Yeni Üyelik
22.
Bölüm

21. Bölüm

@gecemavisiyazarrr

Kerem karnını tuttu yürürken. “Bu mide bulantısının amına koyayım,” diye söylendi. Oda numarası, katı falan söyleyen hemşireye baktı. “Selamın aleyküm,"" dedi o tarafa dönerek. Hemşire kadın ona baktı. “Bu kat, sağdan üçüncü oda,” dedi hemen.

 

Niye geldiğini artık herkes biliyordu. Şu sağlık kontrolü olmasa, hayatta gelmezdi buraya. “Eyvallah." Kadının tarif ettiği gibi, gitti odaya.

 

Kapıyı çalarak, içeri girdi. Girdiği an, “hayda,” diye söylendi. Çiçek kafasını kaldırdı bilgisayardan. O da, aynı tepkiyi verdi. Niye durmadan karşılaşıyorlardı?

 

Çiçek ağzını açtığında, konuşmasına izin vermedi. “Sen demeden, ben gideyim,” diye gidiyordu ki, “dur,” dedi Çiçek. Kaşlarını çattı Kerem. Küfür edecek kıza benzemiyordu. Ama edebilirdi, artık emin değildi.

 

Her an karın ve baş ağrısından ölebilirdi. “Sana sinir oluyorum diye, böyle bırakacak değilim. Kötüsün, sedyeye otur.” Kerem tebessüm etti alayla. “Birinci maddeyi unutuyorsun lavanta. Bir, bir daha karşıma çıkma.” Sözü hala geçerliydi.

 

Bir adım daha yaklaştı Kerem’e. Niye durmadan dibine giriyordu? “Bir, sen benim karşıma çıktın. İki, hipokrat yeminimi senin yüzünden bozamam.” Ah, doğru ya. Doktorların maddelerini pek önemsemedi Kerem.

 

Ama bir cüce yüzünden acı çekemezdi. Yandan sedyeye oturdu. “Antibiyotik ile bir uyku ilacı yaz.,” Bu sefer alayla gülümseme sırası Çiçekteydi. “Al sen yaz hatta. Doktor olsaydın sen.” Kerem göz kırptı. Uğraşamazdı.

 

Başında ki dertler boyunu aşıyordu. “Bakacaksan bak işte. Sonrada siktir olup gideyim ben.” Derin bir nefes verdi Çiçek. Küfürler hoşuna gitmezdi. Ama daha fazla laf söylemeden baktı.

 

“Şikayet nedir,” diye sordu. “Baş ve karın ağrısı. Birde hayrına bir uyku ilacı.” Gerçekten ihtiyacı vardı. İki aya yakındır düzgün uyku uyumamıştı. Askeriyenin ortasında bayılırsa, sorguya çekilirdi.

 

Karnının yanlarına bastırdı Çiçek. “Acıyor mu?” Erkeklik yapıp, hayır demeyecekti. “Evet. Yalan mı söyleyeceğim?” Başına belaydı bu adam. Sustu Çiçek. “Pek konuşmaz derlerdi sana karanlık. Dilin bir bana pabuç kadar galiba.” Hayır, bir de Türkmen’e öyleydi.

 

“Sende pek masum sayılmazsın.” Çiçek ona baktı. “Öldü babam. Sekiz yaşımda, bombayla öldürüldü.” İki cümle, Kerem’in vicdan azabı çekmesine yetmişti.

 

Hassiktirdi lan! Ne bok yemişti böyle? Ölmüş babasına laf söylemişti. İflah olmazdı. Gözleri anlık şaşkınlıkla açıldı. Sonra ise kaşlarını çattı. “Niye söylüyorsun?” Ne çıkacaktı bunun altında? “Canımın istediği yerde, istediğimi söyleme gibi bir huyum vardır. Birde çok sorguladık seni, bir yerden ödeşelim diye." Cevap mantıklıydı.

 

“Özür dileyeceğimi sanıyorsan, yanılıyorsun lavanta. Başın sağolsun.” Onun dedikleri hala kulaklarındaydı. Ona yapılan iki şeyi unutmazdı. Bir, oma yapılan iyilikleri. İki, ona söylenen lafları. Lavanta onun için ikinci sıradaydı.

 

Aynı bakışları ona attı Çiçek. “Sende sanma karanlık. Dediklerimin sonuna kadar arkasındayım. Tek birisi hariç.” Sorgulamadı Kerem, galiba biliyordu.

 

Arkasını dönüp, reçete yazmak için bilgisiyarının başına geçti. “Ölürsen Dünya bir bok parçasından kurtulur.” pişman olduğu cümle buydu. Ama bunu ona söylemedi. Çünkü canı istemedi. Keremin de sormak içinden gelmedi.

 

Ağrı kesici ve uyku ilacı yazdı Çiçek. Reçeteyi ona uzattı. “Uyku ilacını geceleri uyurken, iki tane içeceksin. Pek ağır yazmadım, erken uyanmak zorunda olduğun için. Antibiyotiği ise sabah akşam olarak içeceksin. Geçmiş olsun.” Kerem ne yapmasını biliyordu. Sadece reçete olmadan ilaçları alamıyordu.

 

“Demek ki anlamak için doktor olmaya gerek yokmuş.” Reçeteyi aldı Kerem. “Mezara, gittim bu arada. Papatyalar falan vardı üzerinde. Narin çiçekler ona yakışmamıştı.” Sadece tek bir siyah gül vardı. Büyük ihtimalle onu Didem bırakmıştı giderkene.

 

Bunu söyleme sebebi, onunda onunla birşey paylaşmasıydı. Ama çıkmaza giriyordu. Amına koyayım, Orhan Katar oradaydı lan! Herşeyin sebebi olan adam oradaydı. Göreceklerdi birbirlerini, o yüzden o aptal yerde olmak zorundaydı.

 

Ayakta durup, sike takmamalıydı hiçbir şeyi. Oysa onun sinir problemleri vardı. Pek başarabileceği birşey olmayacaktı. Zaten yanda ki tekelde duracaktı.

 

“Cansu?” Kerem gülümsedi. “Bir bilgiye karşılık, bir bilgi. Allah’a emanet ol,” diyerek çıktı odadan. “Gıcık,” diye söylendi Çiçek. Saçlarını geriye attı.

 

Fakat sedyede birşey gördü. Ondan kalan birşey olmalıydı. Ayağa kalkıp, yanına gitti. Fotoğraf karesiydi. Eline aldığında, tebessüm etti.

 

İki kardeşinin gülerek oynadığı fotoğraftı. Bunu acı çeksin diye Türkmen atmıştı sinirle. O ise bu fotoğraf karesini, siyah gömleğinin iç cebine koymuştu. Kalbinin üstüne.

 

“Sen kötü değilsin karanlık. Durumlar seni kötü olmaya itekliyor.” Çiçek o an bir söz verdi kendine. Onu düzeltecekti, sonucu ne olursa olsun.

 

Bunu bir yabancıya değil, hayatını kurtaran o adama yapacaktı. Görmüştü, kötü değildi ki o. Gözlerinde ki o çocuğu görmüştü. Televizyona bakarken ki, o bakışlarını görmüştü saniyelik. O küçük erkek çocuğunun üzülüşünü.

 

O küçük çocuğa yardım edecekti. Sonunda ölüm olsa bile.

 

🥀

İnsanlar hata yapardı. Ve bazen bu hatalar çok büyük sonuçlar elde edebilirdi. Bu tırnağının kırılmasından birini kaybetmeye kadar gidebilirdi.

 

Ve insanlar yalan söylerdi. Tıpkı benim yaptığım gibi. Ve insan korkardı. Tekrar çok sevdiği birini bir hatası yüzünden kaybetmeye.

 

Ben hepsini yapmıştım.

 

“Yüzbaşı tıktın beni buraya ya.” Tezgaha yaslandı. “Ne söyleyeceksin bakalım?” Seni seviyorum bal. Ne olursa olsun gitme, anla beni. “Üç ay boyunca bu evde kalacaksın. Bir yere gittiğinde, gözetim altında olacaksın ve benim haberim olacak.” Salatalıkları doğramaya devam ettim.

 

Kaşlarını çattı. “Pardon da sebep? Devin yüzündense, hiçbir güç bana bunu yaptıramaz.” Kabul etmeyecekti, biliyordum. “Sebep o. Ama kabul edeceğin bir sebep daha var.” Alayla baktı. “Hiç sanmıyorum.”

 

“Hapise girmesini ister misin?,” Durdu, alaylı bakışı silindi. “Evet de o hiçbir suç işlemedi.” Doğradın salatadan birini bıçağa saplayıp, ona uzattım. Eline almak yerine, ağzıyla alıp yedi. “Suça ortaklık ve yataklık. Bundan bir on beş sene yer yavrum. Biz bunu en fazlaya çekeceğiz.” Onun girmesini istiyordu.

 

Bunu Arda Bozok için sorsam, cevabı hayır olacaktı. Zaten o yüzden ölmüştü. “Onu yenmek kolay değil.” Biliyordum. “Ve ben o dediklerinin hiçbirini yapmayacağım. Bu dediklerinin onun hapise girmesini değil, bana zarar vermesini engeller. Beni kandıracağını sanıyorsan, yanılıyorsun Barut Türkmen.”

 

“Benle yaşamak istemiyorsun yani? Kalbimi kırdın Cansu Bozok. Yıllık izni kullandık senin için o kadar. Ayıp ediyorsun.” Sesli bir şekilde güldü. Ona gülmek yakışıyordu. “Benim Asel diye küçük bir kardeşimin olduğunu unutuyorsun Barut.” Unutmamıştım.

 

“Ev büyük, o da burada kalacak zaten.” Başını iki yana salladı. “Olmaz. Açelya gider gurur yapıp. Hem Güneş var, yatar bu iş.” Güneş’e başlardık.

 

Ona baktım. “Arayıp, durumu anlatsam ne diyeceğini ikimizde biliyoruz. Hem kabul etmezsen, kapınızda jandarmalar olacak. Uyuma saatine kadar takip edileceksin. Gece hayatı kısıtlanır falan da filan. Sonuç olarak bundan Güneşte etkilenecek. Seçim senin ama.”

 

Tersçe baktı bana. “Seçim yaparken tek bir cevap bırakıyorsun. Pisliğin önde gidenisin yüzbaşı!” Güneş vardı işin içinde. Onun için kabul ederdi. “Doğrudur.” Elinde ki birasından büyük yudumlar aldı.

 

“Beraber yaşayacağız yani?” Onaylar bir mırıltı çıkardım. “Benimle yaşamak istemezsin bence. Güneş bile delirdi, sen düşün.” Onunla yaşamak delirtecekse, delirmeye razıydım. Zaten bu gidişle akıl hastanelik olacaktık.

 

“Geceleri uyumam, yemek yemem. Hem iyide yemek yapmam, pasaklıyımdır. Gıcığımdır, laf dinlemem. Yerimde durmam. Kural koyarsan yapmam, kafamın dikine giderim. Sen bence bu işi tekrar düşün. Sana yazık.” Beni döndürmeye çalışıyordu ama hepsini biliyordum.

 

Tebessüm ettim. “Her şeyini ezbere bilen adama bunları anlatmakla uğraşmazdım. Hem tek bir kural var, kilitli odaya girme. O oda hariç, bütün heryerin ağzına sıç. Ağzıma açacağımı sanıyorsan yanılıyorsun.” Kaşlarını çattı.

 

“Kilitli oda mı? Gizemli adam mı olduk şimdi? Neyse, bana uyar. Hayır desem şimdi resmiye dökeceksin, tanıyorum seni.” Evet, resmi kağıt verecektim. “Ama bu gece gitmem gerekiyor. Timde olacak.”

 

“Bende gelirim, o salaklara güvenmiyorum.” Güldü. “Kerem de var.” Kaşlarımı çattım. “Kerem de mi var? Ne yaptığınız çocuğa?” İsteyerek gitmesinin sebebi yoktu. Doğradığım salatalardan bir tanesini alıp, ağzına attı. “Demiştim ya, Didem’in doğum günü var diye. Bir mekan açılmış, Orhan Katar’ın mekanı mı neymiş. Oraya gideceğiz akşam. Sende gelsene.” Orhan Katar mı?

 

Hassiktirdi lan! Bu sefer büyük hassiktirdi! Haber verirdi lan insan! Keremin ağzına sıçayım ben! Ulan, bir işi de düzgün yapsa şaşardım!

 

Orhan Katar, Cansunun varlığını biliyordu. Hatta onu yanında bile istiyordu. “Olmaz!” Kaşlarını çattı. “Niye ki? Abartma yüzbaşı, gidip ölmeyeceğim herhalde. Devin daha plan bile yapmamıştır.” Yapmıştım ama şuan konu değildi.

 

Sakin olmalıydım. “Olmaz derken, orası olmaz. Güzel değil orası, biliyorum. Başka bir yer bulun. Yada ben bulayım güzel bir yer." Elimdekileri bıraktım olduğu yere. “Sen gece kulübü istiyordun değil mi? En iyisi orada kutlayın. Ne yapacaksınız orada?” Gece kulübü demesek iyiydi.

 

Gözlerimin içine sorgularcasına bakınca, gözlerimi kaçırdım. “Ben bir salona gideyim.” Kolumdan tuttu. “Baksana sen bana bi.” Bakmamalıydım. Baktım ama. “Orhan Katar kim?” Baban diyemedim.

 

Omuz silktim. “Kimse kim deniz kızı. Tanımıyorum adamı ben. Mekan diyorduk en son aslında.” Bu yalanların bedelini fazla büyük çekecektim. “Bana yalan söyleyince gözlerini kaçırıyorsun yada heyecanlanıyorsun. Orhan Katar kim yüzbaşı?” Kendimi ona fazla tanıtmamalıydım.

 

Sustum. “Peki. Mektupta ne yazıyordu? Okuduktan sonra fena sövdün çünkü.” Onu da görmüştü. Harika! Herkese takır takır yalanlar sayarken, ona yalan söylemekte zorlanıyordum. Ama yalanlarım onu daha iyi gelecekti. Gerçek daha fazla acıtacaksa, ben yalan söylemeye razıydım.

 

“Yada Kerem nasıl senin hayatını kurtardı? Ve sen geçmişimin ne kadarasındasın?” Onuda anlamıştı. Hepsini söyledikten sonra, toplu olarak yalan söyleyecektim. Bir adım yaklaştığında aramızda ki mesafe sıfırlandı. “Sen ne karıştırıyorsun yüzbaşı? İçimden bir ses zorlandığını söylüyor. Söyle bana, yardım edeyim. Yargılamayacağım, anlat bana.”

 

Anlatamazdım. Gülümsedim. “Fazla mı polisiye dizisi izledin sen? Behzat Ç ve Adanalıya fazla takmıştın bir aralar. Birşey karıştırmıyorum, geçmişte de değilim. Olsam hatırlardın değil mi? Hem o mektubu okudum, kabuldür. Ama ne yazdığını sende az buçuk tahmin ediyorsundur.” Umursamazca cevapladım onu.

 

“İstiyorsun mektubu vereyim. Geçmişin acı dolu olduğu için çıkmaz bir yol arama bence. O geçmişi kabul et derim.” Güldü. “Biliyor musun? Ben o geçmişten artık hiç emin değilim. Mesela senin çıkmaza girince, birilerinin kalbini kırıp, kurtulmaya çalışman gibi. Ama sana sözüm olsun, öğreneceğim Barut Türkmen. Ne pahasına olursa olsun.”

 

Öğrenme be kızım, dur bi yerinde. İyileşiyorsum işte, ne diye öğrenmek istiyorsun. Canın acıyacak, acımasın canın. Gitme hem... Utanmasam yalvaracaktım ona gitmemesi için. Artık bende utanma duygusuda kalmamıştı oysa.

 

“Öğrenebileceğin birşey varsa, beraber öğreniriz bal. Başımla beraber.” Arkasını dönüp, gitti. Derin bir nefes soludum. “Ne yapıyorsun oğlum sen,” diye mırıldandım. Kendime gelmeliydim, bir açık bile vermemeliydim. Şuan Barut Türkmen gibi davranmıyordum.

 

Dış kapının sesini duydum. Asel’in yada Baran’ın yanına gidiyor olmalıydı. Baran onun kafasını oyalayabilirdi. “Özür dilerim deniz kızı.” Olması gerekeni yapıyordum, çünkü böylesi daha iyi olacaktı.

 

Belki de daha berbat olacaktı sonucu. Kim bilir?

 

🥀

Son parasıyla bir bira almıştı Cansu. Bunu içip, kafa bulacaktı. Saat kaçtı bilmiyordu ama hava soğuktu. Soğuk bu sefer onu bile etkisi altına almayı becermişti.

 

On sekiz yaşına yeni girmişti. Bu sikinde bile değildi. Reyhanlının herhangi bir sokağında, öylesine sesizce içmeyi planlıyordu.

 

Artık eski ondan eser yoktu. Eski Cansunun neşesi vardı, hayalleri vardı ufakta olsa. Şimdi ne hayali ne de neşesi kalmıştı. Sadece kredi kartında ki paralar ve motoru. Sağolsun peder, ölü süsü vermeden önce iki milyon Euro koymuştu karta. Parayla hava atıyordu aklınca.

 

Başı dönünce, duvara yaslandı. Düşercesine oturdu yere. Birasından büyük yudumlar aldı. Ona göre uyku yoktu, uyuyamazdı. Zaten arka sokaklarda hiç uyumazdı. Her an bir pislik karşısına çıkabilirdi. Kendisini korumak zorundaydı.

 

Her taraf beyaz karla gömülüydü. Beyaz karlara kanı bulaşmıştı. Pederden kaçarken, bacağından vurulmuştu. Güldü alayla. Şaşırmıyordu, alaya alıyordu acıyı. Çocukluktan kalma alışkanlık haline gelmişti acı.

 

Gözleri kapanıyordu. Evin içinden daha çok karışıktı kafası. Canı yanıyordu, umursamamaya çalıştı. Uyku ona tatlı geliyordu ama ölmek istemiyordu. İnadına yaşamak, okulunu bitirmek istiyordu. Çok birşey istemiyordu aslında. Ama onun için mucizevi şeylerdi.

 

Gözleri kapandığında, sigarayla karışık barut kokusu burnuna doldu. Bu koku tanıdık geliyordu. Gözlerini açtığında, tepesinde ki adama baktı. Kaşlarını çattı usulca. “Kimsin sen?” Yüzünde siyah maskesi vardı.

 

Çömeldi ona doğru. “İki seçecek. Ya bana güveneceksin, yada güvenmeyeceksin. Güvenirsen, sana yardım ederim.” Alayla güldü Cansu. “Kimseye güvenmem. Gidebilirsin.” Gitmesini beklerken, gitmedi.

 

Vurulan yere hafifçe dokunduğunda, inledi Cansu. Yüzüne baktı adam, gözleri görünüyordu. İfadesi sert görünse bile bakışlarını saklayamıyordu. “Her zaman yanımdasın ama çıkarmıyorsun maskeni. Güvenmiyor musun bana?”

 

“Bana ihanet etmeyecek tek insansın.” Kolunda ki bandajı, yaraya sardı sıkıca. Kurşun sıyırmıştı, eve kadar idare edebilirdi. “Siktir olup gitmeyecek tek insansın,” dedi Cansu da ona. Her acı çektiğinde yanındaydı yada başı sıkıştığında.

 

Saçlarını kulaklarının arkasına attı adam. “Çok acıyor mu?” Acıyordu, ama dedik ya alışkındı. “Daha beterleri olmuştu.” Birasından tekrar içecekken, nazikçe elinden aldı adam. “Yaramayacak, içme.” Ama içmek istiyordu.

 

“Uykum var ama. Ya uyuyacağım yada içeceğim maskeli. Versene bana onu.” Vermedi adam. “Vereceğim, sonra.” Sesini kalınlaştırıyordu onunla konuşurken. Bu onun kim olduğunu anlamaması içindi.

 

Gözleri kapanacakken, canını acıtmadan kucağına aldı kadını adam. Göğsüne sindi kadın, üşümesi geçti sanki. “Yalan söyledim,” diye mırıldandı Cansu. “Güveniyorum sana maskeli.” Hafif tebessüm etti adam, görmedi kadın.

 

Uykuya yenik düştü kadın en sonunda. Adam yüzüne baktı bir süre. “Bende sana deniz kızı,” diye mırıldandı. Evini götürdü onu. Kadının yolunu bilmediği, sadece içini gördüğü eve. Baya uzaktı köyden, kimsesizlerin yeriydi.

 

Yatağına yatırdı adam kadını. Bacağınında ki kurşunu çıkardı adam, kadın uyanmadı. Dikiş attı, kadın uykusunda inledi. Pansuman yaptıktan sonra, gaz beziyle sardı adam.

 

Üstüne battaniyeyi örttü. Doğalgazı kökledi sonuna kadar. En sonunda yatağın yanında ki sandalyeye oturdu.

 

Gece bitene kadar kadını izledi adam. Her hareketini, dikkatle izledi. Kabus gördüğünü anladığı an, saçıyla oynadı. Saçıyla oynandığında rahatlıyordu.

 

Gece yine aynı geçmişti.

 

🥀

 

Baran! Fıroş! Gökhan abi!” Güldüm onları çağırırken. Başım dönüyordu benim ya. Ama inadına içtim biradan. Düşecekken, kendimi tuttum.

 

Baran mekandan çıktı ilk. Daha Didem gelmemişti ve gece saatlerindeydik. “Aa, zebani,” dedim onu gördüğümde. Yanıma geldi hemen. “Sarhoş oldum deme, valla keserim kendimi. Yada beni de sarhoş yap, ben bu sahneleri izleyemem.” Kaşlarımı çattım gülerken. Niye gülüyordum ki? “Maalesefcik.” .

 

Mekandan şarkı sesi gelince, etrafımda döndüm. Düşecekken, kolumdan tuttu. “Allah’ın delisi!” Dil çıkardım. Yüzbaşı neredeydi ki? Küsmüş müydü bana?

 

Etrafa baktım, yoktu. Gelmemiş miydi ki? Gelirdi canım o, bırakmazdı tek beni. Güneş bu tarafa doğru geldi. “Gülüm,” dedim zıplayarak. “Didem nerede?” Beni süzdü. “Bu mutluluk fazla buna. Sarhoş mu bu zebani?” Onaytı bir mırıltı çıkardı Baran.

 

“Ya biraz içtiysem ne yani? Hadi gidelim, gidelim.” Baran gülümsedi. “Sırları açık edecek komutanımız yok çok şükür. İşi ilk defa işime yarayacağı aklımın ucundan geçmezdi.” İşimi vardı? “Devin’i hapise atacak o. Benide evine tuksak ediyor ama birşey söylemiyor.” Dudaklarımı büzdüm.

 

Güneş’e baktım. “Abin tam bir öküz! İşine gelmeyeceğince insanlardan vuruyor. Öldüreceğim onu!” Elim belime gittiğinde, Baran elimi tuttu. “Silah yok orada, sakin.” Gülmesine engel olamamıştı. “Sana bir tane vururum he! Çıldırtmayın beni!” Bu sefer Güneşte güldü. Beni niye kimse ciddiye almıyordu?

 

Kafamı kaşıdım. “Gülme.” Başını olumlu anlamda salladı. “Didem’i Gökhan alacak. Sana bir kahve söyleyelim.” Omzundan tutup, beni kendine çekti yürümeme yardım etmek için. “Maskeli de gelsin mi Güneş? Gelmiyor, gelsin o da.” Siktir olup gitmişti...

 

Kaşlarını çattı. “Maskeli kim Cansu?” Sustum. Maskeli kimdi? Bu sorunun cevabını bende bilmiyordum. Ona sormak gerekirdi. Ama sözünü tutmayan bir yalancıydı!

 

Güldüm. Beni bir sandalyeye oturttu. Geriye doğru düşecekken, tuttu beni. “Hayır anlamıyorum niye bu kadar içiyorsun?” Canım istemişti. “İyiyim ben.” Bencede iyiydim. Biradan birkaç yudum daha aldım.

 

Hiç örnek bir abla değildim. En azından Güneş vardı ona örnek olacak. “Asel sana emanet,” dedim ona. “Bana benzememesi için elinden geleni yapacağına dair söz ver bana. Beni geç, ona hiç benzemesin tamam mı?” Alt dudağını ısırdı. “Söz.” Artık içim rahattı.

 

“Jagged açın! Volkan Ayvazoğlu, yani Jagged açın!” Elini başına koydu Güneş. “Manyak manyağı dinler.” Manyak şey seni. “Sus kız.” Başımı iki yana salladım. Karşı komşumda Killa Hakan! Aa, orada mıydı?

 

Ayağa kalkıp, konuşuyordum ki, eliyle ağzımı kapattı. “Allah’ın cezası! Bir kere de ayık gel be!” Güldüm. Tabiatıma tersti canım o. “Doğum gününde içilir ama. Arda Bozok’un gömüldüğü günde daha çok içilir.” Ondan nefret ediyordum.

 

Gözlerini kapattı saniyelik. “Abim nerede ya? Zebani! Gelsene şuraya adam.” Geldi hemen zebani. “Çok tatlı olmuş lan bu!” Yüzümü sıktı çocukmuşum gibi. “Yerim lan ben seni cimcime!” Güneş kafasına bir tane vurdu. “Salak! Kadın içip gelmiş, dediğine bak.” Omuz silkti Baran.

 

“Abimi ara. Bu deliyle baş edebilecek tek kişi o. Yoksa ben akıl hastanesine gideceğim buradan.” Ben ise tabakları inceliyordum. “Zebani, bu ne?” Zebani güldü. “Çatal. Onu ağzına sokuyorsun.” Mantıklı geldi dediği. Ağzıma sokacakken, Güneş elimden aldı.

 

“Baran!” Kahkaha attı resmen zebani. Bende şişeden birkaç yudum aldım. “Helin! Al şu deliyi başımdan!” Helin oturduğu yerden, gözlüğünü çıkardı. Bütün asaletiyle, koltukta oturuyordu. “Hangisini?” Doğru. “Ben deli miyim? Aşk olsun Helin.” Halime baktı. “Küfür yemeye pek niyetim yok.”

 

Şu kadının asaletine aşıktım resmen. Baran aşık olmakta baya haklıydı. “İkisinden birini al işte! Yada Fıroş’u çağır.” Etrafa baktım, insan yoktu. “Sadece biz varız," dedim neşeyle. “Fırat!” Üs kattan Fırat indi. “Emredersiniz komutanım,” dediğinde, “Güneş’e yardım et,” dedi. Fıroş tekrardan, “emredersiniz komutanım,” diyerek, bize doğru geldi.

 

Baran, Helin’in yanına oturdu. “Ben hiç uğraştırmıyorum Helincik. Sen iste, on saat öylece durarım.” Helinde delirmek üzereydi. “Kes sesini gerizekalı!” Gülümsedi Baran. “Bu sabahtan sonra öldürsen susmam.” Helin tersçe ona baktı. Neler oluyor acaba?

 

Fırat, “yenge, otursan biraz,” dediğinde, “olmaz,” dedim anında. Canım oturmak istemiyordu ki, dans etmek istiyordu. Başımı iki yana salladım. “Şarkı,” dedim baygın bir sesle. “Lanet olmasın sana! Açıyorum, dur yerinde," diye beni bıraktığında, düşecekken Fıroş tuttu beni.

 

Güneş öylesine bir tane şarkı açtı. Ama bu rastgele şarkı, benim bütün hayatımı kapsayıp ama kapsamayan ikinci şarkıydı. Bir son arzum, iki bal.

 

Bal...

 

Masaya çıktım Fıroştan kurtularak. “Aşkım, sen benim balımsın. Kanıma karışmış kanım... Söyle, kimlerden kaçarsın? Boşuna, durmadan ağlarsın.” Gözümden yaş geldi. “Sen benim balımsın... Tadına alışmış canım. Oh, güzel kuşum bir... Ben zaten sarhoşum!” Sözlerini ne kadar içsemde unutmazdım.

 

“Söyle, nerdesin bal?” Gözümden tek bir göz yaşı gelirken, kahkaha attım. Güneş şarkıyı kapattığında, indim masadan. “Tekel’e gideceğim ben.” Güneş sinir moduna geçti. “Git tekel’e! Halin yetmiyormuş gibi, çıkma tekelden! Sanki çok güzel bir şey, içmek.” Umursamadım onu, tekele gittim

 

Girdiğim an, duvara tutundum. Başım fena dönüyordu amına koyayım. “Abi bana bir bira,” derken, gözlerim karardı. Düşecekken, birinin beni kollarımdan tuttuğunu hissettim. “Cansu,” diyen Kerem’in sesini duydum.

 

Gözlerimi açtığımda, gözlerime baktı. Bir saniyelik korku geçti gözlerinde. “İyi misin?” İyi misin... Güldüm ama alayla. “Ben ne yapıyorum burada ya? Arda Bozok öldü, orada olmam lazım benim. Eğlence peşinde koşuyorum, ne yapıyorum ben?”

 

O kabul etmesede, babam ölmüştü benim ya... Bir sigara 400 derecede yanardı. Benim kalbimin içi temizlenmemiş küllüktü. “Abi, su,” dedi adama. Tekel çaprazındaydı mekanın. Hepsi içerde, Didem’i bekliyordu.

 

Başım öne gidince, geriye attım. Tavana doğru güldüm. “Arda Bozok,” dedim gülerken. “Nefret edemiyorum ondan. Sevmemesi çok haklı beni. Bende olsam beni sevmezdim.” Tekelci abi su verdiğinde, “kes sesini. Kendine böyle dersen, öldürürüm seni,” dedi su şişenin kapağını açarken.

 

Aynı cevaplar, aynı sinir. “Ben seni bir yerden tanıyorum,” dediğim an, eli durdu. “Eminim bundan. Ama nereden tanıdığımı bilmiyorum, öğreneceğim.” Gülerken boynunda ki dövmeye dokundum. Elim yandı sanki. “Dövmelerin sebeplerini de öğreneceğim. Özellikle bu dövme ile kolyeyi.” Dokunduğum an irkilmişti. İnsan şah damarına neden yılan dövmesini yaptırır ki?

 

“Sorgulama.” Bu haklı olduğumu gösterirdi. Biraz su içirdi bana. Baygın gözlerim hala baygındı. Olduğumuz ortam hafif karanlıktı ay ışığında ki gece gibi. “Ambulans arayım mı abi? Çok kötü görünüyor abla, bitmiş gibi,” dedi adam.

 

Bitmiş gibi...

 

“Gerek yok,” dedi Kerem. “Normal hali.” Biliyordu. “Abi iki kere iki kaç eder,” derken gülümseyerek Kerem’e baktım. Beynimde ki bir ses bunu söylememi istemişti.

 

Yutkunamadı dediğimle. Gözleri ilk defa dolduğunu gördüm. Dudaklarımı büzdüm. “Hayır ama. Gözlerin bir daha dolarsa, hıçkırarak ağlarım burada.” Gözlerinin dolmasını sildi. Kulağıma doğru yaklaştı. “Eğer aklına herhangi birşey gelirse cadı, unut onu. Kolyen için yap bunu.” Kolyemi tutarken güldüm.

 

“Kolyem için herşeyi yaparım.” Gülümsedi ilk defa. “Aferim sana cadı, aferim.” Evet, aferimdi bana! “Cadı değilim ben!” Güldü bu sefer sesli bir şekilde. “Tam bir cadısın. Benim küçük cadımsın.” Bak, bu olurdu.

 

Kolyeme baktım. “Bunu bana kim verdi Kerem?” Ay kolyesine baktı. “Kimin verdiğini değilde, ne anlamda verdiğini söyleyeyim mi sana?” Hemen başımı salladım heyecanla. “Ay gibi parla, ışığın hiç sönmesin. Karanlığın içinde bile olsan, tek parlayan sen ol. O yüzden de hep gül diye vermiş bu kolyeyi sana.” Bunu isteyecek bir maskeli vardı, o da beni bırakıp gitmişti.

 

“Arda Bozok’a rağmen mi vermiş?” Saçlarımı kulaklarımın arkasına sıkıştırdı. “Arda Bozok’a rağmen. Bunu veren kişi sönse bile vermiş bunu.” O zaman gülerdim ben. Ölsem bile gülerdim.

 

“Gel bakalım şimdi. Götürelim seni yerine.” Başımı iki yana salladım dışara çıkartırken beni. “İstemiyorum gitmek. Canım içmek istiyor benim. Orada düzeni bozacağım, istemiyorum.” Durdu, gitmemi zorlaştırmadı. “Tamam, dediğin olsun. Onlarda kız üzülmesin diye bozmazlar, gittin sanarlar. Nereye gideceksin, bırakayım seni.”

 

Elimi alnına koydum. “Ateşin mi var senin? Fazla ilgiliyiz bugün. Yoksa sende mi Arda Bozok’un öldüğünü öğrenip acıyorsun bana?” Acınmaktan nefret ederdim. “Bende acıma duygusu yoktur küçük hanım. Bazen bu korkunç bir hal alabiliyor.” Bazen değil her zaman alıyor gibiydi.

 

“Yüzbaşı gelsin. Yada maskeli gelsin.” Kaşlarını çattı. “Yüzbaşını da, maskelini de sikeyim. Ne yüzbaşıymış arkadaş!” Kıskançlık seziyordum. İleri baktığımda, müptelası olduğum beyi gördüm.

 

İyi insan lafın üstüne gelirdi. “Barut!” El sallayacakken, elimi indirdi. “Abartma.” Barut buraya baktığında, içim ısındı. Buraya doğru geldi ceketinin yakasını düzelterek. “Deniz kızı, ne işin var bunla?” Tanımasam bunları birbirlerinden nefret ediyorlar sanacaktım.

 

“Bu soruyu bende soruyorum,” diye söylendi Kerem. “İçmiş deniz kızın, tekel’de bulduk. Girmek istemiyor mekana.” Bu haber Barut’un hoşuna gitmiş gibiydi. “Maskeli de gelsin.” Barut’un yüzünde tebessüm oluştu. Maskeli oymuş gibi.

 

Olabilir miydi? Ceketine dokundum. “Bu ne?” Kerem’e baktığımda, gittiğini gördüm. “Ceket,” derken, omzundan tuttu. “Bırak beni,” diyerek ittim onu. “Nefret ediyorum senden! Pislik adam! Dağ ayısı! Öküz! Geber!” Geberme!

 

Arabanın kapısını açtı. “İlk önce sen bin şuna, ben sonra geberirim.” Omzuna bir tane vurdum. “Geberirsen döverim seni!” Sırıttı. “Haklısın.” Hak veriyordu birde! “Ama biraz daha burnumun dibinde durarsan, öperim.” Omzuna bir tane vurdum. “Sapık herif!” Bütün sinirimi onunla atabilirdim.

 

Arabanın kapısını geri kapattım. Düşmemek için sırtımı yasladım. “Sana sorular soracağım, sende doğru cevap vereceksin. Tamam mı?” İşaret parmağımı yalan bir sinirle, burnuna dokunarak dokundurdum. “Cevabı üzecek şeyleri söylemem.” Güldüm. “Olur.” Ne sorsaydım acaba?

 

Buldum! “Bana hiç yalan söyledin mi?” Cevabını bildiğim sorular soruyordum. “Evet.” Cevap şaşırtmadı. “Deccal kaç kişiyi öldürdü?” Kaşlarını çattı bu soruyla. “372.” Oha! Şehrin çoğunu öldürmüştü resmen. “İyileri mi öldürdü kötüleri mi?” Cevap basitti. “Pislikleri.” Savunuyor gibi konuşuyordu.

 

“Çavuş’u niye sahiplendin?” Bu soruda, sustu. Demek ki üzecek birşeydi beni. Sonra ise iç çekti. “Ne yapmaya çalışıyorsun? Deccal sana zarar vermez” Biliyordum. Gülerek, “deccal’i tanıyorum ben. Maskeli eşittir Deccal,” dediğimde, “biliyorum,” dedi yine.

 

Bu sefer şaşırmıştım. “Biliyor musun? İmkansız! Maskeli ben hariç kimseye gözükmez ki. Gözükmezdi. Senin gibi kokuyordu, deniz kızı diyordu. Sen maskeli olabilirsin hatta. Ve içimden bir ses senin maskeli olduğunu söylüyor. Sarhoşum, söyle bana. Yarın unuturum zaten.” Saçlarımı parmaklarına doladı yavaşça.

 

Yüzüme baktı, her zerreme. En son gülüşüme baktı, ifadesi daha da yumuşadı. Baş parmağını, dudağımda gezdirdi. “Öğrenmek istiyor musun?” Yüzü çok yakınımdaydı. Kalbim hızlanıyordu, aklım çalışmıyordu. “Hıhı.” Dudaklarında onunda hafif tebessüm oluştu.

 

“Doğru tahmin deniz kızı. Maskeli benim, ama sen bunu yine hatırlamayacaksın.” Oydu...

 

Bırakıp gitmememişti beni. “Ya hatırlarsam?” Dudakları çok yakındı. Öpmemek için kendini zor tutuyor gibiydi. “Kal o zaman. Gitme bir yere. Gerçekler bazen yalanlardan daha acıdır deniz kızı. Yalanların içinde kal, olduğun gibi kal.” Başımı iki yana salladım. “Kalmayacağım,” dediğimde, “inatçısın,” diye mırıldandı.

 

“Şuan unutsam bile, unutmayacağım zaman tekrar diyeceksin bunu bana maskeli.” Gülümsedi. “Meydan mı okuyorsun bana? Deccal’e, maskeliye? Fazla cesursun.”

 

Dudaklarım dudaklarının üstünü örttü iki saniye. Kalbinin hızlandığını hissettim. Geri çekildiğiminde, gözleri kapalı derin bir nefes aldığını gördüm. “Ne diyordun?” Beni seviyordu, bende onu. “Kafama sık daha iyiydi be.” Gülümsediğimde, hissetmiş gibi gözlerini açtı, gülüşüme baktı. “Seni herşeyden çok seviyorum be bal. Fazla bu bana, her zaman fazlaydı. Gitsende, unutsanda kızamıyorum, daha çok bağlanıyorum sana. Büyü gibi.”

 

Bu bir aşk itirafıydı galiba. “Sarhoş olmadığımda tekrar isterim bu cümleleri.” Sırıttı. Dudaklarıma doğru, “bende isterim aynısından bal. O zaman bu kadar sakin kalmayacağımdan emin olabilirsin,” dediğinde, “sapık herif,” diyerek ceketini tutup, kendime çektim ve sarıldım.

 

Boynuma bir tane öpücük kondurdu. Sımsıkı sarıldı bana, hiç bırakmamak istercesine.

 

“Deccal’in tek bir zaafı var bal. O sensin.”

Loading...
0%