Yeni Üyelik
18.
Bölüm

17. Bölüm

@gecemavisiyazarrr

Özlemek ne demekti?

 

Özlemek, birini gelmesini bekleyerek umut taşımaktı. O sırada hissettiğin duygu özlemek oluyordu. En beter duyguların arasına girerdi özlemek. Herşeyin en beteri bende olduğu gibi, bu da vardı. Hem özlemek hemde endişelenmek daha beterdi. Lanet olsun bende o da vardı!

 

Üç haftadır yoktu Allah'ın cezası! Asel gelmişti, o gitmişti! Delirecektim. Sabırlı değildim, keşke asker olsaydım. O zaman daha kolay olurdu. Didem yine somurttuğumu görünce, “senle içim bunalıyor he! Yine ne oldu,” diye söylendi. Teşekkür ederim Didoş, bende kendimden bunalıyorum.

 

Kendimden bunalmamı bile zaman bırakmayan adam neredeydi acaba? Görevdeydi, savaşın eşiğindeydi. Asker yavuklusu olmanın zorluğunu taşıyordum. Endişe ve özlem duyguları etkileniyordu üzerine.

 

Galiba onu şimdi anlamıştım.

 

“Zamanı geldiğinde anlarsın,” diye geçiştirdim. “Sen birini özledin değil mi? Baş harfi yüzbaşı olan kişi mi?” Sustuğumda, güldü. “Açelya ile bunun dedikodusunu yapmam gerekiyor,” dedi. Açelya... Vurulmama sebep olan kız. Artık o da bizim evimizde yaşıyordu. Yüzbaşının babasına yaptıklarını değinmek bile istemiyorum.

 

Açelya biz olmadığımızda Asel’e bakıyordu. Zaten ev büyüktü, üç kıza gayet yetecek kadardı. Kağıtları imzalarken, “başına gelirse bende aynısını derim,” dediğinde, “ah, nerede,” diye ağıt yaktı. “Bütün aşkları sen ile Helin başçavuş kapmış.” Bir abim ondan hoşlanıyordu ama haberi yoktu tabi.

 

Sana bir iyilik yapmak isterdim Gökhan abi ama çok dertliyim. “Helin’e de bunu,” dediğimde, “ölmek istemem,” diyerek önüne döndü. Bencedeydi. Baran, “masumdur Helincik,” diye savundu sevdalısını. O da benimle aynı durumdaydı. “Dönerci, insan sevdiğini hep masum görür. O yüzden ağzımı açmıyorum.”

 

Yanımda ki sandalyeye oturan Baran’a baktım. Koluna dikiş atılmamıştı hala. Ayakların masaya, acısı dursun diye gizlice soktuğu içi görünmeyen şişesinden, içkisini yudumladı. Canı acıyordu, o yüzden içiyordu.

 

Her gün söylediğim cümleyi tekrarladım. “İnat etme, dikiş atayım şu yaraya. Doktoru kabul etmiyorsun, ben atayım bari,” dediğimde, “gerek yok,” diyerek geçiştirdi. Bir şeyi bekliyor gibiydi ama neyi beklediğini bilmiyordum.

 

İkimize baktı Didem. Bugün dosyaları imzalamamız gerekiyordu. İstesem yapmazdım ama işim buydu. Hem kafamın dağılması lazımdı. “Kapatın şu Müslüm Gürses’i,” diye kızdı Didem. “Meyhanede miyiz yoksa işte miyiz belli değil.” Duvarlara ses yalıtımı yaptırmıştım. Müdür hiç isyan etmeden kabul etmişti. Yani kimsenin bizi duyduğu yoktu.

 

Nilüfer çalıyordu Müslümden. “Sen ne anlarsın sanattan,” dedim dosyaları imzalarken. “Çıkışta meyhaneye mi gitsek,” diye sordu Baran. “Yine karakola düşersek?” Güldü. “Birini öldüresiye dövmezsen düşmeyiz,” diye uğraştı benimle. “Bir kerelikti o.” İnanmadı tabi zebani.

 

“Ne, ne?” Didem bu olayı bilmiyordu. “Ben sana onu anlatmadım değil mi?” Anlatmasaydı iyiydi. “Bak, bu Gökhan, cadı yengem ve ben meyhaneye gitmiştik. Ben bir tuvalete gittim, geldim ve baktım yerde adamlar.” Haklıydım bir kere! “Ölmediklerin’e dua etsinler onlar.” Didem bana umutsuz vaka bakışı attı. “Deli hatun,” dediğinde, “eyvallah,” dedim.

 

Cadı yengem... Timin hepsi bana yenge demeye başlamıştı. Acaba bu haber kimden çıkmıştı? Allah bilir.

 

İmzalarken, “bana beni geri ver, bir şansım olsun,” diye mırıldandım. Ne çektin be Müslüm Baba. “O değilde, komutanım benden daha önce kavuştu sevdalısına. Ben yanarsam buna yanarım.” Didem güldü. “Seninki karışık be dönerci. Bu kızın herşeyi belli, Helin başçavuşta karışık. Bulmaca gibi hatun.” Doğruydu. Ama ben o bulmacayı çözmüştüm.

 

Korku. Onun bulmacasının cevabı korkuydu. Ne kadar hiç bir şeyi düşünmeyen, korkusuz gibi görünse de korkuyordu. Bu boktan korku her tarafımızı sarmıştı. Kaybetmekten, kendini yitirmekten de korkuyordu.

 

Askerlerde korkardı. Sadece belli etmezlerdi. Canı için değil, sevdiği birinin canı için korkarlardı. Ne yaşadığını bilmiyordum ama korkuyordu.

 

Sustum ama. Konuşup onu ifşa etmeye niyetim yoktu. “Sen nasılsın peki sarı şeytan?” İçimden güldüm. Gökhan abinin Barandan şikayet ettiği sözleri geri almalıydı. Adam onun için uğraşıyordu.

 

“Bilmem. Öylesine yaşıyorum işte, pek bir özelliğim yok. Sizin gibi de heyecanlı bir hikayemde yok. Benden birşey beklemeyin yani.” En iyimiz aslında oydu. Annesi babası sağdı, çok seviyorlardı onu. İstanbul'a bu yüzden gitmişti hatta, ailesini görebilmek için. Onu koruyacak, birşey yapsa benim kızım yapmaz diyecek bir ailesi vardı.

 

Aile olmayı aramızdan sadece o biliyordu. Yaşamayı sadece o biliyordu. Aramızda tek parlayan oydu. Asıl onun hayatı hepimizkin den daha heyecanlıydı. Sevmek ne demek? Sevilmeyi tatmayı da en çok o biliyordu.

 

Biz ise mutsuz ebeveynlerin, mutsuz çocuklarıydık.

 

Baran, “nelerden hoşlanırsın mesela,” diye sordu. “Kırmızıdan,” diye direk cevap verdi. Kendileri kırmızı aşığıydı. Herşeyini kırmızı yapmak isterdi. Kolunda ki bileklik kırmızıydı mesela. Evinde kırmızı şaraplar ve eşyalar bulundururdu.

 

“Anladım,” dedi Baran. “Niçin sordun,” diye sorduğunda, “konu olsun diye,” geçiştirdi Baran. İçkisinden içerek, ofladı. “Sen en çok ne diyordun cadı yengem?” Dosyayı imzalarken, “yaşamak boktan,” diye cevapladım. “Yok, öteki?”

 

Ona baktım. “Bu hayatta hiçbir şeyi takmayacaksın. İç ve yat, en iyisi,” dediğimde, “katılıyorum,” dedi doğrusunu bulduğumda. Önüme döndüm gülümseyerek. Son dosyaya geçmiştim.

 

İmzalarken, kapı açıldı. Baran hemen şarkıyı kapattı, şişeyi cebine koydu. Ama oturuşunu düzeltmedi. “Cansu veteriner hekim,” dedi titrek sesiyle. İnsanlara bu kadar korku salmamalıydım. “Ne var,” dedim tersçe. Elimde değildi, terstim. “Şey, bir beyefendi hayvanını bakıma getirmişte. Özel olarak sizi istiyor.” Kaşlarımı çattım

 

Dosyayı bitirip, hepsini bir kenara koyup, kıza döndüm. “Nasıl bir beyefendi?” Düşündüğüm kişiyse, koşa koşa gidip sıkıca sarılmama kimse engel olamazdı. “Kaslı, yakışıklı bir adam,” derken, ses tonu değişmişti. “Yakışıklı? Kaslı birde?” Baran güldü. “Yavuklun gelmiş cadı yengem,” dediğinde, kadının yutkunuşunu gördüm.

 

“Ben o anlamda demedim valla,” dediğinde, “bir de anlam vardı,” dedi Baran gülerken. Kadın yapma dercesine Baran’a baktı. “Gidebilirsin,” dedim sadece. Ama nasıl dediysem, kız koşarak kaçtı. “O olduğunu nereden biliyorsun canım? Bir sürü insan var öyle.” Ayağa kalktım. “Seni özel isteyecek bir sürü insan?” Ona döndüm giderken. “Hastalarım’ın sahiplerini tipiyle seçmiyorum Baran.”

 

Odadan çıktığımında, koşar adımlarla muayene odasına girdim. Girdiğim an, birisini göremedim. Kaşlarımı çattım. Ne köpek nede adam vardı. Kapıyı kapattığımda, ofladım. “Kafanı sikeceğim Cansu,” diye kızdım kendime.

 

Öne doğru yürüdüm oflayarak. Ama gördüğüm karamla, oflamam yarım kalmıştı. Yüzümde anında engel olamadığım çocuksu gülümseme yerleştirdi. Tam arkamdan, “kendine iltifat etmen gerekirken küfür ediyorsun. Ben olsam buna cesaret edemezdim,” diyen müptelası olduğum ses duydum kulağımın dibinde.

 

Geriye dönüp, “yüzbaşı,” diyerek, boynuna sıkıca sarıldım. Yarabbim bu aralar istediklerimi çabuk gerçekleştiriyordu. Belimden tutarak, beni kendisine çekti. Saçlarımda ki tokayı çıkarıp, kafasını saçlarımın arasına gömüp, derin bir nefes çekti ciğerlerine. Sonra ise kafasını boynuma yerleştirdi yapboz parçasını birleştirmişiz gibi.

 

Yakışıklı diyen kızla ayrı görüşecektim, orası ayrı.

 

Çok özlemiştim.

 

Boynuna sarılmak için parmak uçlarımı kaldırdım. Uzun olması canımı sıkıyordu. “Özlemiş gibiyiz,” dedim gülümseyerek. “Gibisi az kalır, özledim kadın.” Bu adam beni delirtiyordu.

 

Geri çekildiğimde, “yaran var mı,” diyerek vücudunu kontrol etttim. Kan yoktu, bu güzeldi. “С тобой все раны заживают..” Alttan ona baktım. “Ne dedin? Ne dedin yüzbaşı?” Bütün keyfim yerine gelmişti. “Hiç,” dediğinde, tersçe ona baktım. “Öyle olsun.”

 

Çavuşa yöneldim. Arkamdan, “ne yapıyorsun sen,” diyen şaşkın sesi geldi. “İşimi yapıyorum,” dedim Çavuş’un başını okşarken. Havhavladı. Onun havhavlaması bile, yüzbaşının dediğinden daha çok anlaşılıyordu. Rusça dersinden kaçmayacaktım gençken. İlk defa bir ders işime yarayacaktı resmen!

 

“O değil,” dedi arkamdan. Ama ona dönüp bakmadım. “Trip mi atıyorsun sen?” Tersçe ona baktım. “Türkçe konuşasın gelmiş bakıyorum. Salak hıyar,” dediğimde, güldü. “Rusça bilmemen senin cahil olduğunu gösteriyor.” Öyle bir bakıp, “öyle mi,” diye sordum. Durdu, yutkundu. “Derler ama ben demem. Benim salaklığım kesinlikle.”

 

Böyle yola getilirler. Tebessümümü saklamaya çalışarak, Çavuş’a baktım. Maşallah hiçbir şeyi yoktu. Geliş amacının bu olmadığını da iyi biliyordum. Zaten gelmesini istiyordum.

 

“Senle bütün yaralar kabuk bağlar,” diye mırıldandı. Durdum, anlamayarak, “hı,” dedim ona bakarak. “seninle bütün yaralar kabuk bağlar,” diye tekrarladı. “Anlamı bu deniz kızı.” İfadem yumuşadı. Önüme döndüm hemen. Türkçe söylemese de oluyormuş.

 

Kahretsin, utanmıştım. Herkes için normal, benim için anormal bir duyguydu. Utanmak nedir bilmezdim ki ben. Tam aksine, utandırma’yı bilirdim. Ama şimdi işler karman çorman olmuştu.

 

Elim boynuma gittiğinde, “utandın mı sen? Kıyamam,” dedi benim gibi. Yandan ona baktım. “Taklitçi.” Güldü. “Eve gidelim mi? İşin bitti, şu Baran salağıyla uğraşamam.,” Onu seviyordu. “Tim de en çok onu seviyorsun değil mi?” Kaşlarını çattı. “Ben mi? İçtin mi sen yine?” Onu tanıyordum.

 

“Kardeşin izin verirse içerim ama konumuz bu değil. Seviyorsun çünkü, en çok ondan nefret edermiş gibi görünüyorsun.” O sevdiklerine hafif umursamaz ve sinirli görünüyordu. Ben de ise olaylar tam tersiydi.

 

Gerçekten de ateş ile barut gibiydik.

 

Kaşlarını çattı. “O zaman sana ile Güneşe de öyle davranırdım.” Güneş’e öyle davranırdım? Yalan! “Güneş’e de öyle davranıyorsun zaten. Hafif umursamaz ve sert görünüyorsun. Zaten her zaman sert görünüyorsun ama umursamaz değil.” Sadece bana böyle davranıyordu.

 

Umursamaz göründüğü iki duygu vardı. Sevgi ve kasvet. Üzüldüğünde hafif değil gıcık edecek kadar umursamaz oluyordu. Galiba onu çözüyordum. O ise beni benden daha iyi tanıyordu. Benim hakkımda böylesin dese, inanırdım. Çünkü ben kendimi onunla çözüyordum.

 

“Bilmiyorum ama zebaniden hoşlanmıyorum.” Ne dersem diyeyim cevabı değişmeyecekti. “Tamam da sana söylemem gereken birşey var.” Bu şimdi aklıma geldiğine inanamıyordum! “Neymiş o bakalım?” Şu tatlı halinin silineceğini biliyordum.

 

Yüzüme tatlı bir gülümseme yerleştirdiğimde, ifadesi pamuk gibi oldu. Galiba gülmeme seven tek kişiydi. “Kızmak yok ama,” diye sorduğumda, “dediğine bağlı,” diye geçiştirdi.

 

Boğazımı temizledim. “Ben şimdi bir bakıcı tuttum, Asel’e. Güneşle ikimiz çalışıyoruz diye, masum birşey.” Kaşlarını çattı. “Kızacağım konu ne?” Allah'ım, sen beni kurtar. Bence direk söyleyeyim, hızlı olur.

 

Konaktan kaçarken daha az stres yaşıyordum ben! Ah ulan hayat. “İşte o kişi, Açelya olmuş bulunmakta.” Bunu dediğim an, “ne,” diye ilk hamlesini yaptı. “Deniz kızı sen manyak mısın?!” Evet. “Cevabını bildiğim soruları sormamam lazımdı, pardon. Karşımda tam bir deli manyak kadın var!”

 

“Bir dinleseydin,” dediğimde, “neyi dinleyeceğim deniz kızı? Ben sana beladan uzaklaş dedikçe, sen belaya koşuyorsun,” diye sitem etti. “Ya çocuk tehlikeli olsa Asel’le bırakır mıyım ben?” Derin bir nefes aldı. “Yavrum,” diye başladı cümlesine. “Sen nasıl bu sonuca vardın acaba? He yavrum? Nasıl masum bir saftirik olduğu kanıtına vardın?” Bakışlarından.

 

Gözler hiçbir zaman yalan söylemezdi.

 

“Sen nasıl onun tehlikeli olduğu kanıtına vardın yüzbaşı?” Cevap için beklemedi. “Ulan babası seni vurdu! Amına koduğumun ibnesini öldüremedim askeriye de zaten. İçimde kaldı.” En son gördüğümde, müebbet yemiş bir çürümüş adam vardı. Fena benzetmişti adamı. “Hiçbir çocuk, babasının yaptıklarıyla yargılanamaz! Eğer yargılıyorsan, bu hayatta en çok benden nefret et o zaman.”

 

“Aynı şey değil,” dediğinde, “tam olarak aynı şey,” diye bastırdım. İlk yolum tatlılıktı, işe yaramadı. İkinci yola geçiyorum. “Kendi çocuğunu öldürecekti ben önüne geçmeseydi be! O kız mı suçlu? Sadece yanlış bir aileye düşmüş bir saftirik. O akrabaları sırtını döndü ona. Ne olmasını bekliyorsun? Bu sefer gidip ölsün mü?” Bu ahmak Dünyaya hiçbir zaman alışamayacaktım.

 

Yüzümü inceledi. “Kafadan gidiksin,” diye mırıldandı. “Sen çok akıllısın çünkü.” İkimizde akıllı değildik ama aynı zamanda salak da değildik. “Değilim, aklımla oynuyorsun. Ama boşuna empati yapıyorsun.” Başımı iki yana salladım. “Yapmıyorum, gerçek bu. Hem taktın peşime Baran’ı, birşey olacağından şüpheleniyorsun hala.” Kaşlarını çattı. “Akşamları olacak sanki o ibne.”

 

Şaşkınlıkla ona baktım. “Sen onu nereden biliyorsun be?” Bilmediği şey, çocuğun bizimle kalmasıydı. “Onu yapan evini de açar. Ve benim saftirik kardeşimse hemen kabul eder.” Öyle olmuştu. “Hallettik yani,” dediğimde, “ama,” diye söze başladı. “O evde birşey olursa, o kızı babasının yanına boylatırım. Ve bunu yapma sürecim, hiç iç açıcı olmaz. Hem sana birşey olduktan sonra yapsam ne farkeder?” Haklıydı.

 

“O çocuğu alt etmem iki saniyemi alır, biliyorsun. Hem de birşey olmayacak.” Adımın üzerine yemin edebilirdim. Hala ters olduğunu görünce, tatlı bir şekilde gülümsedim. “Tamam mı?” Gülüşüme baktığında, bakışları yumuşadı. “Tamam lanet olacası,” diye mırıldandı.

 

Onunla uğraşmak hoşuma gidiyordu.

 

“Akşam, bir yere gitme. Bir yere götüreceğim seni,” dediğinde, “neresi,” diye sordum merakla. “Söylersem sürpriz kaçar,” dediğinde, “ama ya,” diye söylendim. Tebessüm ettiğinde, omzuna vurdum. “Gülme,” dedim çocuk gibi. Daha fazla güldü uyuz.

 

“İpucu ver bari,” dediğimde, “seveceğin bir yer,” dedi sadece. “Meyhane mi,” diye sordum heyecanla. Dilini damağına vurdu. Çıldıracaktım, neresi olabilirdi?

 

Ben düşünürken, “izin kağıdını al deniz kızı. Akşam evin önünden alırım seni,” dediğinde, “söylemezsen gelmem,” diye nazlandım. Ama geleceğimi iyi biliyordu. “Söylemem.” Gıcık.

 

Ben izin kağıdı almak için giderken, “cebine bak,” dedi arkamdan. Kaşlarımı hafif çatarak, önlüğümün ceplerine soktum ellerimi. Sağ elimde, birşey olduğunu hissettim. Çıkardığımda, bu sefer içten gülümsedim. Odadan çıktım.

 

Yine karam ve yine o.

 

🥀

İnsan neden hasta olurdu?

 

Cevabını bilmiyordu Kerem. Ama onun için cevap vardı. Psikolojik hastalıklar. Onun içine attıkları bedeninden çıkıyordu.

 

Saat akşama doğruydu, daha hava kararmamıştı. Şişesinden birkaç yudum aldı Kerem. Bir sokağa girdi öylesine. Onu dinleyen sokaklardı. Onun eviydi sokaklar. Başka bir yere ihtiyaç duymuyordu. Kendini nerede ait hissediyorsa orası evi olurdu onun.

 

Yandan, “sen kimsin,” diye soran bir çocuk sesi duyunca, başını yana çevirdi. Kız çocuğuydu. Saçları kızıl, gözleri bal rengindeydi. En fazla on yaşında olmalıydı. “İşine bak çocuk.” Gidecekken, önüne geçti çocuk. “Bizim sokağımıza gelip, böyle diyemezsin. Kimsin sen?” Cesurdu.

 

“Bilmem,” dedi tekrar yudumlarken içkisinden. “Kerem derler. Sen peki?” Çocuk gibi değilde, normal insan gibi konuşuyordu onunla. “Prenses diyor Samet.”

 

Samet... Erken yaşta olgunlaşmaya zorlanmış çocuk. On üç yaşına girmişti ocakta, kimsenin haberi yoktu. 29 Ocak, onun doğum günüydü.

 

“Abin mi?” Eğildi Kerem. Onunla aynı boya ulaşmıştı. “Yok, değil,” dediğinde, “anladım,” dedi Kerem. “Peki ailen nerede? Evden mi kaçtın yoksa?” Başını iki yana salladı. “Öldüler,” dediğinde, durdu Kerem. Yutkundu yavaşça. “Üzülme, Cansu var. Hem Samet var, ailem olmasa da olur.” Tebessüm etti Kerem.

 

Kardeşi yine yapacağını yapmıştı. En azından Bozoklardan iyi bir bok çıkmıştı. “İyiymiş.” Konuşmak içinden gelmiyordu. Elindeki ne baktı Ceyda. “O ne? Çok kötü koktu,” dediğinde, kapatıp cebine geri koydu Kerem. “Hiç,” diye geçiştirdi.

 

Onu burada bırakmak içinden gelmiyordu. “Peki prenses,” dedi etrafına bakarak. “Samet’in nerede senin,” dediği an, “prenses,” diye bağıran bir erkek çocuğuna baktı. Galiba Samet gelmişti. Ayağa geri kalktı. Midesi fena bulanıyordu.

 

Ceyda, “ne var be,” dediğinde, gülmesine engel olamadı Kerem. “Aslan kızım,” diye geçirdi içinden Kerem. “Sana kaç kere dedim evden tek çık-,” derken, Kerem’i gördü. Kaşlarını çattı. “Bana aldırış etmeyin, gidiyorum,” dedi Kerem ve dediğini yaptı. Sokaktan çıktığı an tekrar içkisini çıkardı.

 

Yolu, ikinci evindeydi. Yarım saat boyunca yürüdü. Hava bugün güzeldi ama yine kendisi boktandı. Zaten Dünya boktandı onun için. Hava soğuk ve yağmurluydu. Onun için daha güzel hava olamazdı.

 

Hastaneye girdi Kerem. Doktorlar onu görünce, kimliğini sormadı. “Üçüncü oda,” dedi doktor. Artık o kadar alışmışlardı ki, kimlik sormuyorlardı. Zaten yanında kimlikte yoktu.

 

Denileni yaptı Kerem, üçüncü odaya gitti denileni yaparak. Yürürken karnı daha beter oluyordu. Zaten herşey midesine vuruyordu onda. Sıra yoktu, şaşırmadı. Bu saatte pek olmazdı hasta.

 

Odaya girerken, içkisinden son yudumlarını aldı Kerem. Girdiği an, gördüğü kadınla, “hassiktir," diye mırıldandı. Kadın başını kaldırdığında, “yine sen,” diye mırıldandı.

 

O günden sonra, ikisi de bir daha karşılaşmamıştı. Sabaha karşı Kerem ondan önce uyanmış, çekip gitmişti. Giderken, üstünde ki battaniyeyi, onun üzerine örtmüştü. Mucize gibi çıkmıştı, hayalet gibi kaybolmuştu.

 

“Yine ben,” diye mırıldandı Kerem. Hasta yatağına oturdu hiçbir şey demeden. Oda lavanta kokuyordu. Kadının kokusu bütün odayı doldurmuştu. Çiçek boğazını temizledi. Alınmıştı ona. Zaten çok kırılgan bir kızdı. “Neyiniz var?”

 

Sigarasını çıkardı bu sefer Kerem. “Midem sıkıntılı.” Sigarasını yakacakken, elinden aldı Çiçek. Anlamsız gözlerle önünde ki kadına baktı Kerem. “İçmek yasak,” dediğinde, “peki,” dedi Kerem. Uğraşmaya mecali yoktu. “İlaç yaz gideyim.” Derin bir nefes aldı Çiçek. “Öyle olmuyor. İlk önce muaniye edeceğim, sonra yazacağım.” Onaylar bir mırıltı çıkardı Kerem.

 

Muaniye etti Çiçek bir süre. Karnına dokunduğunda, “ağrıyor mu,” diye sordu. “Evet.” Kısa ve net cevap. Bütün hastalar onun gibi olsaydı keşke. “Ağrı kesici hap ve mide bulantısı için iğne yazıyorum,” dedi yerine giderek.

 

“İğne olmasa?” Hoşlanmıyordu iğnelerden. “Ağrı kesici hap yerine de iğne yazsam daha iyi olur.” Gerçekten kızmıştı ona. “Canın sağolsun doktor,” dedi Kerem. Ona kızdığının farkındaydı. Ama sesini çıkarmadı, her zaman ki gibi.

 

Reçete yazdığında, ona uzattı Çiçek. Ters ve ciddi görünmeye çalışıyordu. Alırken, “biraz daha kaşlarını çatıp, gözlerine perde eklemelisin. Gözler duyguları anlatır doktor. Ve sen onları saklamayı hiç beceremiyorsun,” dedi Kerem yüzüne doğru. “Çok bilmiş,” diye söylendi Çiçek.

 

Ama kırılganlığı anlamsızdı. Ne yapmasını bekliyordu ki? Onu uyandırıp, görüşürüz diyerek gitmesini mi? Saçmaydı. Gidecekken, “dursana sen bi,” dedi Çiçek. Kerem arkasını döndüğünde, atkı uzattı ona. “Bu ne?” Güldü Çiçek. Kırılganlığı çabuk geçiyordu. Ters olmayı değil gülmeyi severdi.

 

“Türkçe kelimesi atkıdır.” Önünde ki kadına baktı. “Onu biliyoruz herhalde. Niye veriyorsun bunu?” Almayacağını anlayınca, iki adım daha yaklaştı Çiçek. Yaklaştığı an o koku daha çok burnuna doldu Kerem’in. Çiçekleri sevmezdi ama bu koku hoşuna gitmişti.

 

Boynuna sardı pembe atkıyı Çiçek. “Yolun ortasında bayılıp ölme diye.” Şort ve kısa kollu tişört giymişti. Tabi ki bunlar siyahtı. “Ben mi?” Sesi hafif şaşkındı. Ölmesi birisinin umrunda olmaması gerekiyordu. Bu otuz iki yıldır süren bir döngüydü. Yaşayıp yaşamaması sadece kendisi umursardı.

 

Bütün döngüyü tek bir hamlesiyle mahvetmişti kadın. Boynunda ki atıya birde önünde ki kadına baktı. Daha çok bağırıp küfür etmesini bekliyordu. “Gitmem gerekiyordu, operasyon vardı,” diye açıklama yaptığında, Çiçek ona baktı. İlk defa düzgün bir açıklama yapmıştı.

 

Durdu Çiçek. Bütün kırgınlığı geçti anında. “Öyle mi? İyi yapmıştın, umursamamıştım zaten.” Bal gibi de umursamıştı. Kerem çözememişti onu. Tek bir hareketten insanları çözebilirken, bu kadını çözememişti. Geri çekildiğinde, koku azaldı.

 

“Görüşmek üzere o zaman.” Utangaç olmaktan nefret ediyordu. “Görüşürüz doktor,” diyerek çıktı Kerem odadan. Boynunda ki atkıya baktı. Sıcak tutuyordu gerçekten.

 

Anlamamıştı. Çünkü onu kendisinden başkası umursamazdı ki. Niye vermişti bu atkıyı şimdi? Hemde pembeydi. Başkası verse almazdı bile. “Yaşamamı sağlayan bütün hücreleri tek tek birbirine sokup sikeyim,” diye kendisine küfretti.

 

Ellerini ceplerine koyup çıktı odadan Kerem. Kesinlikle hayatta başrol değildi. Ama yazar onu acı çekip, bütün kitabın enerjisini alması için yaratmış olmalıydı. Eğer bir kitap karakteri olsaydı, yazarın mentalinden şüphe ederdi. Onu yazmak için daha boktan hayat yaşaması gerekiyordu.

 

(En sevdiğim karaktere acı çektirirken, kendimde acı çekiyorum. Kerem de kitapta baya yer alacak, haberinize. Niye diye sorarsanız, yazar benim.)

 

İlaçları her zaman aldığı eczaneye gitti. Reçeteyi uzattı, başka birşey söylemedi. Adamda ilaçları verdiğinde, “eyvallah,” diyerek gitti Kerem. “Sanada çocuğum. Bırakma bu arada,” dediğinde, kafasını çevirdi. “Neyi?” Ne oluyordu bugün? “Atkıyı diyorum. Sana bunu giydirdiyse, iyi bir kız demektir." Kız olduğunu nereden anladı diye sormayacaktı.

 

Gitti Kerem. Şimdi ise askeriye gitmesi gerekiyordu. Öyle de yaptı. İçeri girdiğinde, karnı ağrıyan hali soldu. Güçlü, sert ve ifadesiz haline döndü. Koğuşa girip, yatağına oturdu. Karşısında Gökhan vardı.

 

Yandan ona baktı. “Yine hayalet gibi kayboldun. Neredeydin," diye sorduğunda, “hiç,” diye cevapladı. Zorlamadı Gökhan. “Fıroş,” diye aşağı baktı. Fıroş ise parfüm sıkıyordu. “Nereye lan?” Fıroş ona baktı. “Kızla buluşacağım abi.” Adam olmazsın bakışı attı Gökhan. “Ulan cadı senden daha akıllı.” Cadı Cansu oluyordu.

 

“Katılıyorum Gökhan abi. Kızın fotoğrafını göster çabuk,” diye içeri dalan Cansuyu gördüklerinde, hepsi şaşırdı anlık. Bunu beklemiyorlardı. “Yenge," dedi Fıroş. Kerem dişlerini sıktı. O Türkmen’i o gün sikmeliydi.

 

Cansu yanağından makas aldı. “Naber lan Fıroş?” Hepsinin neşesi yerine gelmişti. “İyi, senden?” Omuz silkti. “Yaşıyorum.” Omzuna vurdu. “Kızı göster olum. Merak ettim,” dediğinde, telefonunu açtı Fıroş. Fotoğrafı açıp, “bu,” diye gösterdi Cansuya. “Ateşmiş hatun lan! Rus mu hatun be?” Umrunda değildi pek Fıroşun. “On beş flörtü var.” Umursamadı bu sefer Cansu. Fıroşta daha fazlası vardı, bundan emindi.

 

Gökhan abiye yöneldi. “Abim,” diyerek yanına oturdu. “Cadı,” dedi Gökhan. Kerem onlara baktı. Birbirlerine abi kardeş diyorlardı. En azından o gittiğinde abi diye koşacak birisi kalmıştı. Yine yokluğuna alışılmıştı. Sorun değildi, alışkındı.

 

Gözlerinden bir sürü duygu geçti ama yine ifadesiz baktı. Ama sorun değildi, alışkındı. Zaten bu hayatta ki her olaya alışkındı Kerem.

 

Yandan boynuna sarıldı Cansu. “Yılışma cadı,” dediğinde güldü Cansu. “Hadi hadi, özledin beni.” Yandan ona baktı Gökhan. “Daha çok şaşırdım biliyor musun? Üç haftadır başımın etini yiyen iki insan yoktu. Hayat güzelleşti bir an.” Kırılmış gibi baktı Cansu. “Aşk olsun,” dediğinde, “kırılma hemen,” derken saçlarını karıştırdı Gökhan. Cansunun yine saçları mahvolmuştu ama umursamadı.

 

Helin alt ranzadan, öylesine uzanıyordu. Kapıya baktı, gelmemişti. Bu garipti çünkü o geldiğini duyduğu an ışınlanırdı buraya. Küsmüş müydü ona? Çok mu sert davranmıştı? En kötü Cansunun arkasından gelirdi. Ama yinede gelirdi.

 

Ofladı düşündükleriyle Helin. Anlamı yuva demekti. O yuva annesi yüzünden çoktan yıkılmıştı. Ama düşünmemeliydi. Düşünmemek için uğraşması gerekiyordu. Kerem’e baktı. Boynunda atkı vardı. Hemde pembe bir atkı vardı. “Kim verdi onu?” Kerem sorunun ona gelmesiyle, anlık afalladı ama bu yok denecek kadar kısa sürdü.

 

Boynunda ki atkıyı çıkarmamıştı. “Biri işte.” Fıroş gitmeden önce, “ben anladım abi. Ama şaşırdım, karı kızla işim olmaz diyordun," dediğinde, “sen geç kalmıyor muydun lan," diye başından saldı Kerem. Fıroş farkına varıp, “görüşürüz,” diyerek gitti. Arkasından, “sen adam olmazsın Fıroş," diye söylendi Gökhan ile Cansu.

 

“Öteki zebani nerede lan,” diye sordu bir süre sonra Gökhan. Helin alttan ona baktı. “Bilmem ki. İçiyordu en son.” Aklına geldiğinde ofladı. “Dikiş attırmıyor salak yarasına. Bir aydır öyle geziyor, enfeksiyon kapacak sonunda. Ölmeden halletseydim iyiydi.” Helin alt dudağını ısırdı. Galiba niye attırmadığını biliyordu.

 

O sırada bir ses duydu. “Benim arkamdan dedikodudumu mu yapıyorsun? Kınıyorum seni,” diyen Baran’ın sesi. “Aha geldi zebani,” diyerek arkasını döndü Cansu. Kucağında ki Asel’i görünce, “Baran,” diye bağırdı Cansu yataktan inerek. Bağırınca, yüzünü buruşturdu Kerem. Seslerden nefret ediyordu.

 

Helin kaşlarını çattı. O bebek kimdi? “Kardeşimi buraya getirmene kim izin verdi?” Cevap için beklemedi. “Güneş,” dediğinde, bağırmadı Cansu. “He," dedi Cansu ifadesi yumuşarken. Aslında izin vermemişti. Biraz güzel sözle kaçırmıştı şu küçüğü.

 

Kerem ise yutkunamadı. Ellerini sertçe yumruk yaptı kendini tutmak için. Gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı. Kardeşi doğmuştu, biliyordu. Ama görmeyi beklemiyordu. Türkmen ise ona, “görürsen en iyi yaptığın şeyi yap, sus,” demişti. Lakin kardeşi önündeydi lan! Yeni doğmuştu, ikisi de önündeydi.

 

O onları tanıyıp acı çekerken, onların ondan haberi yoktu. Ama sorun değildi, alışkındı. Allah kahretsin, sorundu işte! Kendine ne kadar bunu dese de, herşey fazlasıyla sorundu.

 

İçine derin bir nefes çekti. Lavanta kokusu bünyesini kaplayınca, durdu. Yumrukları gevşedi, sakinleşti biraz. Bu çok garipti, içmeden sakinleşmişti. Ve bunu tek bir koku yapmıştı.

 

Kadının kokusu, adamı iyileştiriyordu.

 

Gözlerini açtı yavaşça istemeye istemeye. Baran’ın kucağından aldı Cansu Asel’i. “Naber lan ufaklık,” diye sordu Cansu. “Daha belli değil mi,” diye mırıldandı kimsenin duyamayacağı şekilde Kerem. “Daha belli değil mi,” dedi Cansu burnuna dokunurken.

 

Gökhan bile yataktan kalktı. “Bu ne lan? Yerim ben bunu,” diye çocuğun başına dolaştı. O sırada Asel ağlamaya başladı. Kaşlarını çattı Cansu. “Niye ağlıyon lan? Neyin eksik?” Gözlerini devirdi Kerem. Gökhan, “acıkmıştır cadı. Yemek yemedi mi bu bücür,” diye sordu.

 

Cansu bilmiyordu. Eve gitmemişti ki. Ama Açelya her türlü yemek verirdi ona. Kerem, “ver onu bana,” diyerek ayağa kalktı. Bebek bakmayı sadece o biliyordu. Cansu ise tereddüt etmeden ona verdi bebeği.

 

İnsanlara çabuk güveniyordu. Bu onun en büyük zaafıydı.

 

Gökhan ise bazen fazla sert konuşurdu. Bu onun en büyük hatasıydı.

 

Baran ise çok aşıktı. Bu onun bünyesine zarardı.

 

Helin ise korkaktı. Öyle ki, kendiyle olan korkusundan önünde ki adama acı çektirirdi. Bu onun en büyük günahıydı.

 

Kerem ise... Yoktu, herşeyi beterdi onun.

 

Kerem pışpışladı Asel’i. Asel yüzüne baktı. “Bir küçücük aslancık varmış,” diye ninni söylemeye başladı Kerem. Küçükken kardeşini böyle uyuturdu. “Çöllerde ko- ko- koşar oynarmış. Annesi onu pek çok severmiş. Sen benim ca- ca- canımsın dermiş...” Sesinden acı akıyordu ama herkes ifadesizce söylüyor sanıyordu.

Asel’in ağlaması hafifledi. Ninniye devam etti Kerem. “Babası onu pek çok severmiş. Sen benim ca- ca- canımsın dermiş...” Cansu bunu duyunca, başı ağrıdı. Başını tuttu, aklında bulanık şeyler canlandı. Acı çekmeye başladı bir anda. Başı felaket derece ağrıyor ve ninniyi tekrarlatıyordu. Ne oluyordu ona?

 

Asel sustuğunda, “bu kadar kolay mıydı lan küçük cadıyı susturmak? Evde iki saat ağladı,” diye şaşırdı Baran. “O senin salaklığın aptal! Kolunda ki kanı görünce ağlamıştır kesin.” Helin tersçe yandan ona baktı. Gerçekten tam bir aptaldı. Niye yarasına dikiş attırmamıştı?

 

Baran yandan ona baktı. “Eğer endişelendiysen dikiş atabilirsin Helincik. Gıkım çıkmaz, valla bak.” Gözlerini devirdi Helin. Dikiş atacaktı, o ayrı. Cansu yüzünü buruşturdu. Başı gerçekten fena ağrıyordu. Masaya tutundu, acıyla inledi kısık sesle.

 

Kerem bunu fark etti. “Bir küçük aslancık varmış...” Devam etti ninniye. Hatırlayacaksa kendisi hatırlayacaktı. “Yangına düşmüş aslancık,” derken, yandan ona baktı. Yangın... Cansu sendelendi.

 

Acı çekiyordu, fiziksel olarak. Eli kolyesine gitti. Sertçe avucunda sıktı. Beyni onunla oynuyordu. “Ateşte yanmış küçük aslancık,” diye mırıldandı Kerem’e bakarak. Diğerleri kendileriyle uğraşmaya başlıyordu. Kerem ise korktu. Hatırlamış mıydı?

 

Eğer hatırladıysa fena sikilirdi. Hem hayattan hemde Türkmen tarafından.

 

Gözlerini devirdi. Herşeye gözlerini devirerek kaçıyordu. Daha doğrusu, kaçtığını zannediyordu. Cansu’nun ise gitmesi gerekiyordu. “Benim gitmem lazım. Asel Helin’e emanet. Gökhan abi, Baran, çocuğa bir şey olursa kafanızı kırarım.” Asel’e son kez bakarak, çıktı dışarı. Nefes alamıyordu.

 

Kaşlarını çattı Gökhan. “Yine kafası gitti bunun. İçip içip vurulmasın bu salak yine?” Baran dilini damağına vurdu. “Birşey olmaz bu cadıya. Kelebekle dolaşıyor, en fazla bıçaklar ama vurulmaz.” Gökhan, “içimi rahatlandı şuan zebani. Ya mezara, ya hapise boylayacak yani,” dediğinde, “ben birşey olmaz anlamında dedim,” diye kendini savundu Baran.

 

Kerem ise nereye gittiğini biliyordu. Kara sevda... Onun nefes alabildiği tek yerdi. Belki de ölmemesini engelleyen tek yerdi. Saçlarına gömülü yerdi orası.

 

Kara sevda demek, Cansu Bozok demekti.

Loading...
0%