Yeni Üyelik
20.
Bölüm

19. Bölüm

@gecemavisiyazarrr

Üç saat sonra

 

“Bana bunu yaptırdığına inanamıyorum,” dedi kısık sesle. “Bende babamın elini kestiğine inanamıyorum desem yalan olmaz.” Yandan bana baktı. “Baba olmayı becerse idi yapmazdık.” Biliyordum, umrumda değildi.

 

Nerede miydik? Hastanedeydik. Benim veterinerlik iç güdüleri yüzünden bunu yaptırtmıştım. Duman konseri yanmıştı ya, ben ona yanarım. Hemşire önümüzde ve yatakta yatan Arda vardı odada. Biz hale odaya girmemiştik.

 

“Şimdi girip özür diliyorsun,” dediğimde, omuz silkti. ”Cesedimi çiğnesen yapmam ben bunu.” Buraya gelmesi için tek bir gülüşüm yetmişti oysa. Büyük konuşuyordu, fazlasıyla.

 

Ama niye böyle yaptığımın farkındaydı. Yorulmuştum, insanları kırıp dökmekten çok yorulmuştum. Kendimi hergün başka şeylerle yıpratmaktan yorulmuştum. Anormal gibi davranmaktan yorulmuştum. O yüzden yapması gerekiyordu.

 

Gülümsediğim anda, başını başka tarafa çekip bakmadı. “Sakın, sakın kadın. Buraya getirdim, devamını yapmam.” Görüş alanına girmeye çalışınca, başını öne eğip bakmadı. “Kıracak mısın beni yüzbaşı? Seni Vedata şikayet ederim.” Şimdi bakmada göreyim. Sinirle başını kaldırıp, “Vedatına başlarım," dedi sinirle. İstediğimde buydu.

 

Tatlı tatlı gülümsedim küçük çocuk gibi. Baktığı an, ifadesi yumuşadı. “Ölsem dilemem,” dediğinde, “kusura bakma de," dediğimde, derin bir nefes aldı. Hemşireye baktı. “İçinde zehir alan bir serum bağlıyamıyor muyuz?” Hemşire gülmemek için kendisini zor tuttu. “Maalesef.”

 

Bu sefer gerçekten gülümsedim. “Bu tamam demek herhalde.” Yüzü bu durumdan hiç memnun olmadığını gösteriyordu. “Hay ben o konsere gelirken sürdüğüm arabanın direksiyonunu, mazotunu, biletini, o içki almaya gidişimi, buraya gelişimi, sürüşümü...” Hemşire boğazını temizleyince, sustu.

 

Benim ise keyfim yerindeydi. “Yaptığımdan dolayı üzgünüm, kusura bakma diyeceksin sadece,” dediğimde, “yalan söylemek günah ki deniz kızı. Ben yaptığımdan hiç pişman değilim. Hem o burnunu kırmadığıma dua etsin o,” dedi masum masum. “İşte, bunların tam tersini söyleyeceksin. Adamın burnunu kırdın zaten.” Gerçekten kırmıştı! Kalın kafalıydı.

 

Keyifle gülümsedi. “Ne güzel işte. Birisine sarkmadan önce o burna bakıp, başına ne geleceğini hatırlar.” Delirtecekti bu adam beni! “Bence sevgiliniz haklı,” dedi arkadan hemşire.

 

Yüzbaşı destekçi buldu ya, hemen lafa atladı. “Hay ağzından bal damlıyor bacım. Bak bakıyorlar hemşireler işte yavrum, gidelim biz. Eğer o odaya girersem, bu sefer kolunuda kırarım.” Gülümsemi sildim. İyi dilden anlamıyordu bu adam! “Yüzbaşı delirtme beni! Gidip adam akıllı özür dileyeceksin.”

 

Oflayarak, odaya girdi. Memnuniyetle bende girdim. Odada Çiçek Doktorumu görünce, “doktor hanım,” dedim arkadan. Bana döndüğünde, “Cansu Hanım,” dedi o da şaşkınlıkla. “Vuruldunuz mu?” Yazık, kadının aklına neler soktum. “Yok be Çiçek Hanım. Duraksadık biraz, belki devamı gelir.” Çok komik! Kimse gülmedi.

 

“O zaman olay çıkardınız.” Gülümsedim. “Ne güzel tanıyor kadın beni. Ama size hala alıngınım, söyleyeyim. İlk geldiğimde sigara vermediniz, kalbimi kırdınız.” Ciddiye alıp, dudaklarını büzdü. “İyiliğiniz içindi o. Kalbinizi kırmak istemezdim,” dediğinde şaşırdım. Beni ciddiye alıp üzülmesini beklemiyordum.

 

Hay diline eşek arısı soksunlar Cansu! “Şaka, şaka. Kalbim kırılmaz benim doktor hanım. Hem melek gibi kadınsınız, kırmazsınız yani.” Olumlu anlamda salladı başını. Doktordan döndüğümde, tebessümünü tutamayan Ardayı görüp, daha çok şaşırdım.

 

Yüzbaşına baktım. O ise sanki kendisi yapmamış gibi rahatça duruyordu. “Fazla sert vurdun galiba. Gülüyor adam, aklı gitti kesin.” Yüzbaşı baktı, yüzünü inceledi. “Şişeyi kafasında kırsaydım gidebilirdi. Bir kafayla gidiyorsa o akıl, gitmek için bahane arıyordur.” Çok biliyorsun sen!

 

Arda, “merak etme, aklım yerimde,” dediğinde, içim rahatladı. “Ben şimdi bir aklını alırım,” diye söze başlayan yüzbaşının, kolunu sıktım. Sustu, devamını getirmedi. “Şaka yapıyor o,” dedim toplamak için. Gayet şaka yapmadığı belliydi.

 

“Yapmıyorum,” dediğinde, tersçe ona baktım. Ben ona ne dedim o ne diyor! “Haklı adam. Ben, özür dilerim Derya. Yani adın her neyse.” Cümleye başlamasıyla, hafif şaşkınlıkla ona döndüm. Yüzbaşı da bunu beklemiyor gibiydi. “Sarhoştum, o kadar içmemem gerekiyordu. Hem yüzbaşı arkadaş az bile yaptı bana. Ben olsam bende aynısını yapardım. Hastaneye getirdiği için teşekkür etmem gerekiyor.” Ne?

 

Çiçek Hanım olayı anlamaya çalıştı. “Barut Bey mi yaptı bunu?” Ta kendisi! “Evet.” Birde söylüyor umursamazca! “Anladım.” Ardaya döndü. “Şikayetçi olacak mısınız?” Olursa, yüzbaşını ben bile durduramazdım. “Hayır,” dediğinde, “teşekkürler,” dedim.

 

“Olay bittiğine göre, gidiyoruz,” diyen yüzbaşı kolumdan nazikçe tutup, odadan çıkardı beni. Bari görüşürüz deseydim! “Yüzbaşı, dur bi,” dediğimde, durup bana baktı. “Ne var yine?” Tersçe baktım ona. “Tuvalete gireceğim dağ ayısı! Altıma edeceğim biraz daha durursam.” Dudağının kenarı yukarıya doğru kıvrıldı.

 

Gerçekten konserden beri tutuyordum. Şu topuklularında Allah belasını versindi! Acı çekiyordum resmen. “Sağdan,” dediğinde, “eyvallah,” dedim ona ayak uydurarak. “Bizden.” Ne kadar gıcık olsada seviyordum şu adamı.

 

Tarif ettiği gibi gittim sağ taraftan. Kızlar tuvaletine girecekken, “Cansu,” diyen Keremin sesini duydum. Arkama dönüp, ona baktım. “Kerem. Birşey mi oldu?” Başını iki yana salladı. Bu onun için yeterli bir cevaptı. “Sen?” Bu soruyu sormayacaktın oğlum. Baran’a yetişene kadar sana anlatabilirim.

 

Harbiden, zebanim nerede benim? Kesin horlayarak uyuyordur gerizekalı. Dikiş attırmıştır inşallah. Bu düşünceleri bir kenara bırakıp, başımdan geçenleri anlattım tek tek. Camıma taş atışından, hastaneye gelişimizden beri. Tuvaletimi çoktan unutmuştum.

 

“Kötü olmuş. Şu adamın odasının numarası neydi,” diye sorduğunda, “34,” dedim. Sonra ise kaşlarımı çattım. “Ne yapacaksın?” Omuz silkti. “Hiç. Sen tuvalete gir bence. Yoksa birazdan altına edebilirsin.” Bu adam her zaman çok haklı konuşuyordu.

 

Hafif tebessüm ederek, tuvalete girdim. Şanslıydım ki tuvaletlerin ikisi boştu. Tektük insanlar vardı. İlk önce temel ihtiyacımı karşılayıp, aynanın karşısına geçtim. Rujum silinmişti. Hemen çantamdan kırmızı rujumu çıkarıp rujumu tazeledim.

 

Yandan, iki kişi dedikodu ediyordu. “Son haberi gördün mü kızım? Koskoca Arda Bozok kalp krizinden gitmiş öteki tarafa,” dedi sarışın olan. Esmer olan ise, dudaklarını büzdü. “Gördüm ya. İyi adamdı, ülkeye katkısı dokunmuştu baya. Kızı için üzülmüştüm ben en çok. Ölümlü dünya işte, ne zaman geleceği belli olmuyor.” N- ne...

 

Elimde ki ruj yere düştü. Dünya durdu sanki. Ne saçmalıyorlardı onlar? Kim ölmüştü... Akıllarını kaçırmış olmalıydılar. Komik şaka... Şaka gibi görünmüyordu ama.

 

Duyduklarım sadece bir hayalden ibaretti. Arda Bozok ölmezdi ki. Onun ilk önce beni öldürmesi lazımdı... Bu imkansızdı. Dünyaya kafa tutan Arda Bozok ölmezdi. Yalandı, yine yalanlardı bunlar.

 

Sakin ol Cansu, sadece yalan. Öyle olması lazımdı. Lanet olsun! Niye kızlar şaka demiyorlardı! Olamazdı, hayır... Sikerlerdi! Ölmüş müydü...

 

Kızlar bana bakarken, ben onları duyamıyordum bile. Birşey söyledi esmer olan, ben ise onu duymadım. Sarışın kızın tek bir sözünü duydum. “Sizde şok oldunuz değil mi? Hiç ölmeyecek gibi geliyor Arda Bozok’un. Ama cesedi haberlere çıktı canlı yayında.” Susması lazımdı.

 

Ellerim kahrolsun ki titriyordu! Kaçmıştı, yine. Gücümü topladığım an tekrar öldürmüştü beni. Ölüşü bile bana zarardı be! Alayla gülümsedim. “Galiba,” dedim sesimin titremesine engel olamaya çalışarak.

 

Bir süre sonra, herkes tuvaletten çıkmıştı. Ben ise aynaya bakakalmıştım. Gözümden yaş gelmiyordu ama niye canım çok acıyordu? Ölmesi gerekiyordu, olmuştu da...

 

Ölmüş...

 

Kolyemi sıkıca sıktım ve göğsüme bastırdım. Kolyemin içinde yok olmak istiyordum. Etrafa boş bakışlar attım. Neredeydim ben? Ne yaşıyordum? Yaşamamam gereken birşey mi yaşıyordum? Neden ciğerim solana kadar ağlamak istiyordum? Devin ağlamış mıydı? Ağlasındı. Ağlamasındı...

 

Duvarın dibinde oturup, dizlerimi kendime çekmiştim. Ben ne ara duvarın yanına geçmiştim? Başım dönüyordu ve beynimde tektük sesler vardı. Onun bana nefretle haykırdığını duyuyordum. Tokat atışları, sırtımda ki kemer izleri ve o depo... O depo benim asıl öldüğüm yerdi. Orada mı can vermişti? Vermesindi. Oraya iki ölmüş ruh dar gelirdi.

 

Nefes alamıyordum. Sadece tek birisini istiyordum. “Yüzbaşı,” diye mırıldandım içimden. Duyar mıydı beni? Ölüyordum beni yine, ihtiyacım vardı ona. Baba gibi sarılsaydı ya bana. Geçecek deseydi ya geçmese bile.

 

Kolyemi hiç bırakmıyordum. Lakin birşey oldu, sesimi duydu sanki. “Deniz kızı, tuvaletin deliğine mi düştün?” Ses vermek istedim ama veremiyordum. Ölmüştü... Beynimde sadece bu cümle tekrarlanıyor ve beni yok ediyordu.

 

Gözümü sıkıca kapattım. “Geçecek, geçecek, geçecek, geçecek...” Geçsin Allah'ım nolur. Ben ölsün derken öleceğini hiç düşünmemiştim ki. Onun yerine niye benim canımı almamıştın? Nefes almaya çalıştım ama alamadım.

 

Kapının kapınışını duydum ama hareket edemedim. Sadece, “geçecek,” diye mırıldanıyordum beynimde ki seslere inat. “Deniz kızı,” diye seslenişini duydum Barut’un. Yanıma eğildiğini hissettiğimde, mırıldanışım durdu ve gözlerimi açtım.

 

Gözlerime baktığında, sertçe yutkundu. Hiçbir şey sormadı, ne olduğunu açıklatmadı. Aptalca teseliler vermedi. Omzundan tutup, göğsüne çekip, sıkıca sarıldı bana. Saçıma bir öpücük kondurup, “geçecek, söz,” dedi.

 

Geçmiyordu... Ama inandım ona, her zamanki gibi. Gözümden yaşlar boşalırken, hıçkırdım. O varsa ağlayabilirdim. “Sen öl- ölme ol- olur mu yüzbaşı? Sen- sende git- gitme...” Yutkunduğunda, “siktir, sen,” derken sustu. O biliyordu, bilirdi.

 

“Olması gerekiyordu,” diye mırıldandı. Evet, olması gerekiyordu... Ölmesi gerekiyordu. Gerçek olan buydu ve olmuştu. O zaman ben niye bağıra çağıra ağlamak istiyordum? Güldüm alayla. “Kaçtı, yine.” Evet, kaçmıştı. Onu yok edecek gücüm varken o yine kaçmıştı.

 

Sustu, birşey demedi. Ağlamamı durdurdum. Ben ölsem o kahkaha atardı oysa. Ama benim uykum vardı sadece. Belki de uyumak herşeyi kolaylaştırırdı.

 

Gözümü kapattım uyumak için. “Uykum var benim,” dediğimde, “uyu,” dedi. “Gitme ama.” Tebessüm ettiğini hissettim. “Gidecek göz var mı bende sence?” Yoktu.

 

Ve derin bir uykuya daldım ona güvenerek. Uykuya daldım bu sikik Dünyaya inat. Tek hissettiğim beni sarıp sarmalayan ve burnuma dolan sigara karışık barut kokusuydu...

 

🥀

Can acısı boktan birşeydi. Herşey boktandı onun için. Aslında Kerem demek, boktan demekti. Bunu en iyi farkeden yine oydu.

 

“Dur bi,” diyen Çiçeğe baktı. “Sende bir durup gitsen mi?” Alındı anında Çiçek ama belli etmedi. Çok alıngan olmakta boktan birşeydi. “Kötüsün, gidemezsin,” diye mırıldandı. “Ben her zaman böyleyim lavanta. Sen gidip başkalarını iyileştirmeyi dene.”

 

Bu sefer çok boktandı. Hastane televizyonda Arda Bozok’un öldüğünü görmüştü... Baba diye sıfatlandırılan adam ölmüştü. İçip rahatlaması gerekiyordu ama bu kadın ona yardımcı olmuyordu.

 

Ama Çiçek haberi izlediğini görmüştü. “Gitmiyorum. Bana bak adam, şuan istersen cehenneme git geleceğim peşinden.” Hastaneden çıktığında, Çiçekte koşarak çıktı hastaneden.

 

“Başımın belası mısın sen?” Onu neden umursadığını bilmiyordu ama umursuyor gibiydi Kerem’i. “Öyleyim, var mı itirazın?” Vardı. “Başka zaman ol başımın belası. Bu gece değil, şu dakika hiç değil.”

 

Aslında olmazsa ya ölecek yada sesizce ruhunu gömecekti. Ölmesi sikinde değildi, geride bıraktıkları onu bitirecekti. Kardeşinin ne durumda olduğunu tahmin edebiliyordu. Sikerlerdi!

 

Ama gözü arkada değildi. Çünkü Türkmen ondan daha iyi gelirdi Cansu’ya. Kendisine iyi gelen şey ise, içkiydi. Ve bu kadın bunu anlamıyordu.

 

Kolundan tutup, “ya dur,” diye kendisine doğru çevirdi. Kerem ise derin bir nefes soluyarak döndü. “Ne var lavanta? Psikolog musun yoksa sen? Anlıyorum çabalarına falan gireceksen git bence. Bence sen her şekilde git. İki kere denk geldik diye sana dert yanacağımı sanma. Kendi denginle oyna, kırılırsın.” Ama bu sefer kırılmadı Çiçek. Şuan dediklerine alınmaması gerekiyordu.

 

“Bir yıl psikoloji okuyup bıraktım bu arada. Ama seni çözdüm ben.” Alayla tebessüm etti Kerem. Eğildi Çiçeğe doğru. Ama eğilmesine rağmen hala ondan uzundu. “Öyle mi,” dedi ciddiye almayarak. “Anlat o zaman lavanta. Bak bakalım, ben neymişim? Eğer bilirsen gelirsin. Eğer bilemezsen işinin başına dönersin. Kabulse anlat.” Çiçek eline geçen fırsatı kaçırmayacaktı. “Kabul. Ama bak, gideyim diye yalan söylemek yok.”

 

Yüzünü inceledi Kerem. Bu kadar masum olması imkansızdı bu boktan Dünya için. Birşeyler olması gerekiyordu ama hiçbir açık vermiyordu. Belki de kafasında kuruyordu, bilmiyordu. “Tamam,” dediğinde, anlatmaya başladı Çiçek:

 

“Sana göre herşey boktan,” dediğinde, “sadece bunu mu anladın,” diye sordu Kerem alayla. Bir adım Çiçek ona yaklaşınca, kaşlarını çattı. Rahatsız olmasın diye uzak duruyordu. “Ve herşeye alaya alıyorsun yada susuyorsun. Hiçbir şey umrumda değil imajı veriyorsun ama bence herşey umrunda. Kafan durmadan karışık ve sen üşümeyi seviyorsun.”

 

Kerem’in yüzünde ki alaylı gülümseme soldu yavaş yavaş. Öyle miydi? Bunun cevabını o da bilmiyordu ki. “Sen donar iken, soğuk su bile sıcak geliyor sana.” Kerem sustu, birşey diyemedi. Sonra ise yine yüzünde alaylı gülümseme ekledi. “Psikolog’tan devam etmemen yaranına dokunmuş. Bu arada doktor maaşları iyi diyorlar, doğru mu?” Dikleşip, yürümeye devam etti.

 

Çiçek, “doğru bildim değil mi," diye sorduğunda, “ne istiyorsun," diye sordu Kerem. Bu bir çeşit evet demekti. Çiçek gülümsedi ve yanında yürümeyi başladı. Bu sefer Kerem yavaş yürüyordu. Çünkü normal hızında ona yetişemiyordu Çiçek.

 

“Hiç," dedi Çiçek. “Yalan söylemeyi başaramıyorsun lavanta. Ölüp ölmeyeceğimi kontrol altına almak için geldin. Ama merak etme, ölecek kadar bu boktan hayattan nefret etmiyorum.” Çiçek yüzünü inceledi. “Nefret ediyorsun.” Doğru, ediyordu.

 

Cebinden metal şişeyi çıkardı Kerem. Kaşlarını çattı Çiçek şişeye bakarak. “O ne?” Kapağını açıp, yudumladı Kerem içkisinden. “Bira,” dedi çok normal birşeymiş gibi. Çiçek gözlerini kocaman açtı. “Birayla mı geziyorsun sen her zaman?”

 

“Evet.” Çiçek elinden almaya çalışınca, yukarı kaldırdı Kerem. Ona yetişmesi imkansızdı. Başkası olsa sinirlenirdi ama o sinirlenmeye bile üşendi. “Bir daha, bunu yapma cüce lavanta.”

 

Tersçe baktı Çiçek ona yandan. Kollarını çocuk gibi göğsünün altında bağladı. “Zürafa! Benim boyum normal bir kere! Senin ki çok uzun.” Gülümsedi Kerem. Bu sefer cidden gülümsemişti. “Sesin gelmedi cüce, ne dedin? Hava yaptı sesin.” Çiçek omzuna vurdu. “Çok kötüsün!” Sesli bir şekilde güldü bu sefer Kerem.

 

İçtiğinde, “bende içeceğim," dedi bu sefer Çiçek. “İsteklerin hiç bitmiyor lavanta. Bu yüzden konuşmak zorunda kalıyorum ve bu canımı sıkıyor.” Konuşmak zaman kaybıydı onun için. “Ne güzel işte. Çenen çalışır birazda işlevini unutmaz. Bana teşekkür edeceğine isyan ediyorsun.”

 

Kerem şişeyi ona uzattı. “Dikkat et, çarpmasın.” Yalandan güldü Çiçek ama aldı. İlk yudumunu içince, öksürdü. Tadıyla yüzünü buruşturdu. “Bu ne be? Nasıl içiyorsun sen bu zıkkı mı?” Alayla baktı ona Kerem. “İçmek isteyen sendin. Ama bu diğer biralara benzemez, o yüzden kafan hemen gider.” İçine koydukları farklıydı.

 

“Esrar deme bana," dediğinde, “asker olduğumu unutmuşa benziyorsun lavanta,” dedi Kerem. O kadarda bok yoktu içinde. Hem olsa ona vermezdi. Ona inat bir yudum daha aldı Çiçek. Umursamadı Kerem. Ne istiyorsa yapsın diye düşündü.

 

Bu sefer yüzünü buruşturdu sadece Çiçek. Söylenecek iken, önünde ki yavru kedi gördü. Gülümseyerek, şişeyi Kerem’e uzattı. Kerem ise kaşlarını çatarak aldı şişeyi.

 

Eğilerek, başını okşadı kedinin Çiçek. Kedilere zaafı vardı. “Ne yapıyorsun sen?” Çiçek onun kucağına atlayan kediyi sarıp sarmaladı. “Çok tatlı,” dedi Çiçek. Kapkara yavru bir kediydi. Gözleri ise masmaviydi.

 

“Bu mu?” Kerem anlamsızca ona baktı. Ama onu ifadesiz görürlerdi. Buna Çiçek dahil dahildi. Gülse bile ifadesiz derlerdi Kerem’e. “Evet. Ay ben bunu bırakamam karanlık.” Karanlık... Kerem’in lakabı artık oydu galiba. Ona yakışan bir lakaptı.

 

Kerem içti içkisinden. “Bırakma o zaman. Sevgi gösterip bırakacaksan, hiç sevme lavanta. Hayvanlarda kırılgandır senin kadar olmasa da.” Kaşlarını çattı Çiçek. “Felsefe okusaydın o zaman.” Okuyordu, hergün. Boş insan değildi, sadece hayat çok boştu.

 

Kedi kucağında mıyışmıştı. Hava soğuktu, daha küçüktü de. Buralarda köpeklerde çok olurdu. Bırakıp gidemezdi Çiçek bu kediyi. “Ne olsun adı karanlık? Sen bu yavruya güzel bir isim bulursun.” Evet, bulurdu

 

Düşünmedi bile Kerem. Saniyesinde cevap verdi. “Nilüfer.” Gülümsedi Çiçek. “Müslüm Gürses dinlemiyorum sanıyorsan yanılıyorsun.” Şaşırdı Kerem, Müslüm Gürses dinliyordu. Neye şaşırıyorsa yani. Herkes Müslüm Gürses’i bilirdi. “Rakı masasında Müslüm Gürses dinleyecek insan tipi yok sende. Daha çok Hande Yener gibi.” Tam tersiydi. Sadece rakı içmezdi.

 

“Boşversene orasını sen. Tamam, bulduk ismini. Nilüfer artık benimle.” Kucağını alıp ayağa kalktı. Montuna sakladı üşümesin diye. “Babanla aran nasıl?” Kerem bunu boşversene dediği için sormuştu. Gıcıktı, düzelmezdi.

 

Yutkunamadı Çiçek. Ellerini yumruk yaptığında bu Kerem’in gözünden kaçmamıştı. Çiçek gözlerine baktı ona inat. “Babanın mezarına gidecek misin? Yada kardeşine bir abisi olduğunu söyleyecek misin?” Dişlerini sıktı Kerem. “Cansu’yu karıştırma,” derken, sesi tehditkarca geliyordu.

 

Çiçek o noktayı görünce, ona doğru yaklaştı. Aralarında yarım adım kalınca durdu. “Kardeşini bu kadar seviyorsan, niye o ölürken yanında olmadın? Vuruldu, alaya aldı ama en çok aile sevgisi istedi, istiyor. Bunu bir yabancı bile anlarken, sen çok sevdiğin kardeşini nasıl anlamadın?” Bu atışmanın sonucu kötü olacaktı.

 

Güldü Kerem alayla. “Sanane?” Onu ilgilendiren bir durum yoktu. “O zaman babamdan da sanane.” Çiçeği tek Çiçek yapmayacak kişisiydi babası. “Ne oldu, canın mı acıdı lavanta? Pederle pek aralar yok gibi. Sen mi ondan nefret ediyorsun yoksa o mu senden ediyor? Yada karşılıklı? Pardon, bananeydi değil mi?” Alayla gülerken, içkisinden yudumladı Kerem.

 

Birbirlerinin sınırlarıyla oynuyorlardı ve ikisinde pes edesi yoktu. “Seninki nasıldı be karanlık? Baban ölünce hemen attın kendini hastaneden. Kafana sıkacak gibiydin. Anneyi de bırakmayalım şimdi. Ama annen seni sevip, isteseydi sen böyle olmazdın ki. Evlat olsan sevilmezsin lafına örnek seni gösterebiliriz.” Omuz silkti.

 

Kerem ise buradan vurmasını pek beklemiyordu. Yanılmamıştı, kimse o kadar masum olamazdı. “Aslında haklısın, banane ki? Kafana sıkma işini tekrar düşün derim. Sana göre herşey boktan ya hani karanlık. Ölürsen, Dünya bir bok parçasından kurtulur, fena mı? Annende mi öyle düşünüyordur sence?”

 

Kerem ellerini yumruk yaptı. Kardeşine bile laf söyleyebilirdi ama Devin’e... Eğer önünde bir erkek olsaydı, bir daha olamazdı. Kulağına yaklaştı Kerem. “Bir, bir daha karşıma çıkma. İki, annemi bir daha ağzına alırsan,” derken, “ne yaparsın," diye sordu Çiçek. “Öldürür müsün beni?” Tebessüm etti Kerem ama hiç mutlu yada alaylı değildi. “Neden olmasın? Ve üç, pederle aranız neyse fena acıtmış. Tedavi edin.”

 

Ceketini düzeltip, giderken Kerem durdu. Ceketinin cebinde ki atkıyı çıkarıp, göğsüne doğru attı. Refleks olarak tuttu Çiçek. “Çöpe atmadan sende kalsın. Bir daha görüşmemek üzere prenses. Karşıma çıkma derim.” Giderken arkasından, “sende çıkma derim karanlık. Belki de düşündüğün gibi masum değilimdir.” Cevap vermedi Kerem. Metal şişeyi cebine koyup, köşeden gitti.

 

Derin bir nefes verdi Çiçek. “Ölme karanlık, ölme.” Geldiği yoldan geri gitti orda. Onu o hale getirecek tek kelime, baba idi. Aslında her ikisinde de öyleydi.

 

🥀

 

Devin Bozok

 

Ölümünden üç gün geçmişti. Gözlerim dolu kamerlara baktım. Bir tane spikerci, “üç gün geçmekte bulunuyor Devin Hanım. Kendinizi nasıl hissediyorsunuz,” diye soran adama baktım. Salak, iyiyim dememi bekliyordu herhalde.

 

Zaten öyleydim. Ah, sakla bunu Devin. Sen emekli, kocasını kaybetmiş masum bir kadınsın. İçimden güldüm. Hayır, kesinlikle öyle değildim. Şuan her tarafı yakıp, eğlenmek istiyordum.

 

Ah, hayır Devin. Sen şuan göğsünde ki acıyı saklamaya çalışıyormuş gibi görüneceksin. Elli iki yaşında ki aptal kadınlar gibi olacaksın. “Bunu size tarif edemem,” dedim sanki çok büyük acılar yaşıyormuşum gibi.

 

“Peki, olay anında siz var mıydınız,” diye sorduğunda, hıçkırdım kendimi tutamamış gibi. “Evet. Gözümün önünde can verdi Arda’m. Telefonun şarjı yoktu, ambulansı arayamadım. O suçluluk hep benim üzerimde kalacak.” Hayır salaklar, gram umrumda değil.

 

Kız sordu başka soruyu. “Cenaze töreni şimdi başlayacak. Ama, kızınızın mezarı burada değil. Bunun sebebi nedir?” Kızım mı? Kusucam buraya resmen! Yaşayan birinin mezarı olmazdı ki. Tabi, bunu siz bilmiyorsunuz. Reyhanlıya yani onların diyişiyle Kızıl tepeye giderseniz, kızımı bulabilirsiniz.

 

“Kızım,” derken sustum. “Yangında yandı ve bedeni küle dönüştü. Bizde o yüzden ondan kalan hatıraları, o konağın bahçesine gömmüştük.” Aferin Devin, iyi yalan uydurdun. Acıdan bayılma numarası yapmamak için kendimi zor tutuyordum. Bunlar bana çok kolay kanıyorlardı ve bu delicesine hoşuma gidiyordu.

 

Siyah saçlarımı geriye attım. Siyah bir elbise giymiştim. Kasvetli bir ortamda yalancı insanlar da siyah giyinmişlerdi. Hiçbirinin umrunda değildi ki. Sadece olayı izlemeye gelmişlerdi. Olsun, en azından daha fazla oyun oynayabilirdim!

 

“Kızınız ölürken siz neredeydiniz,” diye soru soran tanıdık sesi duyunca, içimden kaşlarımı çattım. Bunun burada ne işi vardı? Arkamı dönüp, “yavrum. Yanıma gel hadi,” dedim yalan bir samimiyetle. Yalan düşün Devin, hadi.

 

Önümde Cansu vardı. İsim koyma zahmetine bile girmemiştim ona. Cansu ise geldi. Ne yalan uyduracağımı bekledi. Aramızda üç adım vardı. “Bu kız kim,” diye soran sipiker’e cevap ararken, Cansu cevapladı. “Bozok yetimhanesinde büyümüş Cansu Türkmen’im ben. Arda Bozok’un vefat ettiğini duyunca, perişan olup buraya geldim. Anne baba gibi bakmışlardı bana. Ne desem az.”

 

Aferim Cansu, aferin. O kadar salak değilmişsin. Etrafa baktım. Ve görmeyi beklediğim kişiyi gördüm. Arkada bana ölümcül bakışlar atan yüzbaşı. Salak herif! Benim işimi fazla zorlaştırmıştı ve hala devam ediyordu.

 

Ne buluyorsa şu kızda. Yakışıklı çocuktu, elini sallasa ellisi gelirdi. Bizim sevimsizle ne işi olurdu ki? Kendi anne babası sevmemiş iken, -yani ben- o nasıl sevmişti? O kadar da akıllı değildi demek ki.

 

Önüme dönüp, “şu anlık bu kadar arkadaşlar. Cenazeden sonra eğer iyiysem, tekrar buluşabiliriz,” dediğimde, teşekkür ederek, diğer çekilecek yerlere gittiler. Gözlerimi devirdim.

 

Güldü Cansu. “Biliyor musun Devin Bozok, çok iyi oynuyorsun. Niye oyuncu olmadın ki sen? Yazık olmuş yeteneğe.” Ona baktım. “Aptal olma, gülüşünü sil. Haber başlıkları seni çekebilir her an.” Gülümsemesini silmedi.

 

“Yok, silmem. Bugün benim günüm Devin. İlk toprağı ben atacağım, bak söz. Bir görelim, senin gibi izleyici olmak nedir?” Güldü kendi kendine. Ellerini film karesi gibi açtı. “Bozok konağı! On sekiz yaş üstü, şiddet ve korku.” Delirmeyi benden almıştı.

 

“Asel nasıl Cansu?” Asel dediğim an gülüşü silindi. Tebessüm ettim. “Beni büyük bir beladan kurtardın. Yanımda kalsaydı, onu gerçekten öldürecektim.” Kürtaj yapmak için, çok geç fark etmiştim hamile olduğumu. Karnımdayken ölmediyse, doğduktan sonra öldürdü. Benim için hiç fark etmezdi.

 

Kolumdan tutup, beni kendine çekti. Kolumu sıkarken, daha fazla tebessüm ettim. “Ne oldu, canın mı yandı? Merak etme, seninle bütün hevesimi attım ben. O çocuk uğraşacak kadar önemli değil benim için. Al senin olsun, bedava.” Kolumu daha fazla sıktı. “Seni onun yanına yollarım. Senden korktuğumu sanıyorsan, yanılıyorsun. Seni gözümü kırpmadan öldürürüm, canım bile yanmaz.” Biliyordum.

 

Kolumu tutan elini, kolumdan çektim. “Onu yönlendiren ben iken, pek konuşma derim Cansu Bozok. Seninle hala uğraşabilirim.” Gülmemem gerekiyormuş gibi, elimi ağzıma götürdüm. “Çünkü sen beni hiçbir zaman yenemezsin ki. Tek bir oyunuma bakar seni yok etmem. Ne dersin, ebelemece oynayalım mı?” Delirmişim gibi baktı bana.

 

Ben deli değildim ki. Onlar fazla sıkıcıydılar. Onların acıları beni eğlendiriyordu. Ve ben bu hayatta sadece kendimi düşünürdüm. Bu çok ama çok güzeldi!

 

Yüzbaşı buraya doğru geldiğini hissettim. “Ayartmışsın yakışıklı adamı. Para mı veriyorsun seni sevmesi için he? Başka türlü sevilmezsin sen.” Bu dediğimi o yüzbaşı duymamıştı. “Ben şimdi seni,” diyerek elini kaldırmıştı ki, yüzbaşı yetişip tuttu. “Bir sürü haberci var, sakin," diye mırıldandı.

 

Gülerken, “akıllı bu çocuk,” dedim. “Ama tek bir kusuru var. Değil mi koca oğlan? Anlatmamı ister misin?” Tek bir bakışı, cevabı vermişti. “Bırak,” dedi Cansu sinirle. “Senin gücün bana yeter sanıyorsun. Seni ben doğurdum Cansu Bozok. Senin gücün bana yetmez. Sinir hastası zavallı bir kızsın. Baban bile sevmedi seni, sen neyin havasındasın?” En azından benim babam beni sevmişti.

 

Sustu. Adı bile geçsin acı çekiyordu. Yaşıyor yada yaşamıyor, her türlü ona küçük bir zavallıydı. Onun en büyük korkusu Arda Bozoktu. Ve bu hoşuma gidiyordu. Hayır Devin, o senin biricik kızı. Ah, bu yalan bile midemi bulandırdı.

 

Üzerime yürüyecekken, yüzbaşı belinden tuttu. “Sana yemin ediyorum Devin Bozok, mezarın olmayacak. Mezarını yaptırsalar, o mezarı kıracağım.” Aynı abisiydi. Oğlum neredeydi benim? Ona katlanabilirdim. Yalan yok, oğlumu seviyordum.

 

Bu hayatta sevdiğim iki şey vardı. Kendim ve Kerem. O benden nefret ediyordu ama umrumda değildi. Onu yollayıp, kurtarmıştım Bozoklar konağından. Şu kızın hafızasını sildirip, hergün acı çektiğini haykırtmıştım o deponun içinde. Geçmişin acılı olduğunu ve geleceği gibi olduğunu sanmıştı. Oysa, Kerem onu koruyordu.

 

Arda dan korkması da aptallıktı. Ona yöneten ben varken, ondan korkmuştu. Kerem ise kimin ne olduğunu biliyordu. Zekiydi, benim gibi. O annesinin oğluydu. Bu kız ise bir hatanın sonucuydu. Babasının kızı bile olmayı becerememişti ki.

 

“Gidelim,” dedi yüzbaşı. “Gitmeden Arda Bozok’tan not var sana.” Kaşlarını çattı Cansu. Yüzbaşı ise baş parmağını işaret parmağına sürttü. “Gidelim deniz kızı,” dediğinde, cebinden zarfı çıkardım. “Oku bunu. O zaman belki onu bile seversin de o seni sevmez.” Biliyordu, kırılmadı.

 

İçindekiler, gerçek kişiliğini çıkaracak şeylerdi. Ve bu beni daha çok eğlendirirdi.

 

“Bana mı,” diye sorduğunda, “evet,” dedim. Alacakken yüzbaşı ondan önce davranıp, aldı zarfı. Pantolonun arka cebine koydu. “Gidelim,” dediğinde, onaylar mırıltı çıkardı Cansu. Şaşkındı ve küçük kız çocuğu gibi olmuştu. Onun için bazen üzülüyordum. Çok mu boktan yarattım diye. Ama bu fikri silmem bir saniyemi bile almıyordu. Nefretimin sınırı yoktu.

 

Giderken, yere bir kağıt parçası düştü yüzbaşından. Yere eğilip, aldım notu. ‘Kerem’in selamı var.’ yazıyordu. Dişlerimi sıktım. Gözlerim bu sefer gerçekten doldu. Çok özlemiştim oğlumu, çok...

 

Aptallaşma Devin, duygusal olma sırası değil. O şeyi kameralara yapacaksın, kendine değil. Saçlarımı düzeltip, mezarın yanına gittim. O salaklar gittikten dört saat sonra, bütün işler bitmişti. Herkes gitmişti sonunda.

 

Mezarın yanına oturdum. “Sen öldüğüne göre, herşey ortaya çıkabilir Arda. Biliyor musun, ben olsam beni sevmeyi bırak, güvenmezdim bile.” Güldüm. “Sende aptaldın Arda. Bütün yalanların o mektupta. Cansu ne olursa olsun onu okur ve gerçek Cansu olur. Çok eğlenceli değil mi?”

 

Cevabında sadece koca bir sesizlik almıştım.

 

Ama gerçek cevap felaketi yarattığımdı. Bundan mutlu olacak tek kişi ben olacaktım galiba. Benim oyunum şimdi başlıyordu.

 

Arda Bozok devri bitmişti. Sırada Devin’in devri vardı.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%