanımda telefon yoktu, biraz fazla uzaklaşmıştım. Bir sigara çıkarıp, yaktım. Derin bir nefes çektim yine içime. Benim acılarımı yansıtma şeklim buydu. Bir sigara yakar, kendim gibi kül haline getirirdim. Her gülen mutlu olmuyordu, her ağlıyanın, güçsüz olmadığı gibi. Geceler, insanların maskelerinin kalktığı zamandı. İyi bir oyuncuydum. Geceler hariç, kimse gerçeğimi göremezlerdi. Kimse de neyin var diye sormamıştı. Sorsalar, gece geç uyudum derdim. Daha doğrusu, düşünmekten uyuyamıyordum. Yeni bir sigara daha yaktım. “Hey insanoğlu, mutluluk diye birşey yok. Bakın bana, kendimden biliyorum.” Kimse olmayınca, rahatça konuşabiliyordum. Bu birazcık şizofrene kaçıyordu galiba. Bir duman çektim. “Hayır, bakamayacaklarsa bu siktiğimin dünyasına, neden getiriyorlar? Sonra hayatta bıkma, ölme isteği ve bir sürü sinir bozukluğu. Sonra diyorlar, neden sinirlisin? Kendime sinirliyim ben amına koyayım. Haksız mıyım?” Yanıma oturan, sokak kedisine baktım. Siyah bir kediydi. Boş boş bana bakınca, ofladım. “Haklıyım, sende biliyorsun. Terapiye gidersem, kesin kırmızı reçete verir. O yüzden, içimde yaşamak daha iyi. O içim ne zaman patlayacak, bende bilmiyorum.” Arkama yasladım. Güldüm deli gibi. “Bir insan, evladını sevmez mi? Amına koyayım, bir kere saçını okşamaz mı? Kızım, neyin var demez mi? Ama yok, Arda Bozok bunları yapmaz. O döver, kırar, söver ve parçalara ayırır. Tehdit eder, boğazına bıçak dayar ve ruhunu öldürür.” Gözümden bir damla yaş aktı. “Sonra da kalk der, kalkacak hal bırakmış gibi.” Susup, beni dinlemesi bile iyi gelmişti. “Bunları yaşarken, sadece izleyen Devin Bozok. Sesiz kalan, çocuğunun ölmesine izin veren Devin Bozok. Çok iyi değil mi? Harika! Ruh hastası aileden, sağ çıkmaya çalışmak. Ama birşeyi çok iyi öğrettiler bana. Merhamet göstermemeyi. Lakin ben onlar gibi değilim, sevdiklerime karşı canımı veririm.” Arda Bozok’a bile… Kediye baktım. “Yanına uzanabilir miyim?” Miyavlayıp, kucağıma geldi. Ona sarılarak, üşümesini engellemeye çalıştım. Sabah zaten çok soğuk olmuyordu. Bu akşam, benimle uyuyabilirdi. Yana doğru uzandım. Bankta uyumaya alışıktım. Gözlerimi kapattım, bu küçük dostum olmasa, hayatta uyumazdım. Beş gündür uyumuyordum, artık uyumam gerekiyordu. Sabah eve giderdim. Kollarımla üşümemesi’ni sağlamaya çalıştım. O da uyuyunca, bende uyuyabilirdim. Yerimde kıvranarak rahat bir şekilde uzandım. Sıcak yatağım varken, burada uyumam… Buna delilik derlerdi ama bana göre bu, tek kişilik terapiydi. Odamda duvarlar üstüme üstüme geliyordu, soğuk hava en iyisiydi. Uykuya dalmadan önce, gerçek mi anlamadığım bir ses duydum. “Ben seninle ne yapacağım Cansu?” Kesik kesik gelmişti Barut’un sesi. “Bilmem,” dedim uyku sersemiyle. Bir süre sonra, havalandığımı hissettim. “Bırak beni,” dedim gözlerim kapalı. “Hasta olunca, iki kat sinirli olursun falan. O yüzden bırakamam.” Göğsüne bir tane Gözümü açınca, beyaz tavanla karşılaşmayı beklemiyordum. Gözümü ovuşturdum, ben neden odamdaydım? Kollarımdan destek alarak, oturdum. Güneş mi beni bulmuştu? Ayağa kalktım, duvarda ki duvar saatine bakınca, dudaklarım aralandı. Öğlen ikiye kadar uyumuş muydum ben?! Saat bozulmuş olmalıydı. Telefonumu aramaya başladım. Yastığımın altında bulunca, “yanlış olmalı,” dedim kendi kendime. Telefonu açınca, saatin yanlış olmadığını fark ettim. Hayatımda ilk kez, bu kadar uyumuştum. Büyü yapmış olmaları gerekiyordu. Odamdan, yangın varmışcasına çıktım. Bugün pazardı, izinli günümdeydim. “Güneş!” Odasına girdiğimde, yoktu. Salona girdiğimde, televizyon izlediğini gördüm. Bağırışımla, endişelenerek bana baktı. “Ne bok yedin?” Genellikle, bir bok yiyince böyle bağırıyordum. “Bu sefer iyi bir bok yedim.” Kaşlarını sorgularak çattı. “Nasıl? Hem, senin yüzüne renk gelmiş. Hangi parlatıcı kremi sürdün, link ver.” Ben ne diyorum, bu ne diyor. Koyun can derdinde, kasap et derdinde. “Ben saat ikiye kadar uyumuşum. Evi bir okutalım, büyü yaptılar bana kesin.” Rahat bir nefes verdi. Gülümsedi halime. “Ne güzel işte. Saat yedi de uyudun, iki de kalktın.” Doğrusu, en az gece üçte uyudum, öğlen ikide kalktım. On bir saat uyumuştum! “Oha, yirmi saat mi uyudun? Bence de yüzüne renk gelmeli.” En iyi uyuma rekorum, sekiz saat’ti. Oda iki tane uyku ilacı ile olmuştu. Hiç uyku ilacı kullanmadan, on bir saat uyumuştum. “Keşke eve getirmeseydin beni Güneş. Dinlenmeye ihtiyacım vardı benim.” Ne dediğimi anlamamış gibiydi. “Sen dışarı mı çıktın? Ben seni eve filan getirmedim,” dedi. Kendi isteğimle gelecek halim yoktu ya. Koridora baktım. “Abin nerede senin,” diye sordum. “Sabah erkenden gitti.” Sesi üzgün çıkmıştı. “Daha ilk günden, göreve gitti. Birkaç gün yokmuş, öyle söyledi.” Nedensizce içim huzursuz oldu. “Asker o Güneş, zaman dinlemez.” Yanına oturdum kendime gelmeye çalışarak. Oturduğumda, yanımıza çavuş geldi. “Bak, asma suratını. En azından, sevgilin burada.” Yüzü anında güldü. Gülünce güneş açıyordu sanki. Onun gibi kolay gülmeyi isterdim. Dizlerini vurunca, çavuş kucağına çıktı. “Sevgilim, canım. Ya ben sana çok aşığım, evlen benimle,” dedi eğlenmeye çalışarak. Çavuş yüzünü yalayınca, kısık sesle kahkaha attı. “Aa, bu evet demek mi? Biliyorum bebeğim, ben de zaten hayır’ı beklemiyordum zaten.” Deli kız. Hayır demek, mümkün değildi. “Bende nikah şahidi oluyorum.” Hala şaşkındım. Ben nasıl on bir saat uyumuştum? Dediğim gibi, bu imkansızdı. Benim normal bir düzenim olamazdı. Benim uykum bile düzenli değildi, hayatım nasıl düzenli olsun. Beni onayladı. Biraz çavuşla uğraştıktan sonra, çavuş gitti. Güneş ayağa kalktığında, birşey demedim. “Gerçekten delirmeye başladım galiba.” Ellerimi saçlarıma geçirdim. Delirme Cansu, kendine gel. Bir kerede akıllı düşün Cansu. Bu siktiğimin beynini, çalıştır biraz. Üstümdekiler değişmemişti. Elimi pantolonumun arka cebine attım. Sigara paketini açtığımda, sigara kalmadığını fark ettim. “Siktir,” dedim i’yi uzatarak. Dün bir paket bitirmenin acısını, sigarasız kalmakla çekiyordum. Ayağa kalktım. “Güneş,” dedim mutfağa yanına giderek. “Sigaran varsa versene,” dediğimde delirmişim gibi baktı. “Ben sigara kullanmıyorum Cansu, unuttun mu? Hem bin kere söyledim, içme o zıkkımı. Veterinersin, hayvanların hayatını kurtarıyorsun ama, kendini öldürüyorsun.” Adı üstüne, hayvanları kurtarıyordum. Yanağından makas aldım. “Adı üstüne Cansu, veterinerim ben. Hayvanları kutararım, insanları değil. Hem o zıkkım dediğin, benim yaşama kaynağım.” İçmenin çok zararlı olduğunu biliyordum. Derdi azda olsa azaltması dışında, zararlarını umursamıyordum.
Maalesef dercesine baktı bana. “Sigaram yok ama, kahvem var. Sen şimdi soğuk istersin, sana soğuk kahve yaparım.” Nasılda tanıyordu, güneş tanrıçam benim. “Bana özel yaptığını isterim ama.” Kahve malzemelerini çıkardı. “On beş dakikaya hazır.” Mutfaktan çıkarak, dış kapıya yürüdüm.
Kapıcı Veli abi, sorunumu halledebilirdi. Kapıyı açıp, aşağıya doğru bağırdım. “Veli abi, acil durum.” Onun mesai, çoktan başlamış olmalıydı. İkinci kattan, yanıma geldi. “Ne alayım Cansu?” Acil durum sıralamam, sabitti.
“Sigaram bitmiş, sana zahmet olmazsa alsana. Parlament olsun.” Cebimden yüz lirayı çıkarıp, parasını verdim. “İki paket al ama. Sonra hemen bitiyor.” Parayı alıp, gidince kapıyı kapattım. Bu sorunu da çözmüştük.
Ayakkabılık’ta boy aynasında kendimi görünce durdum. Yüzüme dokundum inanamaz bir şekilde. Yüzüme renk gelmişti anında. İlk defa ten rengim böyleydi. Uyku herşeyi çözüyordu demek.
Arda Bozok’un bıraktığı renksizlik, ne olmuşta renk gelmişti? Bunca yılın acısını çıkarmış olamazdım. Harbiden, ben ne zamandır böyleydim? Saymayı unutmuştum.
Telefonum çalınca, salona gittim. Otururken telefonumu koltuğa bırakmıştım. Arayan kişiyi görünce, alayla gülümsedim. “Devin Bozok,” dedim kendi kendime. “Vay be, arar mıydı o beni?” Dilimi damağıma vurdum. “Aramazdı.”
Telefonu açıp, kulağıma götürdüm. Götürdüğüm an, bağırış sesini duymam bir oldu. Sesli bir şekilde güldüm. “Formdan düşmemişiz Devin Bozok. Ne oldu, soy adınızı lekeleyecek birşey mi yaptım? Ya da yok, sen babama özeniyorsun.” Onları alaya almaktan başka birşey yapamazdım.
Sesi sinirli geliyordu. “Haberleri aç Cansu!” Yüzümde ki alaylı gülümsemeyi bozmadım. “Tamam şampiyon.” Televizyondan haberlere açınca, Güneş’te gelmişti.
Haber başlığında, sokak ortasında adam dövdü! Sopayla adama vuran ben vardım. Polisler olmasa, o adamın kafasını kırardım. Bilerek yavru köpeğin üzerinden geçmişti şerefsiz! Kamera kayıtları olmasaydı, halim kötüydü.
“Ha, sen bunu diyorsun. Peki bundan, sanane sevgili annem?” Aralarımız pekte iyi değildi. “Babanın ne iş yaptığını biliyorsun! Sokak ortasında adam dövüp,” dediğinde devamını ben getirdim. “Soy adımızı nasıl kirletirsin Cansu! Ben babamın ne iş yaptığını biliyorum, çocuk psikolojisi bozmak. Ya da yok ya, hayatı mahvetmek. Anne, hoparlörde olduğunu biliyorum.” Sesimi Arda Bozok’ta duyuyordu.
Derin bir nefes aldım. “Baba, daha sayayım mı? Yok, sana koymaz çünkü, çeneme yazık. Sana tek birşey diyeceğim, sonra kapatacağım. Sen benim bu hayatıma karışamazsın.” Telefonu aldığını, hoparlörden çıktığını işittim. “Peki, benim yarattığım hayatı?” Dişlerimi sıktım.
Elimi alttan yumruk yaptım. “Senden nefret ediyorum! O zengin hayatında yerin dibine batsın! Anla artık, ben o hayatta yokum artık. Ben, sensiz bir dünya inşa ettim! Bazen ne diyorum baba biliyor musun? Beni öldürmeye çalıştığın zaman, keşke başarsaydın. O zaman bu kadar kötü olmazdım.” Güldüğünü işittim. “Ah, keşke kızım. O gün seni öldürseydim, senden daha fazla nefret etmezdim.”
Tırnaklarımı avcumun içine batırdın. “Ulan sen benim hayatımı mahvettin! Sen benim hayatımı çaldın, hayatımı! Bunların tek suçlusu, sensin baba. Ben ne yaptım, adam mı öldürdüm he? Beni neden öldürdün baba? Şimdi gelmişsin, soy adımızı kirletme diyorsun. Benim hayatım kan lekesi baba, onu ne yapacağız?” Kendimi yine tutamamıştım.
Telefonu kapatacakken, dediğiyle durdum. “Sevilecek bir kız değilsin çünkü. Salak, zavallının tekisin.” Dedikleriyle sendelendim geriye doğru. “Sen benim tek hatamsın.” Genzime yumru oturdu.
“Sende benim, en büyük keşkemsin baba. Çünkü sen, keşke denilecek bir babasın. Annem ile sana iyi hayatlar diliyorum. Sakın bir daha bana karışmayın. Çünkü ben, acımasızlığı senden öğrendim Arda Bozok.” Telefonu yüzüne kapatıp, koltuğa attım.
Güneş karşıma geçti. “Cansu,” dediğinde elimi kaldırıp susturdum. “Sorun yok, iyiyim. Sadece sinirlendim, her zaman ki gibi.” Elinde ki kahveyi aldım. Soğuk bana iyi gelecekti. Tek dikişte bütün kahveyi içip, masaya koydum. “Kahve için teşekkür ederim.” Odama girecekken, önüme geçti.
Gözlerinde acıma yoktu, hiç olmamıştı. “Seni öldürmeye mi çalıştı?” Öldürmeye teşebbüs etti demeyelim de, yemeğime zehir koydu diyelim. “Evet ama, o konu biraz karışık. Boşver Güneş, ne sen duydun nede ben söyledim. Ben iyiyim,” dediğimde başını iki yana salladı.
“Değilsin Cansu. Ben seni kardeşim gibi gördüm, hala görüyorum da. İkimizde aynı kişilerden yaralıyız, bizi bizden başka kimse anlayamaz.” Değildik işte.
Gülümsedim zorlukla. “Senin ailen şerefliydi, çocuklarını seviyordu Güneş. Benimkiler yaşıyor lakin, ben ölüyüm. Doğru, aynı kişilerden yaralıyız ama, farklı konulardan yaralıyız.” O benim gibi düşünmüyordu.
Ben utanılacak biriyim Güneş. Öz babam bile benden nefret ediyorken, kim sever beni? Bunu bile bile hala yaşıyorum. Ölmek istemiyorum çünkü ben, bir ölü olmama rağmen.
Ama biliyorum, bir çocuğun ruhunu öldürmekte cinayettir. Arda Bozok, bir katildi. O benim katilimdi. Yinede sustum herşeye rağmen.
Ruh hastası bir baba, sinirli bir kız. Biz sadece böyle adlandırabilirdik. Çok pardon, o ve ben… Bunun tek sebebi yine aynı adamdı.
Güzel hayatıma rağmen, geçmişimden kurtulamamıştım. Geçmişimde ise sadece babam vardı. Babamın olduğu yerde ise, sadece karanlık. Ben karanlıktan korkuyordum, karanlığa aşık olmama rağmen. Biliyordum çünkü, aydınlığı gördüğüm an, karanlığı arayacaktım.
Önümden çekilince, banyoya girdim. Soğuk suyun altında, saatlerce bekledim. Her üşümede, bir anı. Her anı da, bir kabus. Ve her kabusta, koskoca bir hayat.
O İstanbul'da bilinen, ünlü iş adamı Arda Bozoktu. Onun çocuğu onun soy ismine lekeydi. Bu kabul edilemez birşeydi.
Arda Bozok, benim katilimdi. Ben katilimin, beni bir kere sevmesini isterdim.vurup, kafamı rahat bir şekilde, göğsüne yasladım. “Gıcık,” dedim en son. Sonrası derin bir uykuydu... 🥀
Gözümü açınca, beyaz tavanla karşılaşmayı beklemiyordum. Gözümü ovuşturdum, ben neden odamdaydım?
Kollarımdan destek alarak, oturdum. Güneş mi beni bulmuştu? Ayağa kalktım, duvarda ki duvar saatine bakınca, dudaklarım aralandı. Öğlen ikiye kadar uyumuş muydum ben?! Saat bozulmuş olmalıydı.
Telefonumu aramaya başladım. Yastığımın altında bulunca, “yanlış olmalı,” dedim kendi kendime. Telefonu açınca, saatin yanlış olmadığını fark ettim. Hayatımda ilk kez, bu kadar uyumuştum.
Büyü yapmış olmaları gerekiyordu. Odamdan, yangın varmışcasına çıktım. Bugün pazardı, izinli günümdeydim. “Güneş!” Odasına girdiğimde, yoktu. Salona girdiğimde, televizyon izlediğini gördüm.
Bağırışımla, endişelenerek bana baktı. “Ne bok yedin?” Genellikle, bir bok yiyince böyle bağırıyordum. “Bu sefer iyi bir bok yedim.” Kaşlarını sorgularak çattı.
“Nasıl? Hem, senin yüzüne renk gelmiş. Hangi parlatıcı kremi sürdün, link ver.” Ben ne diyorum, bu ne diyor. Koyun can derdinde, kasap et derdinde. “Ben saat ikiye kadar uyumuşum. Evi bir okutalım, büyü yaptılar bana kesin.” Rahat bir nefes verdi.
Gülümsedi halime. “Ne güzel işte. Saat yedi de uyudun, iki de kalktın.” Doğrusu, en az gece üçte uyudum, öğlen ikide kalktım. On bir saat uyumuştum! “Oha, yirmi saat mi uyudun? Bence de yüzüne renk gelmeli.”
En iyi uyuma rekorum, sekiz saat’ti. Oda iki tane uyku ilacı ile olmuştu. Hiç uyku ilacı kullanmadan, on bir saat uyumuştum. “Keşke eve getirmeseydin beni Güneş. Dinlenmeye ihtiyacım vardı benim.” Ne dediğimi anlamamış gibiydi.
“Sen dışarı mı çıktın? Ben seni eve filan getirmedim,” dedi. Kendi isteğimle gelecek halim yoktu ya.
Koridora baktım. “Abin nerede senin,” diye sordum. “Sabah erkenden gitti.” Sesi üzgün çıkmıştı. “Daha ilk günden, göreve gitti. Birkaç gün yokmuş, öyle söyledi.” Nedensizce içim huzursuz oldu. “Asker o Güneş, zaman dinlemez.”
Yanına oturdum kendime gelmeye çalışarak. Oturduğumda, yanımıza çavuş geldi. “Bak, asma suratını. En azından, sevgilin burada.” Yüzü anında güldü. Gülünce güneş açıyordu sanki. Onun gibi kolay gülmeyi isterdim.
Dizlerini vurunca, çavuş kucağına çıktı. “Sevgilim, canım. Ya ben sana çok aşığım, evlen benimle,” dedi eğlenmeye çalışarak. Çavuş yüzünü yalayınca, kısık sesle kahkaha attı. “Aa, bu evet demek mi? Biliyorum bebeğim, ben de zaten hayır’ı beklemiyordum zaten.” Deli kız.
Hayır demek, mümkün değildi. “Bende nikah şahidi oluyorum.” Hala şaşkındım. Ben nasıl on bir saat uyumuştum? Dediğim gibi, bu imkansızdı. Benim normal bir düzenim olamazdı.
Benim uykum bile düzenli değildi, hayatım nasıl düzenli olsun.
Beni onayladı. Biraz çavuşla uğraştıktan sonra, çavuş gitti. Güneş ayağa kalktığında, birşey demedim. “Gerçekten delirmeye başladım galiba.” Ellerimi saçlarıma geçirdim. Delirme Cansu, kendine gel. Bir kerede akıllı düşün Cansu. Bu siktiğimin beynini, çalıştır biraz.
Üstümdekiler değişmemişti. Elimi pantolonumun arka cebine attım. Sigara paketini açtığımda, sigara kalmadığını fark ettim. “Siktir,” dedim i’yi uzatarak. Dün bir paket bitirmenin acısını, sigarasız kalmakla çekiyordum.
Ayağa kalktım. “Güneş,” dedim mutfağa yanına giderek. “Sigaran varsa versene,” dediğimde delirmişim gibi baktı. “Ben sigara kullanmıyorum Cansu, unuttun mu? Hem bin kere söyledim, içme o zıkkımı. Veterinersin, hayvanların hayatını kurtarıyorsun ama, kendini öldürüyorsun.” Adı üstüne, hayvanları kurtarıyordum.
Yanağından makas aldım. “Adı üstüne Cansu, veterinerim ben. Hayvanları kutararım, insanları değil. Hem o zıkkım dediğin, benim yaşama kaynağım.” İçmenin çok zararlı olduğunu biliyordum. Derdi azda olsa azaltması dışında, zararlarını umursamıyordum.
Maalesef dercesine baktı bana. “Sigaram yok ama, kahvem var. Sen şimdi soğuk istersin, sana soğuk kahve yaparım.” Nasılda tanıyordu, güneş tanrıçam benim. “Bana özel yaptığını isterim ama.” Kahve malzemelerini çıkardı. “On beş dakikaya hazır.” Mutfaktan çıkarak, dış kapıya yürüdüm.
Kapıcı Veli abi, sorunumu halledebilirdi. Kapıyı açıp, aşağıya doğru bağırdım. “Veli abi, acil durum.” Onun mesai, çoktan başlamış olmalıydı. İkinci kattan, yanıma geldi. “Ne alayım Cansu?” Acil durum sıralamam, sabitti.
“Sigaram bitmiş, sana zahmet olmazsa alsana. Parlament olsun.” Cebimden yüz lirayı çıkarıp, parasını verdim. “İki paket al ama. Sonra hemen bitiyor.” Parayı alıp, gidince kapıyı kapattım. Bu sorunu da çözmüştük.
Ayakkabılık’ta boy aynasında kendimi görünce durdum. Yüzüme dokundum inanamaz bir şekilde. Yüzüme renk gelmişti anında. İlk defa ten rengim böyleydi. Uyku herşeyi çözüyordu demek.
Arda Bozok’un bıraktığı renksizlik, ne olmuşta renk gelmişti? Bunca yılın acısını çıkarmış olamazdım. Harbiden, ben ne zamandır böyleydim? Saymayı unutmuştum.
Telefonum çalınca, salona gittim. Otururken telefonumu koltuğa bırakmıştım. Arayan kişiyi görünce, alayla gülümsedim. “Devin Bozok,” dedim kendi kendime. “Vay be, arar mıydı o beni?” Dilimi damağıma vurdum. “Aramazdı.”
Telefonu açıp, kulağıma götürdüm. Götürdüğüm an, bağırış sesini duymam bir oldu. Sesli bir şekilde güldüm. “Formdan düşmemişiz Devin Bozok. Ne oldu, soy adınızı lekeleyecek birşey mi yaptım? Ya da yok, sen babama özeniyorsun.” Onları alaya almaktan başka birşey yapamazdım.
Sesi sinirli geliyordu. “Haberleri aç Cansu!” Yüzümde ki alaylı gülümsemeyi bozmadım. “Tamam şampiyon.” Televizyondan haberlere açınca, Güneş’te gelmişti.
Haber başlığında, sokak ortasında adam dövdü! Sopayla adama vuran ben vardım. Polisler olmasa, o adamın kafasını kırardım. Bilerek yavru köpeğin üzerinden geçmişti şerefsiz! Kamera kayıtları olmasaydı, halim kötüydü.
“Ha, sen bunu diyorsun. Peki bundan, sanane sevgili annem?” Aralarımız pekte iyi değildi. “Babanın ne iş yaptığını biliyorsun! Sokak ortasında adam dövüp,” dediğinde devamını ben getirdim. “Soy adımızı nasıl kirletirsin Cansu! Ben babamın ne iş yaptığını biliyorum, çocuk psikolojisi bozmak. Ya da yok ya, hayatı mahvetmek. Anne, hoparlörde olduğunu biliyorum.” Sesimi Arda Bozok’ta duyuyordu.
Derin bir nefes aldım. “Baba, daha sayayım mı? Yok, sana koymaz çünkü, çeneme yazık. Sana tek birşey diyeceğim, sonra kapatacağım. Sen benim bu hayatıma karışamazsın.” Telefonu aldığını, hoparlörden çıktığını işittim. “Peki, benim yarattığım hayatı?” Dişlerimi sıktım.
Elimi alttan yumruk yaptım. “Senden nefret ediyorum! O zengin hayatında yerin dibine batsın! Anla artık, ben o hayatta yokum artık. Ben, sensiz bir dünya inşa ettim! Bazen ne diyorum baba biliyor musun? Beni öldürmeye çalıştığın zaman, keşke başarsaydın. O zaman bu kadar kötü olmazdım.” Güldüğünü işittim. “Ah, keşke kızım. O gün seni öldürseydim, senden daha fazla nefret etmezdim.”
Tırnaklarımı avcumun içine batırdın. “Ulan sen benim hayatımı mahvettin! Sen benim hayatımı çaldın, hayatımı! Bunların tek suçlusu, sensin baba. Ben ne yaptım, adam mı öldürdüm he? Beni neden öldürdün baba? Şimdi gelmişsin, soy adımızı kirletme diyorsun. Benim hayatım kan lekesi baba, onu ne yapacağız?” Kendimi yine tutamamıştım.
Telefonu kapatacakken, dediğiyle durdum. “Sevilecek bir kız değilsin çünkü. Salak, zavallının tekisin.” Dedikleriyle sendelendim geriye doğru. “Sen benim tek hatamsın.” Genzime yumru oturdu.
“Sende benim, en büyük keşkemsin baba. Çünkü sen, keşke denilecek bir babasın. Annem ile sana iyi hayatlar diliyorum. Sakın bir daha bana karışmayın. Çünkü ben, acımasızlığı senden öğrendim Arda Bozok.” Telefonu yüzüne kapatıp, koltuğa attım.
Güneş karşıma geçti. “Cansu,” dediğinde elimi kaldırıp susturdum. “Sorun yok, iyiyim. Sadece sinirlendim, her zaman ki gibi.” Elinde ki kahveyi aldım. Soğuk bana iyi gelecekti. Tek dikişte bütün kahveyi içip, masaya koydum. “Kahve için teşekkür ederim.” Odama girecekken, önüme geçti.
Gözlerinde acıma yoktu, hiç olmamıştı. “Seni öldürmeye mi çalıştı?” Öldürmeye teşebbüs etti demeyelim de, yemeğime zehir koydu diyelim. “Evet ama, o konu biraz karışık. Boşver Güneş, ne sen duydun nede ben söyledim. Ben iyiyim,” dediğimde başını iki yana salladı.
“Değilsin Cansu. Ben seni kardeşim gibi gördüm, hala görüyorum da. İkimizde aynı kişilerden yaralıyız, bizi bizden başka kimse anlayamaz.” Değildik işte.
Gülümsedim zorlukla. “Senin ailen şerefliydi, çocuklarını seviyordu Güneş. Benimkiler yaşıyor lakin, ben ölüyüm. Doğru, aynı kişilerden yaralıyız ama, farklı konulardan yaralıyız.” O benim gibi düşünmüyordu.
Ben utanılacak biriyim Güneş. Öz babam bile benden nefret ediyorken, kim sever beni? Bunu bile bile hala yaşıyorum. Ölmek istemiyorum çünkü ben, bir ölü olmama rağmen.
Ama biliyorum, bir çocuğun ruhunu öldürmekte cinayettir. Arda Bozok, bir katildi. O benim katilimdi. Yinede sustum herşeye rağmen.
Ruh hastası bir baba, sinirli bir kız. Biz sadece böyle adlandırabilirdik. Çok pardon, o ve ben… Bunun tek sebebi yine aynı adamdı.
Güzel hayatıma rağmen, geçmişimden kurtulamamıştım. Geçmişimde ise sadece babam vardı. Babamın olduğu yerde ise, sadece karanlık. Ben karanlıktan korkuyordum, karanlığa aşık olmama rağmen. Biliyordum çünkü, aydınlığı gördüğüm an, karanlığı arayacaktım.
Önümden çekilince, banyoya girdim. Soğuk suyun altında, saatlerce bekledim. Her üşümede, bir anı. Her anı da, bir kabus. Ve her kabusta, koskoca bir hayat.
O İstanbul'da bilinen, ünlü iş adamı Arda Bozoktu. Onun çocuğu onun soy ismine lekeydi. Bu kabul edilemez birşeydi.
Arda Bozok, benim katilimdi. Ben katilimin, beni bir kere sevmesini isterdim. |
0% |