Yeni Üyelik
12.
Bölüm

12. Bölüm

@gecemavisiyazarrr

İnsan neden sebepsiz yere ağlardı?

 

Aslında kimse sebepsiz yere ağlamazdı. Herkesin bir acısı vardı. Ağlayamazlardı o an, tutarlardı kendilerini.

 

Ama bir an gelirdi. Ayağını taşa vurduğun an, şiddetle ağlamaya başlardın. Saatlerce, hiç durmadan. Seni ağlatan ayağının acısı değildi oysaki. Seni ağlatan, kalbinin acısıydı.

 

Kalp acısı... Bütün kemiklerinin aynı anda kırılmasıyla eşdeğer bir acıydı. Bu acıdan ömrüm boyunca kurtulamamıştım.

 

Önümde ki televizyona baktım. Ağlıyordum. Evet, sadece ağlıyordum. Yorganı kendime daha çok sarıp, daha şiddetli ağlamaya başladım.

 

Niye bunu açmıştık ki? Kadın ölmüştü, adam delirmişti. Kadın adam için ölmüştü, adam kadın için yaşamıştı...

 

Peçeteyi alıp, burnumu sildim. Bana deli gözüyle bakan iki insan vardı. “Cansu, ağlama artık,” dedi Güneş yandan. “Nasıl ağlamayım? Elleriyle toprağa verdi sevdiği kadını.” Hıçkırdım. “Delirdi adam, baksana! Şimdi nasıl yaşayacak adam? Yaşayamaz ki, bitti adamın hayatı,” dedim izlerken.

 

Baran, “alt tarafı bir film,” dediğinde, “değil işte,” dedim ağlarken. “Empati kursana. Kendini adamın yerine koy,” dediğimde, bir süre durdu. Sonra sertçe yutkundu. “Koyması bile beter,” diye mırıldandı. “Bak,” dedim ağlarken.

 

Güneş Baran’ın omzuna vurdu. “Açacak başka birşey bulamadın mı?” Baran, “nereden bileyim ağlayacak? Cansu’nun ağlamasını beklemezdim ki,” diye cevapladı. Yandan burnumu çekerek ona baktım. “Niye? Duygusuz muyum ben?” Ölmüştü ya, ölmüştü.

 

“Estağfurullah,” diye cevapladı. “Ama, bu kadar niye ağlıyorsun? Adam bile bu kadar ağlamadı kızım. Haline bak,” diye söylendi. Anlamıyorlard işte. Televizyondan, adamın acıyla bağırmasını duydum. Kadının ismini söylüyor, ağlıyordu. Bende onunla beraber ağlamaya başladım.

 

Güneş kumandayı aradı. “Nerede bu kumanda? Kız komaya girdi, nerede bu kumanda?” Başımı iki yana salladım. “Kapatma,” dedim burnumu çeke çeke. “İzliyorum, kapatma.” Yorgana daha fazla sarıldım.

 

Kapı çaldığında, Baran ayağa kalktı. “Ben açarım,” dedi. Bana dönüp, eliyle gözyaşlarımı sildi. “Ağlama kızım ya,” dedikten sonra, kapıya gitti. Ben ise daha şiddetli ağladım.

 

Kapıyı açtığında, “kimsiniz,” diyen sesi geldi Baran’ın. “Didem derler bana, asıl sen kimsin?” Şaşkınlıkla oraya baktım. “Didoş,” diye bağırdım. Sesim titrek çıkıyordu.

 

Buraya geldiğini gördüm. “Sahalara geri döndüm güzelim.” Benim halimi görünce, dudakları aralandı. “Ne oldu kızım sana? Kim üzdü seni? Canına susamış olmalı o kişi.” Didem her zaman ki Didem di.

 

Yeri geldiğinde en psikopat insan olurdu. Ama yeri geldiğinde de en masumu. Bipolar bozukluğu olmalıydı bu kızda.

 

Güneş, “film’e ağlıyor,” dedi. Didem daha çok şaşırdı. Bir televizyon’a bir bana baktı. “Film’e mi ağlıyor?” Sadece bir film değildi ki. “Ama Didoş. Çok kötü şeyler oldu,” dedim titrek sesle. Dudaklarını büzdü

 

Yanıma geldi. “Ne oldu kuzum? Anlat bana,” dediğinde, burnumu çektim. “Adam’ı öldürmek istediler şimdi. Kadın bunu anlayıp, kurşunun önüne atladı,” dedim mutsuz bir şekilde. “Öldü kadın,” derken hıçkırdım. “Son- sonra, ad- adam deli- delirdi,” dedim kekeleyerek. “İntihar etmeye kalktı, edemedi. Hayali geldi kızın ona. Yaşa dedi, adam deliler hastanesine düş- düştü.” Didem gülümsedi.

 

“Buna mı ağladın sen?” Onaylar bir mırıltı çıkardım. “Kime ağladın en çok,” diye sorduğunda, “adama,” dedim. “Kadın sevdiği için öldü ama adam? Nasıl bununla yaşayacak he? Nasıl onun yüzünden öldüğünü bile bile yaşayacak?” Başını iki yana salladı. “Ama onu canından çok sevdiği biri olduğunu bile bile yaşayacak. Hem kimse birine ölesiye bağlı olamaz, unutur elbet.” Unutmazdı

 

Peçeteyi ona attım. “Hepiniz duygusuzsunuz. Unutmak için zaman diyorlar. Bok zaman! Zaman sadece akıp gider, akıldan silinir. Ya kalpten? Kalpten nasıl silinecek?” Baran gözlerini devirdi. “Regl mi oldun sen?” Şaşkınlıkla ona baktım. “Nereden bildin?” Anlamış gözlerle bana baktı.

 

“Bu kadar dram yarattığına göre,” dediğinde, yüzüne tükürdüm. İğrenmedi bile. Sadece ifadesizce sildi yüzünü.

 

Güneş televizyonu kapattı. “Ya,” diye ikaz ettim. “Bitti film gülüm. Ağlama ya,” deyip, beni kendisine çekti.

 

Onlar varken sevildiğimi en derinlerden hissediyordum. Güzel bir histi sevilmek. Hemde baya güzel bir his.

 

Didoş’a baktım. “Sarılmak diye birşey var,” dedim tersçe yüzümü silerken. “Yani,” diye sordu. Temas sevmezdi, gerekmedikçe kullanmazdı. “İstanbul seni bozmamış,” dedim hafif sırıtırken. “Herhalde,” dedi.

 

Gözyaşlarımı sildim. “Sarı şeytan,” diyerek ofladım. “Asıl şeytan sensin? İş yerinden nasıl ayrılırsın sen?” En iyi yalanı salladım. “Para var. Ömrüm boyunca çalışmasam yine de yeter o para bana.” Kaşlarını çattı. “Doğrusunu söyle şimdi,” dediğinde, gözlerimi devirdim. “Sıkıldım, çalışmayacağım.” Tersçe baktı.

 

Ama birşey demedi. Yine kararıma saygı duydu.

 

Baran’a baktı yandan. “Bu adam kim?” Can Polat o. “Baran,” dedim. “Yani,” diye sorduğunda, “Teğmen Baran Devran,” dediğimde, “asker yani,” dedi. “Teğmen dediğine göre dönerciyim,” dedi Baran tersçe. He ondan.

 

Didem’e bulaşmak, hayatının hatasıydı. “Ya,” dedi Didoş. “O zaman ben bir tavuk döner alayım.” Baran gözlerini devirdi. “Bu dönerci bu evde ne arıyor peki,” diye sordu. Güneş’e bakıp sırıttı. “Bununla baş edebilmek için, bu teğmen onu koruyor mu yoksa,” dedi alayla. Güneş şaşkınlıkla ona baktı. “Nereden bildin,” diye sorduğunda, “vallaha mı,” dedi Didem.

 

Bana baktı. “Oha,” dedi gülerek. “Hangi insan evladı bunu sağladı? Elinden öpeceğim, kim o? Kimse büyük ustatmış.” Tersçe baktım. Güneş ise, “abim denen öküz,” dediğinde, “he, o yüzbaşı,” dedi aydınlaşmış gibi. “En son seninle konuşurken, ikisinin kavga sesleri geliyordu Güneş. Bu Baran’a da sövmüştü galiba. Sonra bu gerizekalı bu adamı savunmuştu.” Baran bana bakıp, göz kırptı.

 

Görevdeydi ama o yüzbaşı... Ya yine yaralanırsa? Ya bu sefer, yarası derin olursa? Olmazdı ya. O öküze hangi kurşun etki edecekti? Etmemesi lazımdı.

 

Güneş, “iki zebani oldukları için,” dedi ikimize kınayarak bakarak. “Gel, ben sana anlatayım bunların nasıl zebani olduğunu,” dediğinde, Didem koltuktan beni atıp kendisi oturdu. Bu kız dedikodu olunca fena çirkefleşiyordu.

 

Düşecekken, Baran beni tuttu. “Yavaş be,” dedim Didem’e. O ise duymamazlıktan geldi. “Anlat kız,” dedi Güneş’e. Baran’a baktım. “Allah yardımcımız olsun,” dediğimde, “amin,” dedi. Yere oturdum yavaşça. O da yanıma çömeldi. Yorganın bir tarafını kendime, diğer tarafıyla onu örttüm.

 

Güneş anlatmaya başladı. “Bu ikisi varya, işlemedikleri günah kalmadı,” diye lafa başladı. Ben ise başımı Baran’ın omzuna yaslamış, diyeceklerini dinliyordum. “Arabayı mı vurmadılar? Karakol’a mı düşmediler? Abimden azar mı işitmediler? Gece kulübüne mi gitmediler? Sarhoş olup her tarafımı dağıtmadılar?” Didem her dediğiyle daha fazla şaşırıyordu.

 

Baran elini kaldırdı. “Ben karakol’a düşmedim,” dediğinde, “ah evet. Cansu düşmüştü, sen değil. Ama ne yapayım Baran? Sen birşey yaptığında, aklıma Cansu geliyor. Cansu birşey yaptığında, aklıma sen geliyor. Kusura bakma,” dediğinde, sırıttım. “Sorun değil,” dedi Baran. “Zebani,” diye söylendi.

 

Güneş, baştan sona kadar her boku anlattı. Didem gülüyor, bazen dalga geçiyordu. Telefonumu çıkardım. WhatsApp’a girip, yüzbaşım yazan ada tıkladım.

 

Kardeşin dedikodumu yapıyor şuan!

 

Mesaj tek tik aldı. Mavi olmadı, iki tik bile olmadı! Ofladım. Ama yazmaya devam ettim.

 

Yaralanırsan karşıma gelme!

 

Yine tek tik oldu. Dudaklarımı büzdüm. Altı gündür ben ne yapıyordum? Her dakika, mesaj atıyordum. Her olayı ona bildiriyor, laf sokuyordum.

 

Güneş, Baran’ı dövüyor şuan! Hahaha!

 

Canım sıkılıyor yüzbaşı ya. Yapacak birşey yok!

 

Çavuş şuan bir köpeğe havladı. Cinsiyet dişi, haberin olsun.

 

Kesinle hiç yakışmıyorsunuz yüzbaşı. Ateş timi ile Barut... Yan yana nasıl duracaksınız ki?

 

Bir video gönderildi.

 

O video... Kesinlikle ayık kafayla atmamıştım o videoyu. Silmemiştim de, kalmıştı. Sertab Erener- Ateşle barut şarkısını gönderme yapmıştım. Evet gönderme! Dans ede ede.

 

Niye yaptım? Allah bilir.

 

Baran’ın sesi geldi. “Kime mesaj atıyorsun sen,” diye sorduğunda, telefonumu kapattım. “Sanane be! Didem,” dediğimde, “günahkar,” dedi gülerek. “Ben böyle olay görmedim hayatımda. Sıkıcı demeyeceğim sana bir daha kızım.” Gözlerimi devirmekle yetindim.

 

Didem telefona baktı. “Harbiden sen kime mesaj atıyorsun? Seni tanımasam o yüzbaşına atıyorsun sanacağım.” Gözlerim kırpıştırdım. Bu kadın nasıl herşeyi biliyordu? Bildiğini kendisi bile bilmiyordu. Pınar nineden sonra sarı kahin.

 

“Ne alaka ya,” dediğimde, “doğru,” dedi Güneş. “Abart’tın sende yani Didem,” dediğinde, “ne var be? Belki sövmek için mesaj atıyordur,” dediğinde, keşke dedim. Sövmek için mesaj atmadığıma eminim. Elimde delilim bile var.

 

Oflayarak, “ne yüzbaşıymış arkadaş. Bir ağzınızdan düşmedi şu adam. Tövbe yarabbim,” dedim kınayarak. Baran bana baktı. “Dur bi. Bu sarışın ilk defa haklı olabilir. Sinirlendin sen, kime yazdın?” Gözlerimi kocaman açtım. “Baran, seni döverim. Seni sanatsal döverim çocuk. Kime yazacağım, Fıroş’a yazdım. Görevden dönünce bize gelsinler diye.” Sol melek elin yoruldu galiba.

 

Şüpheli gözlerle bana baktı. “Niye telefonu kapattın?” Derin bir nefes verdim. “Götüne daha rahat sokmak için telefonu,” dediğimde, “iyi madem,” dedi. Küfür etmeme herkes alışkındı. Kimse alınmıyor veya gücenmiyordu.

 

Ayağa kalktım. “Uykum geldi benim, yatacağım,” dediğimde, “sen yatacaksın,” diye sordu Güneş. “Niye, insan değil miyim gülüm ben? Uykum gelmiş olamaz mı benim?” Sırıttı. “İnsansın tabi. İyi madem, uyu sen. Telefonunu unutma ama, malum mesajlar gelir falan,” dedi imayla. Dişlerimi sıkarak, odama girdim.

 

Bu duruma düştüğüme inanamıyordum!

 

Odamın kapısını sertçe kapatıp, yatağıma oturdum. Telefonumu açtım tekrar. Sırtımı yastığa yaslayıp, oturdum.

 

Pisliğin tekisin!

 

Ofladım. Nefret adam! Niye aklımdan çıkmıyorsun yani. Sebep ne? Allah'ın cezası! Gıcık. Hayır, nasıl sakin olabilirsin sen bu kadar? Delireceğim resmen!

 

Düşünme mi engelleyecek tek bir kişi vardı. Biraz da onun canı acısın, ne var? Canavar diye rehberde kayıtlıydı. Aradığımda, beş saniye sonra açıldı.

 

“Hayırdır, rüyanda beni mi gördün?” Alayla gülümsedim. “Seni görsem, o rüya değil kabus olur Arda Bozok.” Sesi uykulu geliyordu. “Niye aradın?” Aslında her zaman numaramı değiştirirdim. Her seferinde bulur, kaydederdi. Ben ise artık onu alaya alıyordum.

 

Ayağa kalktım. “Canım sıkıldı, canavarı bir yoklayım dedim. Ne oldu? Öldürme hayallerin vardı beni? Yoksa vaz mı geçtin?” Dudaklarımı büzdüm. “Hani Arda Bozok başladığı işi bitirmezdi. Ne diye duruyorsun?” Oflama sesi geldi. “Siktir git velet. Manyak mısın nesin,” dedi.

 

Güldüm. Ciddi ciddi güldüm. “Bozok soyismi olup, akıllı olan birini görmedim. Değil mi?” Telefon kapanma sesi geldi. Yüzüme kapatmıştı. Gözlerimi devirdim. “İşine gelince konuş ama,” diye söylendim. “İlk defa işime yarayacaktın. Ne olurdu laf söyleseydin?” Numarayı engelledim anında.

 

Gerçekten delirmiştim.

 

Yatağa baktım. Uyumak eskiden bana iyi gelen tek şeydi. Hergün uyurdum, düşünmemek için. Kimse yatağımdan kaldıramazdı. Çünkü ne kadar uyku, o kadar az yaşamaktı.

 

Ben artık uyuyamaz hale gelmiştim. Ben her uyumadığım dakika, acı çekmiştim.

 

Ben hep yalnızdım çünkü. Şuan içeride beni seven insanlar vardı, görevde olanlarda. Ama ben yinede yalnızdım.

 

Bir yerde okumuştum. Aile sevgisi görmeyen her çocuk, her zaman yalnızdır. Ben yalnızlığa mahkumdum.

 

Neyse. Zaten söylesem umrunda olmayacaktı.

 

Yatağa uzandım. Yastığa başıma koydum, gözlerimi kapattım. Yıllar sonra, kendi isteğimle uyumaya çalıştım. Adam gibi unutmak için.

 

Yaklaşık yirmi dakika boyunca öyle kaldım. En son ise, derin bir karanlık kapladı yine bedenimi. Bu karanlığın adı uykuydu. Benim için ise güzel bir ödül. Ben bu ödülü yıllar sonra kendime layık görmüştüm.

 

🥀

 

Barut

 

Silahın dürbününü ayarladım. “Kaan, kaç kişi var,” diye sordum. “On beş saydım komutanım. Komut verin, beş saniyelik işleri var.” Yapardı, biliyordum. “Gökhan,” dediğimde, “yirmi komutanım,” dedi. Güzeldi. “Kerem,” dediğimde, “on tane keskin nişancı var,” dedi. Kısa ve net konuşurdu. “Helin, Fıroş,” dediğimde, “otuz iki komutanım,” dedi ikisi de.

 

Yerlerini bulmuştuk. Tek kalan, kellerini koparmaktı. “Fıroş,” dedi Gökhan. “Efendim.” Yine gevezeliğe başlayacaklardı. “Farkında mısın? Baran olmayınca ses yok, huzur var.” Fırat cevap için gecikmedi. “Komutanım’a laf söyletmem,” diye gereken cevabı verdi.

 

Baran da Baran. Zebani biti. Onun yüzünden başıma gelmeyen kalmamıştı. “Fırat, Gökhan. Siktirtmeyin belanızı.” Gayet net konuşmuştum. “Anlaşıldı komutanım,” dedi Fırat.

 

Kaan, “neden sinirlendiniz komutanım,” diye sordu. Tek tek gönderiyorlardı bana bunları. “Sanane lan yakışıklı! Yakışıklıymış, am biti.” Ofladı. “Yine başa döndük.” Şansını fazla zorluyordu, hemde fazlasıyla.

 

Helin girdi konuya. “Cansuyu bir haftadır görmüyorsunuz diye mi komutanım?” Küfür etmek için hazırlanıyordum ki, konuşan kişinin Helin olduğu aklıma geldi. Ona da sövemezdim. “Helin,” dedim bastırarak. “Anlaşıldı komutanım,” dedi yerine sinerek.

 

Kerem, “Komutanım, sevdalınız mı o kadın,” diye sorduğunda, “yok öyle birşey,” dedim. “Takma sen onları. Boş boş konuşuyorlar,” diye cevapladım. Tim her zaman boş konuşuyordu.

 

Fırat, “daha belli değildir komutanım,” dedi. “Eğer olurda, yavuklu olup evlenmek isterseniz belki. O zaman ben kız tarafıyım, haberiniz olsun.” Durdum. Laflarım bir anlık boğazımda kaldı. Ne saçmalıyorlardı bu am bitleri? “Maşallah Fırat, zebani Baran’ın yerini hiç boş bırakmıyorsun,” dedim ters ters.

 

Tim güldü. “Benden istersiniz komutanım,” dedi Gökhan. “Kardeşimi size kolay vermem ama.” Kardeş... Kerem’in hafif yutkunuşunu sadece ben duydum. “Belanızı sikerim lan! Ne saçmalıyorsunuz siz?!” Küfür etmem, onları hiç etkilemiyordu.

 

Aslında hayali güzeldi.

 

Başımı iki yana salladım. “Cansuyu alacak adam, delirmiş olmalı,” dedi Kaan. “Çünkü anca deli biri ile evlenir o kadın.” Konu ne ara buraya gelmişti? “Yakışıklı, fazla göze batıyorsun,” diye gereken uyarıya yaptım. “Komutanım, bizi cezalar veriyorsunuz. Ama hepsini Cansu bozuyor, sesinizi çıkarmıyorsunuz. Başkası yapsa, idam edilirdi,” dedi bu sefer Fırat.

Elimde ki silahı sertçe sıktım. “Seni idam edeceğim çünkü,” dedim. “Hatta hepinizi. Am,” derken, sözümü kesen haraketlenme olmasıydı. “Tim, atış serbest,” dediğimde, hepsi anında ciddileştiler. “Emredersiniz komutanım,” dediklerinden sonra, silah sesleri.

 

Silah sesleri... Bu ses bana huzur veriyordu.

 

Bir leş. Alnının çatısından vurmuştum. On saniye sonra, on keskin nişancının leşleri yere düştü.

 

7 leş.

 

Kaan’ın sesi geldi. “Arka temiz komutanım,” dedi. Biraz sonra, Helin de, “burasıda temiz komutanım,” dedi. “Nişancılar geberdi,” dedi Kerem. Gökhan, “bal dök yele yala komutanım,” dedi.

 

Tim görevi başarıyla temizlemişti. Ayağa kalktık, gelen arabaya bindik. Beş dakika sonra, tekrar goygoy’a başladılar. Konuşmayan ben ile keskin nişancıydı.

 

Gökhan telefonunu çıkardı. Sesizden aldığında, “benim anam geçerten vicdansız ya,” diye söylendi. En son, annesini birgün aramadı diye kavga ediyorlardı. Bir aydır annesi ne mesaj atıyor, ne arıyordu. Sadece Gökhan arayınca açıyor, alttan alttan merakına yenik düşemiyordu.

 

Kaşlarını çattı telefona bakarken. “İyi insan lafın üstüne gelirmiş komutanım,” dedi Gökhan. Cansu mesaj atmış olmalıydı. Mesaja girme sesi geldiğinde, sırıttı. Birşey demediğinde, yüzüne yumruğu çakmak istedim.

 

Sağolsun, benim merakımı Fırat giderdi. “Ne yazmış,” diye sordu. “Görevden dönünce eve gelin diyor. Canı sıkılmış,” dedi. Telefonu kapattı. Efkarlı bir şekilde nefes verdi. “Öz anam merak etmiyor lan. En son tartıştığımızda da, ‘evlat olsan sevilmezdin ama biz sevdik işte,’ dedi.” Tim güldü, Fırat hariç. “Üzülmeyin komutanım. Benim ninemden beter olamaz,” dediğinde, bende güldüm.

 

Anlattıklarına göre, deniz kızı dünyada bir ilki başarmıştı. Pınar nineyle kavgasız bir şekilde konuşabilmişti. Nasıl yapmıştı hiçbir fikrim yoktu. Ben bile gitmeye korkarken, o düzgünce konuşmuştu. Gerçekten sadece bana baş belasıydı bu kız.

 

Başkasına olmasına hiçte gerek yoktu. Sadece bana baş belası olması gayet yeterliydi. Hem başka kime olacaktı? Öyle birisi olamazdı.

 

Hepsi telefonu açtı, Kerem hariç. Sesizdi, her zaman ki gibi. Çünkü timin mesaj atacak kişileri vardı, onun yoktu. Onun kimsesi yoktu çünkü. Ne mesaj alacak, ne derdini paylaşacak. O hep yalnızdı, her zaman.

 

Diğer zaman, timin goygolarıyla geçti. Birbirlerine laf atıp, kavga edip iki dakika sonra barışmalar gibi. En sonunda geldiğimizde, ilk ben indim. Sonra hepsi.

 

Görev şimdi tam anlamıyla tamamlanmıştı. Bende telefonumu çıkardım bu sefer. Yine Güneş ile teyzemin mesajları çıkacaktı karşıma. Sesizden aldığımda, yine ilk başta öyle oldu. İlk teyzem ile Güneş’in mesajlarını gördüm.

 

Ama sonradan bir kişi gözüme takıldı. Deniz kızı diye kayıtlıydı. Kaşlarımı çattım. Mesaj mı atmıştı o? Yoksa bir haftalık uykusuzluğun bana verdiği bir yanıltma mıydı? İlki tercih ederdim.

 

Hemen mesajlara girdim. Deniz kızı adlı kullanıcıdan, elli üç mesaj. Kesinlikle hayal falan değildi. Hem elli üç mesaj mı? Ben kesinlikle kafayı yemiştim. Tek bir mesaj atmayan kız, elli üç mesaj mı atmıştı?

 

Güneş ile teyzemin mesajlarına bakmadım. Hemen deniz kızının mesajlarına tıkladım. Yüzümde ki anlamsız sırıtışı hemen silmeliydim.

 

Ne yapıyorsun yüzbaşı? İnsan öldürüyorsundur, ne yapacaksın başka.

 

Güneş Baran’ı dövüyor. Hahahahahaha!

 

Canım sıkılıyor yüzbaşı ya!

​​

Bokunda boğularak öl. Başka türlü ölürsen döverim seni.

 

Bir video gönderildi.

 

​​​​Yaralanırsan karşıma gelme Allah'ın cezası!

 

Bu mesajların çeğreği bile değildi. Bu daha çok hoşuma gitti. Elli iki mesaj, bir video. Allah'ın göstermez dediği herşeyi yaşıyordum. Kahvaltı bile yapmıştı bana, hala şaşırıyordum.

 

Video gözüme takıldı. Açtığım an, sertçe yutkundum. Bana bu yapılmazdı, kesinlikle yapılmazdı. Aklımla fena derece oynuyordu bu kadın.

 

Ateşle barut şarkısıyla dans ediyordu. İçtiği her halinden belliydi. Ama önemli olan hareketliydi. Şarkı buradan başlıyordu;

 

 

Gözlerin gözlerimden geçerken,

Ah tövbelerim bozulur,

Kim bilir kaç senedir sana ben,

Hazır böyle, hadi gel hemen hemen.

 

Şarkıya eşlik ediyordu. Gülümsüyordu, en beteri buydu. Hadi gel derken, işaret parmağını oynatıyordu. Gerçekten bana bu yapılmazdı.

 

Fırtına bu, bu afet deprem,

Yıldızları gel topla benden,

Sarsıntılar dağıtsın bizi gel,

Yeniden doğuş bu, vazgeç kendinden!

 

Yapma be deniz kızı... Yanarım, valla biterim. Zaten bitmişim, daha beter ediyorsun.

 

Ateşle Barut yan yana durmaz,

Gönül dilinden anla biraz,

Bir dokunursan, ah dokunursan,

Ellerim mızrap olur bedenim saz.

 

 

Ve video bitti. Bende bitmiştim ama. Videonun altına ise, ‘sen barut, ben ateş yüzbaşı,’ yazmıştı. Ayık olduğu gün var mıydı acaba? Kesinlikle yoktu.

 

Telefonu kapattım. “Gökhan,” dediğimde, bana döndü. “Komutanım.” Diğerleride bana döndüler. Kerem çoktan ortadan kaybolmuştu. “Akşam gidecek misiniz siz,” diye sorduğumda, “evet komutanım,” dedi. “İyi, bende geleceğim,” diyerek, askeriye girdim.

 

Koğuşa girdiğimde, Kerem’i gördüm. “Akşam bir yere gideceğiz, sende geliyorsun.” Oturduğu yerden, kafasını kaldırdı. “Görev mi?” Başımı iki yana salladım. “O zaman gelmeme gerek yok.” Sigarasını, dudaklarına götürdü.

 

Her zaman ki gibi ifadesizdi. Onun duygularını anlamak imkansız gibiydi. Bakışları buz, ifadesizi keskindi. Onu tanımayanlar dilsiz olduğunu sanarlardı. Birşey sorulmadığı sürece, konuşmazdı.

 

“Sormadım, geliyorsun dedim.” Dumanı üfledi. Cevap vermedi, önüne döndü. Üstünü değiştirmişti. Kollarında ki damarlar ile dövmeler, karşıdakilerini ürketecek cinstendi. “Cansu’nun evine gidiyoruz. Doğal olarak kardeşimin evine.”

 

Bakışları anında bana döndü. Kaşlarını çattı. “Sebep?” Sebebi belliydi, bu da onu çok iyi biliyordu. “Sana hesap mı vereceğim lan? Geliyorsun dedik işte.” Sigarasından bir duman daha çekip üfledi. “Hala sebep?” Tersçe baktım.

 

“Beni istemezler,” dedi sadece. Yanılıyordu, Cansu iki dakikayla onunla dertleşme noktasına gelebilirdi. “Ne dram yaptın amına koyayım. Geleceksin işte, komutan ben değil miyim? Başçavuş’un eşeği mualemesi yapmayı bırakta, sözümü dinle.” Hafif sırıttı.

 

Genetik olarak bozuktu bunlar.

 

Soğuk bir duşa girdim. Bir haftalık bütün kirimi attım. Duştan çıktıktan iki dakika kestirmek için, odaya gittim. Gittiğim an, Kaan’la karşılaştım. Telefona bakıp bakıp sırıtıyordu. Bu şüphelenmeme yol açtı.

 

Telefonu hızlıca elinden çekip aldım. “Ne oluyor lan,” dedi şaşkınlıkla. “Ne karıştırıyon lan sen?” Telefona baktığımda, sinirim anında soldu. Ben bu kızı her dakika niye görüyordum? “Sikicem belanızı he,” dedim telefonu ona atarak. “Ya timce sizi yollayacağım yada kendim gideceğim. Bu ne lan? Bacıma yazmanı beklerken, yine bu kadın çıktı.” Deniz kızını kesinlikle timle tanıştırmamam gerekiyordu.

 

Sırıttı. “Şikayetçi gibisin. Onu boşver de, karam’sız eve almam diyor. Giderken karam almamız gerekiyor.” Ergen bir timim vardı. Çünkü çocukken yaşayamadıkları herşeyi şimdi yaşamaya çalışıyorlardı...

 

Bu aklıma gelince, yumuşadım. “İyi, alırız.” Telefonu ona verdikten sonra yatağa yattım. Ona baktığımda, gülümsemesi sorgular bir ifadeye dönüştü. “Tüm tim gelsin diyor. Biriniz eksik olursa,” derken, devamını getirmedi. Bana baktı. “Tüm tim gideceğiz zaten.” Kaşlarını çattı. “Kerem de gelsin diyor yani,” dediğimde, “yok be. Seni diyordur komutanım, Kerem’i niye desin,” dedi. Benim geldiğimden haberi yok gibiydi.

 

Deniz kızı mesajı gördüğümden haberi yok gibiydi. Yine birşeyler karıştırmak isteyecekti kesin. Telefoni kapattı Kaan. “Kerem de gelecek zaten,” dediğimde, “niye,” diye sordu. “Timi istememiş mi kız? Kerem de timden ya hani?” Başın olumlu anlamda salladı.

 

Yastığı kafama koydum. Birkaç saat kestirsem iyi olurdu.

 

🥀

 

Cansu 

 

“Baran,” diye bağırdım. “Sakın, bak sakın! Bırak onu, hemen!” Umursamazca baktı. Elinde ki telefonumu, almaya çalıştım. Vermedi ama. “Bakacağım,” dedi benden kaçarken.

 

Ne mi olmuştu? İlk defa rahatça kafamı yastığa koymuştum. Sonra ise, kapımın kapanma sesiyle uyanmıştım. Söylene söylene kalktığımda, telefonumu aldığını görmüştüm. En son Kaan’a karam al diye mesaj atıyordu.

 

Ellerimi saçlarıma geçirdim. “Yavrum, çocuğum. Zebanim, gerizekalı kardeşim. Kafası az çalışan çocuğum. Ver şunu!” Telefonu yukardan salladı. “Burada telefon. Alabiliyorsan al bakalım.” Sinirle dişlerimi sıktım.

 

Bizi birde dedikodu moduyla izleyen iki kişi vardı. “Kim alır diyorsun Didoş,” diye sordu Güneş. “Benim oyum dönerciden. Adam da ki boyla, hayatta alamaz,” dediğinde, “ben Cansu diyorum. Cansu deveyi cüce yapar,” dedi bu sefer Güneş.

 

Telefona uzandığımda, geriye kaçtı. Ofladım. “Kaşınıyorsun sen. Helin de geliyor haberin olsun.” Omuz silkti. “Hiçbir tehditin bana işlemez uyuyan çirkin. Gerçekten uyumaya gidip uyuduğuna inanamıyorum.” Ne yapacaktım başka? Uyumaya gitmesem, niye uyumaya gidiyorum diyeyim hem? Doğruyu söylediğim için kınanıyordum!

 

Sadece Didem de olan bira şişesine baktım. Yanına giderek, elinden aldım. “Ay, ne oluyor be?” Şişeyi tek dikişte bitirdim su gibi. Ama bu sefer dudaklarımdan çekince, gözüm hafif karardı. Bu beş sakinleştirici hapından sonra hiç iyi gelmiyordu. Kendime hafif tokat attım. “Cansu,” dedi Güneş. “Kuzum, yapma ya.” Yaptım bile.

 

Baran’a döndüm. “Kızım, sakinleştiricinin üstüne içilir mi o?” Kaşlarımı çattım. “Senin yüzünden,” dedim. “Ne yazdın? Ver o telefonu.” Hala vazgeçmedi ama. “Al işte,” dediğinde, peşinden koşmaya başladım.

 

“Baran!” Keyfi yerindeydi gerizekalının. “Efendim?” Sinirle dudaklarımı ısırdım. Bir anda sırtına atlayıp, telefonu yukardan almaya çalıştım. “Lan,” diyerek, telefonu kucağına doğru götürdü. Ben ise koala gibi yapışmıştım. “Ver onu!” O ise beni atmaya çalışıyordu.

 

Kahkaha attı Güneş. “Çocuk gibisiniz,” diye söylenmesini umursamadık. “İn sırtımdan çirkin!” Sırtında debelleştim. “İlk önce telefonu ver!” Özel eşyalara dokunulmazdı ve telefon gayet özel bir eşyamdı. “Vermiyorum,” diye bağırdığında, kafasını ısırdım. Acıyla, “Cansu,” diye bağırdı.

 

Didem, “daha fazla çek kız,” dediğinde, denileni yaptım. Ta ki arkamdan, “ne oluyor lan burada,” sesini duyana kadar. Şaşkınlıkla, kafamı arkaya döndürdüm. Güneş ve tim vardı. En önde ise yüzbaşı.

 

Şaşkınlıkla oraya baktım. “Yüzbaşı,” dedim. “Sizin burada ne işiniz var?” Arkadaki tim gülmemek için kendisini zor tutuyordu. “Bu soruyu benim sana sormam gerekmiyor mu? Senin acaba orada ne işin var?” Dudaklarımı büzdüm. “Bu zebani ben uyurken telefonumu çaldı!” Tersçe bana baktı Baran. “Sende bana vurdun. Şiddet görüyorum bu evde,” dediğinde, kafasına bir tane vurdum.

 

“Kendiniz gördünüz komutanım,” dedi Baran. Yüzbaşı elini dertli bir şekilde başına koydu. “Delireceğim,” dedi bize bakarken. “Valla delireceğim. Abim,” diyerek Güneş’e baktı. “Kolonya, su getir bana. Tansiyonum düştü galiba.” Helin de dertli dertli baktı. “Güneş, banada kolonya,” dedi aynı ses tonuyla.

 

Baran beni itince, bağırarak koltuğa düştüm. “Öküz! Yavaş!” Umursamadı. Didem şaşkınlıkla karşılandı misafirleri. “Eve sekiz tane adam girdi lan. Bir tek ben mi şaşırıyorum?” Evet Didem. Bende ilk başta şaşırmıştım ama insan alışıyor yavaş yavaş.

 

Uzandığım yerden, Baran’a vurmaya çalıştım. Sonra yorularak, koltuğa oturdum. “Yüzbaşı, şuna ceza verir misin? Söz, bu sefer bozmayacağım. Sürünsün zebani!” Baran tersçe baktı. “Sana da lazım o ceza. Birşey diyor muyuz biz?” Dil çıkardım.

 

“Susun bi,” dedi yüzbaşı sertçe. “Sormaya koruyorum ama, başka ne yaptınız siz? Aydınlatın beni.” Arkadakiler gülmemek için kendilerini zor tutuyordu. Cevap verecekken, Gökhan abinin elinde ki karam’ı gördüm. Sırıtarak, “benim galiba o,” diyerek, elinden aldım. “He, senin.”

 

Cevap vermek için yüzbaşına döndüm. “Valla birşey yapmadım ben. O telefonumu çalmış ama! Didem’e sor istersen.” Didem hala şaşkındı. Başını iki yana salladı yüzbaşı. “Nedense hiç inandırıcı gelmiyor ilk cümlen.” Baran’a baktı. “Senin görevin bu kızın başına birşey gelmemesini sağlamaktı değil mi? Acaba niye senden sonra bu kız daha çok bela oluyor köpekciğim? Bu konuda da aydınlatsana beni,” dedi yüzbaşı.

 

Ben ise dediklerini üstüme almadım. İştahla çikolatamı yedim. “Kaan, sana mesajlar atan bu Barandı. Ama gelmeniz iyi oldu, eliniz boş gelmemişsiniz.” Sırıttı. “Afiyet olsun,” dediğinde, “eyvallah,” dedim.

 

Güneş kolonya ile gelmişti gerçekten. Benim elimdekini görünce, “Cansu! İki gündür yemek yemeyip, onu mu yiyorsun,” dediğinde, olumlu anlamda mırıldandım. Sen adam olmazsın bakışı attı bana.

 

Güneş, “ayakta kaldınız, otursanıza,” dediğinde, herkes bunun bekliyor gibiydi. Gözüm keskin nişancıya geldi. “Bu arada, hoşgeldin nişancı. Etraf biraz dağınık ama, kusura bakma artık. Ben sadece bunların geleceğini sanıyordum.” Gökhan abi enseme vurdu. “Biz insan değil miyiz lan?” Tebessüm ettim. “Aslında bu konuda teorik düşüncelerim var,” dediğimde, gözlerini devirdi.

 

Herkes bir köşeye oturdu. Didem ise herkese şaşkınlıkla bakıyordu. “Ne oluyor burada? Ben yokken neler oldu,” diye sordu bana. Ama sorusunu herkes duydu. Tanıştırma merasini unutmuştuk. “Tanıştırayım hemen. Ateş timi, Didem. Didem, ateş timi.” Gökhan abi, “çok açıklayıcı konuştun,” diye alayla söylendiğinde, “buyur o zaman, sen anlat,” diyerek, Fıroş’un yanına oturdum.

 

Fıroş’a, “özlemişim lan sizi çapkın,” dedim sırıtarak. “Belli oluyor,” dediğinde, ufak bir kahkaha attım. Bana sen adam olmazsın bakışı attı. Çoğunlukla bu bakışla bakıyorlardı bana. “Bakıyorum da özlenmemişim ama. İnsan bir sarılır lan. Hiçbiriniz de hayır yok,” dediğimde, “sen bizi çok güzel karşıladın sanki,” dedi. Baran buna az yapıyordu he. Dile bak!

 

Gökhan abiye baktım. Didem ise, “tim derken? Asker misiniz siz?” Gökhan abi açıkla bakayım. Üçlü koltuğa, Baran, ben ve Fıroş olarak oturmuştuk. Baran’ı dürttüm. “Sana dönerci, bunlara asker dedi,” dediğinde, “çokta fifi,” diye söylendi.

Yandan ona baktım. “Küstün mü bana? Tamam barışalım şimdi.” Bana dönüp, sırıttı. “Küsmüş gibi bir halim mi var?” Bende sırıttım cevaba karşılık.

“Evet askeriz. Ben Gökhan bu arada,” dedikten sonra, hepsini tek tek gösterdi. “Bu Fıroş, en küçüğümüzdür ve aynı zamanda çavuştur. Kaan komutanım, üstteğmendir kendisi. Kıdemli başçavuş Helin Akar. Keskin nişancımız Kerem, yeni geldi. En büyük komutanım, yüzbaşı Barut Türkmen. Biz buyuz yani,” dediğinde alkışlamak isterdim. Didem, “bende Didem Ferhan. Tanıştığıma memnun oldum,” diyerek elini uzattı.

 

Güzel anlatmıştı, ne diyeyim? Gökhan abi, “bende memnun oldum,” diyerek elini sıktı. Sonra ise sandalyelerden birine oturdu. Didem şaşkınlığını üzerinden atıp, yüzbaşına baktı. “O meşhur yüzbaşısı sizsiniz yani?” Anlamaz gözlerle yüzbaşı ona baktı. “Meşhur? Bacım yine bir olay varsa, başka zamana artık. Kafam yeterin güzel zaten.” Bacım mı? Mağaradan mı çıktın ayı?

 

Teorik olarak mağaradan çıkmıştı.

 

Telefonu aldım elime. Tabiki de herkesin içinde ona çaktırmadan mesaj atmayacaktım.

 

Kafan niye güzel? He bacım ne oğlum?

 

Kesinlikle mesaj atmamıştım. Telefonu kimse görmeden hemen tekrar kapattım. Mesaj bildirim sesi geldi telefonundan. O da sandalyelerden birine oturmuştu. Telefonu açtığında, göz göze geldik. Hafif sırıttı salak.

 

Beş saniye sonra mesaj geldi.

 

Başka ne diyeyim? Hem kafam sana güzel.

Mesajı görünce, anlamsız gözlerle gözlerimi kırpıştırdım. Hem kafam sana güzel... Ne demekti bu şimdi?

 

Ne?

 

Duygularıma tercüman olan tek kelime. Bu kadar açık sözlü olacaktın işte.

 

Boşver. Özlenmişiz deniz kızı :)

 

Bu adam çok fenaydı. Mesajları okunmuş olmalıydı. Video... Siktir, ben gerçekten onu niye silmemiştim? Deli demiştir gördüyse kesin. Parmaklarım benden bağımsız mesaj attı.

 

Özlendiniz yüzbaşı.

 

Ve gönderdim. Elimi boynuma götürdüm. Taktığım kolyeyle oynamaya başladım. Bu kolye benim için nedense kıymetliydi. Her zaman özel kutumda saklar, korurdum. Ucunda sadece ay olan, sade bir kolyeydi. Ama benim için değerliydi.

 

Ne zaman sorunlar biter gibi olsa, o zaman takacağıma kendime söz vermiştim. Ve bugün ilk defa takmıştım.

 

Çünkü ben artık mutlu olmak istiyordum. Küçükken yaşayamadığım ne varsa şimdi yaşamak istiyordum. O olmadan, korkusuz bir şekilde. Belki bozulacaktı ama bozulana kadar böyle yaşayacaktım.

 

Mesaj geldiğinde hemen telefonu açtım. Herkes goygoy’a dalmıştı. Didem ortama ayak uydurmaya çalışıyordu. Gelen mesajla, yanaklarımın kızardığını hissettim.

 

Attığın videodan belli oluyor deniz kızı.

 

İzlemiş miydi ya onu? Benim niye yanaklarım kızarmıştı peki? Kolyemi işaret parmağımı dolayıp açtım. Alt dudağımı dişledim. Telefonu birşey yazmadan kapatıp, önüme dönmekten başka birşey yapamadım.

 

Utanmıştım... Bu nedense çok garip birşeymiş gibi geliyordu. Çünkü ben ne olursa olsun utanmayan insandım. Ne oluyordu bana böyle?

 

Kendine gel Cansu.

 

Kafamı kesinlikle toplamam gerekiyordu. “E,” dedim uzatarak. “Nasıl gidiyor hayat? Hı?” Salak gibi soru sormuştum. Harbiden, kendine gel Cansu. Kafam sana güzel demişti ama. Demişse demiş kızım, bize ne? Deniz kızı diye sesleniyor bana ama.

 

Çelişkiye girmiştim. Allah'ım, ne oluyor bana? Ben anlamıyorum çünkü. Ben bu gerizekalılıkla nasıl veteriner olmuştum? Veterinerlik...

 

Yapmalı mıydım? Söz vermiştim kendime, kesinlikle yapmalıydım. Mutlu olma sözü... Ne kadar uzarsa, o kadar uzun sürmesini sağlayacaktım bu sözü.

 

Herkes bana baktı. “İçti mi bu?” Evet Gökhan abi, içtim. “İçti ama bir şişe,” diye yanıtladı Didem. Kaşlarımı çattım. “Düzgün bir soru sorduk, ne alaka içmek?” Aptal gibi sormasaydım, düzgün bir soru olurdu. “Hiç,” dedi Gökhan abi. “Yanakların kızarmışta o yüzden.” Abi, ağzına sıçayım senin. Özür dilerim Allah'ım, o sövdürdü.

 

“Sıcak çünkü,” dediğimde, “hava eksi bir derece lan! Neresi sıcak,” diye sakince yanıtladı. “Gökhan abi, abim. Sövmeyeceğim sana, sus o yüzden.” Yandan yüzbaşının sırıttığını görebiliyordum. Gülme be adam! “Ne dedim lan ben şimdi?” Of! “Boşver,” diyerek önüme döndüm.

 

Güneş bana baktı. “Açsın diye oluyor bunlar. İki gün yemek yememek ne kızım? Ama karam olunca saldır hemen.” Özür dilerim anneciğim diyesim gelmişti. Yüzbaşının yanında demese iyiydi ama. “Bayılmadığın’a şükret bence. İki gün ne kızım?” Demiştim ama.

 

Kaçamak cevap verdim. “Abartıyor. Yedim,” dedikten sonra ayağa kalktım. Baran, “nereye be,” dediğinde, “tuvalete. Gelecek misin sende,” dedim sertçe. “Ne kızıyon kızım? Sakinleştiricinin üstüne içersen böyle olur işte.” Dil çıkararak, salondan çıktım.

 

Tek sıkıntı, idrarımın gelmemesiydi. Tuvaletim yoktu, niye var demiştim? Niye kaçıyordum şuan peki? Ben kimden kaçıyordum? Kendimden mi yoksa yüzbaşından mı? Bilmiyordum.

 

Tuvalete girip, kapıyı kapattım. İlk işim, elimi yüzümü yıkamak oldu. Yavaşça yanaklarıma tokat attım. “Kendine gel Cansu,” diye tekrar uyardım. Harbiden, neyin içine düşmüştüm ben? Anlamıyordum çünkü.

 

Mutlu olmak isteyince insan salak mı olur? Eğer öyle değilse ben ne yaşıyordum? Hayır, anlasam herşey çözülecekti. İyice salaklaşmıştım.

 

“Bir daha içmeyeceğim. O yüzden oluyor kesin.” Eğer o yüzden oluyorsa, neden önceden olmamıştı? Midem niye bulanıyordu? Peki onu görünce niye mutlu olup heyecanlanıyordum?

 

Ben bu yoldan çıkamazdım. Eskiden neyle savaştığım belliydi en azından. Ben bu duyguyla niye savaşamıyordum? Peki benim bununla savaşmam mı gerekiyordu?

 

Aynaya baktım. Gözlerimi kapattım. Benim için yazıldığını düşündüğüm bir şarkı sözü vardı. İnsan kendinden yaralanır... Ben kendimle savaşıyordum. Benim canımı en çok acıtan kişi bendim. Ama bu acı değildi.

 

Ben büyüdükçe niye çocuklaşıyordum ki? Normal insanlar gibi davranmıyordum. Peki, onlar normal olanlar mıydı? Ya onlar anormal, biz ise normalsek? Bunun cevabı hangi kitapta çıkardı ki?

 

Omuzlarımın bir karış altında olan saçlarıma baktım. Kendimde en çok sevdiğim saçlarımdı. Saçlar anıları saklardı, geçmişi hatırlatırdı. Ben kaç yaşıma gelirsem geleyim, o geçmişi unutmayacaktım. Eğer unutursam, onları kesecektim.

 

Yani hiçbir zaman.

 

Konu ne ara buraya geldi? Bilmiyorum. Benim kafam her zaman bulanıktı. “Bana bunu yaptığın için, seni hiçbir zaman affetmeyeceğim anne...” Gözümden bir damla yaş aktığında, hemen sildim.

 

Benim en büyük canavarım, aslında o değil miydi? Anneler koruyucu melek olur derlerdi. Benim annem neden beni hiç korumamıştı? Eğer engel olsaydı, ben böyle bir insan mı olurdum? Kesinlikle olmazdım.

 

Kimsesiz kalmak isterdim. Evet, ölmelerini isterdim. En azından kendimi kandırırdım. Kötü birşey olduğunda, eğer ailem yaşaydı yardım ederlerdi diye düşünürdüm. Bütün acılarımın sebeplerinin onlar olduğunu bilmektense...

 

Kollarıma baktım. Bıçak izleri hala duruyordu. Güldüm. Bir insan ne kadar acıyla gülebilirse, o kadar güzel güldüm. Bunun sebebi yine aileydi. Karnıma baktım. İki kurşun izi vardı. Bunun sebebi yine aileydi. Hayallerimi çalan yine aileydi.

 

Aile değildi bunları yapanlar. Sadece laf olarak söylenseydi aile, işte o zaman aile olabilirdik. Ama değildik. Ben ve iki düşman. Yanımda kim olursa olsun yalnız kalacak ben.

 

Ben bu yüzden istesem de mutlu olamıyordum. Dışarıdan gülüyordum, mutlu artık o diyorlardı. Ama değildim işte. İçimde ki alev beni her zaman yakıyordu. Ben sözümü yine tutamıyordum...

 

Ellerimi mermere koyarak, destek aldım. Hayal kuramazdım, sevemezdim, korkamazdım, yenilemezdim, depresif olamazdım. Çünkü, ben kendimle beraber insanları üzemezdim. Ben Güneş’e yaşattıklarımı, tekrar yaşatamazdım.

 

Yüzümü sildim gülerek. Derin bir nefes alıp verdim. “İyisin, iyisin...” Üzülemezsin Cansu. Kendinle beraber insanları aşağı sürükleyemezsin. Kimseye aşık olamazsın Cansu. Eninde sonunda Arda Bozok’a benzer.

 

Annemin - denilebilirse tabi - sözü kulaklarımda çınladı.

 

“Seni ömrün boyunca kimse sevmeyecek Cansu! Sen evlat olsan başın okşanmazdı ve okşamadık! Eğer birgün aşık olursan, Arda Bozok’a benzeyecek diye tekrarla içinden! Niye biliyor musun, kız çocukları babalarına benzeyen birine aşık olurmuş. Pardon, seni babanda kızı yerine koyup, sevmiyordu değil mi?” Kocaman kahkaha attı yüzüme.

 

Başımı iki yana salladım. Bu söz niye aklıma gelmişti ki? Ama tekrarladım içimden dediklerini. Defalarca, yüzden fazla tekrarladım. Beni durduran, çalan kapı oldu.

 

Güneş’in endişeli sesi kulaklarıma doldu. “Cansu, iyi misin?” Değilim Güneş. Kızı da nasıl korkuttuysam, yalnız kalınca kendimi öldüreceğimden korkuyordu. Geçmiş travmalarına bende eklenmiştim galiba.

 

Gülümseyerek aynada kendime baktım. Oyna Cansu, çok iyi oyna. Öyle iyi oyna ki, mutlu olduğunun yalanını kendinede inandır. Sonra gece o uçurumun kenarında nefes al.

 

Kapıyı açtım. “Tuvalette bile rahat yok,” diye söylendim. Beni gördüğü an rahatladı. İçeriye çaktırmamaya çalışarak baktı. Bir suç aleti, jilet falan arıyor olabilirdi. “Kızım bir saat olacak neredeyse. Tuvalette neler yapıyorsun sen?” O kadar olmuş muydu ya?

 

Somurttum. “İshal olmuşum ya. Tuvalette yeni bir delik oluştu, haberin olsun.” Güldü halime. “Utanmaz kız,” dediğinde, yanağından makas aldım. “Sana çekmişim. Yani sen adama yaz, sonra da utanmadan aynı salonda otur. Sen neymişsin be,” dediğim an, ağzıma vurdu. “Ayık kafayla mı yazdım ben acaba? Siz içirdiniz de öyle yazdık. Adam biliyor, o yüzden sorun etmedi. Yok başka birşey.” Yav hehe der gibi elimi salladım.

 

Kolumu sertçe vurdu. Salona kaçtım hemen. “Kaçma, gel buraya,” diye peşimden kovalayınca, en güvenli yere gittim. Yüzbaşının sandalyesinin arkasına saklandım. Burası güvenlik alanımdı.

 

Güvenlik alanımdı...

 

Hemen bu düşünceyi sildim. Ama çıkmadım da olduğum yerden. Sadece öyle kalakaldım. Herkes şaşkınlıkla bize bakıyordu. “Çık kız oradan,” diye buraya geliyordu ki, “çıkayım da döv değil mi? Hayatta çıkmam,” diye omuz silktim.

 

Yüzbaşı şaşkın bir sırıtışla bana bakıyordu. Ben ona bakmadım. Baran gülerken, “ben bu sahneyi bir yerden hatırlıyorum,” diye söylendinde, sandalyeyi arkadan daha sıkı tuttum. Öteki elimle Baran’ı gösterdim. “Bütün suç o zebaninin. Bütün günahlarımın sebebi bu. Şahitlerimde var,” dediğimde, “yemezler canım. Ben senin ciğerinin bilirim,” derken, elini gösteriyordu.

 

Eserinle gurur duy kızım. Melek gibi kızı sen bu hale getirdin. Çek şimdi cezanı.

 

Didem yandan, “döv kız. Hak etti bu günahkar,” dediğinde, tersçe ona baktım. “Didem, ben seni bir döverim,” dediğimde, “kolaysa Güneş’i döv,” dedi sırıtarak. Ona vurmayı bırak, bağırınca bile o hale gelmiştim. Ona vuramayacağımı çok iyi biliyordu.

 

Ama Güneş için aynı şeyi söyleyemeyecektim. Çünkü orada ki kumandayı bana atmasıyla, eğilerek kurtulmam bir olmuştu. Refleks diye buna derim ben.

 

“Yüzbaşı,” dedim masum masum. “Baş belan birazdan son duanı edecek. Birşeyler yapmaz mısın? Hı? Beni Güneş’in elinde selam okutmazsın değil mi? Hı,” dedim en tatlı, masum halimle. Bu dediklerimi sadece o duymuştu.

 

Evet kızım, on numara kaçıyorsun adamdan. Evren bana karşı ya. Ben kaçmak isterken, onun yamacımda buluyordum kendimi. Allah'ım, nasıl bir ızdıraptır bu? Ben o kadar güçlü değilim, aşar bunlar beni. Gökhan abi de var yani, niye girdim ben buraya?

 

Ama burası güvenliydi.

 

O sırada Güneş, eline geçen herşeyi bana atmaya başladı. Bazıları yüzbaşına geldi ama sesi çıkmadı. Yarasına gelmesine rağmen, gram sesi çıkmadı. “Gel kız buraya!” Ne ses be o? “Manyak mısın kızım? Ben bile bu kadar değilim be!” Sesim azıcık sert çıkınca, hemen düzelttim. “Ne dedim yani?” Dişlerini sıktı. “Ben sana göstereceğim. Öldüreceğim seni! İstediğin bu ya senin!” Yutkundum.

 

Hemen kendime geldim ama. Alaya aldım dediğini, hiç umursamamış gibi. “Benim için hapise mi düşeceksin? Valla o kadar güzel bir yer değil,” dediğimde, “bak bir de ne diyiyor,” diye yastığı attı son olarak. Bu ise yüzbaşının suratına gelecekken, son anda tuttu.

 

Dizilerde ki ağır çekim sesi. Dındındın.

 

Güneş kendine gelmiş gibi baktı. “Abi,” dedi alt dudağını ısırarak. “Sen orada mıydın ya?” Maalesef Güneş, oradaydı. “Ya abim,” dedi güven veren sesiyle. O güven veren sesi Güneş’e değil bana veriyordu. “Sen acaba niye dellendin yine? Bir kovmalar, sonra dövmeler. Hayırdır?” Sırıttım.

 

İşte benim yüzbaşım. Aman be, kaçmıyorum ben. Hem ben kendimi abarttım biraz. Düşündüğüm gibi birşey olamazdı. Yani, olamaz diye düşünüyordum. Bu adam kaçılır mıydı hiç?

 

Aklıma Devin Bozok’un söyledikleri geldi. “Pardon, seni baban da kızı yerine koyup, sevmiyordu değil mi?” Baktım arkadan yüzbaşına. “Kız çocukları babalarına benzeyen kişilere aşık olurmuş.” Yutkundum. “Seni ömrün boyunca kimse sevmeyecek Cansu!” Benim kaçmam gerekiyordu.

 

Ama şuan değil, kesinlikle değil. Çok kişi var, şuan değil. Elim kolyeme gitti. Göğsüme sokmak istercesine bastırdım kalbime. Gözüm nedense Kerem’e gitti. Gözü göğsümü bastırdığım kolyemdeydi. Göz göze geldiğimizde, hafif tebessüm etti. Bu, “korkma,” der gibiydi.

 

Elim anlamasız bir şekilde hareket ettirdim. Karnıma iki kere dokunup, sağ elimi şah damarıma götürdüm. Dikkatlice beni izledi. Hafif tebessümü biraz büyüdü. İlk defa ifadesiz bakmadı. Bende tebessüm ettim.

 

Ben iyi hissetmiştim.

 

“Abi, ama,” diyen Güneş’in sesiyle kendime gelmiştim. Herkes gülmemek için kendisini zor tutarken, Kerem yine eski haline dönmüştü. Sanki bir yanardağ patlayıp, tekrar eski haline geri dönmüştü. “Çocuk musun kızım sen? Otur yerine, her yeri döktün zaten. Delilerin içine düştüm yemin ediyorum.” Derin bir nefes verdi. “Timi mi kesinlikle değiştirmeliyim,” diye mırıldandı.

 

Ben ise sırıtarak, bu sefer Gökhan abinin yanına gittim. Güneş’e kapak işareti yaptım. Ama anında enseme bir tokat yedim. “Ayıp, yapmasana kızım.” Misafire götürdüğü çocuğu gibiydim. “Canım sıkılıyor. Meyhaneye mi gitsek yine?” Enseme bir tane daha vurdu. “Sende akıllanma yok.” Ama benim boş durmamam lazımdı.

 

Elim her zaman kolyemdeydi. Bir de sorunlar bitince takacakmışım! Ben aptaldım, ben çok büyük aptaldım. Ben ile mutlu olmak kim? Aptallıktı yaptığım. Ben bu geçmişle, mutlu olabilir miydim sence? Gerçekten aptallıktı.

 

Gül Cansu. “Senin abilik sadece enseye tokatla geçiyo he. İnsan yardım eder ayı,” dediğimde sırıttı. “Benim yardımama ihtiyacın olsaydı ederdim.” Gözlerimi devirdim.

 

Ben birşey yapacaktım.

 

“Didem,” dediğimde, “ne var günahkar,” dedi sırıtarak. Adım çıkmış dokuza, inmez sekize arkadaş. “Yarın işe bende geliyorum.” Herkes şaşkınlıkla bana baktı. “Ne,” diye herkesten aynı ses yükselince, güldüm.

 

Oyun oynayarsak, inandırıcı olması lazımdı. “Ne, ne? İşe gideceğim işte.” Rahstlığıma karşılık, Gökhan abiden bir ense tokadı daha yedim. “Nasıl yani? Sen ayrılmıştın ama? Niye gidiyorsun?” Senin saflığını yerim ben Güneş. “Benim böbreğim biraz ağrıyordu. Dedim tek böbrek, ölmeden bir hastaneye gideyim. Malum,” derken, parmağımla Gökhan abiyi gösterdim. “Ona göre öküz olduğum için, veteriner’e gideceğim.” Tekrar enseye tokat yedim.

 

Güneş anlamaz gözlerle baktı. “Nasıl yani?” Gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. “Ya,” dedim onaylayarak. “Dalga geçme lan kızla,” dedi Kaan. Yandan kafamı öne çıkararak, ona baktım. “Aman, yemedik Güneş’ini," dediğimde, üç tane öldürücü bakışla karşılaştım.

 

Yüzbaşı öyle bakmasaydı iyiydi. Gökhan abiye çaktırmadan sokuldum onun bakışlarıyla. “Tamam ya, demedim birşey,” dedim Kaan’a bakarak. Ama sözüm yüzbaşınaydı.

 

Sonra Didemden gülme sesi geldi. “Ay, ben sizi çok sevdim ya,” dedi time bakarak. “Bu kızı yola getiren tek insanlarsınız. İşe girecek, şaka gibi!” Tersçe ona baktım. “Daha çok yoldan çıktı ama,” diye homurdandı yüzbaşı. Çok haklıydı, anlamadığım duygulardan kaçmam gerekiyordu.

 

Gökhan abi bana baktı. “İyi bok yedin,” diye söylendi. “Didem, zaten ben işe girmiştim ya hani. Sadece tekrar döneceğim kızım. Ne diye on yıl sonra oğlu iş bulmuş anneler gibi davranıyorsun.” Tersçe baktı. “Bir şeyi de kursahımda bırakma.” Sadece gerçeği söylemiştim.

 

Güneş en sevinenlerden oldu. “Ay, sen tekrar işe gideceksin yani,” dediğinde, “Müdür alırsa tabi,” derken, alacağından yüzde yüz emindim. Bir Bozok’a, kimse hayır diyemezdi. Keşke Bozoklar insanların düşündüğü gibi de masum olsalardı. Bunu burada ki herkes bilirdi.

 

“Alır, alır,” dedi hevesle. Sanki kendisi giriyordu. Ben yerdim bunu. Ama özür dilerim Güneş, ben hala istediğin gibi değilim. Çok özür dilerim gülüm, ben geçmişimi unutup, mutlu olamam.

 

Ve özür dilerim Güneş, ben ölmek istiyorum.

 

Sonrası yine aynı geçti. Baran Helin’e çaktırmadan yürüdü, Kaan Fıroş’un çapkınlıklarıyla uğraştı, Gökhan abi Didem ile konuşma konusu açmaya çalıştı ve yüzbaşı ile Güneş abi kardeş kavgası ettiler.

 

Sesiz olan iki kişi vardı. Ben ve keskin nişancı.

 

Hiç konuşmuyordu, öylece önüne bakıyordu. Alt dudağımı dişledim. Ayağa kalkıp, onun oturduğu koltuğa, yanına oturdum. Kaşlarını çatarak bana baktı. O kadar köşe tarafta duruyordu ki, onun varlığını bile unutmuşlardı.

 

“Ne oldu,” diye sorduğunda, “canım sıkıldı,” dedim arkama yaslanarak. “Yani?” Adam haklı kızım. Cebimden sigara paketini çıkardım. Canımı iste , sigaramı isteme dediğim ana geri dönmek istemiyordum. Burası gayet iyiydi.

İçinden iki tane sigara çıkardım. “İçer misin,” derken yüzünde sorgular bir ifade geçti. “Ne yapmaya çalışıyorsun?” Kafa dağıtmak için seninle konuşmayı çalışıyorum. Çünkü buradan bakılırsa, senin kafada benimki gibi. O yüzden beyninin seni öldürmemesi için, kendimle beraber seni de biraz rahatlatmaya çalışıyorum.

 

“Hiç,” dedim sigarayı hala ona uzatırken. “İçiyor musun yoksa içmiyor musun?” Sigarayı aldığında, bende çakmağı çıkardım. Hem kendi sigaramı hemde onunkini yaktım. “Eyvallah,” diyerek dudaklarını götürdü. “Bizden,” dediğimde, bana baktı. Dudaklarında yarım bir tebessüm belirdi.

 

Bende gülümsedim. “Ha, şöyle,” dedim keyifle. “Gül biraz.” Başını iki yana salladı. “Uğraşacak başka birini mi bulamadın küçük hanım?” Kollarımı dizlerime koyup, yüzümü ellerime yerleştirdim. “Yok, bulamadım. Hem yirmi yedi yaşındayım ben, küçük hanım demekten vazgeç.” İsyanım, pekte yaşıma göre değildim. “Tamam küçük hanım.” Gıcık.

 

Tersçe bakmam umrunda olmadı. Sağ elime gözü çarptı. “Kolyen,” dedi. “Anlamlı olmalı.” Elime bakarken doğruldum. Sağ elim kolyemi sıkıca tutuyordu. “Anlamlı,” diye mırıldandım. Elimi çekmek istedim ama çekemedim.

 

Arkasına yaslandı. “Anlamı ne?” Lafı dolaştırmadan, sormak istediği şeyi soruyordu. Bu huyu hoşuma gitmişti. “Bilmiyorum. Ama çok anlamlı, onu biliyorum,” dediğimde, “nasıl yani,” diye sordu. “Bilmem,” dedim sadece.

 

Daha fazla zorlamadı. Zorlamak istemedi. Önüne dönerek, sigarasından bir duman çekti. Komple siyah giyinmişti. Siyah bir gömlek ve pantolon. Siyah’ın en çok yakıştığını düşündüğüm ikinci adamdı. Birinciyi aklıma getirmek istemedim. Eğer gelseydi, ona bakıp aptal aptal sırıtabilirdim. Bunun yaşanmasını istemezdim.

 

“Sen niye sesizsin?” Yandan bana baktı. “Her zaman niye konuşayım? Saçmalık,” dedim koğuşta benim dediğim gibi. “Doğru,” diye onayladım.

 

Dışarı baktım, kar yağıyordu. Yutkundum. Eskiden kar yağıyor diye sevinen ben, sertçe yutkundum. “Gora berfê..." Anlamış gibi bana baktı. Dudaklarını açıp birşey söyleyecekken, susup önüne döndü.

 

Herşeyi bitiren, yüzbaşının tok sesi oldu. “Tim, kalk,” dediğinde, bütün tim kalktı. “Nereye,” diye sordum. “Nereye olacak acaba?” Şu iki siyah adam, çok gıcıktı. “İyi, kapı orada, gidin,” dediğimde, Güneş kınayarak bana baktı. “Şaka yapıyor o,” diye savundu. Tek sorun, herkesin şaka yapmadığımı biliyor olmasıydı.

 

Baran’a baktım. “Sen nereye?” O kafamın ayık olmasını sağlıyordu, gidemezdi. “Başlarım,” diye başlayan yüzbaşı, Baran’a baktı. “Yürü lan! Görevine el koyuyorum, sikicem belanı yoksa.” Bu umrumda bile değildi. Onunla görüşmek için ondan izin alacak değildim.

 

Baran, “emredersiniz komutanım,” diyerek kapıdan dışarı çıktı. Helin’i baştan beri süzünce, onunki otomatik sarhoş olmuş olamlıydı. Yoksa itiraz etmeden demesi, ayık kafayla yapacak birşey değildi.

 

Didem de kalktı. “Bende gider o zaman,” dediğinde, “sen nereye be,” diye sordum. “Benim de evim varya hani. Oraya gideceğim. Burada kalarak, senin duygusuz yüzünü çekemem.” Başımı olumlu anlamda salladım. Onunda sevgisini gösterme şekli buydu. “Eyvallah,” dedim.

 

Gökhan abi Didem’e baktı. “İsterseniz sizi bırakabilirim,” dediğinde, “zahmet olmasın,” dedi Didem. “Yok canım ne zahmeti? Yolumun üstünde zaten.” Gülmemek için kendimi zor tuttum. Elimi ağzıma götürüp, kendimi susturdum. Çünkü tek bir gülmemle, ağzıma sıçabilirdi.

 

Güneş’le göz göze geldik. Bize o iki saniyelik bakışma yetti. O da sırıtarak, başını iki yana salladı. “Evimin yolunu bilmiyorsunuz ki,” dediğinde, Gökhan abi bir fark ediş yaşadı. “Ha,” dedi. “Ben askeriye gitmeyeceğim de, etrafı dolaşacağım biraz. O yüzden öyle dedim.” Bende yedim. Afiyet olsun cümlemize.

 

Didem yedi ama. “Anladım,” dedi. Sen anladıysan, biz neler anladık be Didoş. Tabi, bu bir ihtimal olabilirdi. Öteki gün Gökhan abiyle dalga geçecektim.

 

Dört saat geçti bu olaydan sonra. Onların gitmeleri üzerinden dört saat geçti. Saat gecenin üçüydü. Güneş, “ben uyuyorum. Sende tekrar uyumaya çalış, yarın işe gideceksin,” keyifle deyip, yatağına gitmişti. Bu kızın masumluğu bende olsaydı keşke.

 

Ben keşkelere maruz kalıyordum.

 

Ayağa kalktım. Ayakkabılarımı sesizce giyip, kapıdan dışarı çıktım. Ses çıkmadığı için dua ettim. Uykusu hafifti, en ufak sese uyanırdı. Ben zaten hiç uyumazdım sayardım. Bugün birşey olmuştu.

 

Apartmandan çıktım. Siyah r25 motorumun yanına gittim. Uzun zamandır binmiyordum. Yanına gidip, oturdum. Kask takmadan, gaza bastım. Siyahlar içinde, gece ve son sürat giden motor... Huzur veriyordu.

 

Ara gaz verdim iki yüzde giderken. Gökyüzüne baktım umursamadan. Yıldızlar vardı, geceyi aydınlatan. Küçük karlar yağıyordu, o gün ki gibi. Sonra ise karnıma baktım. O gün ben yine ölmüştüm.

 

Sorun değildi, ölmeye alışkındım.

 

Kahkaha attım alayla önüme dönerken. Hızı arttırdım daha büyük kahkaha atarken. Ormanlık yola ne ara gelmiştim ben? Bilmiyordum, bilmek hiç istemiyordum. Bütün ormanı kahkahalarım doldurdu. Orman ölürken kahkaha atıyordu...

 

Karanlıktı, fazlasıyla. Yolu ezbere bilmeseydim, şuan on kere bedenim ölmüştü. Ama maalesef, ölmeden kara sevdaya ulaşmıştım. Yine maalesefler... Bu sikimde bile değildi.

 

Ve geceler, maskeleri ortadan kaldırır. Ve bam! Sen tekrar gecelerde boğulmuşsun. Alayla gülümserken, başımı iki yana salladım. “Ey insanoğlu,” diye söylendim. İnsanlar olmasa dünya pislik çöpü değil, ikinci cennet olacaktı.

 

Hz. Adem yasak elmayı yemeseydi, var olmayacaktık bile. Tabi, var olmayı da istemezdim. Sadece toprak olmak isterdim.

 

Alaylı gülüşüm, bir kızı gördüğüm an dondu. Buraya sadece ölmek için gelirlerdi. Siktir. Motordan yavaşça indim. Uçurum kenarında oturuyordu. Omuzlarının sarkıyor olması, ağladığını gösteriyordu.

 

Kim üzdü lan bu kızı?!

 

“Selamın aleyküm,” diyerek yanına gittim. Sesimi duyduğu an irkildi. Beni görmeyi beklemiyor gibiydi. Yanına doğru yürüdüm. “Aleykümselam,” diye Allah'ın selamını aldı. Yüzünü hemen sildi, burnunu çekti.

 

Telefonundan bir şarkı çalıyordu, intihaşk. En azından son şarkısını güzel seçmişti. “Oturabilir miyim?” Sadece boş boş baktı. Bunu bir evet sayarak, onun yanına oturdum. Hiç yabancılık çekmeden, elinde ki bira şişesini alıp, birkaç yudum aldım. Sonra ise ona geri verdim.

 

Şaşkın bakışlarla bana bakıyordu. “Kaç yaşındasın,” diye sordum. “Yirmi bir,” diye cevapladı. O kadar masum görünüyor ki, onun için üzüldüm. Burası bir sürü kişinin katili olmuştu. Ama hiç rastlamamıştım.

 

Benim mekanım, azrailin kapısıydı. Herkes burada nefesini verirken, ben burada nefes alıyordum. Müzik ve uçurum... Müzik icat edilmeseydi, hayatım daha çok kayardı. Bundan yüzde yüz emindim.

 

Ben bir kitap karakteri olsaydım... Yazarım beni müzik dinleyerek yazardı. Ve o bile, beni ağlayarak yazardı. Ah, aptal yazar duygusallığı... Kendi yazdığı karakterlere ağlayacak kadar duygusal aptallar.

 

Önümde ki kıza odaklandım. “İyiymiş,” diyerek önüme döndüm. “Burasının adını biliyor musun?” Tekrar ona baktığımda, hala anlamaz gözlerle bana bakıyordu. “Bu uçurumun adı yok ki.” Kara sevda nereydi o zaman?

 

Başımı iki yana salladım. “Kara sevda,” dedim. “Bu uçurumun adı Kara sevda. Neden biliyor musun? Çünkü ölmüş ruhların, hayatını bitirdikten sonra ki mutluluğu, sevdası. O yüzden kara sevda burası. Ve, buranın sahibi benim.” Dudakların büzdü. “Ama sen yaşıyorsun.” Hayır, sadece nefes alıyordum.

 

Birasından küçük bir yudum aldı. Öksürdü, yüzünü buruşturdu. İlk kez içtiği o kadar belliydi ki. Öğürdü iğrenerek. “Sen içemiyorsun galiba,” diyerek, tekrar elinden aldım. “Ben içerim senin yerine.” Büyük yudumlar aldım. Su gibi içmiştim. Ne yüzümü buruşturdum, nede öksürdüm. Yüzümde ki tek bir mimik bile oynamadı. Oynamasını isterdim oysaki.

 

“Kimsin sen?” Güzel soru, kimim ben? “Bilmiyorum,” dedim dürüstçe. “Bana baksana, kim gibi duruyorum?” Beni inceledi biraz. “Çok güzelsin,” dediğinde, “öyleyim,” dedim. Bunu yüzbaşı demeden önce sorsaydı, bu cevabı vermezdim. “Ama ruhsun. Sanki diğer taraftan melek olarak gelmiş gibisin. Çok önceden ölmüş gibi.” Alayla gülümsedim.

 

Ben ölü bir ruhtum. “Öyleyim, ama melek değilim küçük kız. Sen kimsin peki,” diye sorduğumda, “Açelya ben.” Açelya... Kıza yakışan bir isimdi. Güzeldi, hatta güzellik yarışmasına girse birinci olabilirdi. Beyaz teni aya, siyah gözü geceye benziyordu. Kara kaşlı, kalp şeklinde ki yüz şekli ve küçük burnu ile dolgun küçük dudaklarıyla dünya güzeli olabilirdi.

 

Cebimden sigara paketi çıkardım. “İçer misin,” diye sorduğumda, “yok, ağzıma sürmem,” dedi anında. Bu kızı nasıl ölme noktasına getirmiştiniz? “Ben içerim,” diye bir sigara yaktım. “Ama çok zararlı, öldürür sizi.” Yandan ona baktım. “Ölmek için buraya geldin.” Omuzları çöktü, gözleri doldu dediğimle.

 

Gözünden bir damla yaş aktı. “Ben ölmek istemiyorum ki.” Kaşlarımı çattım. “O zaman neden buradasın? Şu denizin altında ki toprakta, kaç tane bulunamayan ceset var? Haberin var mı senin? Buraya gelirken girdiğin ormanda, kaç tane sapık herif olduğundan peki? Ne oldu, ailenle mi tartıştın? Baban istediğin birşeyi yapmadığı için mi geldin? Sevgilinden mi ayrıldın? Ne oldu?” Sinirlenmiştim.

 

Ona döndüm tamamen. “Sen o oynadığın oyunlar mı zannediyorsun hayatı? Başka bir hayat yok! Tek bir oyun, kaybettiğin an game over!” Uçurumun aşağısını gösterdim. “Al atla. Ben defalarca atladım çocuk! Bak bana, ölmüş müyüm? Ama sen atladığın an cehennemi boylayacaksın! Neden peki?! Amına koyayım, harbiden merak ettim. Hangi ergence sebebin yüzünden öleceksin?!”

 

Ağlarken bir anda bağırdı. “Babam annemi gözlerimin önünde öldürdü! Beni de yarın yaşlı bir adama, para için verecek! Oldu mu?!” Ne? Geriye sendelendim. Siktir! Ben ne yapmıştım? Yarasını bıçakla deşmiştim. Önümde hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. “Ne,” diye mırıldandım.

 

Ben iğrenç bir insandım.

 

Hem yarın mı? “Ne dedin sen? Yarın para için verecek mi?” Onaylar bir mırıltı çıkardı. İçimden kendime o kadar küfrettim ki, jagged bile bu kadar küfür etmemiştir. Kendimden o kadar nefret ediyordum ki, kendimi atabilirdim. Ön yargı bu yüzden boktan birşeydi.

 

Ama yıkıldığımı ona göstermedim. Onaylı bir mırıltı çıkardı. Omuzlarımı dik tuttum, ona daha fazla yaklaştım. “Özür dilerim,” dedim yüzünü silerken. “Ben sinir hastasıyım da. Kendime hakim olamıyorum.” Burnunu çekti bana dönerek. “Bende hemen ağlıyorum. Kendime hakim olamıyorum.” O yaşananlara ayakta durmak, güç isterdi. Her ağlayan güçsüz olmadığının en büyük kanıtıydı Açelya.

 

Gülümsedim hafifçe. “Yarın olacak, ama o dediğin olmayacak,” dediğimde, bana baktı. “İmkansız. Annem engel olmaya çalıştığı için öldü,” dedi titrek sesiyle. “Sende ölürsün, yapma. Ben kabullendim zaten, hatta geri dönecektim.” Gözünde damlalar aktıkça, sildim.

 

Başımı iki yana salladım. “Şimdi bana bak çocuk,” dedim emin sesle. “Beni Arda Bozok öldürememiş, o adam hiç öldüremez. İkincisi,” derken, arkadan silah sesi geldi. Açelya çığlık attı kocaman. Ben ise ayağa kalkıp, onu hemen arkama aldım. Belimde ki silahı çıkararak, “kim var lan orada,” diye bağırdım.

 

Önüme yirmi adam geldiğinde, içimden küfrettim. Bir kafa dinlemeye gelmiştik anasını satayım! Başımıza gelenlere bak! Yüzbaşı haklı kızım, belasın sen bela! Hem yüzbaşı ne alaka?! Beynimi sikmek istiyorum! Bu durumda bile aklımdasın be adam!

 

Önde ki adam namlumun ortasındaydı. Elli yaşlarında, koyu esmer bir adamdı. Arkasında kırklı yaşlarında, sakallı bir adam vardı. Diğer adamlar bize silah doğrultmuş, önde ki iki adamı korumaya çalışıyordu. Açelyadan, “baba,” diyen titrek sesi geldi. Derin bir nefes aldım. Baba diyordu hala. Adam ise bize silah doğrultmuştu.

 

Bu görüntü bana birşeyleri hatırlattı. “Öldüreceğim seni ula,” diye bağırdı adam. Açelyanın ağladığını gördüm. “Öldüreceksin he,” dedim alayla. “Sen ilk önce beni öldür kırışık! O masum kadının yanına göndersene benide!” Hepsine tek tek baktım. “Tabi yapabilirseniz.” Deliyle uğraşmak akıl karı birşey değildi.

 

Alayla güldüler arkadakiler. Onlar için basit bir kadındık galiba. Bende aynı şekilde gülümsedim. “Sen karışma bu işe bayan! Baba kız işine karışmayasın!” Ben bilirdim o işleri. “Baba kız öyle mi? Şu piçle evlendireceğin kızın de mi?” Dişlerimi sıktım. “Size baba diyenlerin ben kahinatının içinde ki horozlarını sikeyim!” Açelya’nın, “yapmayasın,” diye mırıldanmasını umursamadım.

 

Arkada ki adam, “sen kime piç diyon low,” diye üzerime yürüdü. Silahı ona doğru tuttum. Hiç düşünmeden, bacak arasına sıktım. “Şimdi bir piç oldun,” dedim dişlerimi sıkarak. Yaptığım bir savaşın başlangıcıydı.

 

Şu kıza yan gözle bakan gözlerini kör etmem lazımdı benim. Büyük bir bağırış koptu ondan. “Mahir,” diye bağırdı kırışık. “Al ver şimdi şu kusurluyu kızını!” Bana baktı bacak arasını tutarken Mahir denen adam. “Seni öldüreceğim! Sıkın lan şu kıza!” Açelya’ya baktım. “Özür dilerim,” diyerek uçurumdan aşağı ittim onu. Çığlık atarak, düştü.

 

Bende hemen arkasından atladım. Bunu yapmam bir saniyemi bile almamıştı. Arkamızdan silah sesleri geliyordu. Arkada ki adam öyle bir bağırıyordu ki, kıyamet kopuyordu sanki. Ölürdü inşallah!

 

Denize düştüğümde, Açelya kaybolmuştu. Allah kahretsin, yüzme bilseydi çoktan yukarı çıkmıştı. İşin kötüsü, kaybolmuştu! Denizin içine daldım. Gözlerim onu tarıyordu.

 

Bir Arda Bozok vakası ile daha karşı karşıyaydım. Ulan, o bile bu kadar piç değildi be! Arda Bozok’u geçen bu kırışık’ı acı çekerek öldürecektim. Ama ilk önce Açelya’yı bulmam lazımdı.

 

Derken, sırtımda kocaman bir acı oluştu. Acıyla inledim acıyla. Kurşun acısıydı bu... Ters döndüm, gözlerim kapandı. Büyük bir acı, bedenimi kapladı. Açelya...

 

Gözlerim kapandı. Bu deniz iki kişinin mezarı olacaktı galiba...

Loading...
0%