Yeni Üyelik
21.
Bölüm

20. Bölüm

@gecemavisiyazarrr

Didem

 

İşimi bitirip buradan defolup gitmek istiyordum. Doğum gününde insan çalışır mıydı ya? 12 Ekim, doğum günümdü. Yani bugün. Benim gerizekalım bugün gelmemişti. Gelseydi o kutlardı.

 

Teyzeye baktım. Kedisini getirmiş bekar bir teyzeydi. Ve şuan bana derdini anlatıyordu. “Ben senin yaşındayken, fıstık gibiydim kızım. Bir bakan, bir daha bakıyordu. Ama işte, benim gönlüm ondaydı da babam vermedi.” Gözümden yaş geldi.

 

“Kaçsaydınız ya,” derken, teyzede ağlıyordu. “Kaçacakken babam yakaladı. Öldürdü Ahmetimi,” derken, ağlıyordu. Boyu sopu devrilsin! Sevdalanmış diye öldürmüş adamı! “Sonra beni verdi bir doktora. Hiç mutlu olamadım ben kızım Ahmetimden sonra.” Peçeteyle burnumu sildim.

 

Yandan kedi efkarla miyavladı. “Niye yaptı ki bunu babanız Aysel teyze?” Aysel teyze, yaktın beni! “Düşman köydendi be kızım. Vermedi babam, öldürdü,” derken ağladı tekrar. “Ahmeti. Hapise girdi, kırk yıl yattı. Ömrüde yetmedi çıkmaya.” İyi olmuş! Kızına neler yapmış be?

 

“Didem Hanım,” diyen arkadan ses duydum. Bu ses tanıdıktı. Arkama baktığımda, Gökhan Beyi gördüm. Yüzümü sildim peçeteyle. “Gökhan Bey.” Doğum gününde ağlayan tek kızdım resmen!

 

“Ben gideyim yavrum artık ben. Allah sana istediğin herşeyi versin.” Kedisini kucağına aldı. “Gel buraya tekrar tontiş ninem. Kıyamam ben sana.” Başını olumlu anlamda sallayıp, gitti.

 

Gökhan, “niye ağlıyorsun sen,” diye sordu. “Daha doğrusu, niye ağlıyorsunuz? Kim üzdü sizi?" İsim versem, kaldıracakmış gibiydi. “Babası," dedim sinirli bir üzüntüyle. “Biliyor musun, babası sevdiği adamı öldürmüş yıllar önce. Sonra ise çıkamamış hapisten. Ama iyi olmuş! Teyzemin ne suçu vardı ya?” Kaşlarını çattı.

 

“Kim kimi öldürmüş?” Anlattım baştan bütün olayı. O ise ne anlatıyor bu gerizekalı demeden dinledi beni. “Çok konuştum ben değil mi?” Evet, yine boş boğazlığım tutmuştu. Sen bu akılla devam et kızım.

 

“Yok, tövbe," dedi hemen. “Çok konuşmadın, yani konuşmadınız. Hem konuşun yani. Güzel konuşuyorsunuz.” Kaşlarımı çattım. “Anlamadım?” Elini saçlarını geçirdi. “Cansuya bakıyordum ben.” Gelmemişti o bugün.

 

“Siz bu yüzden gelmiş olmalısınız. Maalesef, esmer bomba bugün gelmedi. Belki dönercidedir." Kaşlarını çattı. “Dönerci mi? O anca tekel’e yada meyhaneye gider.” İşte bu doğruydu. “Dönerci derken, Baran olan dönerciden bahsediyorum. Birde, Cansu ona, dikiş attırmadıysa karşıma gelmesin, dedi.” Benimde karşıma gelmesin.

 

“Allah Allah,” diye çıkan dönerciye, “Baran,” dedim şaşkınlıkla. “Senin burada ne işin var?” Gülümsediğinde, “Cansuyu götürmeye gelmiştik ikimiz,” dediğinde, “komutanım bende varım,” diye çıkan Fırat’ı gördüm. “Kendimi öldürmek istiyorum,” diyen Helin başçavuşda ortaya çıkınca, şaşkınlıkla onlara baktım. Hepsi ne ara buraya toplanmışlardı.

 

“Dördümüz diyecektim,” diye kurtarmak istedi Gökhan. “Dördünüze de maalesef o zaman. Gelmeye niyeti yoktur onun. Ortalıktan kaybolursa en fazla bir ay çıkmaz ortaya. Evi de yok aslında başka, nereye gidiyor anlamıyorum.” Her yıl en az üç kez böyle geçiyordu. Sinirlendiğinde gider, kendine gelene kadar gelmezdi.

 

“Şaşırdık mı," diye sordu Fırat. Hepsi başını iki yana salladı. Baran kaşlarını çattı. “Üç gündür komutanımdan haber var mı lan Fıroş?” Harbiden, ikisi de neredeydi? “Yok komutanım,” dediğinde, “cinayet haberi var mı peki," diye sordu. “Arda Bozok ölmüş komutanım. Ecelden gitmiş ama, cinayetten değil.” Ne?

 

“Ne,” dedim kendime engel olamayarak. Şimdi herşey belli olmuştu. Sesimi yükseltmiştim kendime engel olamayarak. Doğum günümün en güzel hediyesiydi. Herkes anlamsız gözlerle baktı bana. “Arda Bozok’un kim olduğunuzu bilmiyor musunuz değil mi?”

 

Helin, “babası denen kişi miydi," dediğinde, “tam olarak o. Cansu on beş yaşında ölmüştü birde. En çok o konuşulmuştu. O yüzden kimliği de yok mesela.” Evet, ona ait kimlik bile yoktu. Onun yerine Güneş’inkini kullanıyordu. “Siktir edin şunu." Baba denildiği an, tüyleri dikenleşmişti Baran’ın.

 

“Görüşürüz," diyip gitti. Giderken cebinden sigara paketini çıkardığını gördüm. Arkasından Helin başçavuş baktım. Hastaneden çıkacakken, “sikerler,” diyip gitti peşinden. “Peder gitmiş demek ki. Kaçmış piç,” diye söylendi Fırat. “Garanti olsun diye öteki tarafa kaçmış birde. Hay ben onu,” diye küfür edecekken, sustu Gökhan.

 

Benim gözüm ise dönercideydi. “O niye gitti?” Omuz silkti Gökhan. “Takma onu kafaya, umursamaz o birşeyi. Biz daha fazla rahatsızlık vermeyelim. Görüşmek üzere,” dediğinde, “görüşürüz,” dedim tebessüm ederek.

 

Sonra ise onlarda gittiler. Demek Arda Bozok ölmüştü. Peki Cansu iyi mi olacaktı yada daha mı kötü? Her ne olursa olsun gözüm arkada kalmayacaktı, biliyordum. Çünkü o yüzbaşının ona bakarken ki bakışını görmüştüm.

 

Onu iyileştirebilecek tek insan olabilirdi.

 

🥀

Derin bir nefes verdim uykuya dalan yüzüne bakarken. Yolda uykuya dalmıştı yorgun düşerek. Artık uyuyordu, bu bile mucizeydi.

 

Arabayı sağa çektim yavaşça. O ise kıpırdandı sadece. Tebessüm ettim ona bakarken. Uykudayken bile aklımla oynuyordu. Arka taraftan battaniye’yi aldım. Üstünü yavaşça örttüm.

 

Hala ayaktaydı, bu da bir umuttu. Arda Bozok’u öldüren kişi ise Deccaldi belki de. Ama bunu ona söyleyemezdim. Ona her boku gözünü bile kırpmadan yaptığı adama, öldüğü için ağlamıştı. O gözyaşı için parçalarını kesip, mezara sokmam lazımdı. Karısını bırakıp gitmişti köpek.

 

Ama biliyordum, Devin Ardadan daha beterdi. Deniz kızı ondan korkmuyordu, onun dedikleri canını acıtmıyordu. Onun oyunu benimleydi. Yıllardır Arda Bozok’un yok olup, dirilmeyi beklerken, o zamanlar bile o vardı.

 

Korkulması gereken bir insandı. Ama sonunda kaybedecek o olacaktı. İkimizinde tek zaafı vardı ve bunu ikimizde iyi biliyorduk. Benim zaafım deniz kızı iken, onun zaafı oğluydu.

 

Oğlu kadar kızını sevseydi bunların hiçbirini yaşamayacaktı.

 

Artık Baranda yetmezdi. Devin’e karşılık hiçbir asker yetmezdi ve deniz kızı kabul etmezdi. Benim onu gözümden iki saniye bile ayırmamam gerekiyordu. Ve bunun için üç ayım vardı.

 

Yıllık izne çıkmıştım. Üç ay içinde Devin’i bitirmem gerekiyordu. Aslında onun derdi deniz kızı değildi, bendim. Çünkü o sırları sadece üçümüz biliyorduk. Kerem’e birşey yapamayacağı için, beni yenmeye çalışacaktı.

 

Arka cebime koyduğum mektubu çıkardım. Yandan göz ucuyla deniz kızına baktım. Uyanmamıştı, bu iyiydi. Zarftan çıkarıp, mektubu ses çıkarmadan açtım. Satırları okumaya başladım.

Bu mektup Cansu Katar’a yazıldı, Arda Bozok tarafından. Seni neden sevmediğimi soruyordun ya hani? Bu yüzden. Sen benim gerçek kızım değil, bir hatanın sonucunun kızıydın. Ama sen benim yarattığım gerçeğin canavarısın.

 

Geçmişini hiç unutmam diyordun. Bende senin geçmişini elinden aldım canavarım. Abini unutturdum sana, tam on yaşında. Aslında o gün bütün geçmişini unutmuştun. O deponun içinde, bir ay boyunca sana çektirdiğim acıları hatırlattım. Geçmişinin sadece o olduğunu sanıp, geleceğinede öyle devam ettin.

 

Oysa seni düşünen iki kişi vardı. Abin ve Barut. Barut... Abini bir daha görmesen bile, o çocuğun gelecekte de seninle olacağına eminim. Her ne yapar, yine de seni bulur o çocuk. Rizeden Adana'ya gelen manyak bir çocuk o senin için.

 

Ama fazla yalan söylüyor sana. Ben ise sana hep doğruları söylüyorum diye kötü adam oldum. Ben aslında kötü adam değilim canavarım. Ben seni hariç herkesi sevdim. Pardon, gerçek baban ile sen hariç.

 

Orhan Katar, gerçek baban. Ve lanet olsun ki yaşıyor. Devin, hala onu seviyor. Sana hata diyor ama onun sana verdiği ismi koydu.

 

Sana olanların asıl suçlusu o. Çünkü ben bile kendimden nefret ederken, o sadece eğleniyor. Karşıma çıkmasaydı dönüştüğüm kişi olmazdım. Ama olduğum kişi için pişman değilim.

 

Yalanlarla kandıralacaksın. Tıpkı o çocuğun seni yalanlar söylemesi gibi. İyiliğini isteyerek yalan söylemesi saçmalık değil mi? Yalanlar her zaman boktandır, aynı senin gibi.

 

Neyse canavarım, her neyse. Belki bu mektubu okuyacaksın ilerde, bilmiyorum. Ama bugün sen benim için yalandan yarattığım yangında öldün, herkes gibi.

 

Ve son olarak, ilerde seri katil çıkacak, eminim. Kurbanları arasında bende olacağım, biliyorum. Öldüğüm gün, bu mektubu sana verilecek. Ve eminim, o gün o da senin yanında olacak. Çünkü o sana takıntılı. On sekiz yaşında şuan, seni takip ediyor, biliyorum.

 

Sokaklarda yaşasan bile sana görünmeden yardım eder o sana. Bütün planlarımı bozan o çiyandan nefret ediyorum. Ama sana olan nefretimi geçemez canavarım.

 

Bugün doğum günün. Hataların en büyükgünü...

 

07/01/2013

Mektubu geri cebime soktum. “Senin nefretini, sevgini, hatanı, unutturmanı, çiyanını, karını, oğlunu, takıntını, sevmeyişini, mektubunu, yazışını, planını sikeyim!” Bunu deniz kızının okumaması gerekiyordu. Devamını bu adam bile bilmiyordu da ne konuşuyordu!

 

Yalanlar... Zarfa tekrar koyup, pantolonumun arka cebine koydum. Geriye yaslandım. Deniz kızının, “sövme,” diye mırıldanışını duydum uykulu halde. Gözlerini açmamıştı, kurtulabilirdim. Kızı uyandırmıştık, iyi mi? “Uyu sen deniz kızı,” dedim, uyumayacağını bilerek.

 

Gözlerini açıp, bana baktı. Eli kolyesindeydi uyurken, farketmemişti. Boynunu hareket ettirdi. “Tutulmuş baya,” diye söylendi. “İnat etmeseydin, arka tarafta rahatça uyurdun.” Kaşlarını çattı. “Uyuyacak halim mi kalmış benim ya?” Kalmıştı.

 

“Sen kime sinirlendin yüzbaşı?” Annene diyemedim. “Radyodan maç izliyordum da. Beşiktaş Galatasaray’a yenildi, ona canım sıkıldı.” Babadan kalma takımdı bizde. Gülümsedi. “Kazanmışız desene. Bende Galatasaraylıyım,” dedi. Biliyordum.

 

“O boyla türbünlerde gözükmezdin sen.” Yapmak istediğim, aklını başka konuya çekmekti. “Ben kısa değilim bir kere! 1.69 boyundayım, gayet ideal. Sen kocamansın!” Gülümsedim. “1.95 deniz kızı. Aramızda yirmi sekiz santim var. Tabi ki de küçüksün.” Ağzımı taklit ettiğinde, “ayıp," dedim kınayarak.

 

Umursamadı. “Yüzbaşı," dedi ciddileşerek. “O mektubu, sakla tamam mı? Okumak istersem, istediğimi görürsen ver bana. Okuma ama, sadece sakla.” Özür dilerim deniz kızı, okumuştum. Ve içindikelere hiçbir zaman hazır olmayacaksın.

 

Ben onu aslında üç yıl önce tanımıyordum. Benim geçmişimin tamamı ondan ibaretti. Bu mektup onun yarı gidik hafızasını düzeltirdi. Bunun olmaması lazımdı. Yalan söyleyecektim ona ama bu onun için daha iyi olacaktı.

 

“Tamam,” diyebildim sadece. “Acıkmışsındır sen şimdi. Benzin istasyonu iki kilometre uzaklıkta.” Başını olumlu anlamda salladı. “Peki,” dedi o da. Sormak istediği bir soru var gibiydi.

 

“Sor.” Arabayı çalıştırmıştım. “Deccal ne kadar süredir var?” Hassiktir! Sorguluyordu, sorgulamaması lazımdı. “Sekiz senedir," dediğimde, “haberlerde üç diyorlar ama,” dedi. “Bazıları öyle diyor. Gerçekte olan bu, çoğu haber kanalı da bu bilgiyi söylüyor zaten. Niye sordun?” Cevabını biliyordum.

 

“Siyah maskeli mi peki?” Hayır deniz kızı, hayır. Yüzmemen denizlerde yürüyorsun. Canın acıyacak, sorgulama. Kaşlarımı çattım. “Niye soruyorsun?” Sustu, alt dudağını dişledi. “Hiç, öylesine sordum.” Yalandı, öylesine soru sormazdı. Ve sorunun cevabını da biliyordu.

 

Yol boyunca sesiz kaldı. “Deli manyak,” diye söylendi, her ne düşündüyse. “Terapistin bu huyunu düzeltememiş demek ki.” Kafasını oyalamaya çalışıyordum. “Bozokların atasından bana kadar hepimiz psikolog’a gitmemiz gerekiyor. Türkmenlerden ise sadece sen gidebilirsin gibi.” Doğru söze ne hacet.

 

“Daha delirmedim.” Kaşlarını çattı. “Yani ben delirdim?” Çoktandı. “Estağfurullah,” dedim anında. “Tam delirmedin. Ama her an delirebilirsin.” Bu da yalan sayılmazdı. Bazen deli bazen ise en akıllı konuşan oydu. “Genetik galiba." Gülümsememe engel olamadım. O da güldü.

 

“Valla sıkıldım he! Yok Devinmiş, yok geçmişmiş, yok Deccalmiş. Düşünmüyorum, bunaldım yemin ediyorum. Geberen gebersin, deliren delirsin canım. Of!” Delirmesine bir adım kalmış olabilirdi. “Cansu Bozoktan duyulmayacak sözler.” Cansu Katar... Öğrenmemesi gerekiyordu.

 

Yalanları bile acı iken, gerçekler onu daha da beter ederdi. Bana ne olacağı sikimde değildi, acı çekecekti. Beynindekileri alkolle bastırıyordu, yetmeyecekti.

 

Ve giderdi... Gitmese idi.

 

“Duyuldu ki. Maskeli çocuk duy-,” derken, sustu. Baş parmağımla işaret parmağıma sürttüm. Duymamış gibi yaptım. “Ne?” Eli kolyesine gitti. Stres olmuştu. “Acıktım ben. Ne kadar kaldı benzin istasyonuna?” Konuyu başka konuya geçerek kapatmaya çalışıyordu. İşime gelirdi.

 

“Geldik bile,” diyerek, içeriye soktum arabayı. Yandan ona baktım. “Ben gidiyorum, arabadan dışarı çıkmıyorsun.” Bırakmasa mıydım ki? “Yada benimle gel sen.” Devin’e gram güvenim yoktu. O beş saate neler yapmazdı. Arda Bozok var iken bu kadar endişeli değildim.

 

“Abart istersen Barut! Bir konserde oldu sadece canım, başka birşey yapacak halim yok ya. Napacağım, gidip pompacıyla rus ruleti mi oynayacağım?” Anlamıyordu, güvende değildi.

 

Devin onu öldürmezdi, acı çektirirdi. Bende sonra acı çektiren parmaklarını tek tek kesip yakacaktım. Diliyle yakarsa, dilini yakacaktım. Adam gönderse, adamların kellesini kapısının önüne atacaktım. Ama yinede gözümün önünde bulunmalıydı.

 

“O yüzden değil yavrum. Yemek seçersin birde tuvalete falan girersin. Yolun ortasında durmayalım.” Kınayarak bana baktı. “Yalancı.” Ama yinede arabadan indi. Derin bir nefes alıp, bende indim.

 

Yalancı olduğumu kabul ediyordum. Benzinliğin marketine girdik. “Ne istiyorsun deniz cücesi?” Kaşlarını çattı. “Sırık,” diye söylendiğinde, alt dudağımın kenarını ısırdım tebessüm ederek. “Karam yiyeceğim ben. Sen git kendine mantı al.” Şaşırdım. “Mantı mı?” Biliyor muydu ki?

 

“İlk geldiğinde Güneş yapmıştı ya sana. En çok onu seviyorsun.” Hatırlıyor muydu ki onu? “Sen benden hiç nefret etmedin.” Yandan bana baktı. “Sinirlerimi en çok tavana vurduran sendin yüzbaşı.” Sinirlenmek ile nefret farklıydı. “Biliyorum. Benim sayemde içini boşaltıp, rahatlıyordun. Hala konuşuyon, ayıp.” Ağzımı taklit etti.

 

Mantı... Annem ölmeden önce son yaptığı yemekti. Tuzlu olmuştu biraz ama güzeldi. Selma Sultan’ın elinden çıkmıştı, her türlü güzel olurdu o.

 

Ölümüne sevmeyi ben annemden öğrenmiştim. Adem Bey, öteki tarafta elini sıcak sudan soğuk suya sokmuyordur kesin. Güneş bir erkekle muhabbet ettiğini yakaladığımda, rüyalarıma giriyordu babam. Güneş’i azarlayıp, yaşı küçük engel ol diyordu.

 

Evde kalmıştı bir nevi benim yüzümden. Pişman mıydım peki? Kesinlikle değildim. Aptalca erkeklere üzülüp, canımı sıkmasını hiçbir zaman istemezdim. Ne zaman adam akıllı birini bulup, babam kabul ederse o zaman olabilirdi belki.

 

“Yüzbaşı, Güneş’e bir kısmet mi bulsak?” İçimi okuyup, sinir etmeye çalışıyordu bu kız. “Mezarını mı kazayım?” Güldü. “Bence Kaan ile," derken, “sus. Tüylerim diken diken oluyor, sus,” dedim hemen. O köpeğin ağzına sıkmam gerekiyordu!

 

Sesli bir şekilde güldü bu sefer. “Evde kalmayacak kız senin yüzünden, söyleyeyim. Sonra ben dayak yiyorum.” Güneş’i de sinir hastası etmişti. “Yaşı kaç, başı kaç? Biraz daha büyürse, belki. Adam akıllı bir insan bulursa o da.” Daha küçücük kızdı. “Güneş ile aynı yaştayız yüzbaşı.” Abin bana az çektirmedi deniz kızı.

 

“Sen farklı o farklı.” Elini beline koydu. “İşine gelince öyle tabi. Abim olsaydıyda, bir tane yumruk atsaydı sana keşke.” Allah'tan başka birşey istemeliydi. Çünkü dediği tam olarak ta olmuştu. Rütbeyi bile siklemiyordu pezevenk.

 

“Yumruk atacağımı kim söyledi? Topuğunu sıkıp, geldiği yere yollarım.” Umutsuzca bana baktı. “Tekrar gelirse,” diye sorduğunda, “diğer topuğuna sıkarım,” dedim. “Ondan sonra gelecek erkek tanımıyorum ben.” O yüzden adam değilde erkek denirdi.

 

“Niyeymiş efendim? Erkek olsa tam tersi derdin ama.” Nefesimi soludum. “Yavrum, gidip elin bacısının topuğuna mı sıkayım? Hem erkekse banane. Beni rahatsız etmesin yeter.” Tersçe bana baktı. “Ayrımcı dağ ayısı!” Ayrımcılık değildi, önemsemekti.

 

Belinden hafifçe itip, yürüttüm raflara doğru. “Olmayan şey yüzünden niye kavga ediyoruz acaba?” Rafların arasında, kıyafet reyonu vardı. Kırmızı kazağı eline alıp, “bugün Didem’in doğum günü,” dedi. Arkadaşının doğum gününde, babası’nın cenazesi düzenlemişti.

 

“Güzel mi sence,” diye sordu. “Sen daha iyi bilirsin. Kırmızı seviyor demiştin bir ara galiba, sever bence.” Crop şeklinde, ama crop olmayan bir kazaktı. Kolları uzun, biraz tüllüydü. “Seviyor. Bir de time biraz yemek alalım. Özellikle sana. Maşallah, hiçbirinizin evinde doğru düzgün yemek yok, zebani hariç.” O geceleri bayılırdı, yemek yapmayı da bilmezdi.

 

Doğru ya, Helin. Ne kadar kızıp, sövsede başına birşey gelse en çok o üzülürdü. Sırrı varsa o bilirdi, kötü olduğunda bir tek o anlardı. Ama sevmiyorum diyordu, büyük yalandı. Onu belki de bu hayatta doğru düzgün seven tek insan olabilirdi.

 

“Yavrum, gitsinler kendileri alsınlar. Eli ayakları tutuyor çok şükür.” Ama beni dinlemedi. Buzluğu açıp, sepete hazır mantı koydu ilk. “Sana birada alıyorum. Evde hiç yok, gelince içerim ben.” İçmese şaşardım. “Allah yolundan döndürüyorsun beni. Ayıp.” Tebessüm ettiğinde, yumuşadım.

 

Hepsine, ayrı ayrı yemekler ve malzemeler aldı. Sevdiklerini ezbere biliyordu. Bana baktı. “Kerem ne sever? Onunkini pek anlamadım.” Kerem mi? “Ona da mı alacaksın?” Onaylar bir mırıltı çıkardı. “O da timden. Hem bence hepsinden daha insan.” Orası öyleydi. “Sarma sever o.” Basit bir yemek değildi, hiçbir türlü.

 

Sarma dediğim an, “ta-,” derken, sustu. Yutkunamadı. Kendisi hatırlarsa, ne olurdu? Herşeyi hatırlaması, o geçmişten daha beterdi. Başını tuttu, inledi. Endişeyle ona baktım. “Deniz kızı,” dedim yüzünü tutarak. “Hıh,” dedi bana bakarken.

 

Özür dilerim deniz kızı, özür dilerim...

 

Sarılmak istedim, böyle baktığında. Ama sarılamadım. “Gidelim mi?” Başını olumlu anlamda salladı. “Olur. Kasadan geçirelim bunları.” Elinden aldım. “Ben alırım,” dediğimde, “ben ver-,” derken susturdum. “Bunun da kavgasını etmeyelim gülüm. Ben iki dakika alıp, geliyorum.” İyi olmadığı için, kabul etti. Sarma diyen ağzıma eşek arası soksunlar!

 

Kasanın yanında ki, karamdan bir tane aldım. Aldıklarımızın parasını ödedikten sonra, geri yanına gittim. Birşeyler mırıldanıyordu sesizce. Kafasına hafifçe vurdu. “Sus,” diye söylendi.

 

Ulan Devin, ulan Devin! Bir işi doğru düzgün yapsan şaşarım! O evin içinde, ben seni yakmazsam Barut Türkmen değilim lan! Her yalan için senden bir parça almazsam namerdim! Öldürmeyip, cesedini çürüteceğim senin!

 

“Когда вспомнишь, не уходи.” Kaşlarını çattı geldiğimi anlayınca. Dediğim şey iki kelimelik, bir ömürlük birşeydi. Ama o yine anlamadı.

 

Hatırlarsan, gitme... Anlamı buydu.

 

“Yüzbaşı, mektupta,” derken, “aldım, gidelim,,” dedim. Kerem şuan öldüysen belanı sikerim! Başını olumlu anlamda salladı. Arabaya geçince, “benim bir işim var, geliyorum,” dedim kapıyı kapatırken. Tuvaletin olduğu tarafa doğru geçtim, onu görebileceğim ama onun beni göremeyeceği bir yere.

 

Telefonu çıkarıp, aramam gereken kişiyi aradım. Telefonu kulağımı götürüp, “aç lan,” diye mırıldandım. Üçüncü çalışta açıldı telefon. “Türkmen,” dedi iniltiyle. Sarhoş olup, karın sancısı çeker gibi çıkmıştı sesi.

 

“Annene hakim olman lazım bir süre. Kadın ilk dakikadan sapladı zehirli okunu.” Küfürle karışık söylendi. “Napayım? Gidip eve mi kitleyeyim? Fikir ver Türkmen, kafa çalışmıyor şuan bende.” O kadar içerse tabi çalışmazdı.

 

“Arda Bozok’un, o gün yazdığı mektubu verdi amına koyayım! Mektup bende ama her an isteyebilir benden. O zaman ne bok yiyeceğiz?” Ofladı. “Neredesiniz siz? Her neredeyseniz, askeriyeye gelin. Halledeceğim ben.” Kaşlarımı çattım.

 

“Nasıl halledeceksin acaba? Durmadan sorular soruyor, geçmişinde olduğumu biliyor, biliyorum. Seni anlarsa, parçaları birleştirir. Herkesten akıllı deniz kızı.” Keşke bu kadar zeki olmasaydı. “Bana anlatma kardeşimi, senden iyi biliyorum onu. Benim ona daha fazla yakın olmam gerekiyor.”

 

“Yine iş bana kaldı. Bak şimdi Türkmen, ben şimdi Baran kadar yakın olacağım cadıya. Bir geçmiş falan uydurcağım işte, kafasını iyice karıştıracağım. Sende pek belli etme eskiden bildiklerini. O mektubu da bir şekilde hallederiz.” Rahatını sikecektim onun.

 

Güvenmiyordum ona. “Biliyormuşsun gerçekten! Ben aptalım, denemedim bunu. Sarhoş kafanı sikeyim senin! Lan bin kere dedik içme diye.” Güldüğünü işittim. “Sarhoş kafa bana iyi geliyor biliyor musun? Değişik oluyor, kafa açıyor.” Abisinin bütün özelliklerini almıştı.

 

“Allah cezanı vermesin Kerem,” diyerek, kapattım telefonu. Bende panik atak vardı. Şu adamın rahatlığını öldürecektim. Mektubu bok hallederdi.

 

Benim bunu bir şekilde halletmem gerekiyordu.

 

🥀

Başım ağrıyordu felaket derece. Devinden nefretim kadar ağrıyordu. Askeriyede koğuşa girdim. Hepsinin burada olduğunu gördüm. “Aha geldi cadı,” dedi Gökhan abi kalkarak. Bana doğru geldiğinde, “dövcen mi,” diye sordum. En son böyle geldiğinde, dayak yemiştim.

 

Gülümsedi. Omzundan tutup, beni kendine çekerek sarıldı. Abi sıcaklığını hissettim sarıldığında. Şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırdım. “Abi,” dedim aynı şaşkınlıkla. Galiba bana ilk defa sarılmıştı. O sarıldığında sanki abim bana sarılmıştı.

 

“Güçlü cadı. Nefret ediyorum senden. Bir kere ağlasan ölürsün sanki.” Anlamaz gözlerle ona baktım. Baran’a bakıp, “delirdi mi bu,” diye sordum dudaklarımı oynatarak. Başını iki yana salladı. “Öğrendik,” dedi o da sesizce.

 

Hassiktirdi ya.

 

Ağlamıştım abi, ağlamıştım. Yine o vardı, her zaman olduğu gibi. Ama sanki hep o vardı. Çünkü ben onunla tanışmadan önce ağlayıncada aynı şeyi hissediyordum. En son bayılınca, barut kokusu sarıyordu bedenimi, her zaman...

 

Bu olabilir miydi?

 

Düşüncelerimi belli etmeyerek, gülümsedim. Geriye çekildiğinde, “he siz Arda Bozok’un öldüğünü öğrendiniz,” dedim umrumda değilmiş gibi. “Ölümlü dünya, napalım?” Onun ne kadar pislik bir insan olduklarını bilmiyorlardı. Bilselerdi şükür namazı kılarlardı.

 

Enseme vurdu Gökhan abi, ama bu sefer sert değildi. “Başın sağolsun,” dedi yine. “Eyvallah.” Durdum. “Bu aramızda kalsın olur mu? Yani Cansunun babası ölmüş, Arda Bozokmuş muhabbeti olmasa?”

 

Baran, “seni on beş yaşında öldü gösterdiği için mi? Gidip, mezar taşını kırman gerekiyordu,” dediğinde, ortam sesizleşti. Bunu beklemiyordum. Güldüm, sesli bir şekilde. “Siz haberlerden gördünüz onu tabi. Yalan haber o canım, her gördüğünüze inanmayın. Yalan haber çok.” Baran kaşlarını çattı.

 

“Yalan haber Didem’den gelmiyor.” Ona ne olmuştu? Sanki kendisi babasını kaybetmiş gibiydi. Hem Didem mi? Yaktın beni Didem, yaktın ya. Yüzbaşı da yok, ne bok yiyeceğim ben?

 

Poşetler! Evet, poşetler. Poşetleri gösterdim onlara. “Onu boşverin. Bak sizlere ne aldım.” Helin’in yatağına koydum poşetleri. “Onlar ne,” diye sordu Baran. “Sizin evinize gelince, dolapta hiçbir şey yok diye aç kalıyorum. O yüzden biraz yemek falan aldım, yani aldı. Ama sizi düşündüğümden değil, hiç şımarmayın. Bu sözüm senin için değil Helin.” Eyvallah hareketi yaptı.

 

İlk önce çiğköfte çıkardım. Şuan yiyebilecekleri hazır yemekler ve dolapların bulunacağı yemek malzemeleri. “Kaan,” diyerek ona attım. Bir kilo hazır çiğköfte almıştım, severdi. “Eyvallah yenge.” Saol enişte.

 

Analı kızlı çorba attım hazır. Tepeden tuttu. “Ulan, en sevdiğin yemek bile pezevenklik akıyor. Onun malzemelerini falan aldım, yaparım sana.” Gülümseyerek, göz kırptı.

 

Karalahana sarması çıkardım. Helin’e verdim. “Pek bilmiyorum sen ne seversin diye, kusura bakma.” Şaşırdı. Baran, “Kara lahana sarması ve yanında yoğurt,” dedi yandan. Doğru bilmişim demek ki.

 

Yandan ona baktım. Diğerini de ona attım. “Seninki gibi yani. Doğru tahmin etmişim.” Baran, Helin’in sevdiği herşeyi seviyordu. Onun sevdiği yemek demek, Helin’in en sevdiği yemek demekti. Helin ise onu durmadan tersliyordu ama başkası yapsa, terslemek yerine bir yerlerini kırardı. Devamı belliydi.

 

Baran’ın yüzü gülmüyordu. “Bira verirsem güler misiniz acaba?” Yüzünde tebessüm oluştu anlık. Bira çıkardım bir tane. “Bunu evet olarak anlıyorum.” Elimden alıp, “sağol cadı yengem,” diyip gülümsediğinde, “ha şöyle,” dedim.

 

Dondurulmuş pizza çıkardım. “Gökhan abi, tut,” diyerek, ona doğru attım. O da tuttu. “Canımsın,” dedi göz kırparak. Biliyordum. “Domates, salatalık falan aldım. Onları buzdolabına yerleştiririm ben.” Anne gibi hissediyordum kendimi.

 

Son olarak, Kerem’e baktım. Poşeti alıp, yanına gittim. O ise sandalyeye oturmuş, son kalan sigarasını içiyordu. Bunu anlamam, paketin boş olmasıydı. Bana baktı, kaşlarını çattı. “Ne var? Niye bakıyorsun?” Komikti, anlamıyordu.

 

“Kendim yapmamış olsam da,” diyerek, yaprak sarmayı çıkardım. “İdare eder diye düşünüyorum.” Masada ki sarma kutusuna baktı, bakışları yumuşadı. Sigara paketi çıkardım birde. “Bitmiş, ihtiyacın olur.” Onu da masaya bırakıp, yerime geçtim. “Kendine,” dediğinde, Gökhan abiye, “bende iki tane hamarat kız var oğlum,” dedim. “Hem bugün Didem’in doğum günü.”

 

Kaşlarımı çattım, kafamı karıştırdım. “Doğum günü nasıl kutlanır? Meyhaneye mi gitsek? Yada rakı masasında.” Baran alkışladı beni. “Kızı doğum gününde derde sok yenge sen,” dediğinde, “çok biliyorsan, sen söyle mekan,” dedim.

 

Gülümsedi. Eski haline geri dönmüştü. “Kahveye okey oynama götürürüz,” dedi alayla. “Vereceğin fikre sıçayım senin? Bunu sevecek tek deli Cansu lan,” dedi Gökhan. “Ben doğum günü kutlamam.”

 

En güzel doğum hediyemi, ben bu yıl almıştım. O mezarın içine beni gömmek istemişti ama kendisi girmişti. Yaşattığını yaşayarak ölmüş sayılırdı.

 

“Kutlasaydın, sadece sen severdin,’ dedi. Doğru olabilirdi. “Öfke odası diye bir yer varmış. Bence orası olur,” diye fikir yürüttüm tekrar. “Cansu yenge, sen sussan olur mu,” diye sordu Fıroş. “Sen de o zaman Fıroş. Bu işleri en iyi sen bilirsin sonuçta.” Tek iyi bildiği konu olabilirdi.

 

Beş saniye falan düşündü. “Konser?” Kaşlarımı çattım. “Olmaz!” Helin söze girdi. “Doğum günü kutlanır mı ki? Saçma bence. Niye doğduğun günü, her yıl bir kere kutlayasın ki? Dünyaya gelmek çok mu önemli birşey ki her yıl o günü kutluyoruz?” Haklıydı. “Demek ki önemli birşey ki kutluyorlar.”

 

İyi yaşayanlar için doğum günü önemliydi. Babası her yıl kutlardı, olmasa bile. Belki o yüzden seviliyordu. Babası unutmuyordu, güzel kızım diyerek hediyeler alıyordu. O zaman sevilirdi ki.

 

Bizim rahmetli pederde doğum günümde benim en büyük hayalimi çalmıştı. Sonra gidip kendisi çocuk yapmıştı. Trajikomik’ti. Arda Bozok... Yüzlerce çocuğun hayatını kurtarmış Arda Bozok. Bir tek kendi kızını yok etmişti.

 

Kahkahalarla, saatlerce gülerdim ben buna. Ama gülmek bile içimden gelmiyordu artık. Başım ağrıyordu, canım yanıyordu. Bütün gün uyumak istiyordum. Bok gibi olmak çok boktandı.

 

Baran, “iş bana kaldı yine,” dedi mükemmelce bakarak. “Yeni bir mekan açılmış, tekel taraflarında. Tekelin ismi neydi?” Kerem cevapladı. “Alev.” Alev... Hasan abinin tekeli değildi.

 

“He, o,” dedi Kerem’e bakarak. “Önünde güzel bir mekan var işte. Doğum günü falanda kutlanır, tekele gider bu cadı canı sıkıldığında.” Mantıklıydı. “Sahibi Orhan Katar. İzini ben alırım, diğerleri sizde.” Orhan Katar...

 

Bu isim hiç tanıdık değildi. Yeni açıldığına göre, yeni gelmişti. Aman, banane. “İyi,” dedim şapkamı takarken. “Ben gider o zaman. Akşam görüşürüz,” diyerek, Kerem’in açtığı sigara paketinden, bir sigara alıp gittim. “Deli kız,” diye söylendiğini duydum Gökhan abinin.

 

Yer ayarlanmıştı, geriye sadece uygulamak kalıyordu.

 

Loading...
0%