Yeni Üyelik
19.
Bölüm

18. Bölüm

@gecemavisiyazarrr

Şarkı dinle güzelim. Sadece şarkılar susturur şu lanet sesleri...

 

“Bücürük,” diye odada kardeşini aradı Kerem. “Nereye saklandı yine bakayım?” Nereye gittiğini biliyordu. Yüzünde ki çocuk gülümsemesi ile kardeşiyle oyun oynuyordu. Zaten o hep gülerdi, herşeye rağmen.

 

Yatağın altına baktı, yoktu. “Burada değilmiş," diye söylendi biraz yüksek sesle. Masanın da altına bakıp ofladı. “Bak, burada da değilmiş.” En sonunda gözüne dolabı kestirdi. “Belki de dolaptadır,” diye dolaba yaklaştı.

 

Dolabın kapağı açılıp, “bö,” diyerek bağırdı Cansu. İrkildi Kerem orada olduğunu bilmesine rağmen. Baş parmağıyla ön dişini ittirdi. “Aklımı aldın be kızım,” dediğinde, kahkaha attı Cansu. “Abi korktu,” dedi gülerken. Kaşlarını çattı Kerem.

 

Bir anda onu kucağına alıp, havaya kaldırdı. Cansu bağırdı anlık korkuyla. Bu sefer Kerem güldü. “Bücür korktu,” dediğinde, kafasına vurdu yavaşça Cansu. “İndir beni abi ya! Çok yüksek burası! İki metre misin sen be?!” Canına değisindi. 13 yaşında iki metre olması imkansızdı hem. Kardeşinin beyni yoktu galiba.

 

Yedi yaşında bunu nereden bilecekti? Daha iki metrenin ne kadar olduğunu bile bilmiyordu. Yatağa attı Kerem onu. Cansu yumuşak yastığa popo üstü düştü. “Abi ya,” diye söylendi ama yandan gülüyordu.

 

“Ne abisi bücürük? Uyku saatin geldi, uyu bakalım.” Arda Bozok iş seyahatindeydi karısıyla beraber. Bu bir hafta onlar için cennet gibi geçecekti. “Ama abi, uykum yok. Oyun oynayalım, noğlar!” Kerem saate baktı. Saat gece yarısına gelmişti. Hem hava buz gibiydi. Ama garip bir şekilde kardeşi üşümüyordu.

 

Başını salladı Kerem. “Olmaz bücür ama sabah oynarız olmaz mı? Hem sana kocaman kahvaltı da yaparım. Bol çikolatalı.” Cansu güldü. “Karamlı bol çikolata,” dediğinde, “karamlı,” dedi yatağa otururken Kerem.

 

Kardeşi herşeyiydi. Bu konaktan gitmemesinin tek sebebiydi. Onun psikolojisini koruması için buradaydı. İstese sokaklarda yaşardı ama kardeşi yaşayamazdı. Elinden geldiğince onu korumaya çalışıyordu.

 

Yastığı düzeltip, iki yastık ekledi. Cansu bir yastıkla uyuyamazdı. Rahat edemiyordu hiç tek yastıkla. “Koy bakalım tombul kafayı şuraya." Cansu uslu uslu uzandı. Yerinde duramıyordu ama abisini üzmek en son isteyeceği şeydi.

 

“Sana sürprizim var hem bücür,” dediğinde, hemen oturur vaziyete geçti Cansu. Merakı her zaman başına bela olacaktı, hissediyordu Kerem. “Ne? Neymiş sürpriz abi,” dedi uzatarak harfleri. “Avcunu aç ilk önce,” dediğinde, hemen dediğini yaptı.

 

Kerem ise cebinden çıkardığı kolyeyi, avcuna koydu. Kaşlarını çattı Cansu. “Bu ne?” kolyeye baktı Cansu. Üstünde demirden ay olan, sadece bir kolyeydi. Hoşuna gitti ama Cansu’nun. “Kolye, beğendin mi,” diye sordu Kerem. “Çok güzelmiş bu,” dedi Cansu neşeyle.

 

Kerem beğendiğini görünce gülümsedi. “Gel, takayım boynuna bücür.” Kolyeyi nazikçe eline aldı. Kardeşinin saçını yan tarafına atıp, kolyeyi taktı. Çok yakışmıştı ona. “Eğer birgün beni göremezsen yada tanımazsan, kendini korumak için bunu tak. Hep gül ama tamam mı bücür? Büyüyünce çok uzaklara git buradan, kimseyi düşünmeden.” İyiliği için diyordu.

 

Anlamadı ama Cansu. Sadece kolyesine baktı. “Hiç çıkarmıcam bunu, söz.” Kerem de tebessüm etti. “Hadi bakayım, bu kadar yeter. Uyku vakti geçti bile,” dediğinde, “sende uyu ama,” diye anlaşma koydu ortaya Cansu.

 

Uyuyamayacaktı, biliyordu. Hiçbir zaman uyuyamazdı. Sabaha kadar duvara bakar, kalırdı öyle. Ama, “uyuyacağım,” dedi kardeşine. Yalan söylemişti, bi ilk değildi. Sadece gerektiğinde yalan söylerdi.

 

İnandı Cansu. Yine güvenmişti, herkese çabuk güvenirdi. Ama abisi herkes değildi ki. Yastığa başını koydu, rahatça uzandı. “Ninni söylesene abi.” Tek bir ninni söylerdi abisi. Hemen uyurdu o ninnide.

 

Kerem ise kardeşini kırmadı. “Bir küçücük aslancık varmış, çöllerde ko- ko- koşar oynarmış...” Cansu gözlerini kapattı. “Annesi onu pek çok severmiş. Sen benim ca- ca- canımsın dermiş...” İkisininde annesinden duyamadığı bir kelimeydi. Canım... Beş harften oluşan, ama keşke denirten bir kelimeydi.

 

Yavaş yavaş uykuya daldı Cansu. Kerem ise başına küçük bir öpücük kondurdu. Sonra ise kulaklıklarını takıp, şarkı dinlemeye başladı. Ama sesi kısıktı, çünkü her an dış kapı sesi gelebilirdi. Bu aklına gelince, ayağa kalktı Kerem. Odanın kapasını iki kere kitledi. Sonra ise o da yatağa uzanıp, uyumaya çalıştı.

 

Ama yine, sabah ezanıyla ayağa kalkmıştı...

 

🥀

İnsanlar gülerdi. Mutluyken gülerlerdi yada sinirliyken. Anlam barındıran, her gülüşte bir geçmiş yaşanmış gülerlerdi. Ama bunların en psikopatları ağlarken gülenlerdi.

 

Ama kimse deniz kızı gibi güzel gülemezdi. Onun gülüşü herkesten farklıydı. Ve her gülüşünde, farklı bir anlam vardı. Her gülüşü akla zarardı.

 

Ama şuan konumuz bu değildi. Hava kararmaya yakındı. Bir saat sonra evlerinin önünde olacaktım. O ise ilk başta ters görünmeye çalışarak inecekti. Ters olmasının sebebi ise merak ettirmemdi. Ağzıma sıçsa bile haklıydı. Zaten diğer türlüsü kabul edilemezdi.

 

Galiba ondan olan tek kötü olan şey Kerem idi. Boktan bir hayatı vardı lan herifin! Yine bir arka sokakta ve yine içkisiyle onu bulmuştum. “Naber lan,” diyerek ona doğru gittim. Oturduğu yerden bana baktı. “Boktan,” diye net cevabı verdi.

 

“Sen kendin boktansın, ondan o.” Tebessüm etti hafif. Herkes onu ifadesiz bilirdi, değildi. En duygulu insan bu Kerem bile olabilirdi. İnsanlar onu hiç konuşmaz sanırlardı. Biri onu dinlemek istese en çok konuşan insan o olurdu oysa.

 

İnsanlar onu anlamazdı, o da anlaşılmak istemezdi. Bende kafama takmazdım. Nasıl yaşadığı umrumda değildi. Ölüm haberini duymama az kalmış gibi hissediyordum.

 

Yanına oturdum. “Nasılsın,” diye sordum içtenlikle. Omuz silkti. “Bilmem.” Tek bir kelimeyle konuyu kapattı yine. Banka oturmak yerine bir binanın arkasına oturuyordu. Sigarayı çıkardım bense. “Bu sefer neye içiyorsun?” O her zaman içmek için sebep bulurdu.

 

Ama bu sefer farklıydı. Bu sefer çok farklıydı. “İnsanlar üç yüz yaşına kadar yaşayabiliyormuş Türkmen. Arda Bozok yaşarsa fena sıçtık he.” Gülerek biraz daha yudumladı birasından. Bende güldüm. Hemde ne fena sıçardık. “Nereden geldi aklına lan bu şimdi?”

 

Gülüşü acılaştı. “Adam altmış yaşında çocuk yapıyor lan! Biyolojiye bile acı çektiriyor adam.” Orası doğruydu. Acı çektirmek ata mesleğiydi onun. “Onun biyolojisini de ben sikicem,” diye mırıldandım. Görmüştü Asel denen yavruyu. “O kadar kolay değildir ama, söyleyeyim. Yaşından daha fazla pisliktir o. Fena bozar adamı.”

 

Deniz kızına yaşattıklarını misliyle yaşatacaktım. Elini aldığım gibi kellesini de alacaktım. Sonucu ne olursa olsun.

 

“Şimdi siktir et Arda Bozuk’u. Pembe atkı ne lan boynunda ki?” Çiçek gibi birşey kokuyordu. Konu kokusu değildi, Kerem’in boynunda olmasıydı. Boynundaki atkıya baktı. Bakışları yumuşadı. “Üşüdüm,” dediğinde, “Sen mi üşüdün Kerem,” diye sordum inanamayarak.

 

Omuz silkti. “Üşüdüm işte.” Kaşlarımı çattım. O eksi on derece havada atkı takmayan kişiydi. Bunu takmasının bir sebebi olurdu. “Kim verdi bunu sana?” Gidip pembe atkı alacak hali yoktu. “Sanane lan!” Tebessüm ettim. “Yine komutanına saygın gözlerimi yaşartıyor.”

 

O hariç biri bunu dese, çene ameliyatı olmak zorunda olurdu. Ama o dese bile umursamazdım. Zaten askeriye de olması gereken gibi davranırdı.

 

“Anlat amına koyayım. Bir kerede anlat.” Az önce umrumda değil lafını geriye alıyorum. Umrumdaydı her bok. Şu tim ve ailem olan kişiler umrumdaydı sadece.

 

Ve aile demek, deniz kızı demekti.

 

“Ne anlatayım?” Yandan bana baktı. “Birşeyi anlat. İçinden öleceğine bir kerede anlat. Dinlemeyen oruspu çocuğudur!” İçti yine. “Anlatacak birşeyim yok. Ne görüyorsan oyum.” Anlatmayacaktı.

 

Arkama yaslandım. “Sen beni anlat o zaman.” Felsefesi iyiydi. Aslında buraya geliş amacımda buydu. “Yap yine o boktan felsefelerini.” Yandan bana baktı. “Küfür yemek istemiyorum Türkmen,” dediğinde, “etmeyeceğim, anlat,” dedim.

 

“Boktansın,” dediğinde, dudaklarım yukarıya doğru kıvrıldı. “Sana göre herşey boktan.” Dilini damağına vurdu. “Sen gerçekten boktansın.” Kaşlarımı çattım. “Çoğu kişi senin gibi olmak ister. Güçlü, hiç birşey onu yıkamayan, korkusuz ve umursamaz. Aksine sen tam tersisin. Yıkılmış ama badanalarla ayakta durdurulmaya çalışan bir bina gibisin. Yıkılmış ama dıştan güzel.” Sigarayı yakıp, dudaklarıma götürdüm.

 

Adem Türkmen güçlüydü. Oğlu ondan daha güçlüydü. Sikik felsefesi doğru değildi. “Eğer öyle olsaydım senin gibi olurdum.” En büyük bok oydu. “Benim gibi olmasaydın buraya gelmezdin.” Sigaranın dumanını üfledim. “Birini çok seviyorsun, her boktan koruyorsun. Sana hakaret etse bile hoşuna gidiyor.” Durdum, ona baktım.

 

“Çünkü seninde yaşamak için bir sebebin yok. Sen o kişiden hayat buluyorsun. Kendini siklemeyip onu düşünüyorsun her an.” O kişi o denilmezdi ki. “Bana diyene bak. Sen ne yaptın lan?” Kafasına dikti birasını. Bittiğinde, şişeyi bir kenara attı. “Konu ben değilim, sensin.” Sustum, ona baktım.

 

Atkı giymişti ama yine şort ve tişörtleydi. “Olum mal mısın nesin,” diyerek, ceketimi çıkardım. “Ciğerlerini bozup başıma iş aşacaksın.” Ceketi omzuna koydum. “Üşümem ki ben,” dediğinde, “hani üşümüştün lan,” diye sordum keyifle.

 

“O an üşümüştüm,” dedi sadece. “Hepiniz başka bir bok arıyorsunuz. Ben Fırat gibi pezevenk miyim?” Onu kimse aşamazdı. “Hakkını yedirmem, en büyük pezevenktir kendisi.” Bunu tam tersi diyecek birini zannetmiyordum.

 

Ayağa kalktım. “Ölmeden gel,” dediğimde, “denerim,” dedi sadece. Geri gittiğimde, arabayı anahtarla açtım. Siyah jip almıştım yeni. Bence güzeldi. Sürücü koltuğuna oturup, kapıyı kapattım. Arabayı çalıştırıp, sağa kırdım. Arabayı ise Kara Sevda apartmanına doğru sürmeye başladım.

 

Apartmanın adını bile Kara sevda yapmıştı manyak kadın.

 

🥀

Saçımı kalemle toka yapmıştım. “Açelya,” diye seslendim. Asel’e ise tersçe bakıyordum. Mutfaktan hemen geldi salona. “Efendim abla.” Ablan bayılacak Açelya! “Altına etti bu bücür. Yardım et kurban olayım.” Güneş arkamdan güldü. “Sende olunca ne yapacaksın,” dediği an yumruğum boğazımda kaldı.

 

Sende olunca ne yapacaksın... Bende hiçbir zaman olmayacaktı. Bir ibne yüzünden çalınan bir boşluktu. Bir cümle ve bir hayatı bitiren hayaller.

 

Dediği an pişman oldu. “Cansu ben öyle de-,” derken sözünü kestim. “Ay istemezdim zaten anam. Benim bir çocuğum oldu zaten, bir tanesine daha gerek yok.” Açelya, Asel’in altını değiştirmek için odaya götürmüştü.

 

Telefondan bir şarkı açtım. Esmerim açmıştım. Ayağa kalkıp, Çavuş’un kafasını okşadım. “Esmerim biçim biçim. Ölürüm ben esmer için,” diye şarkıya eşlik ettim. Güneş ise arkamdan güldü.

 

“Kumralım açsana kızım, bu şarkı ne?” İmayla güldüm arkama dönüp. “Kumral mı? Eniştem duymasın bence. Yani o kadar koş adamın peşinden, sonra kumralım de. Seni bütün içtenliğimle kınıyorum Güneş.” Gözleri kocaman açıldı. “Kız ben seni bir kınarım!” Terliğini çıkarıp attığında, çığlık atarak kaçtım.

 

“Şiddet görüyorum bu evde!” Öteki terliğini de çıkardı. “Boş konuşan dilini kesicem senin!” Diğerini de attığında, bacağımdan vuruldum. Yüzümü buruşturdum. “Bir oradan vurulmadığım kalmıştı, onu da vurulduk yani.” Odama kaçtım hemen. Açelyanın kıkır gülme sesini duydum. Ayıp oluyordu yani.

 

Odamın kapısını kapattığımda, saçımda ki tokayı çıkardım. Saçlarım yüzüme dökülmüştü. Öylesine kullandığım yatağıma oturdum. Zaten burada uyumayı beceremiyordum. Dağınık etrafa bakıp ofladım.

 

Odam kafamın içindekiler kadar dağınıktı. Ama artık üzülmek yoktu, sigara içip yada sarhoş olmakta yoktu. Ben kendime söz vermiştim. O bebek benim gibi olmayacaktı. Olmaması için bunları yapmamam gerekiyordu.

 

Pijamalarımla oturuyordum. Dağınık yatağımda kulaklığımı aradım. Bulamayınca, “sikerim,” diyerek yorganı diğer tarafa attım. Yatağa uzanıp bir kere daha ofladım. Canım acayip derece sıkılıyor ve sigara istiyordu.

 

Hayata söverken, camın kırılma sesini duydum. Korkuyla ayağa kalkıp, “hassiktir lan,” diye bağırdım. Hemen çekmeceyi açıp, tabancamı aldım. Arda Bozok geldiyse onu bugün öldürecektim.

 

Cama çıkmadan, havaya sıktım. Cama baktığımda, “ne olu-,” derken, lafım ağzımda kaldı. “Yüzbaşı.” Altta bana bakan yüzbaşıyı görmeye beklemiyordum. “Elim fazla kaydı deniz kızı. Kırmaya pek niyetim yoktu.” Allah'ın manyağı!

 

“Delirdin mi sen be? Çocuk var evde, çocuk,” dediğimde, “çocuklu evde neden silah var,” diye savundu. Bunu soruyor muydu? “Peşimde beni öldürmek isteyen narsist bir baba olduğu için olabilir mi yüzbaşıcığım?” Sustu, cevap vermedi.

 

“Aşağı in,” dediğinde, “niye,” diye sordum. “Dedim ya, bir yere götüreceğim diye.” Doğru, demişti. Zaten aklımdan da çıkmamıştı. “Gelmiyorum ben!” Gideceğimiz yeri söyleseydi gelirdim. “Seçenek sunmadım.” Ben deliysem bu zır deliydi be!

 

“Eşkiya mısın yüzbaşı mısın?” Siyah jip’e yaslandı. “Veteriner misin katil misin?” Soruya soruyla cevap vermişti. “Hayvanları öldürmediğim için seni öldürmüyorum yüzbaşı.” Güldüğünde, delirecektim. Adama hakikaten hakaret etmem hoşuna gidiyordu!

 

Geriye gittiğimde, “bende seni seviyorum deniz kızı,” dediğini duydum. Üçüncü katta, küçük bir apartmanda oturuyorduk. Sesi daha iyi geliyordu ama bunu duyan iki daire daha vardı.

 

Bende seni seviyorum adam.

 

Dolabı açtım ve elime gelen ilk elbiseyi alıp, giydim. Saçımı tarayıp, aynanın karşısına geçtim. Kırmızı ruj, göz altı morlukları kapatmak için kapatıcı ve maskara sürdüm. Boy aynasına geçince, beş dakikada harikalar yarattığımı fark ettim. En son ise deniz ferahlığı dalin parfümünü sıktım.

 

Kırmızı, dekolteleri belirgin olan dar bir elbise giymiştim. Elbisenin omuzları açık ve tüllüydü. Hafif dalgaları saçlarımı iki yana ayırdım. Diz üstü bir elbiseydi. Abartı mı olmuştu? İki saat uğraşsam bu elbiseyi seçemezken, bir saniyede seçmiştim.

 

İşte şimdi tam bir zebaniye benzemiştim.

 

Siyah bir el çantası aldım. İçine ihtiyacım olursa diye bir tane ped, kelebek, kırmızı rujumu ve telefonumu koydum. Odadan dışarı çıktığımda, Güneş’in siniri geçmişti.

 

Bana baktı. “Nereye gidiyorsun sen? Süslenmişsin,” dediğinde, “biraz dolaşacağım. Belki meyhaneye giderim, bilmiyorum.” Kaşlarını çattı. “Meyhaneye ve Baransız? Baran’ın şuan seni almak için kapıda bekliyor olmalıydı.” Gülerek yanağından makas aldım. “Bilmem dedim gülüm. Şimdi öylesine canım istedi dışarı çıkmak.” Her zaman süslenip çıktığım için, bu konuya pek birşey söylemedi.

 

“İyi madem,” dediğinde, “çocuk size emanet,” diyerek ayakkıbılara doğru ilerledim. Elbiseme uygun renkte topuklu ayakkabı giydim. “Bu arada, odada sesler geliyordu. Odayı mı kurşunladın sen manyak?” Güldüm. “Biraz öyle oldu.” Şaşırmadı. Artık şaşırmıyordu.

 

Kapıdan çıkıp, kapattım. Merdivenlerden yavaşça inip apartmandan çıktım. Ben gitmeyeceğim demiştim değil mi? İyi bok demiştim. Apartmanın arkasına gittiğimde, bana baktı. Ben ise umursamamaya çalıştım.

 

Arabanın ön koltuğunu açıp, oturdum. Oturduğum yerden ona baktım. “İyi, gidelim,” dediğimde, birşey demedi. Beni süzdü yavaşça. “Biraz açık değil mi yavrum?" Kaşlarımı çattım. Üstüme baktım, bence değildi. “Normal elbise işte yüzbaşı. Hergün giydiğim kıyafetler gibi işte.”

 

Alt dudağının kenarını ısırdı. “Hergün giydiğin?” Evetti. “Sorun mu var?” Giyme derse daha açık giyinecektim. “Yok.” Kapıyı kapattığında, birşeyler mırıldandığını duydum.

 

Bir dakika, kıskanmış mıydı o? Yok canım, bana öyle geliyordur. Yüzbaşı ve kıskanmak? Güleyim bari! Bence gideceğimiz yere fazla abartı giyinmiştim. Aslında beş dakika uğraşmıştım, abartıda değildi.

 

Sürücü koltuğuna geçti. Arabanın kapısını kapattığında, “güzelmiş araba,” dedim. Arabayla aynı renkte giyinmişti. Siyah bol gömleğinin üç düğmesi açıktı. Siyah pantolonu ne dar ne de çok boldu. Kolunu siyah bir saat takmıştı. Ben kırmızı o ise siyah olmuştu.

 

“Eyvallah,” dedi cevabıma karşılık. “Bence artık nereye gittiğimizi söyleyebilirsin.” Sırıttı. “Merakın en sonunda başına iş aşacak deniz kızı.” Aşsın, umrumda olmazdı. Eğer öğrendiysem. “Operasyona götürmeyeceğine göre başıma ne iş gelir söylesen?” Arabayı çalıştırdı. “Otuz yedi dakika sonra öğreneceksin.” Çok vardı ama!

 

Radyodan bir şarkı açtım. Müslüm Gürses şarkı söylemeye başladı. “Şarkı zevkin güzel olmasa çekilecek adam değilsin yüzbaşı.” Dediğimden tek doğru şey, şarkı zevkinin güzel olmasıydı. “Sende pek farklı sayılmazsın deniz kızı.” O da yalan söylemişti.

 

Müslümden sonra Emre fel- Senden güzeli mi var çalmaya başladı. Gülümsedim, sesi açtım. “Yollarına gül dizeyim, ver elin nerde? Al canımı yollarına dizeyim gitme,” diye şarkıya eşlik ettim. Bu şarkı beni her seferinde güldürüyordu.

 

Şarkıyı dinlerken, bir süre sonra, “bu yol uzun, ben beklerim günahım neyse. Sen canımı al, ben razıyım bir azin söze. Senin gönlün bendedir yar, bende ki sende. Bir başkasına yaramaz bu can üzülme,” diye mırıldanır bir şekilde söyledi. Sanki şarkı söylemiyordu da okuyordu.

 

Şarkı zevki gittikçe daha da güzelleşiyordu. Şarkılar insanları anlatırdı. Tek bir cümlesiyle onu mahvedebilirdi. Çünkü insanın dinledikleri kişiliklerini gösterirdi.

 

Mesela arabesk dinleyen insanlar çoğu zaman mutsuz ve kederli olurlardı. Söyleyemediklerini şarkılarda arayıp onları söylerlerdi. Her dakika düşünceli veya durgun olurlardı.

 

Rap dinleyenler ise hayata karşı öfke beslerlerdi. Kavgaları çoğu zaman kendileriyle olurdu. Gelecek kaygısı, intihar düşünceleri, uyuşturucu, sinir problemleri vb. şeyler olurlardı onlarda. Bunları ise rap haline çevirirlerdi. Buna hiphop yaşamı denirdi.

 

Pop dinleyenler ise mutlu olurlardı. Hayata dair pek mutsuz yada öfkeli olmazlardı. Şarkılarla mutlu olup, hayata mutlu gözle bakarlardı. Tıpkı Didem gibi.

 

Ama en beterleri şiir dinleyenlerdi. Onlar ne öfkeli olurlardı nede acılarını haykırırlardı. Edebiyat ile uğraşıp, kendi hallerinde takılan insanlardı onlar. Geçmişe dayalı yaşarlardı çoğu zaman. Ağlamazlardı, yazarlardı. Öyle ki bütün acılarını tek bir şiire bile sığdırabilirlerdi. Kendilerini içtenlikle bitirirlerdi ama dışardan sadece durgun gözükürlerdi.

 

“Yüzbaşı,” dediğimde o olduğunu onayladığı bir ses çıkardı. “Kerem ile nerede tanıştınız?” Durdu, bana baktı. Sanki söylememem gereken birşey demiştim. “Neden,” derken sesinde belli etmediği endişeyi yakaladım.

 

Ona düşündüklerimi söyledim güvenerek. “Birini hatırlatıyor ama...” Sustuğumda, “ama ne,” diye sordu. “ Ama sanki hatırlattığı kişiyi hiç tanımadım. Boktan birşeyler işte.” Öyle boktandı ki, başım ağrıyordu.

 

Önüne döndü. “Çok önce tanıştık. Bir arka sokakta. Hayatımı kurtardı.” Ne? “Ne? Nasıl hayatını kurtardı?” Derin bir nefes aldı. “Kurtardı işte. O günden beridir beraberiz.” Söylemek istememişti. Bana bile söyleyemediği birşeyler yaşanmıştı.

 

Sorgulayarak üstüne gitmedim. “Kardeşi varmış onun... Gitmiş, öyle dedi.” Başını olumlu anlamda salladı. “İyi bok yemiş. Önümde olsaydı bir tane tokat atardım.” Dudağının kenarı yukarıya doğru kıvrıldı. “Pek izin vermezdi.” İzin alacağımı kim söyledi? Terk etmesinin hiçbir mantıklı sebebi olamazdı.

 

Araba durduğunda, “geldik,” dedi. Kerem mevzusunu hemen bir kenara çektim. Etrafa baktığımda, “bu yeri hatırlıyorum ben,” diye mırıldandım. Üç yıl önce, konsere götürmüştüm Güneş’imi.

 

Arabadan indiğimde, o da indi. “Ne konseri bu?” Pantolonun cebinden iki tane bilet çıkardı. “Duman konserine davetlisiniz Bal Hanım. Girmek için önden gitmemiz gerekiyor.” İlk başta ona boş bir bakış attım. Sonra ise yüzümde kocaman bir gülümseme oldu.

 

“Ama sen,” derken, “geldiğin gün söylemiştin,” dedi sorumu anlayıp. Çocuk gibi boynuna sarılırken “Barut!” diye bağırdım. Bu konser çocukluk hayalimdi benim. Hep kaçıp gelmek istemiştim ama korumalar hep yakalamıştı. Büyüyünce yine bir hayal suya düşüyordu bugüne denk.

 

Belimi kavradı. “Girmemiz gerekiyor şuan,” diye mırıldandı. Uyarışıyla geriye çekildim. “Girelim, girelim.” Çocuk gibi sevinmiştim. Aslında beni mutlu etmek çok kolaydı. Sadece pek çabalamamışlardı.

 

Girişe doğru gittik. “Bu arada, içerim,” dediğimde, “içmezsen şaşarım zaten,” dedi. Yine normal Yüzbaşı Barut Türkmen haline dönmüştü. Biletleri yine soğuk haliyle uzattı görevliye. Görevli biletleri alıp, kenara çekildi. Konsere giriş yaptığımızda, konserin başladığına şahit oldum.

 

Bu akşam çalıyordu. Hemen ortama ayak uydurdum. “İçelim bu akşam,” diyerek şarkıya eşlik ettim. O ise yanımda odunca duruyordu. “Gülsene biraz.” Sadece yanında ben varken gülüyordu birde Kerem. Başkaları olunca odunca duruyordu.

 

Yüzünü bana döndürüp, gülüşüme baktı. İfadesi yumuşadı. “Deli bal,” dediğinde, “bal mı,” dedim anlık bir yumuşamakla. Tebessüm etti. “Bal, deli bal,” diye mırıldandı. Yanaklarımın kızarmıştı ve bunu gizleyen tek şey allığımdı.

 

Gecenin diğer yarısı gülüp, şarkılara eşlik etmekle geçti. Ben bunları yaparken, beni izleyen iki çift gözü hissediyordum. Ona baktığımda ise gözlerini önüne çeviriyordu.

 

“Ben içki almaya gidiyorum,” dediğimde, “ben alırım iki dakikada,” dediğinde, “tamam,” dedim. Giderken, durdu. “Beş dakikaya geliyorum deniz kızı. Buradan ayrılma ve başını belaya sokma.” Çocuk muydum ben? Kaşlarımı çattım. “Abartma Barut, çocuk muyum ben canım? Sen varken nasıl durduysam öyle duracağım işte.” Tereddütle baktı.

 

Ama derin bir nefes alıp, “iyi bari,” dedi. Hiç tatmin olmuşa benzemiyordu. “Sokmayacağım. Napacağım Allah aşkına, insanlara mı bulaşacağım?” İstemeye istemeye gitti içki almaya.

 

Ben ise söylenen yeni şarkıya eşlik ettim. “İyisin hoşsun, bir yokuşsun. Harbiden baya bir boşsun. Şarkıya, türküye lanet olsun anlamadın ya...” Saçımı geriye attım.

 

Yandan, “merhabalar,” diyen bir ses duyunca, yanıma baktım. Kumral, mavi gözlü otuzlu yaşlarının başlarında bir adamdı. “Tanışıyor muyuz?” Kaşlarımı çatmıştım. “Siz beni tanımıyorsunuz ama ben sizi tanıyorum,” dediğinde, “anlamadım,” diyerek kendimi belirttim. Ne diyordu bu lavuk?

 

“Ateş gibisiniz hanımefendi. Herkes ateşi tanır.” Hayda! Gözlerimi devirdim. “Kardeşim, az önce bela almayacağım diye söz verdim. Lütfen, ama lütfen gider misiniz?” İçine doğuyordu yüzbaşının.

 

Üzülmüş gibi dudaklarını büzdü. “Daha konuşmadık ama. Bence bir tanıyalım birbirimizi. Eğer tanıyıp istemezsen bak söz gideceğim.” Elini uzattı. “Arda ben,” dediğinde, dişlerimi sıktım. Amına koduğumun ismi burada bile canımı sıkıyordu!

 

İsimden nefret edildin kardeşim. “Arda, siktir olup gider misin? Eğer gitmezsen, birazdan hiç iyi şeyler olmayabilir.” Buradan bakıldığında gitmeye niyeti yok gibiydi. “İsminizi daha söylemediniz ama.” Belayı çekiyordum ben.

 

Şeytan diyordu kelebeği çıkarıp kov. Ama ben şeytana uymayacağım. Güzel bir akşamdı ve ben bunu bozmayacaktım. “Derya,” dedim nazikçe. “Tanıştığıma memnun oldum ama git Arda, rica ediyorum.” Dilini damağına vurdu Arda. “Sizde Derya tipi yok.” Derya şimdi ananı sikerdi de, sikmeyecek işte.

 

Cevap verecek iken, “sen bana bak birde Arda. Bende ne isim tipi varmış,” diyen sesi duyunca, gözlerimi kapattım. İşte şimdi bela olacaktı. Gözlerimi geri açtığımda, önümde iki adamı gördüm.

 

Baran’ım nerede benim ya? Baran’ımı bulun bana, halledemem ben burayı. Zebani! Zebanimi bulun bana!

 

“Yüzbaşı, sakın,” diye mırıldandım. “Bilader, ben kızla konuşuyorum,” dedi Arda. İyi bok yiyordun Arda! “Birincisi, konuşamazsın. İkincisi, o ismini değiştir.” Bencede, katılıyorum. “Sebep neymiş?” Tebessüm ettiğinde, “yüzbaşı, bak sakın,” dedim. Ben bu tebessümü çok iyi biliyordum.

 

“Fazla kıl olurum. Kıl olursam, kafa atarım,” deyip, kafayı koydu. En son engel olmaya çalıştım ama nafileydi. “Barut!” Ardaya baktığımda, korktuğum şey oldu. Yazık adam, ilk defa yüzbaşı kafası yediyse hemen bayılmıştı.

 

Elimi alnıma çarptım. “Ne yaptın sen Allah'ın manyağı?” O da sinirlenmişti. “Senin yapman gerekeni! Bana gelince yumruk, adama gelince rica!” Sinirle yerde ki adama baktı. “Niye bayıldın amına koduğum?! Daha dövecektim seni.” Delirecektim!

 

“Yüzbaşı delirtme beni!” İçkinin kapağını açıp, içti. Birisini bana uzattı. Sertçe alıp, bende içtim. Önümde ki yerde yatan adama baktım. “Arda nedir Allah aşkına ya?” Hakettin yavrum, ama bu susacağım anlamına gelmiyordu.

 

“Niye bayıltıyorsun adamı!” Hala sinirliydi. O sinirliyse ben ateş küpüydüm. “İşim daha fazla dövmekti ama," dedi. Yere eğilip, nabzına baktım. İyi bari, yaşıyordu. Burnu ama fena yamulmuştu. Anca estetik kurtarırdı bu burnu.

 

“Arda Bey, kalkar mısınız,” dedim dürterken. “Kalk lan,” diye bağıran yüzbaşına tersçe baktım. “Bağırma kulağımın dibinde! Ben hallediyordum, sen niye kafa atıyorsun?!”

 

Kolumdan tutup, ayağa kaldırdı. “Öldürmediğim’e dua etsin o köpek.” Derin bir nefes aldım. “Katil misin yüzbaşı mısın? Sivil öldürmenin cezasını işinle ödersin Allah'ın manyağı!” Başkası olsa, ciddiye almazdı dediğini. Ama ben ne kadar ciddi olduğunu görebiliyordum.

 

“En azından içim rahat eder,” dediğinde, “bir de ben baş belasıymışım!” İnsanlar bu tarafa bakıyordu. “Öylesin, hemde fazlasıyla.” Valla çakacağım ben buna! Herkes bize bakıyordu neredeyse. Ama adam bir kadını rahatsız ederken hiçbirinin umrunda değildi. Ülkenin geldiği son durum.

 

Derin bir nefes aldım. Elimi saçıma attım. “Tamam, tamam. Şimdi ayılt bakalım Ardayı.” Yerde ki adama bakarken, “ölsün, banane,” dediğinde, “ben şimdi öldüreceğim he," dedim sinirle. Sinirimi çıkaramayınca, etrafta bize bakan insanlara baktım. “Dönün önünüze kardeşim, haydi! İzlemek istiyorsanız gidin haber izleyin.” Önüne dönüp, devam ettiler konsere.

 

“Gidiyorum ben!” Arkama dönüp, çıkışa doğru yürüdüm. Birşeyde doğru gitmiyordu ve ben çözüm yolu bulamadığımda yine kaçıyordum. Giderken, kolumdan tutup beni kendisine çekti. “Orada kal bakalım prenses. Seni bir kere bulmuş iken, bir daha da bırakmam! Saçının teline parmağı değsin, o parmağı da koparırım! Canını acıtanın, canını alırım!Bunu güzel aklına sok.” Ruh hastası!

 

Aklıma gelen şeyle, durdum. Arda Bozok’un sağ eli yoktu... Ve bu beni vurduktan sonra olmuştu. Gözlerimi kocaman açtım. “Arda Bozok’un elini sen kopardın değil mi ruh hastası manyak?” Yanımda olan deliriyordu.

 

Tebessüm ettiğinde, yuh diye bağırmak istedim. “Hastaneye kapatmaları gerekiyorlar seni,” dediğimde, “sende farksız değilsin,” dedi. Arkadan sor bana pişman mıyım çalıyordu. “Bir şartla gitmem,” dediğimde, kaşlarını çattı. “Ne?”

 

Gülümsediğimde, korkması gerekiyordu. Çünkü en büyük kozumdu bu benim. Gülüşüm onu etkisiz altına alıyordu.

Loading...
0%