Yeni Üyelik
15.
Bölüm

15. Bölüm

@gecemavisiyazarrr

Bu bölüm okul denen yer yüzünden biraz kısa oldu, diğer bölümü daha uzun yazmaya çalışacağım :)

 

Kerem kapıyı sertçe çaldı. “Ağzına sıçacağım Türkmen,” dedi dişlerinin arasından. Kardeşini öpmesinin cezasını verecekti Kerem.

 

Çünkü o Kerem Bozoktu. Cansu Bozok hafızasını kaybetmiş kardeşiydi. Ve bu hafıza kaybında tek unuttuğu kişi Kerem Bozok yani abisiydi...

 

Barut, öylesine salonda uzanıyordu. “Ne oluyor lan?” Bu kadar fazla zile kim basıyordu? “Lan yavaş!” Ayağa kalkıp kapıya yöneldi. Kapıyı açtığında, Kerem’i gördü. “Abicim bir kere çalınır şu zil. Gece gece beynimi sikmek için mi geldin?!”

 

“Belanı sikeceğim Türkmen!” Yüzüne yumruk attığında, geriye sendelendi. Bu yumruğun sebebini anlamıştı. Çenesinin kırılıp kırılmadığını kontrol etti. O yumruğa rağmen hala sağlamdı. “Komutanınım ben senin. İnsan konuşarak halleder meselesini.” Çok güzel konuşacaktı Kerem onunla. “Lan komutan askerin kardeşiyle,” derken sustu. Dişlerini sıktı.

 

Şuan komutan asker değillerdi. Kayınço enişte kavgasıydı. Bunu sadece ikisi biliyordu. Zaten o yüzden Kerem bu time gelmemiş miydi?

 

“Bilader haklısın,” dedi Barut. “Ama kardeşin başlattı.” Ama başlattığı içinde hiç pişman değildi. Onu kazanmıştı, hayatında ki aldığı en iyi galibiyetti. “Sen ne yaptın?” Orasını söylerse gerçekten ağzına sıçılırdı. Sustuğunda, “ağzına sıçayım ben senin Türkmen,” diye bağırdı Kerem. “Senin gibi adama hiç küfür yakışıyor mu hiç?” Baran’ın yanında daha az durmalıydı.

 

Bir tane daha yumruk attı Kerem. Bu sefer kırılmayan çenesi kesinlikle kırılmıştı. Ama sesini çıkarmadı Barut. Çünkü Kerem’in yerinde olsaydı, kafasına sıkardı. O yüzden ne derse haklıydı Kerem.

 

Kapıyı kapattı Kerem. “Yüzbaşına bak! Ulan seni adam yerine koydukta derdimizi anlattık biz. Derdimi de, anlatışıma da sokayım!” Masaya baktı, aradığı şey yoktu. Mutfağa gitti. “Bıçaklar tezgâhın üzerinde,” dedi Barut arkasından.

 

Kerem buzdolabına açtı. “Lan nasıl içki yok burada?! Bir tane bira koyar insan en azından.” Güldü sesizce Barut. “Abisi ne ki kardeşi ne olsun,” diye mırıldandı. Abisinden daha tatlı olduğuna emindi. Ama ikisinde sinirli halleri aynıydı.

 

Geri geldi Kerem. Montunun cebinde ki metal dikdörtgen şeklinde ki şişeyi çıkardı. Kapağının açıp bir yudum aldı. Etrafa baktı. “Yastığın altında silah var. Öldürmek istiyorsan kafama sık. Ama sürün diyorsan, göğüs kafesimin tam ortasına sık. Büyük ihtimalle felç geçiririm ama ölmem.” Dişlerini sıktı Kerem. “Sigara ver lan. Bugün sadece bir paket bitirdim, içmem lazım.” Barut sanki karşısında deniz kızının erkek halini görüyordu.

 

“Sigara yok.” Cebini yokladı Kerem. Onda da yoktu. “Ne bok var sende? İlla döveyim mi seni?” Barut koltuğa rahatça oturdu. “Deniz kızına zarar diye taşımıyoruz herhalde,” dediğinde, “sanane lan?! Ben bakarım kardeşime, sana ne oluyor,” diye atarlandı Kerem. “Ona hala ben senin abinim demeden mi bakacaksın?” Kerem durdu.

 

“Bilmemesi gerekiyor,” dedi tekrar içerken Kerem. “Eninde sonunda öğrenecek.” Tersçe baktı Kerem ona. “Söylemesen öğrenmez,” dedi. Söylemezdi Barut zaten. Çünkü söylediği an düzelttiği hayatı tekrar mahvolacaktı. “Ben söylemesem de öğrenecek. Geçmişine bağlı, her anıyı her gün hatırlamaya çalışıyor. Hem o kolyede onda.” O kolye felaketleri olabilirdi.

 

Başını iki yana salladı Kerem. “O gün,” diye mırıldandı. “Beni hafızasını kaybettikten sonra ilk gördüğü gün. Beynine birşeyler gidecekti. O Baran başka yöne çekmeseydi hatırlayacaktı.” Cansuyu tanıyordu Kerem. Ama o onu tanımıyordu.

 

“Hay sikicem Baran’ı!” Barut’un kıskandığı tek kişi olabilirdi. Deniz kızının başı mı sıkıştı? İlk aradığı Baran. Eğlenmek mi istedi? Yine Baran. Bok mu yiyecek? Baran vardır yanında. Kıskandığı konu, onunla herşeyi yapabileceğini hissetmesiydi. Sadece sinirlendiğinde onu arasın zaten.

 

Kerem Baran’ı ispiyon etmedi. Niye geldiği konuyu kenara bıraktı. Çünkü Barut onun için çok önemli noktaya değinmişti. “Türkmen,” dedi. “Şu Vedat denen adam. Onun psikolojisini düzeltirken birşeylerin hatırlamasını sağlarsa? O zaman ikimizde sıçarız, farkındasın değil mi?” Barut’ta bunun farkındaydı.

 

“Ne yapayım? Gidip adamı mı öldüreyim?” Kerem daha iyi bir seçenek sundu. “Dilini kessek?” Ciddi bir şekilde sormuştu. “O zaman daha fazla peşine düşer deniz kızı.” Keşke içkilerin hepsini atmasaydı. Tekele gitmeye üşenmişti. “O zaman ne yapacağız biz?” İkisi de onu kaybedebilirdi. Barut ona bunu anlatmadığı için kaybederdi. Onu kaybetmek hayatının en kötü düşüncesiydi.

 

Telefonunu çıkarıp, öylesine bir şarkı açtı Kerem. Şarkısız düşünemiyordu. Son arzum açtığında, “kendin belli edeceksin,” dedi Barut. Kaşlarını çattı Kerem. “Niye?” Barut başını iki yana salladı. “Erkek haliymiş gibi davranıyorsun. Yüz ifaden bile aynı amına koyayım. Bir merhamet ile vicdan azabın yok.” Tersçe baktığında, “bakışın bile aynı,” dedi Barut. “Abartma lan. Ne yapayım, cıvık cıvık mı davranayım? Kardeşimi iyi yetiştirmem benim suçum değil.”

 

“Beynimi sikmek için mi geldin buraya?” Bir kafa bırakmıyorlardı. “Seni sevdiğim için geldim güzelim,” dedi Kerem gülümseyerek. Gözlerini devirdi gülümsemesini silerek. “Birde soruyor musun?” İkisi komutan asker sayılmazlardı. Öyle oldukları zaman, birilerin olduğu zamandı.

 

Yüzünü buruşturdu Barut. “Konuşma Kerem, sus. Her zaman ki gibi sus. Başımı ağrıttın.” Onun ağzını taklit etti Kerem. “Konuşturma o zaman Türkmen.” Bir kaç yudum daha aldı birasından. “Hem yarın işimiz var.” Barut bu sefer ciddileşti. “Hallettin mi?” Onaylar bir mırıltı çıkardı Kerem. “Gerisi sende,” dediğinde, “tamam,” dedi Barut.

 

Haberleri açtı Barut sessizlik olunca. Ama açtığı anda, ortalığın yıkıldığını görmesi bir oldu. “Evet arkadaşlar,” diye konuşmaya başladı haberci. “Aylar sonra tekrar,” derken yutkundu. “Deccal geri döndü. Ona olan imzasıyla bir ceset bulundu. İki ay önce cinayetin işlendiği tesbit ediliyor.”

 

“Demek geri döndün,” diye mırıldandı Kerem. “Üç yıl önce cinayetlerini işlemeye başlayan Deccal, altı aydır görünmemişti. Bütün polislerin baş konusu olan Deccal, hala bulunamıyor. Ne ondan bir iz, ne de cinsiyetini belli edecek en ufak açık. Cinayetin işlendiği yerde, duvarda tek bir cümle yazıyordu. Dünya bir pislikten daha kurtuldu...”

 

Barut boynunu kıtlattı. “Ahmak herifler, iki ay sonra bulmuşlar cesedi.” Bir görüntü belirdi. “Evet arkadaşlar, burada kocaman bir kalabalık var.” Pankartlar ve “deccal her zaman var olacak!” diye bağıran insanlar. “Halk, Deccal’i savunuyor. Öyle ki, onu sevip onu destekliyorlar. En son ki cinayetin Ferhat Kalkan’ın, çocuk satıcısı olduğunu öğrendik. İnsanlar, pislikleri bu Dünyadan deccal silecek diyiyor.” Kerem televizyona odaklandı.

 

“Deccal, çok fazla ortalığı karıştıracak. Onu savunanlar ve ondan nefret edenler. Ülke ikiye bölünecek.” Sustu Barut, birşey demedi. “Hakkari de, burada işlenmiş cinayet.” Alt yazıda yazıyordu. Tam birşey diyecekken, kapı çaldı. Kaşlarını çattı. “Gecenin üçünde buraya sadece sen gelirsin,” dedi Kerem’e. “Türkmen, bana gizli manitanmış gibi davranmayı kes. Yoksa bir tane yumruk daha yersin.”

 

Barut gülümsedi. “Komutanına çok saygılısın Kerem,” dediğinde, “bu davranışım sana özel olduğuna emin olabilirsin,” dedi Kerem kapıya doğru giderken. Kapı tekrar çalınca, “çalma şu kapıyı,” diye yükseldi bir an. Sonra ise geri haline döndü.

 

Kapıyı açtığında, en son görmek istediği kişiyi gördü. “Güneş Hanım,” dediğinde, “Kerem Bey,” dedi Güneş. “Şey, ben abime bakacaktım da.” Barut hemen televizyonu kapattı sesleri duyup. “Güneş, ne oldu abim?” Gecenin üçünde yatağında olmalıydı. “Cansu burada mı? Eğer buradaysa, saklanacak delik arasın. Telefonu yine sesize almış.” Tek sorun, Cansunun burada olmamasıydı.

 

Barut ciddileşti. “Baran’ı aradın mı? Ona gitmiştir vurulduğunu öğrenmişse.” Başını iki yana salladı Güneş. “Onda da yok,” dediğinde, “Gökhan, Fıroş? Kızım delirtme beni, hepsini arasaydın,” dedi Barut. “Aradım! Çocukların yanına da gittim, orada da yok. Didemde de. Bir gitmediğim tekelci Hasan abi kaldı herhalde. Onda olsa bile bu saatte Hasan abi gel şu kızı al diye arardı beni.” Barut ile Kerem iki saniye göz göze geldi.

 

Nefes alamadı Barut. “Sen git güneşim, ben bulacağım,” dedi umursamaz görünmeye çalışarak. Bunu yapmaktan nefret ediyordu. Ama bu sefer tam başaramamıştı. “Hayatta gitmem, bende geleceğim.” Onu bırakmazdı. Aklına gelen şeyle daha çok endişeleniyordu. “Güneş, o zaman burada kal.” Derken, ayakkabılarını giydi. “Kerem sende,” dedi.

 

Kardeşini tanıyordu. Nereye gittiğini iyi biliyordu. Arda Bozok bu şehire bile giremezdi. Yani kendi kafasına göre gitmiş olmalıydı. Onun kafasının iyileşeceği iki yer vardı. O yüzden, “emredersiniz komutanım,” dedi sadece.

 

Evden çıktığında, “yine ne oldu,” diye söylendi kendi kendine. O telefonunu sesize almamalıydı. Ama nereye gittiğini iyi biliyordu Barut. Endişelendiği tek şey, yine neye üzüldüğüydü. Bir kere hiç üzülmeden mutlu olmasını canı pahasına isterdi.

 

Arabasına bindi hemen. Çalıştırıp, yönünü gideceği tarafa çevirdi. Nereye gittiğini adı gibi biliyordu. Orada kendine gelirdi. Herkesin kendinden geçtiği yerde, o kendine gelirdi. Herkesin parçalandığı yerde o dik durardı. O yüzden herkes ile o farklıydı.

 

Arabayı geldiği yerde durdurduğunda, onu gördü. Yere uzanmış, yıldızları izliyordu. Hafif yağan yağmur suratına gelince, gülümsedi. Yıldızlar ve yağmur... Onun için vazgeçilmezdi.

 

🥀

Cansu

 

Yine ben, yine kara sevda.

 

Gündüzler çıkan maske, geceleri açan gerçek kişi.

 

Yağmur çitiliyordu. Yıldızları saymaya başladım, dolunay yüzümü aydınlatırken. Hayatım amına koyulmuşken, ben ölmek istemiyordum artık.

 

Ama yine bir yalan, yine kanan ben.

 

Telefonuma baktım. Aynı bebeği görünce gözlerim doldu. Yerde her tarafım çamurken, o bebeğe gözlerim doldu... Gülümsedim. “Çok güzelsin,” diye mırıldandım.

 

Araba sesini duyduğumda, oraya bakmadım. Arabanın kime ait olduğunu biliyordum. Telefonumu indirdim, gökyüzüne odaklandım. Yağmur beni gülümsetiyordu.

 

Araba durdu, indi gelen kişi. Bana doğru yaklaştığında, ona baktım. “Yine buradasın,” diye mırıldandı. Gülümsedim. “Hep buradaydım.” Uzandığım yerden kalktım. O da önümde durdu “Ne üzdü seni deniz kızı? Telefon sesiz de, yine buradasın.” Beni tanıyordu.

 

Telefonu ona uzattım. “Bak,” dedim sesimin titremesine engel olarak. Telefona baktı, kaşlarını çattı. “Çok güzel değil mi? Bir aylık ama kirpikleri upuzun.” Bana baktı. “Kimin bebeği bu?” Kimin bebeği... Bu bebeğin, genç kız halini çok iyi görüyordum. Canım acıyordu, çok.

 

Bir Cansu Bozok vakası daha.

 

“Devin Bozok,” dedim. Bu sefer sesimin titremesine engel olamadım. “Hayırlı olsun demeyecek misin? Bak, abla oldum. Arda Bozok’un gündemde yerine almış, Asel Bozok.” Asel... Çok güzel ismi vardı. Onu o canavara yem etmeyecektim.

 

“Övünüyordur şimdi. Tabi, o doğurttu ya. Yine elinden çıkmış bir nesne onun için.” Yutkundu. “Ama,” dediğinde, “ama,” dedim yükselerek. “Ölmüştü değil mi?! Bana attığı mesaj vardı hatta.” Sinirlerime yine hakim olamıyordum. “Bana ne diyordu biliyor musun? Sandalyeyle annenin karnına vurdum. Senin gibi bir pislik Dünyaya gelmesin diye. Yine yalan, yine yalan!” Elimi saçlarıma geçirdim.

 

Dinliyordu ama, birşey demeden. “Tabi, o Devin’ine kıyamazki. Canı acır onun, bağıramaz bile. Ona sinirlendiğinde, bütün acısını küçücük çocuktan çıkarır! Çünkü o kimseye kıyamaz ama o çocuğa kıyar. Bir kum torbası gibi.” Susmalıydım. Kesinlikle sırası değildi.

 

“Bunu nereden öğreniyorum peki? Bir magazin sayfasından! Çünkü biliyor, girmem ben oraya. Onu görürüm, kafam gider.” Güldüm. “Kendi yaptığı şeyi tanımaz mı o? Tanır tabi, koskoca Arda Bozok o. Herkes tarafından bilinen, sevilen ve çocukları o kadar çok seven ki, yirmi beş tane yetimhane açmış. Cansu Bozok, çok sevdiği kızı,” dedim alayla. “On beş yaşında, yangından ölmüş. İntihar etmiş, on beş yaşında. Nedeni bilinmiyor.” Bu köydekiler hariç, herkes böyle biliyordu.

 

Yumruklarını sıktığını görebiliyordum. Ama durdu, içimi dökmemi bekledi. “O yangını kendisi yapıp, içine beni atmadı tabi. Ben çıkardım ve Bozoklar konağını içindeyken yakmışım. Sonra ise, üzüntüsünden kahrolan ailem, İstanbul'a taşınmış. Ama bak, iyi yalan. Ben zaten on iki yıl önce ölmüşüm.”

 

“Yeni kurbanı, Asel Bozok. Ama ben ona onu kurban etmeyeceğim. Bir Dünyaya bir Cansu Bozok yeterli. O çocuk öyle olmayacak. O çocuk benim gibi olmayacak.” Gözümden düşen yaşlar için yağmura minnettardım. En azından ağladığım belli olmuyordu.

 

Bileğimden tutup, beni kendine çekince durdum. Sıkıca sarıldığında, anlamaz gözlerle ona baktım. Neden sarılmıştı şimdi? Çok mu abartmıştım? Bana acımış mıydı? Bana acımamalıydı. Kendim bile kendime acımazken, onun bana acımaması gerekiyordu.

 

Ben ilk defa Güneşten başkasına bunu anlatıyordum. Güneş anlardı, dinlerdi, yargılamazdı ve en önemlisi acımazdı. Yüzbaşı acır mıydı? Ezik duruma mı düşmüştüm? Niye sarılmıştı ki?

 

Bana sarıldığında, içim boşalana kadar ağlayasım geliyordu. O anlar gibi geliyordu. Ben bile kendimi anlamadığım yerlerde, o beni anlar gibi geliyordu. Öyle gelmemesi gerekiyordu, ama geliyordu.

 

“Мне жаль." Ne dediğini anlamadım. O kadar öğrenmemiştim Rusça. “Мне следовало прийти раньше.” Sesinden ne dediğini anlamıştım. Yutkunamadım. “Şaka,” dediğimde, “şaka,” diye tekrarladı beni. Her sıkıştığımda, bunu diyordum. Alışkanlık olmuştu.

 

Birşey demedi. Sadece sarıldı, benim ona sarılmama rağmen. Sarılmamı beklemedi, her zamanki gibi. “Sana yemin ediyorum,” dedi. “O çocuk aynılarını yaşamayacak. Ve, sana bunu yaşatanlar iki katını yaşatacağım. Ne pahasına olursa olsun.”

 

O yüzbaşımdı. Ne söz verirse yapardı. Ona güvendiğim kadar Güneş’e güvenmiş olmalıydım. Türkmenler kaçış yolum olmuştu.

 

Geri çekildiğinde, “sigara yakamıyom,” dedim hüzünlü sesle. Sesim çocuk gibi çıkmıştı. “Yağmur yağıyor, söyle yağmasın. Sigara yakamıyorum.” Tebessüm etti halime. “Arabaya geçersen yakabilirsin.” Alttan ona baktım. “Beni arabaya atacaksın yani?” Göz kırptığında, omzuna vurdum. Benimde yüzümde hafif tebessüm oluşmuştu.

 

Az önce ağlarken, şimdi gülüyordum. Normalde ikisi de olmazdı. Sert ve ifadesiz halimden eser yoktu.

 

“Baran’a gideceğim ben,” dediğimde, tebessümü silindi. “Hay sikeceğim Baran’ını! Baran da Baran. İsmini mi ezberliyorsun? Mutlu ol, Baran. Üzül, Baran. Herşeyde Baran. Ulan adamın isminden nefret ediyorum artık.” Güldüm. “Sende mi içini dökeceksin? Dök, dinlerim ben.” Ona döndüm. “Dinliyorum yüzbaşı.” Ona yüzbaşı demek her zaman daha cazipti.

 

Gülüşüme bakınca, sinirli ifadesi yumuşadı. “Yapma şunu,” diye mırıldandı. “Neyi? Söyle işte, dinliyorum.” Az önce ağlarken, gülen kişilere bipolar bozukluğu oluyormuş. Bende olma ihtimali? Yüzde yüz. Ama ben bipolar sayılmazdım bence. Kendi kendime kederleniyordum, o güldürmüştü.

 

“Geç arabaya. Kısa giyinmişsin yine bu havada.” Üşümüyordum ki. Etrafa baktı. “Motorunda yok. Yürüyerek mi geldin buraya?” Onaylar bir mırıltı çıkardım. “İyi halt yedin. Baran’ın ne güne duruyordu acaba? Seni korumakla yükümlü kendileri. Bu ormandan geçerken neredeydi o amına koduğumun ibnesi?” Bir erkeğin korumasına ihtiyacım yoktu.

 

Şortumun cebinde ki kelebeği çıkardım. “Ona gerek olacağını hiç sanmıyorum. Zaten, birinin beni korumasına da ihtiyaç duymuyorum. Bana yaklaşanın, gözünü kendim oymaktan da hiç çekinmem.” Arabaya geçtiğimde, gururlu bakışını gördüm.

 

Sürücü koltuğuna geçti o da. “Nereye,” diye sorduğumda, “eve,” dedi. “He birde eve götüreceksin? Sapık herif.” Onunla uğraşmaktan zevk alıyordum. Baktığında, utandığını gördüm. Belli etmiyordu ama yakalamıştım. Güldüm. “Ay sen utandın mı?” Tersçe baktığında, “tamam tamam, sustum,” dedim.

 

“Utanmaz kız,” dedi önüne dönerken. “Telefonu sesizden çıkar ilk önce sen.” Sesizden mi? Telefonumu açtığımda, sesizde olduğunu gördüm. Sesizden aldığımda, yutkunamadım. Elli kere Güneş’ten gelen cevapsız çağrı...

 

Yüzbaşına baktım. “Evde kimler var acaba?” Bu sefer gülme sırası ondaydı. “Güneş Türkmen ile Kerem.” Güneş... “Ben Baran’a gidiyorum. Hayatta o eve girmem ben.” Yav hehe bakışı attı bana. “Nasıl yüzbaşısın sen? Cinayete teşebbüs’te bulunuyorsun şuan.” Yandan bana baktı. “Senin yüzünden nelere bulaştığımı bilsen, bu yanından bile geçemez. İşlediğin bütün suçları üstünü örtmekten, yüzbaşılığım kalmadı sayende.” Bir tık haklıydı.

 

O yüzden sesimi çıkarmadım. “Baran’a gideyim, Güneş oraya gelsin. En azından öldüremez.” Baran diyince adam otomatikken sinirleniyordu. “Neden Baran acaba? Gökhan abi de, Fıroş de, Helin de ama Baran... Ne özelliği var şu adamın?” Kurşun özelliği var. “Vuruldu ya hani yüzbaşı. Vuruldu diye onu gördüğü an yumuşayacak. O sırada beni unutacak.” Açıklayınca, anlamış gibi ifadesi yumuşadı.

 

Böyle susarsın işte. “Gerçekten, eve mi gidiyoruz? Bak, valla öldürür o manyak beni. Kardeşin sen gelmeden melek gibi insandı, orası ayrı konu.” Alayla güldü. “Güneş mi melek gibi insandı? Sana melek o sadece. Hem, sana sinirlenmesi bile melek onun. Bana kızdığında, ayağıma sıktığını hatırlıyorum on altı yaşında.” Ne?

 

Hayatta inanmazdım. “Yalancı. Güneş silah kullanmayı bile bilmiyor.” Bu sefer sesli bir şekilde güldü. “O mu bilmiyor? Gerçekten, sana en melek halini gösteriyormuş. Çünkü, benden daha önce silah kullanmayı öğrendi o. Köyde, kasaba gibi bir yerde yaşıyorduk Rizede. Orada her zaman evden kaçıp, ava gidiyordu. Teyzemin iki yıl onun yüzünden bize avladıklarını yedirdiğini hatırlıyorum.” Oha!

 

Dikleştim. “Nasıl? Anlatsana,” dedim merakla. “Dört yaşından sonra beter oldu bu kız. Yani, babam ile annem öldükten sonra.” Bunu dediğinde, alt dudağımın kenarını ısırdım. Onun yüzünden ise tek bir üzüntü kırırtısı geçmedi. Umursamazca söylemişti.

 

Ben herşeyden sinirlenerek kaçıyorsam, o da umursamadan kaçıyordu. Onu yavaşça çözmeye başlıyordum.

 

“Hergün dışarı çıkıyordu. Onu hep bir dağın tepesinde bulurdum.” Bana baktığında, senin gibi der gibiydi. “Teyzem birşey demezdi ama anaannem gördüğünde döverdi. Erkek gibi davranıyormuş. Zaten sevmezdim hiç anaannemi.” Sesizce onu dinliyordum. Çabuk kin tutardı, sevmemesinin nedeni bu yüzdendi. Bende şuan sevmemiştim o kadını.

 

“Niye vazgeçti sonra?” Alayla bana baktı. “Vazgeçmiş gibi mi duruyor? O varya, melek yüzlü şeytan. Şimdi öğretmen olup melek gibi göründüğüne bakma. Canı acırsa, on katını acıtır. Korkar ama damarı basıldığında herkesten daha cesur olur. Adem Türkmenin gurur kaynağı o.” Önüne geri döndü. “Bana şimdi nasılsam eskiden de öyleyim demişti! Güneş’e de güvenemeyeceksem, kime güveneceğim ben?”

 

Cevap için beklemedi. “Baran’ına güven.” Yandan ona baktım. “Seni tanımasam Baran’ı kıskandığını düşüneceğim.” O şekilde kıskanırsa büyük bir yuh çekerdim. Dünya ahiret kardeşimdi o benim. Onlar içinde ben öyleydim. O bunu biliyordu.

 

Sustuğunda, “yok artık,” dedim. “Delirdin herhalde sen? Adam Helin de Helin diye geziyor.” Ben zaten bu sert hıyardan geçemiyordum. Ama bunu söylemeye gerek yoktu. “O anlamda değil,” diye mırıldandı sesizce ama ben duymuştum. Anlamıştım. “Gökhan abiyi, Fıroş’u ve Kaan’ı da kıskan o zaman. Niye özellikle Baran?” Yine sinirlenmişti.

 

“Bende sana onu merak ediyorum. Neden özellikle Baran acaba deniz kızı?” Arkama yaslandım. “Gerçekten, bunun kavgasını mı edeceğiz?” Baran’ın yeri bende ayrıydı. Çünkü şu iki elemandan başka, beni en iyi anlayan kişiydi. Güldüğümde güler, ağladığımda ağlardı. İçtiğimde sarhoş olur, biri bana bulaşsa, benden önce onu alt ederdi. Bütün suçlarıma ortak olur, hiç hesap sormazdı. Birinimi öldürdüm? Suçu üstünde alırdı.

 

Hesap sormak hariç hepsi şu müptelası olduğum adamda da vardı. Çünkü biliyordum. O gelmeseydi burada gülmek yerine, yine kendimi o uçurumdan aşağı atacaktım. Ve yine ölmeyecektim. Zaten en çok acıtan oydu.

 

Ama ben artık ölmek istemiyordum. Ama çok yaşamakta istemiyordum. Ben sadece mutlu ve Bozoklar olmadığı bir hayat istiyordum. Bunun içine küçük Asel Bozok geçerli değildi.

 

Aklıma gelince, “Barut,” dedim o konuşacakken. Yüzümde ki gülümseme silinince, kaşlarını çattı. “Ya ona birşey yaparsa?” O bir baba değildi ki, kıyardı. “Yapmaz değil mi? Devin izin vermez.” İzin vereceğini bilerken, bunu demek yüktü.

 

Başka konudan başka konuya geçmiştik. Daha doğrusu, ben geçmiştim ve o yine bana ayak uydurmuştu. “Yarın,” dedi kendinden emin bir şekilde. “Saat en geç gece yarısında, getireceğim o çocuğu sana tamam mı? Ama sende Güneş’in yaptığı yemekleri yiyip, uyuyacaksın.” Getireceğim mi demişti o?!

 

“Ne? Nasıl getireceksin?” Yandan bana baktı. “Getirdiğim zaman söylerim. Bana güven, getireceğim o çocuğu sana, söz veriyorum. Ama sende yemek yiyeceksin ve en az sekiz saat uyuyacaksın. Söz ver sende.” Yutkunamadım. Araba durmuştu.

 

Gözlerim dolmuştu istemsizce. Aklımdan o kadar ses geçiyordu ki, ama hepsi güzel seslerdi. Bir tane sesi duyabilirdim. “Sende sevilebiliyormuşsun deniz kızı,” dedi beynimde ki ses. Sonra ise yine diğerlerinin arasına karıştı sesler. Başıma ağrı gelmedi, midemde birşeyler uçtu sanki.

 

Gözlerime baktı. “Ne oldu,” dedi ilgili sesiyle. “Senin üzenin ta amına koyayım ben. Ne oldu yine?” Çok romantikti gerçekten. “Çok seviyorum seni,” dediğimde, boşluğuna gelmiş olmalıydı. “Ne?” Gerçekten şaşırmıştı. Öyle aniden söylemese miydim? Onu öptüğümde bile yüzünde ki o ifade olmamıştı.

 

Allah'ım, beni sevdiğini biliyordum. Yoksa, böyle bir adamı karşıma çıkartmazdın ki. Kaçmama neden engel olduğunu anladım. Yine yanlış kararlarımın arasında doğruyu yarattın.

 

Arabadan çıktığımda, eve doğru gittim. Arkamdan aptal aptal baktığını gördüm. Adamın ayarlarıyla fazla oynadım galiba. Canıma değsin. Eskiden beni sinir ettiği günlere saysın.

 

Eve girdiğimde, “selamın aleyküm,” dedim salona geçerken. Güneş “Aleykümselam," diyerek karşılık verdi. “Nereden geliyorsun acaba gece kuşu? Malum, yatağımda olmak yerine yine buradayım da.” Elimde ki telefona baktı. “Telefonu niye yanında taşıyorsun ki sen? Kır bunu da, ihtiyacın yok zaten.” Bu kız nasıl şeytan olabilirdi? Abartmıştı Barut bence.

 

“Evde anlatırım,” dedim. “Hadi eve geçelim. Uykum geldi benim.” Yalancı şaşkınlıkla bana baktı. “Senin mi uykun geldi? Gözlerim yaşaracak resmen.” Elime baktı, telefondan başka birşey yoktu. “Hayret, sigara veya içki de yok.” Canım acıyordu zaten. “Sigaram yağmurdan dolayı yakamadım. İki şişe devirdim sadece.”

 

İşte şimdi sinirlenmişti. “Bak, anlatıyor birde,” diyerek ayağa kalktı. Yastıklardan birisini karnıma attı. “Sende akıllanma yok mu kızım?! Daha yeni vuruldun! Ama yok, günlük rutinin senin vurulmak.” Yüzümü buruşturdum. “Oradan da vurulmuştum hatırlarsan.” Daha çok sinirlendi. “Ben sana bir vuracağım! İşe tekrar başladın, yine akıllanma yok! Yine nereye gittin acaba?!”

 

İlk buraya gelmek yerine, herkesi arardı. O yüzden isim sayamazdım. Didem desem kesin ispiyon ederdi beni. Kara sevdayı da söyleyemezdim. Çocuklara bu saatte gitmeyeceğimi bilirdi. Hem dışarda olduğum, ıslak olmamdan anlaşılırdı. Çalış beynim, çalış. Yalan söylemem lazımdı.

 

En kötüsünü yaptım. “Biraz dolaşayım dedim Güneş. Evde duvarlar üstüme geliyor benim, biliyorsun zaten. Telefonu sesizde unutmuşum, parka gitmiştim.” Bence çok iyi bir yalandı. “Utanmadan söylüyor birde!” Ne diyeyim lan?

 

Kendisinin ne olduğunu öğrenmiştik ama. Bana diyine bak. Kendisi de kaçıyormuş bir dağın tepesine. “Özür dilerim,” dedim. Belki de bir tek ona özür diliyordum. “Hep özür dile zaten. Herşeyi yap, özür dile.” Kerem bir köşede, elinde ki şişeyle bizi izliyordu.

 

Onun yanına gidip, elinde ki metal şişeyi aldım. Birkaç yudum aldım. “Sigara?” Cebimden iki sigara çıkarıp, bir tanesini ona uzattım. “Ateş?” O da cebinden çakmak çıkardı. Uzattığım sigarayı işaret ve orta parmağının arasına alıp, yaktı. Sonra ise benim sigaramın ucunu yaktı.

 

Duman çekerken, Güneş’e döndüm. “Nerede kalmıştık?” Umutsuz vaka bakışı attı bana. “Allah belanı vermesin Cansu.” Dumanı üfledim. “Hadi eve gidelim Güneş ya. Acıktım ben, çiğköfte var mı evde? Uykum da geldi hem.” Kapıdan, “hayret,” diyen yüzbaşının sesini duydum.

 

Ona baktım. “Valla bak.” Hafif tebessüm etti gerizekalı. “Nerede buldun sen şunu?” Kınayıcı bir bakış attım Güneş’e. “Çavuş’u bile benden daha insan yerine koyuyorsun.” Bana baktı Güneş. “Sen kendini insan yerine mi koyuyorsun? Sen nesin biliyor musun? Sigara ile alkolle beslenen, geceleri açan ve sadece nefes alan bir varlıksın. İnsan dediğin yemek yer, uyur. Bunlar olmadan yaşayamaz. Sende alkol ile sigara olmadan yaşayamazsın.”

 

Ulan ben arapça mı konuşuyorum?! Kıza diyorum uykum geldi, uyumazsın diyor. Acıktım diyorum, sen sadece alkol ve sigara ile beslenirsin diyor. Haklı ama bunu konunumuzla alakası yok.

 

“Öyle yaşanmıyor mu zaten,” diye sordu Kerem anlamazca. Katılıyorum. “İki saattir konuşmuyorsun, şimdi mi konuşasın geldi Kerem,” dedi sinirle bu sefer Güneş. “Evet.” Hafif sırıttım. Bu adamı sevmiştim. Uzatmadan, net bir şekilde konuşuyordu.

 

“Kardeş olsalar bu kadar benzeyemez insan,” dedi Güneş bize bakarak. “Gelme eve,” dediğinde, “nereye gideyim be,” dedim arkasından. “Cehennemin dibine!” Evden çıkıp, kapıyı sertçe kapattı. “El birliğiyle gül gibi kardeşimi delirttiniz.”

 

İkimiz aynı anda cevap verdik. “Biz ne bok yaptık," dedi Keremle aynı anda.

 

Barut ikimize baktı. “Hiç birşey,” dedi. Pantolonun cebinden, evinin anahtarını çıkardı. Yanıma gelip, bileğimi öne doğru çıkardı. Avcumu açıp, anahtarı koydu. “Ben gidiyorum,” derken, nereye gittiğini biliyordum. Ağzımı açtığım an, “ve sende, Keremle duruyorsun burada. Tamam mı,” dediğinde, “tamam,” dedim. İsyan etmeme izin vermeyecekti.

 

Kerem’in ilk önce elime, sonra Barut’a baktığına gördüm. “Sorun mu var komutanım?” Yüzbaşı, sadece Kerem’e anlayışlı davranıyordu. Aralarında bir şey var gibiydi. “Yok,” dedi dış kapıya doğru giderken. “Tekel’e gitmek yok,” dedi çıkmadan önce. Kapıyı kapattığında, sadece ikimiz kalmıştık.

 

Peki bu umrumda mıydı? Tabiki de değildi.

 

Koltuklardan birine, benim evimmiş gibi uzandım. Havaya dumanı üfledim. “Sanki gitsem Hasan abi bana verecek. Adam beni ihbar edecek en sonunda, kara para yürüttüğümü sanarak.” Hergün ondan bira aldığım ve veteriner hekim olduğum için ihbar edebilirdi. Çünkü bir ayda aldığım biralar, bir yıllık veteriner maaşı ediyordu. Sadece soy ismim’in Bozok olması, Arda Bozok’un kızı olduğumu da kanıtlamıyordu.

 

Neden mi? Çünkü Bozok soy ismi olan bir sürü insan vardı. Ve öldüğümü, hatta bir mezarımın olduğunu var sayarsak, kendim desem de inanmazlardı. Ve inanmamaları sineğin ölümü kadar umrumda değildi.

 

Bir tane şarkı açıp, o da karşımda ki koltuğa aynı şekilde uzandı. “Teoman,” dedim yandan ona bakarak. “Güzel bir gün,” diye mırıldandı. O da sigarasından duman üfledi.

 

Şarkıya eşlik ettim. “Sorma, neden hiç iyi değilim! Her şey yalnızlıktan! Bak, güzel bir gün ölmek için!” Teomanın kafası kadar güzel birşey olamazdı. Hergün ölmek için güzeldi ama ölmeyi beceremediğim günlerdi.

 

O birşey demedi. Bense sustum. “Oturacak mıyız böyle,” dedim uzandığım yere oturarak. “Uykum var demiştin,” dediğinde, “onu öylesine dedim oğlum. Bende uyuyacak göz olsa, bütün gün uyuyacağım.” Sırıttı sadece. En azından ifadesiz değildi.

 

Ofladım. Şişeyi tekrar ağzıma götürdüğümde, bir damla dilime düştü. “Bitmiş bu ya,” dedim yüzümü buluşturarak. “İki haftada bir bitirdiğim şişeyi, on dakika da bitirdin,” dedi ifadesizce. “Az kalmıştı zaten.”

 

“Uyu,” dedi yandan. “O zaman hayat daha da kısalıyor.” Haklıydı. Kafamı tekrar yastığa koydum. Bitmiş sigarayı, yere attım. Sabah toplardım. Gözümü kapattığımda, on beş dakika sonra, alkollün etkisiyle uyuya kaldım...

 

Ve yine kabuslar eşliğinde, yine boktan bir gece yaşadım...

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%