@gecemavisiyazarrr
|
Yerde uzanmış bedeni, soğuktan donmak üzereydi. Başı yerde, yüzüne kar damlaları düşüyordu. Esnaflardan gelen müzik seslerini duyarken, kimse onu görmüyordu.
Karnında ki ağrı, onu daha da perişan ediyordu. Görülmüyordu küçük bedeni insanlar tarafından. Gözleri kapalıydı, sadece duyuyordu. Üzerinde ki karlar onun mezarı olmak üzereydi.
Görüyordu insanlar onu. Sadece acıyan gözlerle ona bakıyorlardı. Ne bir yardım eden, nede onu kaldıran biri bile olmadı. “Yazık,” diyerek geçtiler önünden.
O küçük yaşında anladı çocuk. İnsanlar sadece bakarlardı, kendilerini bulaştırmazlardı. Ama haberlerde görünce, keşke yardım etseydim derlerdi. O dedikleri bile yalandı. Çünkü onlar için, onlara dokunmayan yılan bin yaşasındı.
Gözleri derin bir karanlığa gömülecekti. Ama karşısında annesinin hayali yoktu. Ona güzel yavrum diyen seside yoktu. Babasının dimdik durup, onunla oynayıp güldüğü seslerde yoktu. Böyle bir karanlığı sevmemişti çocuk.
Evinden baya uzaktı. Neredeydi bilmiyordu, ama çok canı acıyordu. Nasıl buraya gelmişti? Hiç haberi yoktu. Sadece bir otobüse bindiğini, on saat sonra burada olduğunu biliyordu. Sonra ise yere düşüp, bayılmıştı.
Bir ses duyuldu uyuyacakken. “Uyuma,” diyen küçük bir kızın sesi. Ona seslendiğini anlamadı çocuk. Yine halüsinasyon gördüğünü zannetti. Ama karları üzerinden atıp, onu kaldırana dek.
Gözlerine bir ton demir vardı sanki çocuğun. Ama yinede gözünü açmayı becerdi biraz. Açtığı an, ona bakan küçük yüzü gördü. “Kimsin sen,” diye mırıldandı çocuk. “Cansu derler bana.” Küçük elini, karşısında ki çocuğun alnına koydu Cansu. “Çok ateşin var senin,” dedi endişeli sesiyle.
Üzerinde ki montu, hiç düşünmeden çıkardı. “Getir kolunu bakayım,” dedi montu yavaşça çocuğa giydirirken. Çocuk sadece karşısında ki küçük kıza, yarı baygın bakıyordu.
Atkısını da çıkardı Cansu. Yavaşça çocuğun boynuna doladı. “Üşüyeceksin,” diye mırıldandı çocuk. Karşısında ki kıza yarı şaşkın yarı hayranlıkla bakıyordu. “Ben üşümem ki. Abim zorla giydirdi bana bunları.” Dudaklarını büzdü. “Ama sen çok üşümüşsün.” Giydirdiği montun fermuarını çekti Cansu. Çocuğun ısınması için herşeyi yapıyordu elinden geldiğince.
Gözleri kapandığında, yüzünü tuttu Cansu. “Şışt,” dedi yalan bir sinirle. “Uyumak yok. Bak kızarım ama uyursan.” Güldü çocuk. “Kızsan bile tatlı gelir ki,” diye mırıldandı sesizce. “Ne,” dedi Cansu sesini duymayarak. “Hiç,” diye mırıldandı çocuk.
Kaşlarını çattı o masum yüzüyle. Küçük burnu ve yanakları kızarmıştı soğuktan. Siyah kocaman gözleriyle önünde ki çocuğa bakıyordu. Zayıftı ama yanakları tombuldu.
Uyumaması için, sorular sormaya başladı Cansu. “Kimsin sen,” dedi etrafta yardım istiyecek biri bakarken. “Barut,” diye mırıldandı. Küçük kız gülümsedi. “Ya,” dedi. Gözünden herşeye rağmen gülen küçük kızı gösteriyordu.
Gülümsemesine baktı Barut. Çok güzel gülüyordu. “Kaç yaşındasın,” diye sordu bu sefer. “On bir,” dedi Barut boğazının ağrımasına rağmen. Küçük kız, ellerine eldiven giydiriyordu. “Bende sekiz. Benden büyükmüşsün sen ama,” dedi Cansu küçük dolgun dudaklarını tekrar büzerek.
“Evet.” Küçük kızın yaptığı her hareketi izliyordu. “Çok üşüyor musun,” diye sordu bu sefer endişeli sesiyle. En son annesi onun için bu kadar endişelenmişti.
Belki de annem gönderdi bu küçük kızı bana diye düşündü. Çünkü melek kadar mucizeydi.
Evet derse üzülecekti. Üşümesine rağmen, “çok değil,” dedi. “Ama ateşin çok var.” Ayağa kalktı Cansu. Barut gideceğini zannederek korktu. Ama yine belli etmedi. Alttan ona baktı.
Cansu ise gitmek yerine, kolunun altına girdi Barut’un. Şaşkınlıkla ona bakmaktan başka birşey yapamadı Barut. Ne yapıyordu böyle? Onu yavaşça ayağa kaldırdı, yükünü küçük omuzlarına alarak Cansu. Etraf döndüğünde, “düşeceğim,” dedi Barut.
Alttan gözlerini kırpıştırarak baktı Cansu. “Düşmene izin vermem,” dediğinde, “söz mü,” diye sordu Barut. “Söz, bırakmayacağım seni.” İnandı Barut ona. Kendi akrabalarına inanmazken, küçük kıza inandı.
Herkes geçerken onlara baktılar. Ama yine kimse birşey yapmadı. Tek bir kişi hariç. Küçük esnaf, onları görüp, hemen yanlarına gitti. “Çocuklar, iyi misiniz,” diye sordu amca.
Cansu birinin bulmanın sevincini yaşadı içinde. “Amca, içeri geçebilir miyiz?” Amca, “geçin yavrum,” dedi önlerini açarak. Cansu Barut’u içeri geçirerek, tekli koltuğa oturttu. Derici gibi bir yerdi.
İçerisi sıcaktı ev gibi. Amcada içeri girip, kapıyı kapattı. “Anneniz babanız nerede sizin?” Barut yutkunamadı. “Öldüler,” dedi ama baygın halde. Sanki dayısı gibi içip, sarhoş olmuştu. Amca verdiği cevapla, üzgün gözlerle Barut’a baktı.
Cansu, “ateş düşürücü var mı amca,” diye sordu. Amca, “kendim için bir tane almıştım,” dedi askılığa asılı olan, montundan hap çıkararak. Cansu elinden aldı. Barut hareket etmek istedi ama buz tutmuş gibiydi.
Cansu, ağzını hafifçe açıp, ağzına koydu durumunu fark edip. “Yut şimdi onu,” dediğinde, Barut zorda olsa yuttu. Gözleri sadece kızın üstündeydi. Niye yardım ediyordu tanımadığı birine?
“Böyle olmaz kızım, hastaneye götürelim. Sen ailenin numarasını versene bana.” Cansu yutkundu. Babası öğrense yine döverdi. Abisi onu korumaya çalışmaya çalışırdı yine ama yapamazdı ki. “Bilmiyorum,” diye yalan söyledi.
Amca bu sefer farklı bir soru sordu. “Eviniz nerede sizin çocuklar?” Barut, “Rize de,” diye mırıldandı. Cansu, “Rize mi? Çok uzak orası ama,” dedi Cansu. Ama ondan birisini arayabilirdi.
Uykusunun olduğunun farkındaydı. Ateşi düşmeden uyumaması gerekiyordu ama. O depoda soğuktan uyuyacakken, abisi demişti. “Uyursan bir daha uyunamazsın bücür. Beni sensiz bırakmak istemiyorsan uyuma,” diyen abisinin endişeli sesi kulaklarına doldu.
Ateşine bakarken, yavaş yavaş düştüğünü gördü. “Çocuk,” dedi kapalı gözlerine bakarken. “Uyuma, lütfen. Ama akrabanın telefon numarasını verirsen, uyumana beş dakika sonra izin veririm. Yoksa kulağına bağırarak uyandırırım ona göre.” Tahminince, beş dakika sonra uyuyabilirdi. Çünkü o zaman ateşi düşerdi. Hap hızlı etki etmişti.
Ne yapmaya çalıştığını anlamıştı Barut. Ama neden yaptığını anlamıyordu. O da acıyan gözlerle bakıp gitseydi ya. Gözlerine baktı küçük kızın. Acıma yoktu, ona birşey olacağının endişesi vardı.
Annesi gibi bakıyordu...
Amca ise, arkadan onları izliyordu yarım bir tebessümle. Neler döndüğünü anlamıştı. O çocuk aklıyla çocuğa yardım ettiğini de anlamıştı. En azından gelecek nesilde iyi insanlar olacak diye geçirdi içinden.
Barut, teyzesinin numarasını verdiğinde, amca numarayı aradı. Teyzesine olanı bildirdi, gelip almalarını söyledi. Rizede heryerde Barut’u ararken, can havliyle telefonu açmıştı teyzesi. Otobüse biinip en kısa zamanda geleceğini, gelene kadar orada kalmasını rica etti.
Telefonu kapattığında, içinden tuttuğu beş dakikası bitmişti Cansu’nun. İlk önce tekrar ateşine baktı, güldü. “Bak, düşmüş ateşin. Şimdi uyuyabilirsin,” dediğinde, Barut ona baktı. “Uyursam gidecek misin deniz kızı?” Deniz gibi saftı. “Gitmem,” dediğinde, Barut son gücünü de kaybetmişti. Gözleri kapanınca, tekrar uyanacağı bir uykuya daldı.
Ve on saat boyunca, hiç başından ayrılmadı Cansu. Amca, “çocuğum, çok geç oldu. Gitmek istemiyorsan gitme ama sende biraz uyusan,” dediğinde, “ben uyumam,” demiş ve kapatmıştı konuyu Cansu.
En son, o da uykuya yenilmişti ama. Daldığı an, teyzesi geleceğini nerede bilebilirdi ki? Teyzesi aldığı konuma geldiği an, bu görüntüyü beklemiyordu.
“Beyefendi,” dedi sesizce. “Bu kız kim?” Uykuda olduklarını anladığı için, endişesini bastırmaya çalışıyordu. “Yeğeniniz şanslı, başından bir dakika ayrılmayacak birini bulmuş,” dediğinde, anlamadı teyzesi.
Ama gitmeleri gerekiyordu. Yan yana uyumuş iki çocuğa baktı. “Benim gitmem gerekiyor da, kıza ne olacak? Gece olmuş, ailesi merak etmiş olmalı.” Amca gülümsedi. “Abisini tanıyorum ben, o yüzden içeri aldım ikisini de. Ararım, gelir almaya,” dediğinde, teyzesinin içi rahatlamıştı.
Barut’u yavaşça, uyandırmayacak şekilde kucağına aldı. Arabası esnafın önündeydi. Uyanmadı ama Barut. Uyansaydı, ne yapar eder, o küçük kızı bırakmazdı.
Teyzesi sesizce arabanın arka kapısını açıp, Barut’u yavaşça yatırdı. Sürücü koltuğuna binerken, son kez kıza baktı. İçinden teşekkür etti ona. Ve sonra binip, ikisini ayırdı...
Küçük kız ise uyandığında, heryerde çocuğu aradı. Sözünü tutmak istedi, ama bulamadı. En son abisine yenilip, cehennemi olan konağa gittiler...
🥀 Evde, Güneş’i arıyordum. Sabah beni aramış, özür dileyerek geri çağırmıştı. Ben onu kırar mıyım hiç? Tabi gelmiştim. “Kız,” diye bağırdım.
Odasından gözünü ovalayarak çıktı. Bugün cumartesiydi. Bu iki gün tatil demekti. “Efendim,” dediğinde, “efendin değil, kölen olayım gülüm,” diye iltifat ettim. Güldü. “Dizide görmüştüm ben bu lafı ama,” dedi tatlı tatlı. “Biraz kopya çektim, ne var?” Daha fazla güldü.
“Abime sat sen bu lafları,” dediğinde, birşey diyemedim. Sustuğumda, “ne oldu, utandın mı,” dedi tombul yanaklarımı sıkarken. “Kıyamam ben sana,” dediğinde, tersçe ona baktım. Bu lafı ben diyiyordum en son! Ey hayat, bir kere de benim yanımda dursan.
“Şımarma,” dedim. “Tamam yengeciğim,” diyerek salona gitti. Arkasından, “ben diyince döv ama,” diye itiraz ettim. “Onu öpüşmeden önce düşünecektin,” dediğinde, “sus kız,” dedim yaşlı nineler gibi.
Salona gittim peşinden. “Ben kulaklığımı bulamıyorum. Nereye koydum en son?” O, benim nereye koyduğumu, benden daha iyi biliyordu. “Bilmiyorum. Malum, bütün gece uyuyamadığım için.” Bana döndü, anlamaz gözlerle. “Sen nasıl uykuya ihtiyaç duymuyorsun? Ben birgün uyumasam ölecekmiş gibi oluyorum.”
Ölmüş bir insan, her dakika uyurdu benim gibi. “Yetiyor bana,” dedim koltuğa otururken. Uyku problemlerim vardı. “Devin Bozok,” dediğimde, yüz ifadesi değişti. “Ne olmuş o kadına? İnşallah en sonunda ölmüştür.” Maalesef. Alayla güldüm. “Doğum yapmış bayanlar. Asel Bozok,” dedim komik birşeymiş gibi gülerken.
Dudakları aralandı. “Ne?” Ne tabi. “Merak etme, o çocuğu ona yem etmeyeceğim.” Benden çok, Barut yardım ediyordu. Bunu, küçük kızımız gelince söyleyecektim.
Normalde peşine takılırdım, inadım tutardı. Ama yapmamıştım bu sefer, korkmuştum. O küçük kızı görmeye hala hazır değildim. Ama yüzbaşı getirirdi. O bana yalan söylemezdi ki. Hem o gelince de korkmazdım belki.
“Sen, o yüzden gittin değil mi gece? Yine ortalıktan kayboldun.” Sustum. “Yine o Bozoklar yüzünden canın acıdı senin. Ama sen intikam yerine, oturdun yine.” Geriye yaslandım. “Canım acımaz benim. Hadi ama, takma bu kadar. Ölmedik ya.” Ölmedik... Ben o ölümlerin içinde yaşamayı öğrenmiştim.
Başını iki yana salladı. “Hayır, acıdı canın. Yine bira aldın, yanında olmazsa olmazın sigara. Sonra hangi bokta yatıyorsun bilmiyorum ama, yine oraya gittin. Saatlerce hiçbirşey yapmadan orada kaldın. Ağlamadın bile değil mi?” Yutkunamadım. “Sen ne zaman ağlarsın biliyor musun? Biri sana ilgi gösterip, sarıldığı an. Çünkü o sarılış, bütün acılarını geçirecekmiş gibi ağlarsın sen.”
Alayla gülümsedim. “Canın çok acıdı değil mi? Öyle ki, yine alayla gülümsüyorsun. O adam gibi,” dediği an, gülümsemem dondu. Son cümlesi, beynimde dolaştı.
O adam gibi... Arda Bozok gibi... Yine bağıra bağıra küfretemediğim o adam. “Ben, bir hava alayım,” derken, ne dediğini anlamıştı. “Cansu, ben o anlamda demedim,” dediğinde, “sorun yok,” dedim. “Ben zaten dışarı çıkacaktım. Gece gelirim,” dedim çıkarken.
“Cansu,” derken, kapıdan çoktan çıkmıştım. “Cansu,” diyen Veli abinin sesini duydum. “Efendim,” dedim arkama dönerek. Apartmandan çıkarken yakalanmıştım. “Yönetici, bütün çöpler bira şişeleriyle dolu, daha az içsin dedi,” dediğinde, “orası zor be abi,” dedim tekel’e doğru giderken. “Sarhoş,” diye söylendi arkamdan.
Elim kolyeme gitti. “Ona benzemek yok,” diye mırıldandım. Ona benzersem, işte o zaman hayat biterdi. Kendi kafama sıkmaz, gider ona kendimi öldürttürürdüm.
Tekel’e girdiğimde, “Hasan abi, kaç bira kaldı,” diye sordum. “Yine zengin edeceksin beni yani?” Adam buraya verdiğim paralarla, bir villa alırdı. “Kaç kaldı,” diye sordum. “On,” dediğinde, “hepsini sar bana,” dedim. “Sabah sabah dokunmasın kızım,” dediğinde, “sar abi,” dedim.
Sarhoş olup, onun gibi olmamam lazımdı.
“Kusura bakma kızım, vermiyorum,” dediğinde, “niye ya? İki katını veririm istersen, sar bana onları,” dediğimde, “para değil konu, sağlığın,” dedi. “Hasan abi,” dedim ciddi bir şekilde. “Senin işin, içkileri satmak. Bende alıyorum işte, parasını da veriyorum. Sonrasından sanane?” Başını iki yana salladı. “Tek böbreğinin olduğunu biliyorum, yapma kendine.” Durdum.
“Gencecik kızsın, yazık ediyorsun kendine.” Güldüm. “Ben Cansu Bozok’um, bana birşey olmaz,” dedim, geriye doğru adımlar atarken. “Canın sağolsun abi, ben alacak birilerini bulurum,” dedim çıkarken.
Meyhaneye mi gitseydim? Orası öğlen hiç çekilmezdi. Yine kafa dağıtmak lazımdı. Motora bindim ve çalıştırdım. Arda Bozok... Ona benzeyen kızı...
Yutkundum. Yolu dümdüz gitmem gereken, sağa kırdım. Yandan geçen adam, “yavaş lan,” diye bağırdı arkamdan. Umrumda değildi. Gitmem gereken bir yer vardı.
Yüzbaşının sözünü dinlemeyecektim. Öyle uslu uslu da onu beklemeyecektim. Asel Bozok, Arda Bozok’un kendine bezettiği kızıyla yaşamayı da hak etmiyordu.
Ve yine Cansu Bozok, yattığı yerden doğrulmuştu. Merhamet ve acıma yoktu. Sadece intikam vardı, sadece. Ve İstanbul'da olmadıklarını, o konakta olduklarını adım kadar emindim.
Cehhennemim olan konağa, onun kopyası olarak gidecektim.
🥀
Kapıyı tekme atmasıyla, kırması bir oldu Barut’un. “Arda Bozok!” İçeri girmesiyle, karşılaştığı manzarayla yutkundu.
Çünkü Arda Bozok, küçük kızıyla oyunlar oynayıp, onu güldürüyordu. Kulağında ki kulaklık yüzünden, Barut’un varlığını bile hissetmemişti. Barut ise bu manzarayı hiç beklemiyordu.
Kulaklığını çıkardı. Elini uzattı Asel kulaklığa. “Bunu mu istiyorsun güzelim,” dedi Arda Bozok. “Dinleme sen bunu. O kıza benzersin falan, hiç gerek yok.” Yumruklarını sıktı Barut. O kız diyen dilini kesecekti, elini kestiği gibi.
Elini öptü Asel’in. Buradan, çok güzel bir baba gibi görünüyordu. Zaten o Cansu hariç, herkesi az da olsa severdi ki. Ama kendi kızını, kum torbası ve sinir odası gibi kullanmıştı.
Pardon, Kerem’e de psikolojik olarak dövmüştü değil mi?
Abisini unutturmuştu ona, sırf acı çeksin diye. Bilerek öldürmemişti onu, hergün ölsün diye. Her gün, Allah'ın hergünü ona acı çektirmişti, kendisine olan siniri yüzünden. Elini kaybetmişti, ama umrunda olmamıştı. Çünkü daha fazlasın alacaktı. Ruhunu almıştı zaten önceden, nefesini alsa ne işe yarayacaktı?
Elinde ki bebeğe baktı. Cansu hep silah oyuncaklarını severdi, onun yüzünden. “Bak,” dedi bebeği yüzüne tutarken. “Sana benziyor. Senin kadar tatlı değil mi kızım?” Barut gözlerini kapattı saniyeliğine. Bu kadar kötü olduğunu tahmin etmiyordu.
İçeri girdi. “O bebekten daha güzel bence bu Asel’imiz,” dedi Barut. Arda Bozok yerinden kalkmadı, aslında geldiğini duymuştu. Sadece sesini çıkarmamıştı, o da acı çeksin diye.
Asel, Barut’a baktı. “Merhaba ufaklık,” dedi. Üstünde asker forması vardı. “Çay içer misin yüzbaşı,” dedi Arda Bozok, alaylı gülümsemesiyle. Ona baktığında, aynı şekilde alayla gülümsedi. “Senin elinde cennet olsa, ona tükürürüm Arda,” dedi öğrenerek. “Ama ben çayını almayacağım.” Asel’i kucağına aldığında, boynuna sarıldı Asel.
Arda Bozok, ayağa kalktı. “Seni öldürürüm yüzbaşı,” dedi kısık sesle. Ne yapacağını anlamıştı. “Ben ölmeyeceğim. Seni hergün acı çekişini görmeden, ölmeyeceğim Arda.” Cebinden izin kağıdını çıkarıp, ona attı. “Bu küçük, benimle geliyor. Ablası çok özledi onu.” Dişlerini sıktı.
Arkasında ki silahı çıkardığında, “sakın,” diye mırıldandı. “Çocuk var burada. Pardon, sen çocukların psikolojisini bozmayı seversin değil mi?” Asel’in kulaklarını kapattı. “Senin amına koyacağım, ama şimdi değil. Elini aldığım gibi, herşeyini teker teker elinden alacağım. Ve sen bir bok yapamayacaksın.” Bu hikaye bir yerden tanıdık geliyordu...
Ama haklıydı. Ama durmadı Arda Bozok, yine. Silahı ona uzattığı an, “indir onu babacığım,” diyen sesi duydu. Bu sesi duyduğunda, “yine mi sen,” diye, silahı ona uzattı. Alayla güldü Cansu. “Her zaman ben!” Barut bunu bekliyordu.
Çünkü onu tanıyordu. Ne yapar eder, peşine dolanırdı. Akşam saat dokuz ve iki düşman. “Bir hayırlı olsun’a geleyim dedim,” dedi yanlarına giderken, “ama yüzbaşı benden daha önce gelmiş galiba,” dedi üzülmeden. Kucağında ki küçük bebeğe hiç bakmadı. Ona baktığı an yıkılırdı.
Elinde telefon vardı. “Ne yapıyorsun sen manyak,” dedi Arda Bozok. Cansu güldü. Barut ise yandan ona hayranlık ve gururla bakıyordu, her zaman ki gibi.
“Dur, sana bir video izleteceğim,” dedi. Videoyu izlediğinde, hissettiği tek şey şaşkınlık oldu. Çünkü bunu o yapmazdı, yapamazdı. “Şimdi o silahı indir yada bu video Türkiye'nin her yerine yayılsın. Cansu Bozok olduğumu ve bu konağı herkes bilsin değil mi?” Artık canı acımıyordu. Bunun sebebi başka yerden aldığı, biradan kaynaklıydı.
Arda Bozok silahı indirdiğinde, Cansu hiç düşünmeden elinde ki silahla topuğuna sıktı. Bunu beklemiyordu hiç kimse. Barut sesizce olanları izliyordu. Yüzbaşı değil de, Cansu’nun Barut’uymuş gibi.
Acıyla inledi Arda Bozok. Gülümsemesi silindi, Asel ağlamaya başladı. Umrunda olmadı Cansunun ama. Sert bir şekilde, onu yere itip, karnına sert bir tekme attı. “Seni öldüreceğim, ama şimdi değil. Neden biliyor musun?” Eğildi olduğu yere. Arda Bozok ise bağırmamak için, dişlerini sertçe sıkıyordu.
Kulağına yaklaştı Cansu. “Çünkü ben senim Arda Bozok. Ve sen beni bu yüzden hiç sevmeyip, acı çektirmek istedin.” Alayla güldü Cansu. “Seni öldürmeyeceğim, senin gibi. Ama hergün sana acı çektirirken, sen hiçbir şey yapamayacaksın. Tıpkı, eski ben gibi.”
Arda Bozok ona baktığında, işte bu sefer eserini gördü. Bu sefer ne yaptığını gördü. Çünkü gözünde sadece nefret ve intikam gördü. Ve zor ayakta duran kız. “Sen, beni, hiçbir zaman, öldüremeyeceksin.” Ayağa kalktı Cansu.
“Belki Deccal buralarda bir oruspu evladı var diyerek seni öldürür.” Barut içinden sırıttı. “Zaten bu ülkeye de Deccal gerekiyordu, sizin gibi oruspu çocukları yüzünden.” Dışarı çıktığında, “ne oldu yarram,” dedi Barut.
O sırada Asel, “yerram,” dedi. Barut yandan ona baktı. Cansu duyarsa canına okurdu. “Bu iş burada bitmez,” diye bağırdı yaşlı sesiyle. Altmış yaşında, eli tutmayacak hale gelmişti. Buna rağmen çocuk yapan bir gerizekalıydı.
Barut onu duymazdan gelerek, dışarı çıktı. Arabanın arka koltuğuna oturmuştu Cansu. Sigarasını dudaklarına alıp, yaktı. Barut ise Asel’i arka koltuğa yavaşça oturtup, kendisi sürücü koltuğuna geçti.
Arabayı çalıştırdığında, “yine dinlemedin beni,” dedi Barut. “Dinleseydim ölüyordun,” dedi. “Bana birşey olmazdı. O moruk bana birşey yapamazdı,” dediğinde, “şimdi bilerek sustu, gelecek,” dedi Cansu.
Asel’e baktı yandan. Baktığı an gözleri doldu. “Ne yapıyon bebe?” Barut dikiz aynasından onlara baktı. “Daha belli değil mi?” Asel ona baktı oturduğu yerden. “Yerram,” dediğinde, güldü Cansu. “Konuşmayı bilsen neler derdin acaba,” dedi ona. bakarken. Beş aylık bebek neler öğrenmişti.
Güldü Aselde. “Yüzbaşı, bu niye çok küçük?” Barut güldü. Az önce sanki enkazdan çıkmamışlar gibi. “Çünkü aylık bir bebek olduğu için deniz kızı,” diye cevapladı.
“Büyür mü bu bebe?” Büyümesini istemiyordu. “Büyür,” dediğinde, “büyümesin,” diye mırıldandı. Yeni bir sigara yakacakken, durdu. Sigarayı paketine geri koydu. Ona kollarını uzatmış bebeğe baktı.
Koltuk altından tutup, onu kucağına aldı. İşte o an ona ısındı. “Tombulmuş,” diye mırıldandı. Bir yaşında gibi duruyordu. Oturdu kucağına Asel ona doğru. Yanakları ablası gibi dolunaydı.
“Beni hapise atmayacak mısın,” diye sordu Cansu. “Aslında kafa dinlemek için atabilirdim,” dediğinde, “öküz,” dedi Cansu. “Bu kanunlar, bir sana etki etmiyor be deniz kızı bende. Hem sen yapmasaydın, ben yapacaktım,” dedi.
Adalet kadın cinayetleri işleyen erkekleri atmıyordu içeri. Kendisini korumaya çalışan kadını hapise atacak değildi. Hem o kadın, deniz kızısıysa, kendisi suçu üstlenirdi. Onun yüzbaşısıydı, başka birşey onun için önemli değildi.
Asel yüzüne dokundu Cansu’nun. Güldüğünde, Cansu da güldü. Çocukları çok seviyordu. “Dudu,” dedi burnuna dokunarak Asel. “Deniz kızı demek istiyor,” dedi Barut. “Dudu,” dedi onaylamak istercesine Asel.
Burnunu çekti Cansu. “Nerem deniz kızı benim be? Sadece sen diyorsun, el kadar bebek niye desin?” Her yeri deniz kızı gibiydi aslında. Ama bunu da unutmuştu.
“Nereye gitmek istiyorsun,” diye sorduğunda, “Kerem’e gidelim mi,” diye sordu Cansu. Barut durdu, kaşlarını çattı. “Sebep?” Hatırlarsa, onu bu sefer Güneş bile tutamazdı. “Sabah haber vermeden gittim, uyumuştu. Hem ona gitmek istiyorum. Askeriyededir.”
Kaşlarını çattı. “Kerem uyumaz ki,” diye mırıldandı. Uyku sorunu vardı Kerem’in. Ne yapsa yapar, yine de o yatakta uyuyamazdı. Bin tane uyku ilacı içerdi ama yinede iki saat uyurdu. Ölürken bile gözleri açık ölürdü o.
En garipleri zaten Kerem değil miydi? Yaşamazdı, uyumazdı. Barut gibi değildi. Görevi neyse, onu yapardı. Kim olursa olsun onu yerine getirirdi. Sevmezdi, sevilmezdi. Konuşmazdı, sese tahammül edemezdi. Sabırlı değildi, sadece ölmeyi beklerdi. Kimse de umrunda olmazdı, kimse de onu umursamazdı. Hayattan beklentisi yokken, hayatın ondan beklentisi vardı.
Sadece nefes alıyordu, o kadar.
Barut, “Baran’a götüreyim seni. Kerem’i ne yapacaksın sen,” dedi kıvırmaya çalışarak. Kerem bu sefer kendisini tutamayabilirdi. Nasıl boktan bir duruma düşmüştü?!
Asel, “Kero,” diye bağırdığında, “duydun,” dedi Cansu. “Kero’ya gidiyoruz. Zaten askeriyededir o. Ev tutacak bir tip yok onda,” dedi. Maalesef haklıydı. Askeriye gitmeleri gerekiyordu.
🥀 Bayıldığı yerden, gözlerini kırparak açtı. Başı şiddetle ağrıyordu. Yüzünü buruşturdu Kerem. Kollarından destek alarak, ayağa kalktı. Başı dönünce, sendelendi. Ama yine de yürüdü.
Yağmur damlaları yüzüne vuruyordu. İnledi duvardan destek alarak. Yine bir ara sokakta, yine baygın. Dar bir tişört ve siyah ve siyah bir pantolon giymişti. Her zaman ki gibi.
Gök gürültüleri kulaklarını doldurdu. Yine tek başındaydı. Ayakları titrediğinde, duvara yaslandı. En sonunda, yine sırtüstü yattı. Heryeri ağrıyordu ve gökgürültüsü onu ürpetiyordu.
Sigarasını çıkardı ve dudaklarının arasına aldı. Elini ateşe siper ederek, sigarasını yaktı. Çakmağı yanına attı sonra. Derin bir duman çekip, havaya üfledi. Üşürken, sigaranın dumanıyla kendisini ısıtmaya çalıştı.
O zaten hep kimsesizdi.
Karnı felaket ağrıyordu. Yana doğru kıvrıldı. Cenin pozisyonuna geçti acıyla. O sırada sigarası yağmur yüzünden sönmüştü. Yine herşey bok olmuştu. Sorun değildi, alışkındı.
Bayıldığı yerden devam etmek isterdi. En azından uyuyup, hayatını kısaltabilirdi birkaç saatliğine. Ama yapamadı, lanet düzen yüzünden. Dişlerini sertçe sıkıyordu. Kızıltepe’nin bir arka sokağında, ölmemeye çalışıyordu.
O askerdi, güçlü olması lazımdı. Ama güçlü olacak hali kalmamıştı. Ama olacaktı, eninde sonunda yine güçlü durduğunu gösterecekti, herkese. Sonra yine bir ara sokakta bayılacaktı. Elinde değildi.
Bir sokak köpeği ona yaklaştı. Havladı birkaç kez. “Bağırma kulağımın dibinde,” dedi Kerem sinirle. Seslerden nefret ediyordu. Sağır olsa, itiraz bile etmezdi. Köpek ona baktı. Sonra ise koşarak, başka bir yere gitti.
Kerem tekrar kendini sırtüstü attı. “Köpek bile kaçıyor bizden amına koyayım,” diye söylendi. Birazdan hastaneye gidecek, ilaç yazdırıp, eczaneden ilacı alacaktı. Sonra ise kendine gelmeyi bekleyip, dik durmaya çalışarak askeriyeye gidecekti. Yine onun için normal bir gündü.
Ayağa kalkmaya çalıştı tekrar. Mezardan kalkmak gibi birşeydi yaptığı. Gözleri doldu acıdan ama sesini çıkarmadı. Sadece gitmesi gerekiyordu, farkındaydı.
Yürümeye başladı. Ara sokaktan çıkacakken, bir kızın imdat çığlığını duydu yanından. Başını yana çevirdiğinde, “siktiğimin ibneleri,” diye mırıldandı. Üç adam ve köşeye sıkıştırdıkları bir kadın. Dişlerini bu sefer acıdan değil, sinirden sıktı.
Kadın ona dokunmaya çalışan adamı ittiğinde, diğeri arkasından tutmuştu. Kadın ise kurtulmaya çalışırken, büyük bir çığlık attı. “Korkma güzellik,” dedi diğer adam.
Kerem ise yönünü oraya çevirdi. “Bencede,” dedi giderken. Ağrısını umursamadı. Diğer adamlar ona baktı, kadınla beraber. Ayyaş oldukları belliydi adamların. “İşine bak,” diyip, kadının saçına dokunmaya çalıştı boşta duran eleman. Kadın ise korkuyla gözlerini sıkıca kapatmıştı.
Kerem, adamın elini tuttuğu gibi, ters çevirdi sertçe. Kırılma sesi duyduğunda, adamdan kocaman bir feryat koptu. Kerem ise, sesten dolayı yüzünü buruşturdu. “Bağırma, çeneni kırarım,” dedi tehditkarca.
Diğer adamlar, kadını bir kenara itip, Kerem’e yöneldi. Kız ne olduğunu, ne yaşadığının şokundaydı. Sanki buz kesilmişti, titriyordu. Kerem ile saniyelik göz göze geldiler. Korkma dercesineydi bakışları.
Bakışları adamlara dönünce, ifadesiz ama ürkütücü bir hal aldı. “Siktir git lan,” dedi sarı libido. Kerem düşündü, “iyi,” dediğinde, “gitme,” diye mırıldandı korkuyla kadın. Kerem ileri bir adım attı. Yerde ki bira şişelerine baktı.
Eğilerek, bir tanesini eline aldı. Bugün içmemişti, mucize olabilirdi. Tekrar kalktığında, “bir düşündüm de,” dedi adamlara ve yerde ki adama bakıp. “Benim gidesim yok.” Sarı libidonun kafasında, şişeyi kırdı. Elinde kalan cam parçasını, diğerinin sırtına sapladı. Kadın daha büyük bir çığlık attı.
Kerem ona baktı. Kaşlarını çattı. Kadın’ın sesi onu rahatsız etmemişti. Durduğunda, sırtına saplanmış cam olmasına rağmen, Kerem’in karnına sert bir yumruk attı. Geriye sendelendi Kerem. Zaten beter olan karnı, daha da beter olmuştu.
“Öldüreceğim lan seni,” diyerek, cebinden kelebeği çıkardı. “İsabet edersin,” dedi dişlerinin arasından Kerem. Karnına bıçağı saplayacakken, arkadan köpek sesleri duyuldu. Kerem oraya baktı. On üç tane köpek, buraya doğru koşuyordu. Başlarında ise az önce ki köpekti.
Adam durduğunda, ayağına vurdu Kerem. Zaten düşmek üzeri olan adam, yere düştü. Sarı libido bayılmıştı, diğeri ise ayağa kalkamıyordu. Bütün köpekler, onları parçalamaya başladı. Kerem’in ise yüzünde, hafif tebessüm oluştu. Bu sokak hayvanları dedikleri, bunlardan daha insandı.
Adamlardan acı dolu çığlıklar yükselirken, kadın vahşetle ortama bakıyordu. Kerem ise, oradan çıktı. Gidecekken, oflayarak arkasına geri döndü. “Geç,” dedi kadına. Kadın’ın ona korkuyla baktığın görünce, ifadesi yumuşadı. “Merak etme, bitti,” dedi. Ama önünde çiğce insan eti yiyen köpekler vardı.
Önünü kesti Kerem. Kadın ise korkarak geriye gitti. Kerem orayı görüp, daha fazla korkmaması için önünü kesmişti aslında. “Yaklaşma,” dedi kadın. “Peki, gidiyorum ben o zaman.” Gidecekken, “dur,” dedi kadın.
Kerem, “arkamdan takip et beni o zaman. Önde duran savunmasız olur her zaman,” dedi Kerem. Kadın titriyordu. Ona verebileceği bir ceketi yoktu Kerem’in. Acı çığlıklardan kulakları pert olmuştu.
Kerem arkasına dönüp, gitti. Arkasından takip ediyor mu yoksa etmiyor mu umursamadı. Kendisine düşeni yapmıştı, gerisi onun için önemli değildi. Çünkü her an bayılıp geberebilirdi.
Bir apartmanın altında oturdu uzaklaşınca. Yanına baktığında, kadın’ı gördü. Güvenmişti ona, şaşırdı Kerem. Kendisi bile kendisine güvenmez iken, hiç tanımadığı bir kadın ona güvenmişti.
“Bana bak,” dedi Kerem. “Bayılırsam, evine sesizce git.” Kadın kaşlarını çattı. “Neyin var?” Kaşlarını çattı Kerem. “Sanane? Doktor musun sen?” Eğildi yanına Kadın. “Çiçek Kara. Doktor Çiçek Kara,” dediğinde, “o kadar okumuşsun, bu saatte buralarda olmayacağını bilmiyor musun sen,” dedi tersçe Kerem. Suçu kadında bulmuyordu, sadece kendisini önlemesi gerektiğini söylüyordu.
Kaşlarını çattı Çiçek. “Sende seri katil misin?” Dilini damağına vurdu Kerem. “Askerim ben. Keskin nişancı Kerem, derler.” Ateşine baktı Çiçek. “Askere benzemiyorsun,” dediğinde, “sana kanıtlamayı gerek bulmuyorum,” diye cevapladı Kerem.
“Çok ateşin var senin,” dedi Çiçek başka konuya geçerek. “Ağrın var mı?” Alayla güldü Kerem. “Her tarafım ağrıyor desem?” Çiçek ona baktı. “Harbiden bayılacaksın sen,” diye mırıldandı Çiçek. “Sen beni boşver. Evine git,” derken, cebinden elektronik şok çıkardı. “Al şunu, lazım olursa kullan.”
Kaşlarını çattı Çiçek. “Asker adamsın. Kendini korumak için elektronik şok mu taşıyorsun?” Bazen ölecek gibi oluyordu. Onunda ölmesini isteyen kişiler tarafından, o durumdan o şekilde kurtulacaktı. “Ne çok konuşuyorsun sen? Biraz suzsan, ne güzel olur.”
“Asıl sen hiç konuşmuyorsun!” Az önce susan kız, şimdi dile gelmişti. “Seninle konuştuğum kadar, bir yıl boyunca konuşmadım. Hatta bu kadar uzun cümle bile kurmadım.” Tim duysa, gözleri dolardı. Ah, Kerem timi hala umrunda bile değildi. En azından onun için değildi.
Çenesini tutup, ağzını açtırdı Çiçek. “Dilin varmış, şaşırdım,” dediğinde, elini geri çekti. “Ne güzel teşekkür ediyorsun sen? Hem asıl senin dilin varmış, az önce çığlıktan başka birşey demiyordun.”
Sustuğunda anında dediğinden pişman oldu Kerem. “Kusura bakma, benim kafada ayık değil.” Kadına baktı, birşeyi yok gibiydi. Galiba ilk defa doğru bir zamanı tutturmuştu. “Bir hastama benziyorsun.”
Kaşlarını çattı Kerem. “Kimmiş o?” Ona benziyorsa kendine yazık ediyormuş. “Cansu Bozok,” dediğinde, sesli bir şekilde güldü Kerem. “Ne oldu ki?” Bu kız ona göre baya masumdu. “Kerem Bozok olurum ben. Unuttuğu abisi yani.” Niye söylemişti bilmiyordu ama söylemişti.
Barut haklıydı, onlar birbirinin aynısıydı. İkisi de siyahtı bu hayatta. Sanki Adana da, Dünyanın amına koymak için doğmuşlardı. “Ne,” diye sordu Çiçek şaşkınlıkla. “Ama o zamanlarda siz yoktunuz. Yani, vurulduğunda.” Kerem yüzünü buruşturdu. “Ona birşey olmaz. Yaşlanır da ölür hatta o.”
Çiçek yutkundu. “Rahminin alındığını öğrenince üzülmüştü baya. Yanında olsaydın keşke, ölecek gibiydi.” Kerem durdu. “Boşversene sen,” dedi diyecek birşey bulamayınca. “Şey, özür dilerim.” Kadına baktı. Gerçekten masumdu.
Boktan hayatta masum olmak en zoruydu. Bu kadın bunu becermişti. Garipti.
Canının acısını unutmuştu sanki Kerem. “Özür dileme,” dedi sadece. Özürler boktandı onun için. Herşeyi yaptıktan sonra özür dilese ne fark ederdi? İnsanın vicdanını rahatlatmak için, söyledi boktan bir cümleydi. Özür dilerim... Daha yalan bir cümle yoktu. Zaten üzülseydi yapmazdı.
Üşüyordu Çiçek, farkındaydı Kerem. “Niçin hala buradasın? Gitsene şunu alıp evine.” Çiçek başını iki yana salladı. “Ölebilirsin burada, farkındasın değil mi? Durumun benimkinden de beter.” Biliyordu ama ölmezdi. Kötülere birşey olmazdı, daha çok acı çekmeleri için. Her an şehit olmayı bekleyen bir ahmaktı Kerem.
“Ne bu? Vicdan azabı mı? Gerek yok, ölmem ben.” Kaşlarını çattı Çiçek. “Doktor benim, benden iyi mi bileceksin? Hem, her an bayılıp ölebilecek bir ayyaşa benziyorsun.” Benzemiyordu, öyleydi. “İlaç yaz o zaman doktor hanım. Maalesef, ben kardeşim gibi değilim.” O da öyleydi ama, neyse.
Zaten bu Dünyada en çok koyan iki kelimeler vardı. Neyseler ve keşkeler. İnsanı öldüren kelimelerdi onlar.
“Hastalarımın özel hayatını söyleyemiyorum.” Hipokrat yemini vardı koskoca. “Hastaneye gitmen lazım,” dediğinde, “gerek yok,” diyerek, ayağa kalktı Kerem. “Var,” diye diretti Çiçek. “Ayakta zor duruyorsun.” Doğru olması umrunda değildi.
“Bu beni ilgilendirir.” Çok zordu. Ama Çiçek’in inadı onu yenebilirdi. “Konu sen değil, benim işim. Eğer gidersem, işimi yapmamış olurum.” Yandan ona baktı Kerem. “Emin ol birisinin ölmesi kimsenin sikinde değil,” dediğinde, “küfür etme,” dedi Çiçek. Küfürleri sevmezdi.
Kerem yürürken, peşinden geliyordu. “Sapık mısın kızım? Bıraksana peşimi,” dedi Kerem ona bakarak. Tersçe ona baktı Çiçek. Ters bile olmayı beceremiyordu. “Çok güzel moral bozuyorsun,” diye söylendi Çiçek. “Eyvallah.” Dil çıkardığında, “çocuk doktor,” diye söylendi.
Karnını tutuyordu yürürken. Buna rağmen Çiçekten hızlı yürüyordu. “Ya bir dur,” dedi Çiçek arkasından. “Biliyor musun? Hiç içimden gelmiyor durmak.” Çatmıştı. Peşinde manyak bir karı vardı.
Gözü karardığında, başı şiddetle döndü. Geriye doğru sendelendiğinde, yüzünü buruşturdu. “Bak, Allah böyle çarpar işte,” dedi Çiçek onu tutarken. “Başımı ağrıttın kadın. Ne susmak bilmez şeysin sen.” Ağzını taklit etti Çiçek. Az önce ki olayı, iki defa daha yaşamıştı ve kurtulmuştu. O yüzden kolay kendine gelmişti.
“Sende ne inatçısın adam. İnat etmede, hastaneye gidelim.” Gerçekten yanıyordu. Hem yağmur da artmıştı. “Doktor değil misin sen? İlaç ver, gidip alayım eczaneden. Niye hastaneye gidiyoruz?” Aslında biraz haklıydı. “Bilgisiyardan reçete yazmam gerekiyor çünkü. Sen öyle kolay birşey mi zannediyorsun bunu?” Tamda öyle zannediyordu.
Galiba gitmeseydi ölebilirdi. Ama gitmekte içinden gelmiyordu. “İstemiyorum,” derken, kolunu çekti. “İyi, geber o zaman.” İnşallah diyecek durumdaydı. “Ama şimdi değil,” dediğinde, anlamaz gözlerle ona baktı Kerem. Çiçek ise onu tekrar kolundan tutarak, başka yere sürüklemeye başladı.
Çiçeğe baktı Kerem. “Nereye be?” Çiçek biraz daha konuşmaya başlarsa, çenesini kırabilirdi. “Eve,” dedi ama. Şaşkınlıkla baktı önünde ki kadına. Masum dediği iki gün yaşamıyordu. “Sebep?” Başka birşey söyleyip, küfür yemeye hiç niyeti yoktu. “Ölmemen için,” dediğinde, “biraz daha açık konuşmaz’san, sana sapık diyeceğim,” dedi Kerem. Bu kadar açık sözlü olmaması gerekiyordu.
Güldü Çiçek. “Sen nasıl birşeysin ya?” Ona bakan kadına baktı üsten. “Düz insanım işte.” Daha fazla güldü Çiçek. “Daha çok kafadan gidik gibisin.” Gibi değil öyleydi. “Tanımadığı adamı, eve sokacak olan sensin. Hemde az önce tecavüze uğramak üzeriyken. Sende fazla safsın.” Elinde ki elektronik şoku gösterdi. “Birşey yapacak adam bunu vermez. Hem beni kurtaran da sendin, unutma.”
Kadını inceledi Kerem. Geceden siyah görünen saçları dalgalıydı. Kumral teni zayıf bir vücudu vardı. Gece, ise yanaklarında ki ve burnunda ki kahverengi çilleri saklamaya yetmemişti. Saçını geri ittiğinde, turkuaz gözleri ortaya çıktı.
Sustu Kerem. Eve geldiklerinde, anahtarını pantolonun cebinden çıkardı Çiçek. Onunla adamları yaralayıp kaçabilirdi aslında. Kerem bunu söylerse, yine küfür yerdi. Ama bu kadın küfür etmez gibiydi. Yine de sustu. Yaptığı en iyi şeydi zaten susmak.
Ayakta duramayacak haldeydi. Ama bayılmazdı. Bayılınca kafası normalleşiyordu onun. Bayılmak iyi birşeydi onun için. Gözleri kapanacakken, “geldik,” diyerek, içeri soktu Çiçek onu. Kapıyı kapattığında, ona gerçekten güvendiğini hissetti Kerem. Malum, güvenmese bile bu halde birşey yapamayacağını anlamış olmalıydı.
Gök gürleyince, irkildi Kerem. Çiçek farketti ama çaktırmadı. Düşmemesi için kolunun altına girmişti Çiçek. Boyu uzun olduğu için, eğilmişti Kerem. “İki metre misin sen,” diye söylendiğinde, “1.96,” dedi Kerem. “Doğru tahminmiş,” diye onayladı Çiçek kendisini. O ise 1.65 idi. Aralarında 31 santim vardı.
Kerem’i koltuğa oturttu. Sonra ise doğalgazı fulledi. İkisinin de ısınması gerekiyordu. Kerem ise acıyla inleyerek, uzandı koltuğa. Çiçek sağlık dolabına gidip, iğne hazırladı. Bu iğne hem ateşini söndürüp, hemde ağrılarını azaltacaktı. Ve uykuya dalacaktı.
Salona gitti, Kerem’in yanına. “İğneden korkar mısın?” Kerem ise gözünü açamadı. “Çocukken,” dedi sadece Kerem. Uyku problemi yüzünden uyuması için hergün iğne vurulduğu hatırlıyordu. Hatırladığında, yüzünü buruşturdu. Onca acıya sadece yüzünü buruşturmuştu her zaman.
Çiçek sol kolunu tuttu. Kolları dövmelerle kaplıydı. Ama bu dövmeler ona yakışıyordu. Damarlı kolu olduğu için, damarını aramakla uğraşmadı. Koluna ip bağlayıp, damarın buldu. İğneyi yaptığında, pamuğu bastırdı. Kerem, “pamuğu bastıracak halim mi kalmış sence,” dediğinde, “sus,” dedi Çiçek.
Bir süre ikisi de sesiz kaldı. En sonunda iğne etki etti ve Kerem uykuya daldı. Ağrıları hafiflediği için, rahat bir uykuya dalmıştı. Çiçek ise, üstünü battaniyle örtüp, tekli koltukta uyuya kaldı...
|
0% |