@gecemavisiyazarrr
|
Gözlerini yarım bir şekilde açtı Açelya. Neredeydi? Başı çok ağrıyordu. Kafasını tutup inledi. Olduğu yere baktı. Kayalıklara vurmuştu. Gözlerini kırpıştırdı, sabah olmuştu. “Neredeyim ben,” diye mırıldandı.
Gözü bir telefona kaydı. Kaşlarını çatarak eline aldı. Telefonu açmaya çalıştığında açıldığını gördü. Kilit ekranda ki kadını görünce, herşey kafasına dank etti.
O kadının vurulduğunu görmüştü. Yutkundu, “hayır,” derken. Acıyla denizden çıktı ayağa kalkmadan. “Abla,” diye bağırdı. Onun yüzünden bir kişi daha ölmüş olamazdı. Bunu da kaldıramazdı.
Telefonu açtı. Şifre olmadığını görünce, hemen rehbere girdi. “Ölme, ölme, ölme,” diye mırıldandı defalarca. “Abla!” Yaşıyor olmalıydı. Onu kurtarıp, kendisini feda etmişti. Bunu Açelya’ya kendi ailesi bile yapmamıştı. Aşirette ki kız çocuğu olmanın cezasını her an çekmişti.
Rehberde ki bir numarayı, kim olduğuna bakmadan aradı. Ağlarken açılması için dua etti. Altıncı saniyede telefon açıldı. “Deniz kızı,” diye bir adamın uykudan uyanmış sesi geldi. “Ne oldu yavrum? Sen aramazdın.” Sevgilisi mi diye düşündü Açelya. Öyleyse, nasıl açıklayacaktı?
“Abi kurbanın olayım yetiş,” dedi ağlarken Açelya. “Ne oluyor lan? Sen kimsin? Cansu nerede?” Ayağa kalktığını duydu Açelya. Yutkundu. “Vurul- vuruldu... De- denizde kay- kaybol- kayboldu.” Öyle bir titriyordu ki, konuşamıyordu bile.
Adamın sendelendiğini duydu telefondan. Öyle ki arkadan başka birinin sesi, “ne oluyor Türkmen,” diyen sesi geldi. “Abi yetiş! Uçurumdan düştü, kayboldu. Sırtın- sırtından vurul- vuruldu,” dediği an telefon kapandı. “Allah kahretsin!” Ayağa kalkmaya çalıştığında, sendelendi. Ama yine de kalktı ayağa Açelya.
Kime aradığına baktı. Yüzbaşım diye kayıtlıydı. Derin derin nefesler alıp verdi. Ama içinde bir umut kırıntısı oldu. Yüzbaşı ise, onu bulur diye düşündü. Ama ya ölüsü bulunsaydı... Başını iki yana salladı. “Abla, ölme! Beni duyuyorsan, yalvarırım ölme,” diye bağırdı denize. Yüzme bilmiyordu, bilseydi girerdi. Birinin daha ölmesini kaldıramazdı.
Babasından nefret ediyordu. İlk defa birisinden nefret etti Açelya. Hem annesini öldürdüğü hemde o deniz kızına bunu yaptığı için nefret etti. En çok acıyı Açelya’ya çektirirken, bir kere bile kınamamıştı babasını. Ama annesini öldürdüğü an içinde ki nefreti çoğalmıştı. Şimdi ise duygusundan emindi.
Öksürük sesi duydu. Durdu Açelya, dondu kaldı. “Bağırma be,” diyen bir ses geliyordu kulaklarına. Başını iki yana salladı. Üzüntüden deniz kızının sesini duyordu galiba. Etrafa baktığında, hayalini gördü. Çünkü ondan beş metre uzağında, denizin içinde uzanan deniz kızını görüyordu.
Bu deniz on metreden sonra boşluğa düşüyordu. Uçurumun atlandığı en az derinlikte olan yer yirmi metre ötesiydi. Açelya’nın dudaklarında şaşkın bir gülümseme oldu. Hemen oraya gitti. Bedeni denize gömülen Cansu’yu, hızlıca denizden çıkardı. Eline gelen kana bakmamaya çalıştı.
Cansu inledi acıyla. Tek düşündüğü, niye ölmediğiydi. Hint dizisi mi çekiliyordu üzerinde? Yada bir dizide başrol kız karakterdi? Bu kadar ölümden dönmenin kendisi için mucize olduğunu düşünüyordu. Bu ucu gözükmeyen denizde bile yaşamayı öğrenmişti.
“Niye ölmedim lan ben?” Açelya ağlarken ona baktı. “Çok özür dilerim, özür dilerim abla. Benim yüzünden vuruldun, özür dilerim.” Cansu yüzünü buruşturdu. “Evet, özür dilemelisin. Kim vurdu lan beni? Lan madem vuruyorsunuz, ne diye öteki tarafa yollamıyorsunuz?!” Açelya şaşkınlıkla ona baktı. “Ne?” Cansu şuan yine dertlenmişti.
Ama daha büyük sorunları vardı. Canı fena derece acıyordu. “Açelya,” dedi acıdan titrek çıkan sesiyle. “Ağlamayı kes. Şimdi diyeceklerimi yapacaksın, tamam mı?” Bayılmak üzereydi, az kalmıştı. Şuana kadar ölmediyse, vücudunun acıya dayanıklı olmasından kaynaklıydı. Ama ileri zamanlarda bu kadar şanslı olamayabilirdi. Ona göre şansızdı.
Açelya yüzünü sildi. Kayalığa uzanan deniz kızına baktı. “Tamam, tamam,” dedi. Önünde ki kadının bu kadar güçlü olmasına şaşırıyordu. Kendisi hiçbir zaman bu kadar güçlü değildi. Şuan tek istediği önünde ki kadının yaşamasıydı. Kendine gelmeye çalıştı.
Cansu derin derin nefesler alıp veriyordu acıyla. Şerefsiz kritik yeri de vuramamıştı. Sırtından nasıl sıyırmayı becermişlerdi? Cansu onlara küfretmeyi sona bırakmıştı. Açelya sırtında ki yarayı eliyle tutuyordu. Telefonunu gördü Açelya da. Bu umrunda olmadı. “Beni doğrult şimdi,” dedi inleyerek. Açelya denileni yaptı. Cansuyu doğrultarak, bir taşın arkasını yaslattı.
Gözü kararıyordu Cansu’nun. Her an ölebilirdi. “Bana bak çocuk,” dedi alnından ter akarken. “Bana birşey olursa, hemen ağlamaya başlama. Her an bayılabilirim.” Açelya olumlu anlamda başını salladı. Cansu üstünde ki tişörtünü çıkardığında, sadece sütyenle kaldı.
Açelyaya uzattı tişörtünü. “Kanayan yere bastır şunu,” dediğinde, “ta- tamam,” dedi Açelya tişörtü alırken. Tişört’ü sertçe kurşuna bastırdığında, Cansu daha çok acıyla inledi. Omzundan vurulmayı tercih ederdi. Hem sıyırmak nedir? Silahı çıkaracaksan, sıkacaklardı. Sıkacaklarsa, öldürecek şekilde sıkacaklardı diye düşünüyordu.
Kafası hariç hiçbir yerini oynatamıyordu. Açelya’nın gözü Cansu’nun sırtında gezindi. Kemer, kurşun, yanık ve bıçak izleriyle doluydu sırtı. Yutkundu sertçe. Neden bu kadar güçlü durduğunu şimdi anlamıştı. İlk olmadığı için yıkılmamıştı Cansu.
Yandan Açelya’ya baktı. Gözlerinden sesiz yaşlar aktığını gördü. “Sana bir hikaye anlatayım mı çocuk,” diye sordu. “Olur abla,” dedi Açelya. O yüzbaşının en kısa zamanda gelmesini bekliyordu. Yapabildiği tek şey daha fazla kan akmamasını sağlamaktı.
Cansu titrek sesiyle anlatmaya başladı. “Bir zamanlar bir kadın varmış. Kadın acıyla doluymuş, yaşamak için sebebi yokmuş. Hayatı o kadar berbatmış ki, her gün," derken alayla güldü Cansu. “Her gün ölmek için çabalıyormuş. Sonra biri çıkmış karşısına, acıları biraz olsun dinmiş kadının.” Gözleri kapanırken gülümsedi. “Sadece onu düşünür olmuş. Ama kaçmak zorundaymış kadın. Canavara benzer diye, kendi duyguları yüzünden kaçmak zorundaymış. Ama kadın bugüne kadar ne istediyse yapamamış. Tıpkı kaçmak isterken onu yanında istemesi gibi...”
Gözleri kapandığında, Açelya, “Abla,” diye yüzünü tuttu. “Kurbanın olayım gözünü kapatmayasın,” dedi hala gözlerinden yaşlar boşalırken. Cansu gözlerini açmaya çalıştı. “Bana birşey olmaz, rahat ol.” Başı dönüyordu, soğuktan titriyordu. Eğer yine ölmezse, ölümsüz olduğunu düşünecekti.
Ama canı ne kadar acısa bile, gözlerini açmayı başardı. “Şimdi, pantolonumun cebinden sigara paketini çıkar,” dediğinde, “niye ki,” diye sordu Açelya. “Çıkar çocuk.” Açelya istemeye istemeye çıkardı. Paketi açtığında içinde bir çakmak ve dört tane sigara olduğunu gördü. Cansuyu bayılmasını biraz önleyecek sadece sigaraydı.
Sırtında ki acı çoğalıyordu. Elini zorla kaldırarak, paketten bir tane sigara aldı. Açelya sadece şaşkınlıkla ona bakıyordu. Titreyen parmaklarını umursamayarak, ağzına götürdü. Diğer eliyle çakmağı alıp, sigaranın ucunu yaktı. “Abla,” dediğinde, “Cansu,” dedi Cansu. “Cansu Bozok.”
Açelya daha çok şaşırdı. “Ne?” Kulağının dibinde bağıran çocuğa, yüzünü buruşturdu. “Bağırma be,” dediğinde, Açelya şaşkınlıkla onu süzdü. “Arda Bozok’un kızı Cansu Bozuk mu?” Onaylar bir mırıltı çıkardı Cansu. “Ama sen ölmüştün.” Alayla gülümsedi Cansu. “Arda Bozok’un alnında ki kara lekeden kurtulma planı.” Açelya anlamamıştı. Önünde vurulmuş ama hiçbir şey olmamış gibi sigara içen kadına bakıyordu.
O sırada arkadan endişeli bir yüksek ses duyuldu, “Cansu,” diyen yüzbaşının sesiydi. Cansu gözlerini kırpıştırdı. Sigaradan son bir duman çekip yere attı. “Buradayız!” Bu çocuk niye durmadan bağırıyordu? Yüksek sesi sadece şarkılarda severdi Cansu.
Barut ikinci defa bu kadar endişeliydi. Açelya’nım sesine gittiğinde, yerde oturan Cansu’yu da gördü. Buraya gelene kadar aklından yüzden fazla senaryo geçmişti. Hatta arabada sinir krizi geçirmişte olabilirdi. Ama bu görüntüyü beklemiyordu.
Derin nefesler aldı Barut. “Yaşıyorsun,” deyip, eğildi. Sırtında ki kanı fark edince yutkundu. “Ne oluyor lan?” Cansu ise gözleri kapanıyordu. “Yüzbaşı,” dedi zorla. En son ratteye gelmişti. Gözleri kapandığında, Barut’un kucağına düştü. Barut, “deniz kızı,” derken, yüzünü tuttu. “Bayıldı,” dedi Açelya. “Kurşun derin değil, acıdan bayılmış olmalı,” diye devam ettirdi titrek sesiyle. Barut’un deniz kızını her acı çekerken gördüğünde, sanki iki katı fazlasını çekiyordu. Sonra ise acısını alıp, kendisine yüklenmesi için Allah'a dua ediyordu.
Onun için deniz kızından daha önemli biri yoktu. Üç yıldır bu böyle geçerliydi. Hergün, Allah'ın her günü peşindeydi üç yıldır. Görevden geldiğinde gizlice onun yanına gidiyordu, gülümsemesini izliyordu. Canını sıkanın, canını sıkıyordu. Bütün sevmediği ve sevdiği herşeyi ezbere biliyordu Barut.
Bunun takıntı olmadığına emindi aslında. Boku yediğini biliyordu, ama hoşuna gidiyordu. Balı olmadan yaşayamazdı. Ve şuan vurulmuştu, kalbi acıyordu.
Ama bilmediği birşey vardı. Cansu bu hayatta her anlamda bir tek ona güveniyordu. Öyle ki kendine güvenemeyip, acıdan bayılamamışken, onun kucağında bayılmıştı. Çünkü biliyordu, yüzbaşısının olduğu yerde güvenliydi. Ve ondan ne kadar kaçmak isterken, daha fazla ona gidecekti.
Ateşti Barut. Her yeri kül eden, duygusuz ve herşeyi yenebilirdi. Olmasa bile dışardan öyle görünürdü. Suydu Cansu. İçi ağlayan, bazen mutlu olan, duygularını akışına bırakandı. Ve ateş suyun tek bir gülüşüne sırılsıklam aşık olmuştu. Herkesi yok ederken, bir tek ona yenildi. Ve bunu seve seve yaptı...
🥀
İki gün sonra
Boynumu kıtlattım oturduğum yerden. Sigaradan bir duman çektim. “İster misin deniz kızı,” dedim uyuduğunu görürken. Hala uyuyordu, sinirimi bozuyordu. “İyi sen bilirsin. Ben tek içerim." Dumanı üfledim.
Bu bugünkü kaçıncı paketimdi? Bilmiyordum. Ama eskiden günde en fazla iki tane içen ben, on paketi geçmiş olmalıydım. “Beni korkutmaktan zevk alıyorsun değil mi,” diye sordum. “Biliyorsun da yapıyorsun. Bu hayatta en çok korktuğum şeyi, bana yaşatıyorsun.” Eğilerek ona baktım. “Az insaf be kızım. Yüzbaşıyız diye de duygusuz değiliz ki.”
Aklım hala o kızın dediklerindeydi. İlk defa gerçekten inanmıştım yok olacağına. “Tek amacın bana acı çektirtmek. Kendin yat böyle, sonra unut. Ben unutamıyorum ama.” Her acısını ben yaşıyordum sanki. Aklımla her türlü oynuyordu, fazlasıyla zarardı.
Kimse bilmiyordu vurulduğunu, bizden hariç. Güneş daha fazla kaldıramazdı onu böyle görmeye. Yine bütün sorumluluklar bana yıkılmıştı. En zoru bu olabilirdi.
Hala kendimden nefret ediyordum. O gün, o gece dediklerim yüzünden. Vurulmuştu, Güneş perişandı. Ben yine yapmıştım, en acımasız sözleri söylemiştim. Kalbi durmuştu... Ben yine birşey diyememiştim. Hayatımın en büyük şerefsizliğimi yapmıştım. Sonra ise hayatının çalınmasını duygusuzca ona ben söylemiştim.
Ben olsam bir daha yüzüme bakmazdım oysa. Güvenmeyi siktir et, iki kelime etmezdim. Kendine kötü diyordu, ama belki de bu dünyada ki en iyi insan olabilirdi. Öleceğini düşünürken bile başkalarını düşünüyordu. Kendine birkez bile doğru düzgün düşünmediğini emindim. Hiç iyi değildi, ama iyiymiş gibi davranıyordu. O kız için vurulmuştu, ses etmezdi.
Arkama yaslandım. Geceydi, en beter zaman dilimiydi. Şuan uyumasaydı, kulaklarını takıp son ses hiphap dinlerdi. Sabaha doğru ise, Teoman ile Müslüm Gürses dinlerdi. Ama en çok son arzum dinlerdi. Morali bozuksa, kahve ile sigara yapardı. Morali yerinde ise, sabaha kadar çizgi film izlerdi. Canı sıkılıyorsa, insanlarla uğraşırdı. Yemek yemezken, tıka basa yemekte yerdi.
Kendi gibi olup, kendiyle zıt olan tek insandı. Ama çok güzeldi, herşeyiyle. Öyle ki saatlerce davranışlarını izlesem, daha güzel bir yaşamım olurdu. O kendini kötü bilirdi ama. Benim en güzel yanım oydu oysaki. En temiz, en saf tarafımdı. Bütün boktan düzene rağmen, kalbi hiç kirlenmiyordu.
Gülümsedim. “Bunları sana söylesem, sağlam bir yumruk yerim değil mi?” Cevap olarak sesizlik. “Bunu evet olarak anlıyorum bal.” Ona o gün onu anlatmıştım, anlamamıştı. Anlamasını istemiyordum zaten, daha fazla kaçardı. Zaten kaçmaya çalıştığını anlıyordum.
Kapıya baktım. “Burada Baran olsa uyanırdın ama,” diye söylendim tekrar ona bakarak. “Baran da Baran. Ulan, iki dakika kafa dinlemek için, görevini el almıştım. Sabah ne oluyor sence? Vuruluyorsun,” derken yutkundum. “Aklım çıktı be kızım. Kayboldun dedi bana denizde. Kaldıramazdım, imkanı yok.” Başımı iki yana salladım. Kurşun derine girmemişti, hayati durum yoktu. Ama ihtimaller beynimi yemişti. Normal odaya gelmişti.
Kapıyı tıklayıp, “girebilir miyim abi,” diyen sesini duydum Açelya denen kızın. Elimde olsa, onu o denizde boğardım. Deniz kızının kendi dertleri yetmiyormuş gibi, bu da dert eklemişti. Sanki başka insan yoktu bu soktuğumun insanlardan yardım edecek. Nerede bir bela, orada deniz kızı.
“Gir,” dedim ama. O bana lazımdı. Deniz kızı uyandıktan sonra, bunu ona yapanın amına koymadan içim rahatlamazdı. Girdi içeri sesizce. “Ne var,” dedim ifadesizce. Başına polis takmıştım, bir yere gitmemesi için. Elinde ki kahveyi bana uzattı. “Ne bu?” Benden sakındığı belliydi. “Şey,” diye mırıldandı. “Hiç uyumadınız da, iyi gelir diye düşündüm,” dedi içinden.
Bakışlarımdan dolayı, gözlerini kaçırdı. “Keşke önceden de düşünceli olsaydın,” dediğimde, anında gözleri doldu. Derin bir nefes alarak, kahveyi aldım. “Eyvallah,” diyerek bir yudum aldım. Ağlamasıyla uğraşamazdım şimdi. Hem kahve kokusunu severdi deniz kızı. O yüzden içmekte sakınca yoktu. “Ben gideyim en iyisi,” deyip, arkasını dönüp giderken, sesimle durdu.
“Çocuk,” dedim. Geri dönüp, “yüzbaşı abi,” dedi. Bakışlarına baktım. Kötülük yoktu, saf bakışlardı. “Ne oldu o gece?” Yutkundu. “Şey,” dediğinde, “şimdi değil,” dedim. “o uyanınca, herşeyi tek tek bana anlatacaksın. Tek bir şeyi anlatmazsan, suç ortağı olduğunu düşünürüm. Eğer ben öyle düşünürsem, herkes öyle düşünür. Şimdi gidebilirsin.” Başını olumlu anlamda sallayarak, kapıdan çıktı.
Gözlerimi devirdim. “Sen olmasan ben bunu çoktan içeri atmıştım he,” dedim sinirle ona dönerek. Yüzünün memnuniyeti görebiliyordum. “Uyurken bile aklımla oynuyorsun. Birgün ben orada yatacağım, sen burada olacaksın. Bak bakalım o zaman aklın gidiyor mu?” Umutla ona baktım. “Gider mi deniz kızı? O kadar vicdansız değilsindir bence.” Dengelerim bozuktu. Ama benim için endişelenmesi’ni delicesine istiyordum.
Kahveyi içtim. “Şekersiz, sevmezsin zaten. Canın çekmesin yani,” diye bilgilendirdim. “Ne kadar zararlı şey var, onu iç sen. Sigara, alkol, kahve, şeker ve acı. Böbreğin çok normalmiş gibi. Deli ediyorsun beni,” diye söylendim. “Sonra ben sinirli oluyorum. Sinir hastası benim sanki.” Arkama yaslandım.
Yüzünü inceledim, tek tek. Ezbere bildiğim yüzünü tekrar ezberledim. “Bu halde bile güzelsin,” diye homurdandım. “Acıman yok be kızım.” Toplu olan saçına baktım. Tokalar ona hiç yakışmıyordu. Zaten kendisi de sevmezdi. Eğilip tokasını çıkardım. Saçı yüzüne düşünce, kulaklarının arkasına sakladım saçlarını.
Baş parmağım yanağında dolaştı. Kendime gelmeliydim, her zaman ki gibi. Ama beni bu sefer kendime getiren, hastane kapısının aniden açılmasıydı. Hemen geriye çekildim. Gelen kişiyi gördüğümde, “siktir,” diye mırıldandım içimden. Bu salakların burada ne işi vardı?
O salakları sayayım hemen. Baran, Gökhan, Helin ve Fıroş. Şaşmayan o dörtlü. Kaan bildiği ve işi olduğu için gelmemişti. Gidip kendisi yerine bu salakları mı göndermişti?
Allah'ım bana varsa oralardan bir akıl fikir ver.
“Ne işiniz var lan sizin burada dörtlü şeytanlar?” Helin tesüf edercesine baktı. “Aşk olsun komutanım, benim nerem şeytan?” Doğru, o biraz melekti. Baran hiç sakınmadan, koltuğa oturdu. “Komutanım, bacımız vurulmuş yani, az saygı.” Tersçe ona baktım. “Nereden bacınız oluyor lan sizin? Delirtmeyin beni, siktirin gidin.,” Bir kafa dinletmiyorlardı.
Gökhan da yanına oturdu. “Komutanım, kendisi abi diyor yani. Dünya ahiret bacımdır o benim.” Uyuyan Cansu’ya göz kırptı. “Değil mi lan? Cevap versene kızım.” Derin bir nefes verdim. “Aynen Gökhan, cevap verecek sana. Hatta sövüyor şuan sana, yüzde yüz tespit.” Allah'ım, deniz kızının yerine geçebilir miyim? Bu sefer kendim için diyorum.
Fırat, “komutanım, rahatsız ettiysek gidelim biz,” dediğinde gülümsedim. “Vallaha mı Fıroş? Hadi o zaman defolup gidin. Yada siz kalın, bu Baran göteliği gitsede olur.” Baran elini kalbine götürdü. “Kalbimi kırıyorsunuz komutanım. Ben sizi seviyorum oysaki.” Sinirimi altüst ederek sevecekse, hiç sevmesin. “Sevme ulan beni. Am biti. Varlığın bir dert, yokluğun daha da dert.” Gülümsedi arsızca.
Başıma anında ağrı girmişti. İki dakika rahatlatmıyorlardı adamı. Kendim olduğum anlar bile kısıtlıydı. Ayağa kalktım. Yeni bir laf edecekken, “yüzbaşı,” diyen bir ses duydum. Diyeceğim laf boğazımda kaldı.
Uyanmıştı...
Arkama döndüm, herkes ona baktı. Baran, “hayırlı geldim komutanım. Değerim anlaşılmıyor bu tim de,” diye söylenirken, Cansuya baktı. Ne yazık ki haklıydı köpek.
Ona sıkıca sarılmak istedim, ama yine yapamadım. Sadece yapabildiğim Baran’ın yanına oturmaktı. Bu şerefsizler gelmeseydi sarılırdım oysaki. Allah'ım, sen beni ne ile sınıyorsun?
Yüzünü buruşturdu gözünü açarken. “Baran,” diye mırıldandı. “Öldüm mü lan ben? Zebani olarak sen mi geldin?” Tebessüm ettim. Herkes gülerken, Baran’ın yüzü düştü. “Sende mi be kızım? Öyle olsun,” dedi küçük Emrah gibi. Hak ediyordu. Helin, “ben doktor çağırayım,” diyerek gitti. Cansu oturmak istediğinde kalkıp, “dur bi,” diyerek yardım ettim. “Yüzbaşı, ben niye ölmedim ya? Bak bu sefer cennete giderdim ölseydim.” Tersçe ona baktım. “Deniz kızı, sus,” dediğimde, “tamam,” dedi uslu uslu.
Oturduğunda, bende tekrar yerime oturdum. Uyanmıştı, gerisi sikimde değildi. “Gökhan abi,” dedi. “Bu sefer göte kurşun yememişsin bacım,” dediğinde, “bir git ya,” dedi deniz kızı. “İnsan sarılır köpekler.” Fıroş devreye girdi. “Cansu abla, sırtından vuruldun farkındasın değil mi? Sarıldığımız an canın yanacak.” Cansu bir an durdu. “Ben vurulmuştum değil mi?” Derin bir nefes aldım. “Günaydın,” dedim. Canı acıyınca unutuyordu. Ama başkasının canı yansa, ömür boyu unutmazdı.
Başını yastığa yasladı. “Benim Güneş’im nerede?” Etrafa baktı. “Haberi yok. Malum, kalbine zarar yani artık.” Benimde zarardı, ama umrumda değildi. “Midesine vuruyor onun stres yapınca, kalbine değil.” Biliyordum, kalbisine vuran oydu. O yüzden aynı zamanda kalp hastasıydı.
Gökhan, “insan kötüymüş numarası yapar. Şuna bak, sanki normal uykudan uyandı,” dediğinde, Cansu yüzünü buruşturdu. “Kötüyüm zaten, başım ağrıyor.” Eli boynuna gitti. “Kolyem nerede benim,” dediğinde, avcumun içinde ki kolyeyi ona verdim. “Burada,” dediğimde, elimde ki kolyeye gülümsedi. Avcumun içinden alıp, sıkıca tuttu.
O anlamını bilmese de, ben o kolyenin anlamını biliyordum. Ona gözü gibi bakması ona daha fazla aşık olmama neden oluyordu. Bundan daha fazlası var mıydı? Bence bütün duygularım ondan ibarettim.
Helin doktorla beraber geldi. Doktor yine o kadındı. “Cansu Hanım,” derken, arkadan Açelya denen çocukta girdi. Başı önüne eğikti, yüzüne bakacak cesareti yoktu. “Çicek Hanım,” dedi deniz kızım. “Bak bu işe, yeniden karşılaştık.” Tam kızacakken, gülümsemesini gördüm. Anında yumuşadım gülüşüne bakarken. Bu kızın ben sinirliyken kesinlikle gülümsememesi gerekiyordu. Bünyeme zarardı, tansiyonum çıkıyordu.
Çiçek Hanım gülümsemedi ama. “Her ay ölümden döndüğünüz için olabilir mi Cansu Hanım?” Hak verdim anında. “Hay ağızını bal yesin bacım,” dediğimde, “valla bu sefer benim suçum değil,” dedi. “Olaylar aniden gelişti, bende anlayamadım.” Doktor ifade vermeniz gerekiyor falan demedi. Benim yüzbaşı olduğumu bildiği için, olayı bana bırakmıştı.
Deniz kızına bunu yapanların, daha fazlasını yaşatmadan ölmeyecektim. Mesela üç yıldır yavaş yavaş Arda Bozok’un kuyusunu kurutmam gibi. Mesela şuan deniz kızına sıkan sağ elinin yerinde olmaması gibi.
Onlar yavaş yavaş çürürken, deniz kızı aydınlayacaktı. Ben yerimde kalsam da olurdu. Umrumda değildi başkasına ne olacağı. Şu kız sadece mutlu olsa yeterdi.
Doktor, “sırtınız da ne kadar acı var,” diye sorduğunda, “orta,” dedi deniz kızı. “Bir de başım dönüyor. Ama o serumlardan kaynaklı. Sırtımda ki acı ise, iki üç gene geçer. Tahminen bir hafta sonra taburcu olurum.” Bıyık altından sırıttım. Tıp okuduğu için bu kadar bilgiye sahipti. Kendi tehşisini kendisi koyardı.
Doktor Hanım, anlık şaşırdı. “Doktor musunuz,” diye sorduğunda, “eski veteriner Cansu Bozok. Buradan çıktığımda tekrar işe gireceğim.” Doktor başını olumlu anlamda salladı. “Refakatçi olacak yanınızda,” dediğinde, “ben yani,” dedim. Hoşuna gitmeyecekti, kaçması zorlaşacaktı.
Belki de ilk defa ona karşı bencil olacaktım. Kaçmasını hiç istemiyordum. Hem neden isteyeyim? Onu kazanmaya yakınken, kaybetmeye niyetim yoktu.
Bana baktı. “Güneş ne olacak?” Güneş’i bahane etmeyi çalışıyordu. “Baran da kaldığın biliyor.” Baran’a baktı. “Sen kal bence. Koskoca yüzbaşı yani, o mu kalsın?” Baran nah çekti ona. Bu yeterli bir cevaptı. Cansu arkasında ki yastığı ona atarken, doktor çoktan çıkmıştı.
Güldü diğerleri. “Gökhan abi,” dediğinde, Baran ensesine tokat yedi. Kıkırdadı deniz kızı. “Bana özel değilmiş yani. Duygulandım,” dediğinde, “döverim lan sizi. Bir de bana zebani dersiniz? İkiniz esmer şeytansınız,” diye ikaz etti. Cansu dil çıkardı. “Kolaysa döv.” Yastığı geri ona attığında, deniz kızının karnına geldi. Yüzünü buruşturdu acıyla. “Yavaş lan köpek!” Omzuna sertçe vurdum Baran’ın. O da acıyla inleyerek, omzunu tuttu.
Deniz kızına baktı. “Acıdı mı lan?” Deniz kızı gülümsedi belli etmemek için. “Bir yastık mı canımı acıtacak benim? Ben o kadar çıt kırıldım mıyım lan?” Yastığı arkasına koyup, yaslandı. “Emin olun, hiç değilsiniz,” dedi Helin. Açelya, “abla,” dediğinde, sanki varlığı yeni fark edilmiş gibi, herkes ona baktı.
Deniz kızı, “efendim çocuk,” diye sordu. “Canın acıyor mu?” Dişlerimi sıktım. “Senin ne işin var burada?” Bana tersçe baktı deniz kızı. Sonra ona dönüp, “yok çocuk, acımıyor. Hem sana birşey olmaz, merak etme.” Orası daha belli değildi canım. Eğer bunda parmağı olanın parmağını kesecektim.
Gökhan, “bu kız kim,” diye sordu. “Ben söyleyim,” dediğimde, “yüzbaşı,” dedi deniz kızı dişlerini sıkarak. “Deniz kızının vurulma sebebi bu kız.” Deniz kızı kimsenin birşey söylemesine izin vermeden, “çocuk,” dedi. “Bana su alabilir misin?” Açelya hemen başını sallayarak, odadan çıktı. Arkasından ona öldürücü bakışlar atan timim vardı.
Helin, “bu kızı gözüm hiç tutmadı komutanım,” dedi arkasından bakarken. “Helincik yine haklı komutanım,” dedi Baran da. “Ay neden acaba,” dedi bize bakarak. “Ben girdim olaya, o çocuğun suçu yok.” Deniz kızına baktı. “Girmeseydin Cansu. Neden her boktan olaya giriyorsun sen?” Hemen üste çıktı. “Napayım yüzbaşı? Gözümün önünde namus diyerek kızı öldürseler miydi? Kusura bakma, bunu yapmaya çalışanı ben öldürürüm.” Tersçe baktım. “Belli, pek bir öldürmüşsün.”
“Lan ilk defa kafamı huzurlu bir şekilde yastığa koymuştum. Sabahında olan şeye bak!” Fıroş bir noktaya değindi. “Namus diye öldürmek derken? Sen olayı bize anlatsana Cansu abla.” Ağzımdan lafı almıştı resmen. Başını iki yana salladı. “Deniz kızı, delirtme beni.” Umrunda olmadığı yüzünden belliydi. “Tamam, bende o kıza sorarım.” Tersçe baktı. “Allah belanı versin yüzbaşı,” dediğinde, “benim mi vermiş yoksa sana mı acaba?” Ofladı.
“İyi anlatacağım,” dediğinde, herkes ona döndü. Sonra ise olayı baştan sona kadar anlattı.
🥀 Cansu
Bugün hastanede durmamın üçüncü günüydü.
Ve şuan hiç olmaması gereken birşey yaşanıyordu. Yüzbaşı refakatçim olmuştu. Kaçmaya çalışırken başıma gelen olaya bak! Allah'ım, birazda benim yanımda olsan? Niyetim isyan değil ama neden yani? Herkese taşıyacağı kadar yük verirmişsin, ben artık taşıyamıyorum.
Ofladım tekrar. “Yemem ben bunu yüzbaşı ya,” diye isyan ettim. Önümde tuttuğu tepsiyi yavaşça ittim. “Akşam yemeği ne ya hem? Kahve ver içeyim.,” Derin bir nefes aldı. “Kahve içmen yasak. Ve iyileşmen için bu çorbayı içmen lazım.” yatağın köşesine oturdu. “Şimdi iki seçeneğin var. Ya ben yedireceğim yada kendin uslu uslu yiyeceksin.” Tatlı tatlı gülümsedim. “Hiç içmesem? Noğlar,” dedim. Başını iki yana salladı. “O seçenek yok maalesef,” dedi tebessüm ederek.
Önümde ki kırmızı mercimek çorbasına omuz silktim. “İçmem işte,” dediğimde, “birinci seçeneği istiyorsun, anlaşıldı.” Hayır ya! “Yüzbaşı, üç gün boyunca bir tane sigara bile içmedim ama. Bari bunu yemeyeyim.” Başını iki yana salladı. “Olmaz,” dediğinde, ofladım. “Yemeğe oflanmaz, nimet o,” dediğinde, “banane,” dedim. “Çocuk musun sen deniz kızı,” derken sesi keyifli çıkıyordu. “Ne alaka? Sen ye o zaman. Ben Güneş’in yemeklerini yememişim, bunu mu yiyeceğim?” Başını olumlu anlamda salladı.
Biraz daha yaklaştı bana doğru. Nefesimi tuttum ona bakarken. Napıyordu bu böyle? Bence kalbime en büyük zarar bu yüzbaşıydı. Adı gibi sigarayla karışık barut kokusu ciğerlerime doldu. Kalbimin hızlandığını hissediyordum.
Aklıma gelen ilk şeyi söyledim. “Sen gidip balına içirsene bunu.” Gülümsedi salak. “Gidip teyzeme mi içereyim deniz kızı?” Teyzem mi demişti o? “Teyze derken?” Diline eşek arısı soksun senin Cansu! Sanane kızım?
Ama teyzem demişti bal. Yani aşık olduğu biri yoktu demekti bu. Gülümsersen seni kendi ellerimle boğarım Cansu. Umrunda yokmuş gibi yap.
“Teyzem, sen ne sandın?” Gerçeği gıcık bir şekilde söyleyerek ancak buradan kurtulurdum. “Senin gibi odunun, birini sevebileceğini sandım,” dediğimde, “odun olsaydım,” derken, sustu. Devamını getirmedi. Kaşığı çorbayla doldurdu. “Hadi, aç ağzını,” dedi, en sevdiğim ses tonuyla. Bana bunu yapmamalıydı. Bana ne olduğunu bilmeden, kesinlikle bana bunu yapmamalıydı. Kendime gelmemi zorlaştırıyordu.
Başımı iki yana salladım. “İçmek istemiyorum,” dediğimde, “ben istiyorum,” dedi. “O zaman sen iç,” dedim inat ederek. “Deniz kızı,” dedi sakin sesiyle. “Dört kaşık iç o zaman,” deyip pazarlığa girdi. “Üç,” dedim parmaklarımı göstererek. “Beş,” dediğinde, “iki,” dedim bende inat ederek. “İyi tamam üç,” diyerek, kaşığı ağzıma doğru uzattı. “Aç bakayım ağzını,” dediğinde, ağzımı açtım. Yavaşça içirdi bana çorbayı. Yüzümü buruşturdum çorbayı yutkunurken. “Çok sıcak ama yüzbaşı.”
Kaşığı çorbayla doldurdu yine. Bu sefer vermeden önce, üfledi. Alt dudağımın kenarını ısırdım. Bu adama dağınık saç daha çok yakışıyordu. Ucundan biraz içti ve, “şimdi değil,” diyerek bana içirdi. Ben ise içerken ona bakıyordum. Bana bunu yapmaması gerekiyordu. Ama yapması da hoşuma gidiyordu.
“Son,” diye mırıldandım. “Son,” diye tekrarladı beni. Kaşığa çorbayı doldurup, üfledi yavaşça. Bana baktığında, kaşları hafif çatıldı. “Ne oldu? Niye öyle bakıyorsun,” diye yine müptelası olduğum ses tonuyla. Dediğiyle kendime geldim. Daha doğrusu gelmeye çalıştım. Duruşumu toparladım çaktırmadan. “Hiç.” Hareketlerimi görünce, yüzünde sıcak bir ifade geçti. Rezil olduk adama!
Benim rezil olmadığım an yoktu resmen. Niye şimdi sorun etmiştim bunu? Allah'ım, oralarda varsa biraz akıl fikir. Beynim çalışmıyor, iç sesimi susturamıyor. En kötüsü, kendisi de konuşmuyordu. Tövbe haşa ama, duygularımla hareket eden bir insan mı olmuştum? Duygum neydi peki? Delirecektim resmen!
Ama bana uzattığı çorbayı içtim. “Tadı çok kötü bunun,” diye isyan ettim. “Katılıyorum. Ama bitti zaten,” diyerek masaya koydu tabağı. “Bilerek bana içirdin onu. Çok kötüsün.” Cevap için gecikmedi. “Hastaneye düşmeseydin, onu içmeyecektin.” Cebinden karam çıkardı. “Ama bunu yiyebilirsin.” Çocuk muamelesi görüyordum. Gülümsedim.
Elinden aldım hemen. “Doktor yasakladı ama bir taneden birşey olmaz.” Bencede olmazdı. “Sigarada versen o çorbanın kötü tadını unutabilirim yüzbaşı. Bir dal bile yeterli. O zaman Dünya'nın en iyi yüzbaşısı olursun.” Sigarasız olmuyordu. Asıl o zaman ciğerlerim yanıyordu. O duman, benim içimde ki kötülüğü atıyordu. İçmem lazımdı, o da bunun farkındaydı.
“Yanımda yok,” dediğinde, “al,” dedim hemen. “Hayır,” dediğinde, onu ittim. “Bi git ya. Güneş olsa izin verirdi,” dediğimde, “hayır, vermezdi,” dedi. Doğru, vermezdi. Hatta istediğim için bana kızardı. Ama sonra ise gidip kendisi alırdı. “Baran verirdi ama,” dediğimde, anında sinirlendi. “Sikicem Baran’ını he! Baran da Baran. Anası bile bu kadar ismini söylememiştir.” Söyleseymiş. “Sanane? Ben sana karışıyor muyum? İster Özgür derim ister Baran.” Durdum. Ben Özgür mü demiştim? Allah'ım, dememem gerekiyormuş.
Şuan ölmek daha mantıklı geliyordu. “Özgür he?” Yok, valla değil. “Ne? Özgür mü? O kim yüzbaşı? Bende öyle birisi yok, eminim.” Ciddi bir şekilde yüzüne baktım. “Sen yanlış duymuş olabilirsin.” Öldürücü bakışlar atıyordu. Öyle bakmasaydı iyiydi ama. “Unutamadın herhalde adını kuş beyinlinin. Aklına ilk o geldiğine göre.” Kuş beyinli mi? Adam doktor, neresi kuş beyinli? Hem azcıkta yakışıklılık vardı yani. Ama yüzbaşı kadar olamazdı hiçbir şeyle.
Tatlı tatlı gülümsedim. Bu gülümseme her zaman işe yarıyordu. “Hayatımda nefret ettiklerimi unutmam ben yüzbaşı.” Yalan, vallaha yalan. Ama o adamdan iğreniyorum, o ayrı konu. Sevdiğim ve yaşadığım acıları unutmazdım ben. Mesela örnek Bozok konağı. Adanada ki o Bozok konağı. Her boku yaşadığım o konak.
Gülümsemi görünce bakışları yumuşadı. “Öyle olsun,” diye mırıldandı. Yemin edebilirdim ki, gülümsemeseydim konu devam ederdi. Bende ki zaafını bulmuştum galiba.
Karam’ı yemeye başladım. “oxa bedew.” Yakışıklı öküz! “Kürtçe biliyorum yalnız,” dedi koltuğuna geri otururken. Yakışıklıyı demeseydim keşke ya. Ama yakışıklıydı yani, ne diyebilirim? “Seni bilmediğin dil var mı acaba? Senin yüzünden Rusça öğreneceğim, az kaldı.” Sırıttı. “Dil becerini geliştiriyorum. Teşekkür edeceğine kızıyorsun.” Kaşlarımı çatarak baktım ona. “Sen benim soruma cevap ver,” dedim. “Yedi dil,” dediğinde, yediğim lokma boğazımda kalmıştı resmen. “Ne?” Salak diyen ağzıma...
“Yedi dil biliyorum.” Maşallah diyelim. Şu adamın bir eksiği var mıydı acaba? Allah başkalarından almış, bütün herşeyden fazlasıyla koymuş bu adama. “Hangileri acaba?” Adam istese ODTÜ’yü kazanırmış. Hatta birincilikle bitirirdi. “İspanyolca, Rusça, Fransızca, İngilizce, Kürtçe, Arapça ve Farsça.” Benim aralarından bildiğim tek Kürtçeydi. Türkçe’yi saymadan söylemişti adam bir de! “Anladım,” diye mırıldandım. “Sen,” dedi keyifle. “Toprağım’ın dilleri bana yetiyor be yüzbaşı. Girmeyelim o konulara biz.” Başın iki yana salladı gülerken.
Bu adamın yanımda gülesi geliyordu herhalde. Başkaları varken son derece sinirli ve sertti. Ama, sadece ikimiz kalınca her an gülüyordu. Bunu sorgulamadım, gülmek istediği an gülerdi adam.
Serumdan kaynaklı uykum geldi. Esnemek yerine yüzümü buruşturdum. Uykulu halim, sarhoş halimden daha beterdi son günlerde. Çikolatamı çoktan yemiştim. Çikolatadan nefret ederdim, Karam dışında. Hatta yediğim tek yemeklerden bir tanesiydi.
Uykumun geldiğini anladı yüzbaşı. Saat gece yarısıydı, daha çok erkendi. Ve ben gece yarısında yemek yemiştim. Kesinlikle çok iğrençti. “Uyku vaktimiz gelmiş anlaşılan,” dedi bana bakarak. “Esnemedim ki, nereden anladın?” Ayağa kalkıp, yastığımı düzeltti çocukmuşum gibi. “Çünkü ben seni ezbere biliyorum deniz kızı.” Alttan ona bakarken, yutkundum.
O sırada hiç yapılmaması gereken birşey yaptım. Niye yaptığımı bilmiyordum. Ben mi yapmıştım bunu? Kesinlikle biri beni yönetmişti. Çünki tişörtü’nden tutup, onu kendimi çekip dudaklarımızı birleştirmem bir saniyemi almıştı...
Ne yapmıştım ben? Galiba neyden kaçmak istediğimi anlamıştım... Ama kaçamamıştım. Ama ya şimdi o giderse? Geri çekilecekken, onun beni sertçe öpmesiyle durdum. Öyle ki üstüme çıkıp, beni tutkuyla öpmesi kendini durduramadığı belli oluyordu. Elini yanağıma yerleştirdi. Dudakları alt dudağımı ısırdı. İnledim acıyla. Dudaklarını dişledim onunki gibi. Boğazından hırıltılı sesler çıktı.
Dudaklarını çekmeden, “aklımla oynuyorsun balım,” dedi. Dudaklarımda kadınsı bir gülümseme geçti. Üst dudağımı dudaklarının arasına alıp, emmeye başladı. Tutkuyla yine öpüşmeye başlamışken, ellerimi belimi daha çok sardı.
Yüzbaşını öpmek, yangını öpmek gibiydi. O yangının içinde ikimiz yanacaktık.
Ama emin olduğum birşey vardı. O bana en çok değer veren insandı. Ben kendime zarar verirken, o yaralarımı sarardı.
Yüzbaşı demek, çocuksu olmak demekti. Onun yanında rahatça davranmak demekti. Ben bu adamdan nasıl kaçabilirdim? Kaçmamam gereken türdendi.
Dakikalarca, nefessiz kalana kadar öpüştük. Elim gömleğine gittiği an, “abi, Cansu,” diye Güneş’in sesini duyduk. İkimizde önce birbirimize, sonra ona baktık.
Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı... |
0% |