@gecemavisiyazarrr
|
Koltukta, kıvrandıkça kıvrandım. Kendimi zorla, sırt üstü attım koltuğa. Diğer koltukta, Güneş’i öyle görünce, gülmeye başladım. “Dokunmuş olmasın sana Güneş?” Ondan on kat fazla içmiştim ama, aynı durumdaydık.
Elinde ki şişeyi, ortada ki masaya koydu. “Kızım, sen her zaman böyle yaşıyorsun birde. Derdine sıçayım senin, böyle yaşanır mı lan?” Ağzı bozulmuştu baya.
“Ne varmış halim de?” Eliyle sağ şakağını ovaladı. “Sorun zaten bu, herşey var halinde. Gerçekten, bir uyuşturucu içmediğin kaldı.” Ona ağzımı sürmezdim. O kadar da ileri gitmemiştim.
İçkiyi kafama diktim tekrardan. Hazineyi iyi patlatmıştık. “Ona gerek yok, vücudum zaten uyuşuk.” Zorla koltukta oturdum. “Dökelim dertleri o zaman.” O da zorla benim gibi oturdu.
Geriye yaslandı koltuğa. “Tekrar kafasına diktiğinde, bu sefer öksürmedi. “Güneş, fazla içme istersen,” dediğimde, beni dinlemedi. Rakıyı dudaklarından çekip, beyaz peyniri yedi. “Bu sefer ben başlayayım.”
Sesizce, onu dinlemeye koyuldum. “Adem Türkmen, şehit Adem Türkmen. Abimin doğum gününde şehit olmuştu. Ben o sıralar dört yaşındayım, anlamıyorum tabi. Ses çıkarmayayım diye, beşikte uyutmuşlardı beni.” Acıyla güldü. “Selma Türkmen, şehit eşi. Annemin çığlıklarıyla uyanmıştım. Adem diye haykırıyordu.” Yutkundum.
Derin bir nefes aldı. “Sonra ambulans sesi duydum. Kalkacakken, komşulardan biri beni kucağına aldı. Bana dedi ki, ‘vatan için,’ anlamamıştım. Bir süre sonra teyzem ile abim geldi, baya kötülerdi. Abim beni kucağına aldı, öptü saçlarımdan. Bana dedi ki, bundan sonra babanda benim annen de.” Asker çocuklarıydı.
Gözünden bir damla yaş aktı. “Teyzem baktı bize ondan sonra, evde hergün kavga. Abim odayı kilitliyor, kulaklıklarını veriyordu. Sonra benimle oyun oynuyor, susturmaya çalışıyordu sesleri. Ama birgün oldu, o bile kurtaramadı beni.” Kaşlarımı çattım.
Gözünden art arda yaşlar aktı. Sigara yaktı benim gibi. “On beş yaşlarına girmiştim. Okul çıkışı, eve gidecektim sadece. Kurslarla hava kararmıştı.” Duman çekti içine. “Sadece eve gidecektim, başka birşey istememiştim. Ara sokaktan geçerken, bir anda bir el ağzımı kapattı.” Dudaklarını birbirine bastırdı. “Yapamadım, koruyamadım kendimi.” Anladığımda, dudaklarım şaşkınlıkla açıldı.
Tecavüze uğramıştı…
Kahkaha atmaya başladı. “Acınası, zavallı bir çocuk,” dedi kendine. “Ve dayım bana ne dedi biliyor musun? Neden etek giydin, giymeseydin olmazdı. Amına koyayım!” Bira bardağını yere attı. “Abim ile teyzem hariç, sadece onlar hariç. Bütün herkes, sorun bendeymiş gibi davrandılar!” Ayağa kalktı, mani olmadım.
Gözünü vazoyu kestirdi. Onu alıp, duvara fırlattığında, sadece izledim. Dökmesi lazımdı, konuşursam dökemezdi. “Allah belalarını versin!” Ben hala şoku atlatamamıştım. Her gülen, mutlu olmuyordu.
Elini saçına attı. “Acıyan gözler, hemde iki defa. Korunamadım, yapamadım.” Ayağa kalkarak, “Güneş,” dedim kısık sesle. Gidip, ona sarıldım sıkıca. Ağladı hıçkırarak. “Ben o kadar da iyi değilim Cansu. Ben sadece unuttum, ama dökemedim. Hiçbir yere bağırıp, dökemedim acımı. Bende bu konuda imreniyorum sana. Kötü olduğunu gösterip, içinden gelenleri diyorsun.” Saçından öptüm.
Ne diyeceğimi bilemiyordum. “Geçmez belki Güneş, yalan söyleyemem sana. Ama alışacaksın, unutman için elimden geleni yapacağım. Sonu ne pahasına olursa olsun.” Geri çekildi.
Masaya doğru ilerleyerek, “bunu şimdi siktir et’te, iyi geldi böyle olmak,” dediğinde anlayışla karşıladım. Konuyu değiştirmeye çalışıyordu.
Başımı iki yana salladım tekrar. “O yüzden böyleyim kızım ben. İç, işe git ve dinlen. Ama bak, bir kereye mahsus böylesin. Hayatını karartma benim gibi.” Benim yaptıklarımı değil, söylediklerim örnek alınması gerekiyordu.
Cevap vermedi, bende bu sefer yanına oturdum. Bana bakıp, “senin hikayen daha uzun,” dedi. Onu onayladım. “Ben sana kısaca özet geçeyim o zaman.” Bende bir sigara yaktım.
Geriye yaslandım, sıra bendeydi. “Aslında konu basit. Ünlü bir iş adamı, nefret ettiği kızı. Ben, deney olarak kullandığı, öldürmeye teşebbüs ettiği bir çöplüğüm onun için. Akciğerim onun yüzünden soldu, böbreğim onun yüzünden alındı. Kaçırıldım, sırf gösteriş için. Ve ikinci ölümden dönüşüm orada oldu. Karnımdan, ağır bir şekilde vuruldum. On yaş için, fazla bir aksiyon.” Yutkundu.
Ayaklarımı masaya atıp, rahatça oturdum. “Ama iyi para etti he. Bana kameraların önünde ki, sarılışını görmen lazımdı. Baya iyi bir oyuncu, iyi bir baba rolünü de iyi oynuyor. Keşke oynamak yerine, öyle olsaydı. O zaman, ben böyle olmazdım.” Alaylı gülümsemem her zaman ki dudaklarımdaydı.
Araya girdi Güneş. “Ona küçükken ne söylemek isterdin?” Terapist gibiydi. Karşımda onu gördüm, kolumdan tutarak sürülüyordu beni. Küçüktüm, ağlıyordum.
İzlerken, yeni bir sigara yaktım. “Baba, karanlıktan korkuyorum. O bodrum fazla karanlık, bırakma oraya.” Arkada annem sadece izliyordu. “Anne, yardım et. Canım yanıyor, ölmek istemiyorum.” Koltuğa tırnaklarımı geçirdim.
Gözümü kapattığımda, o an gözümün önüne geldi. “Devam et,” dedi Güneş. O lanet olası bodrum katı. Babam, sırtıma sopayla vurunca, dudaklarımı birbirine bastırdım. “Vurma! Yapacağım, vurma artık! Anne, yalvararım yardım et!” Babam saçlarımdan çekerek, beni kaldırdı.
“Ne yapacaksın Cansu? Ne istedi senden?” Yanağımın ıslandığını hissettim. “Silah çok ağır baba.” Bana verdiği silahı tutarken, korkuyla bakıyordum. “Sık kafana,” dedi kalın sesiyle. “Baba, çok acıyacak mı?” O an gözümün önündeydi.
Yapacağımı anlamış olacak ki, sırıttı. “Emin ol, gerçek hayattan çok acımayacak,” dedi yine kalın sesiyle. Başımı sağa yatırarak, silahı kafama yasladım. “Baba, yaparsam beni sevecek misin,” dedi o küçük kız.
Zafer kazanmış gibiydi. “Seveceğim,” dediğinde gülümsedim. “Tamam baba, yapacağım.” Silahı havadan tutmak zor gelmişti o küçük bedenime. Silahı rahat etmek için, karnıma doğrulttum. Tetiğe bastığımda, çığlık attım. Elim karnıma gitti.
Orada mıydım yoksa gerçek hayatta mıydım?
Bedenim iki büklüm oldu. “Anne!” Karnımdan kan akıyordu. Annem kapıda, sadece izliyordu. Gözünde üzülme yoktu, bomboş bakıyordu. Çırpındım olduğum yerde. “Çok karanlık anne! Ben karanlıkta ölmek istemiyorum! Yalvararım, ışığı açın. Anne, çok karanlık! Karanlıktan korkuyorum anne! Canım çok acıyor ama sorun değil.” Çırpınmaya devam ettim.
Arda Bozok, bodrumdan çıkınca, tek başıma kalmıştım. “Baba, gitme. Yaptım, sev beni...” Bir anda gözlerimi açınca, Güneş’i gördüm. Eliyle ağzını kapatmış, bana bakıyordu.
Gözünde yine acıma olmayınca, rahatladım. O da ona yaptığım gibi, bana sarıldı. “Cansu, biz neler yaşadık böyle?” Bok gibi yaşadık Güneş. Tabi buna yaşamak denirse.
Derin derin nefesler alıp verdim. Ellerimi havaya kaldırıp, geri çekildim. Soluksuz nefes alıp veriyordum. Yine korkuyla bana baktı. “Panik atak mı,” diye sorduğunda, başımı iki yana salladım.
“Rahatlayacağız,” diyerek odama gittim. İki tane sopayı alıp, geri geldim. Sopalardan bir tanesini ona uzattığımda, aldı. “Biraz kırıp, dökelim.” Anlamış olacak ki, ayağa kalktı.
İlk hamleyi ben yaptım. Televizyona vurarken, “bu sevilmeyen bütün çocuklar için,” diye bağırdım. Tam kırılmayınca, Güneş vurdu televizyona. “Bu, kimsesiz olan bütün çocuklara!”
Arkamı dönüp, salonun kapısına vurdum. “Bu, babası varken, babasız büyüyen çocuklara!” Güneş, masaya tekme atarak, devirdi. “Bu, tecavüze uğrayan kadınlara!” Hıncını çıkaramayarak, koltuğa da tekme attı.
Bira şişesini alıp, duvara fırlattım. “Bu, ruhu ölen herkese!” Güneş’te, şarap şişesini duvara attı. Her taraf, kırmızı olmuştu. “Bu, her zaman gülmek zorunda kalanlara!” Gözümü sandalyeyi kestirdim.
Bütün hıncımı çıkarırcasına vurdum. “Bu, susup, sadece izleyen annelere!” Paramparça olana kadar, vurmaya devam ettim. Arkamdan cam kırılma sesi geldi. “Bu, şehit çocuklarına!” Bende bağırdım. “Bu, intihar etmek zorunda kalanlara!”
Her tarafı darma duman ettik. En son dış kapıya gidecektim ki, kapı açıldı. Barut’u gördüğümde, onu umursamadım. Güneşten tek bir ses geldi. “Bu, bütün pislik adamlara!” Neyi bahsettiği belliydi.
Mutfağa girip, tabakları yere attım. Bacaklarıma ile koluma batmalarını umursamadım. “Bu, acımasız olan hayata!” Durulmaz hale gelmiştik. Güneş’in kırılmamış birayı tek dikişte bitirdiğini gördüm.
Salona tekrar girdiğimde, Barut’un Güneş’i tuttuğunu gördüm. “Ne yapıyorsunuz siz lan?” Ben hala kırmaya devam ettim. “Rahatlıyoruz, bırak kızı.” Güneş çırpınıyordu kurtulmak için. “Bırak! Abi, bırak beni!” Sesi, ilk defa bu kadar çok ve sinirli çıkıyordu.
Kızın içinde ki, şeytanı çıkarttık iyi mi?
Barut, ne yapacağını şaşırmış gibiydi. Ben hala duvarlara vurup, “Senden nefret ediyorum Arda Bozok,” diye bağırdım. “Beni öldürmediğin hergün için, acı çekerek öl!” Her taraf parçalanmıştı.
Güneş’in yanına gittim. “Bırak kızı! Ve lütfen siktir olup git.” Bırakmayıp, ayağa kalktı. Güneş’i kendime çektiğim de, Güneş bana gelmek için çırpındı. “Durun lan!” Dış kapıdan, başka bir adam girdiğinde, onu zerre umursamadım.
Barut, adamın geldiğini görünce, derin bir nefes aldı. “Kaan, tut şu kızı. Öldürecekler kendilerini deli manyaklar.” Kaan olduğunu öğrendiğim adam, komuta uyarak, kollarımdan tuttu. “Türkmen, neyin içindeyiz biz?” Bende çırpındım kurtulmak için.
Barut zorla Güneş’i tutarken, başını iki yana salladı. “Bilmiyorum,” dediğinde, Güneş’i kendine çekti. “Lan senin içinde ki şeytan ne ara çıktı? Güneş’im, abim bir sakinleş.” Güneş bağırarak, çırpınmaya devam etti.
Bende kurtulmak için çırpındım. “Kardeşim, bıraksana. Kendi evimizde, kendimiz dağıtıyoruz. Barut tamam da, sen ne ayaksın?” Döktükçe, kırdıkça sakinleşmiştim. “Komutan o, ona de bacım.” Tabi ya, asker mevzusu.
Güneş gittikçe daha da sinirleniyordu. “Abi filan dinlemem, vururum sopayla abi,” diye bağırdı. “Ulan ikinci manyak!” Birinci ben oluyordum galiba. “Güneş, yeter,” dediğimde, durdu. Alt dudağını büzdü. “Hemen mi? Ben atamadım sinirimi ama.” İki adamı işaret ettim gözümle.
Arkamda ki, esmere baktım. “Bırak, rahat duracağım. Bak Cansu Bozok sözü. Babama benzemem ben.” Barut, “bırak o deliyi,” dediğinde, bıraktı beni.
Bileğime saplanan, cama baktım. “Amına koyduğumun camı.” Bacaklarımda kanıyordu. Gözlerimi devirerek, Güneş’i kaldırdım. Ayağa kalktığında, koltuğa oturduk.
Bize deli gibi bakan, iki adamı umursamadık. Televizyona bakınca, dizime vurdum. “Televizyonu kırmışız,” dedim oflayarak. “Lan biz onu ne ara kırdık,” dedi Güneş anlamayarak. Kahkaha atmaya başladığımda, o da kahkahalarla gülmeye başladı.
Barut kaşlarını çatarak, gülen bize baktı. “Ulan manyaklar, siz ne yaptınız burayı?” Arkada duran Kaan’a takıldı gözüm. Bu askerlerin hepsi, neden bu kadar yakışıklıydı?
Siyah kirli sakalları, ona yakışıyordu. Esmer bir adamdı. Siyah dağınık kısa saçları, lacivert gözleriyle uyuşuyordu. Çatlamış dudakları, kemerli bir burnu vardı. Hepsi gibi, heybetli bir vücudu vardı. En az iki metre olmalıydı.
“Ya bu komutan, hala sinirlenmiyor asker bey? Sebebi ne olabilir sence?” Gülecek gibi oldu ama gülmedi. Barut eliyle yüzünü karıştırdı. “Cansu, delirtme adamı,” dedi bastırarak. Dil çıkardım ona gülerek. “Özümde varsa demek ki.” Güneş o’ladı. “Cansu kazanır diyiyorum.” bileğimi oynatcakken, canım çok fena yandı. “Siktir,” dedim acıyla inleyerek. “Aranızda cam çıkarmayı bilen var mı?” Kaan denen adam yanıma geldi. “Bez lazım,” dediğinde, saç bandajımı çıkardım. “Bunla sar hemen. Tek’te çıkar camı, canım acımaz.” Bünyem acıya alışıktı.
O bileğimle ilgilenirken, Barut etrafa baktı. “Savaş mı çıktı bu evde,” dediğinde, içki şişelerine baktı. “Allah aşkına, sadece senin içtiğini söyle Cansu.” Maalesef demek zorundayım.
Güneş gülerek, “maalesef abiciğim. Şimdi ne kadar içtin diye soracaksın değil mi? Valla, beşinci şişeden sonra saymayı unuttum ben. Cansu, biz kaç şişe içtik?” Tam cevap verecekken, Kaan camı çıkarınca, “siktiğimin camı,” diye bağırdım.
Barut kaşlarını çattı. “Acıyor mu?” Alay ediyormuş gibi baktım. “Tabi acıyor be adam. Soktuğum’un camı, bana soktu.” Gözlerini devirdi. “Tek bir soru, tek bir cevap. Neden yaptınız?” İkimizde susunca, elini yumruk yaptı.
Kafasına vurdu yavaşça. “Siz beni delirtecek misiniz? Tamam Cansu yapar, beklerim ondan. Fakat, Güneş sana ne oluyor?” Ayıplarcasına baktım ona. “Ön yargılı davranıyorsun Barut. Sen bizim, acılarla yüzleştiğimiz için yaptığımızı bilseydin, böyle demezdin. Ha, sanki ben böyle bok gibi yaşamaya, çok meraklıyım değil mi? Bir sik bilmeden, konuşma derim. Sikerim böyle düzeni arkadaş. Neyi görüyorsan, ona inanıyorsun. Oysa o buzdağının görünen kısmı, altı da var onun.”
Güneş bana hak verdi. “Katılıyorum abi, sus sen. Hem şu yakışıklı adam kim?” Benden daha da sarhoştu. “Ben seni bir yerden tanıyorum gibi.” Gözünü kıstı adama bakarken. “Yok, ben tanımıyorum seni. Bu kadar yakışıklı birini, unutmam ben. Sevgilin var mı?” Oha, adama yürüyordu resmen.
Barut öyle bir baktı ki Güneş’e, ben bile korktum. “Abim, sus derim.” Güneş omuz silkti. “Ne dedim ya? Yoksa sevgilisi, numarasını isteyecektim. Ya cevap versene yakışıklı, var mı sevgilin?” Kaan, ona baktı. “Yok,” dediğinde kahkaha attım.
Barut elini saçlarını geçirip, çekti. “Ne diye cevap veriyorsun lan?!” Kaan’ın işi bitince, geriye doğru gitti. “Sordu.” Barut delirecek gibiydi. “Ulan, hayatında ilk defa doğru cevap veresin mi tuttu?” Ortalık kızışacak gibiydi.
Güneş sırıttı. “Numaranı alabilir miyim? Yada dur, ben direk kendi numaramı vereyim. 0545,” dediğinde Barut onu susturdu. “Güneş, sus,” dedi dişlerini sıkarak. Barut, hala sakin kalmayı nasıl beceriyordu?
Kaan denen adam, durumdan rahatsız olmuşa benzemiyordu. Aksine, utanmasa gülecek gibiydi. Yada ben sarhoşluktan böyle sanıyordum, bilmiyorum. Ama arada sırada ona bakıyordu. Yoksa, ilk görüşte aşk mı? Bak buna gülerdim.
Güneş, neye kızdığını anlamamış gibiydi. “Ne dedim ki abi? Sadece, numaramı vereceğim.” Güneş’i kendime çekip, susturdum. “Sarhoş abisi, sen takma. Türk dizilerinde ki gibi, silah çıkartma derim. Bak sen askersin, kardeşe silah çekilmez.” Ne saçmalıyordum ben? Ağa dizilerini daha az izlemeliydim.
Güneş susmadı ama. “Silah niye çeksin ki? Hem sarhoş olabilirim ama, istemesem demem.” Sus Güneş, sus. “Kaan, siktir git,” dediğinde, olan Kaan’a olmuştu. “Benim bir suçum yok, kardeşin dedi. Neyse, ben arabayı alıyorum bu arada.” Giderken, Güneş bağırdı. “Tekrar gel, özlettirme kendini yakışıklı!” Yakışıklın batsın Güneş.
Barut, deli olacak gibi değil, olmuş gibiydi. “Sıçarım yakışıklığına!” Yüzünü buruşturdu. “Sende hastanede, Cansu’ya birşey olacak diye korktun. Sen yapınca sorun yok, ben yapınca mı var?” Gözümü kıstım. “Ne dedin Güneş sen,” dedim şaşkınlıkla. Korkmuş muydu o?
Barut araya girdi. “Sarhoş, saçmalıyor.” Bence de. “Yo, hatta,” derken, Barut bir anda kendine çekti. “Çok mu buldun sen onu yakışıklı?” Neyin içine düşmüştüm ben? Adam, susması için abiliğini satmıştı resmen.
Ben de Cansu’ysam, bunu öğrenirdim. “Demek Barut yüzbaşı, korktu he? Gerçekten saçmalıyor bu Güneş. Yarın ölüm haberin çıksa, en fazla beş saniye üzülürsün. Sonra, bir baş belasından kurtuldum dersin.” Durdum bi süre. “Baksana, der misin gerçekten? Valla, denemek bedava. Ben şimdi atlayım, balkondan.” Ciddiydim baya.
Ayağa kalktığımda, geri oturttu. “Hepiniz mi manyak olursunuz arkadaş. He git, at deneyelim. Sonrasını sen görebileceksin sanki.” Tekrar kalktım. “Huriler’e sorarım ben.” Tekrar oturtturdu. “Aynen, tam ekran yaptırsınlar sana birde. Böyle giderse, ben atlayacağım o balkondan.”
Bir süre sonra, “sen kaç şişe içtin,” diye sordu. “Yirmiden fazla içmişimdir. Hazinemi patlattıkta, salonuda patlatmışız biraz. Neyse ya, üç saatlik iş. Gece düzeltirim ben.” Uyku olmadığı için, buraya toparlayarak düşünmemeyi başarabilirdim.
Güneş baygınlıkla bana baktı. “Gece güzeli Cansu. Abi, bunun iki hafta uyumadığı olmuştu he. Yine kar yağmıştı, onu karlarının arasından zorla alabilmiştim. Birşey söyle, böyle giderse gerçekten ölecek.” Ofladım rahatsızca. “Abartma Güneş, bayılmışım sadece. Hem rahatım da yerindeydi, bir cacık olmazdı.” Bünyem alışıktı, ben ne yapabilirim?
Barut kaşlarını yine çattı. “Kendine dikkat etmiyor musun sen? Kızma ama, senin annen baban nerede? Ölümden dönerken, yanında değiller miydi?” Valla ilk ikisinde, onlar yaptıkları için yanımdaydılar.
“Cehennemde yüzbaşı, cehennemin dibindeler. Annem zebani, babam ise en büyük şeytan. Ben cehenneme gidersem, tek istediğim onların olmadığı bir cehennem. Bence yeterince yeterli bir cevap.” Güldüm halime. “Ama bak, Arda Bozok hepsinde yanımdaydı. Ve hepsinde, bana güzel ders verdi.” Sarhoştum, yalan söylemeyim. Yoksa, bunların hiçbirini söylemezdim.
Şüphelenmişti, belliydi. “Şaka.” Bu sefer pek işe yaramayacak gibiydi. “Aman yüzbaşı, ben dışarı çıkıyorum. Bakarsın, bu sefer donarım.” Dilimi damağıma vurdum. “Ben ölmem ki, kötüler ölmez yüzbaşı. Bak bunu, Arda Bozok’tan öğrendim. İyi ders veriyor, ama gitmeni hiç tavsiye etmem.” Gidecekken, Güneş kolumdan tuttu. “Cansu, gitme...” Sesi uyumaya yakındı.
O kadar içersen, bu olur Güneş. “Niye gülüm?” Başını iki yana salladı. “Annemi hissediyorum sen varken. Uyutsana beni, lütfen,” dediğinde yutkunamadım. “Abim, ben varım ya,” dedi yüzbaşı.
Cansu kolumu bırakmadı. “Abi, ben annemi çok özledim. Cansu uyutsun beni, tamam mı,” dedi baygınlıkla. Ben iyi birine benzeyemezdim. Yine de onu kırmadım, kafamın dikine gitmedim. “Tamam gülüm,” dedim. İlk önce bir banyo, sonra iyi bir uyku.
Yüzbaşına baktım. “Sen gidebilirsin yüzbaşı. Otur diyeceğim de,” dedim etrafa bakarak. “Çokta oturacak bir yer bırakmamışız.” Ayağa kalktığında, gidecek sandım. “İçiniz rahatladı mı kırıp dökerken?” Bana yaramış sayılırdı. “Evet,” diyerek, haydarı uzattım. “Dene istersen. Zaten değiştirecektik salonu, bahane çıktı bize de.” Uzattığım haydar’ı aldı eline.
Duvara vururken, güldüm. “Helal be yüzbaşı! Sakin olup ne yapacaksın yüzbaşı, dök içindekileri. Kır, parçala, bağır, kalp kır ama rahatla. Bu siktiğimin hayatına, bir kere geliyoruz yüzbaşı!” Herkesi iyileştiriyordum, kendim hariç.
Güneş’i kaldıracakken, uyuduğunu fark ettim. Banyoyu sabah yapardı, yatağına götürsem yeterdi. Bu durumu görmesem, kendimi affetmezdim. O yüzden, Güneş’in elini yüzünü yıkayarak, yatağa yatırıp, geri geldim.
Yüzbaşı da kırıyordu. “İçinde tutuşsun sende yüzbaşı. Dökülmemiş, unutulmamış şeyler yaşamışsın. Ama, bunu sinirle dökmek yerine, sakinlikle halletmeye çalışıyorsun.” Televizyona defalarca vururken, kendimi gördüm. Acının büyüğü küçüğü olmazdı. Acı, iğrenç bir illetti.
Bana baktı. “Terapist olasaydın,” dediğinde dilimi damağıma vurdum. “Ben kendimi düzeltememişim, onları mı düzelteceğim?” Bende diğer sopayı aldım. Yine duvara vururken, “ölemiyorsam yüzbaşı, kırarım etrafı,” dedim.
Koltuğa kendimi attım. “Sigara yada içki?” Başını iki yana salladı. O da yanıma oturduğunda, kaşlarımı çattım. “Sen neden böylesin Cansu? Kim yaktı canını bu kadar? Kim yaktıysa, çok yakmış belli.” Yüzüme alaylı gülümsemem geldi.
“Beni kimse üzemez yüzbaşı.” Sigara yaktı o da. “Peki baban?” Dediğinde, durdum. “Şöyle birşey yapalım. Tek tek soru soracağız, doğru cevap vereceğiz. Ama burada konuşulan, burada kalır.” Kabul ettiğinde, “soruma cevap ver,” dedi.
O çok üzerdi. “Üzer, yakıp yakar ortalığı. Ona olan nefretimi, onun bana olan nefretini yüzüme vurur. Çünkü, en iyi o bilir nereden vuracağını. Başka bir bokumu da bilmez zaten.” Sıra bendeydi. “Doğum günlerinden nefret ediyorsun değil mi?” Ona göre belki kutlardım.
“Evet, nefret ederim.” Sıra ondaydı. “Hiç intihar ettin mi,” diye sorunca, gülmeye başladım. “İyi soru yüzbaşı, tebrik ediyorum.” Cevabını veremezdim, acıyarak bakacaktı. Ayağa kalkarak, “bende sarhoşum farkıdasın değil mi? Uyumam lazım, çok içtim,” diyerek kurtulmaya çalıştım.
Kapı çalınca, oraya doğru gittim. “Didem, yarın buluşacaktık ya,” dedim, kapıyı açmadan. Kapıyı açtığımda, gördüğüm kişi yüzünden, yutkundum. “Anne,” dedim ruhsuzca.
Bana sarılınca, sadece durdum. “Bana karışmayın dedim,” dedim düz bir şekilde. Ona karşı hiçbir şey hissetmiyordum. Bana sarılması, arkamda ki Barut olmalıydı. Ah, bu gösteriş meraklısı ailem.
Geri çekildiğinde, ruhsuzca ona baktım. “Sen zayıfladın mı kızım,” dediğinde, gözlerimi devirdim. “İyi davranmayı bile beceremiyorsun. Hemen defolup git buradan.” Üzülmüş gibi davrandı. “Niye öyle diyorsun ki kızım?” Hala aynı şekilde baktım.
Yüzbaşı, “ben gideyim en iyisi,” diyerek kapıdan çıktı. Kapıyı kapattığı anda, annem beni iterek içeri geçti. İşte, gerçek yüzü ortaya çıkmıştı.
Kapıyı sertçe kapatarak, “siktir git evimden,” diye bağırdım. Yüzünü buruşturdu salona bakarken. “Yine sinirlenip, kaçırdın insanları kendinden. Gerizekalı.” Sinirime hakim olmaya çalıştım. “Siktir git.” Gitmedi yine.
“Sana çok meraklıyım sanki ben. Bir günlüğüne İstanbul’a geleceksin, o kadar.” Delirmiş gibi baktım. “Ne saçmalıyorsun sen? Ulan, ben o yere gelir miyim sanıyorsun? Sizin gururunuz ve rolünüz sikimde değil. Şimdi sen mi çıkarsın yoksa ben mi çıkarayım Devin Bozok?” Anne demeye bin şahit isterdi. Şansını denemek için gelmişti. Etrafa baktı iğrenerek. “Kırılmış ve parçalanmış her taraf. Kendini yaratmışsın baksana.” O anne olamazdı, o inanılmaz kötü biriydi. “Hadi ama, sen beni kıramazsın. Hem Devin Bozok, burası seni de anlatmıyor mu? Satılmış, kullanılmış hissi var değil mi?” Alayla güldüm. “Gerçekten seni anlatıyormuş.”
Onun canı acımıştı. “Bana bak Devin Bozok. Oradan çıkan kişi kimdi, biliyor musun? Yüzbaşı Barut Türkmen.” Parmaklarımı şıklattım. “Ben diyorum ki, ona sizin bana yaptıklarınızı anlatayım. O peşini bırakmasın ve bom! İtibarınız yerle bir olsun.” Kahkaha atmaya başladım yüzüne doğru.
Gözlerini tekrar devirdi. “Akıl Hastanesi'ne yatman gerekiyor,” dediğinde daha alaylı bir kahkaha attım. “Dedi deliler hastanesinden kaçan Devin Bozok.” Tokat attığında, başım yana düştü.
Kahkaham kesildi, ama alaylı gülümsemem bozulmadı. “Geliyorsun ve kameraların önünde, babanı çok sevdiğini söylüyorsun.” Ağzıma dolan kanı, yere tükürdüm. “Eğer oraya gelirsem, sizi öyle bir rezil ederim ki, oturur ağlarsınız. Ben sizin yerinizde olsam, yurtdışında derdim. Yada öldü, soyisim benzerliği her yerde var.” Büyümüş halimi kimse görmemişti.
Çenemi tutup, kendine çekti. Hemen elini ittim. “Onun yerine, gerçekten ölmeye ihtiyacın var,” dedi. Arkamı döndüm, kapıya doğru gittim. “Siktir git,” dediğimde, ağzıma bez dayadı. Gözüm kapanınca sadece, “cehennemde görüşürüz kızım,” dediğini duydum.
🥀
BARUT
Gece çoktan olmuştu. Askeriye de yaşıyordum. Ranzanın en altına oturdum. Kaan da gelince, “hoşgeldin yakışıklı,” dedim sinirle.
Güneş ilk defa içmişti, ama rahatlamış gibiydi. Hem biricik kardeşim, buna yakışıklı mı demişti?! Birde özletme diyor, bana bile yakışıklı diye seslenmemişti. Birde az kalsın beni satacaktı.
Kaan ıslak saçlarını, havluyla kuruladı. O da benim oda arkadaşımdı. “Suç benim mi?” He birde olsaydı. “Suç Cansu da! Kötü arkadaş çevresinin, en büyük örneği.” Sinir yumağı. Ama, Güneş’e iyi geliyordu.
Kaan aynı fikirde değil gibiydi. “Ön yargı Barut. O kız, masum.” Kendisi bile bunu demezken, masum olamazdı. “Nereden anladın lan?” Gelip, yanıma oturdu. “Gözlerinden belli Barut. Bunu anlamamak için, kör filan olmak lazım. Acısını, siniriyle örtmeye çalışan küçük çocuk.”
Kaan şuana kadar ne derse, hepsi doğru çıkmıştı. Felsefesi iyiydi adamın. “Nasıl yani,” diye sorduğumda, sırıttı. “Hoşuna gitti konu herhalde.” Ensesine bir tane vurdum. “Boş konuşma Kaan. Komutan asker modundan çık.” Bunu dediğim an, rahatça oturdu.
“Barut, senin aklını sikiyim.” Gülümsedaaqim. “Eyvallah Öztürk.” Başını iki yana salladı. “Yaralı bir aslan. Geçmişinden kaçmıyor, geçmişini silmiyor. Yoksa bir insan, neden öyle davransın ki? Bağırdıklarında, ne dediklerini duyduk. Babası varken babasız büyümüş ve sadece annesi izlemiş. Ve,” durdu. Sesleri bütün apartmanı doldurmuştu.
Bu, intihar etmek zorunda kalanlara… İntihar etmişti, sadece bundan kaçıyordu. Annesi, beni görmeden önce ona, nasıl baktığını görmüştüm. Sonra sahte bir sarılma... Bir anne, neden çocuğuna bunu yapardı?
Öğrenmem gerekiyordu. “Güçlü kadın,” dedim bende. Bana katıldı. “Geçmişini unutmamaya çalışan herkes, güçlüdür Türkmen. O ona güç verir, güçlü kılar bazı acılar. Ama bazıları ise, çok boktan birşeydir. Onu inatla unutmazsın, unutamazsın. Sana tekrardan acı vermekten başka bir işe yaramaz.” Yaşamış gibi davranıyordu.
Sigara çıkardı cebinden. Bana da uzatınca aldım, ve çakmak ile yaktım. O da yakıp, dumanı üfledi. “Gerçekten Türkmen, sen niye taktın bu kadar? Ne yaşamışsa yaşamış, sanane amına koyayım.” Küfür etmeden duramıyordu.
Vardı birşeyler işte. Ne olduğunu bilmiyordum, bilmekte istemiyordum. Ama biliyordum, birşeyler baya bir vardı. Hisler yanıltmazdı.
Kaşlarımı çattım. “Kardeşime içki içirdi farkında mısın? Hem içti, hem de sana yürüdü. Anladım içti, sana niye yürüyor lan?! Ha birde soruyor, sende cevap veriyorsun,” dedim tekrar sinirlenerek. “Sordu ama.” Ben sana buradan bir sorarım.
“Kafanı sikeyim ben senin Öztürk!” Gülümsedi.
“Eyvallah Türkmen,” dedi ciddi bir şekilde.
Önüme dönüp, sigaradan duman çektim. “Araştır kızı,” dediğimde başını iki yana salladı. “Birşeyi değilsin ki. Onu araştırman için tek bir sebep söyle.” Sebep yoktu.
Tersçe ona baktım. “Kaan, Baran’la daha az vakit geçir. Onla fazla aynı yerde duran, bozuluyor anında.” Kaan güldü. “Helin hariç demek istediğin herhalde.” O tabi ki de hariçti. Allah ona sabır versin.
Bunu dediğimiz an, Helin’in çığlık sesi geldi. “Helin!” İkimizde ayağa kalktık. “Baran yüzünden, intihar mı ediyor acaba,” diye sordu Kaan. Gayet ciddi olduğunu görünce, gözlerimi devirdim.
Koğuştan geliyordu ses. Silahı alarak, oraya gittik. Baran yüzünden olabilirdi. Kapıyı açtığımda, yanılmadığımı fark ettim. Ses odalar yan yana olduğu için fazla gelmiş olabilirdi. “Baran, Allah belanı versin! Al şunu gerizekalı!”
Etrafında şeftalilerle kaplıydı. İşin tarafı, Helin’in şeftaliye tiki ve huylanması olmalıydı. Teröristler hariç en büyük düşmanı olabilirdi.
İkisi de geldiğimizi fark etmemişti. “İtiraf et haksız olduğunu, alayım Helincik.” Helinin eliyle yüzünü kapatmıştı. “Rüyanda görürsün onu sen! Gökhan, Fırat! Alın şu deliyi başımdan.” Gerçekten bağırıyordu ama kimsenin umrunda değildi.
Şahsen, ikisi baya yakışıyorlardı. Ne zaman olacaklardı acaba? Hem, ikisi de askerdi ama geldiğimizi fark etmemişlerdi.
Helin gözün kapalı, Baran’a vurmaya çalıştı. “Pisliğin önde gidenisin sen! Benden başka uğraşacak insan mı kalmadı dünyada?” Baran’ın bakışları her şeyi açıklıyordu.
Yardım edecektik ama, biraz sonra. “Senden başka kişilerle uğraşmak sıkıcı Helincik.” Yanağından makas aldı. “Bir Helincik fazlasıyla yeterli bana.” Helin hala anlamamıştı. Bu sefer omzuna vurmayı başarmıştı. “Döverim seni Baran,” dedi tehdit ederek.
Baran sırıtarak, etrafında dönmeye başladı. “Gözlerini açarsan, dövebilirsin Helincik.” Helin yüzünü buruşturdu. “Helincik nedir arkadaş? Neyse, Helinciğim den daha iyi.” Baran bu duyar duymaz, kulağına eğildi. “Neden öyle diyorsun Helinciğim?” Baya sinir bozucuydu.
Araya girerek, sandalyeye oturdum. “Rahat bırak kızı Baran.” Geceleri, görev olmadığı sürece, komutan asker diyoluğu yoktu. Bu durum eğlenciliydi. Sadece komutanım diye sesleniyorlardı o kadar..
Helin gülümsedi sesimi duyunca. “Komutanım, yardım edin. Şu tüylü şeyleri alın lütfen.” Normalde çok soğuk biriydi ama, sevdiklerinin yanında, beş yaşında ki çocuk oluyordu. Nedense en çok Baran’ın yanında, çocuklaşıyordu.
Baran, devam etti beni dinleyemeyerek. “Şeftali demek istedin galiba.” Helin boynunu oynattı tikinden dolayı. “Deme onu Baran! Bak giderim, konuşmam seninle.” Baran etkilenmedi. “Sen bensiz yapamazsın ki Helincik. İlk günden, özlersin kesin.” Helin onu taklit etti.
Doğruyu söylemek gerekirse, kavga etmelerini seviyordum. Çünkü timimi seviyordum. Zaten bu yerde, timimden başka kişiler, hoşuma gitmiyordu. Güneş haricinde.
Birde o küçük sinir yumağı.
“Ölürsem, görürsün özlemeyi. Bakalım, kim benden başka sana katlanabilecek? Haksız mıyım komutanım?” Değildi valla. “Haklısın Helin.” Bu durum, Baran’ın hoşuna gitmemişti. Haklısın demem değil, ölürsem dediği için.
Dişlerini sıktı. “Benden önce öleyim deme Helincik.” Ciddi olmayı başarmıştı ilk defa. “Orasını Allah bilir. Hem komutanım, siz beni kurtarmayı düşünüyor musunuz? Komutanım, onlar buradayken, bayılmama mani olan birşey yok.” Ayağa kalktım.
Baran’ın morali bozulmuş gibiydi. Sevdiğini kendisine bile söyleyemiyordu ama belli ediyordu. Bunu anlamamak için, kör olmak lazımdı. Bakışından bile, aşık olduğu belliydi.
Yatağına oturdu gidip. Ben hepsini toplayıp, boş kutuya attım. “Aç gözünü Helin.” Tereddütle gözünü açtı. Birşey görmeyince, mutlulukla gülümsedi. Sonra durdu, intikam alacak olmalıydı. Gülüşü soldu, sinirlendi. “Baran, bittin sen! Tikimle oynamak nedir Allah'ın cezası!” Gökhan da üst ranzada, havadan onları izliyordu.
“Helincik, n’aber?” Helin, Gökhan’a baktı. “Sana bir gösteririm Helincik’i Gökhan!” Gerçekten sinirlenmişti. Baran’a bakıp, tekme attı bacağına. “Pislik herif!” Baran’ın morali iyice bozulmuştu. Mutsuzca baktı ona. “Uyuyacağım ben.” Düşüncesi bile onu bu hale getirmişse...
Helin’in siniri yarıda kaldım. “Baran ne uyuması? İlk önce seni döveyim, öyle uyu.” Cansuyla tam anlamda tanışsalardı, felaket kopardı. Çünkü, tam onluk fikirdi.
O sinir yumağı, neden aklımdan çıkmıyordu? Herşeyde, aklıma gelmesi de sinir bozucuydu. Keşke, annesiyle bırakmasaydım. Aile sorunları olduğu belliydi.
Baran yatakta yattı. Fırat, “Baran abi, haksızlık var,” dedi. Baran tersçe, “sana olan sordu mu fıroş,” dedi. Çaylak olmanın en kötü yanı, Baran tarafından ezilmek. “Konuş Fıroş.” Bu gerçekten, gittikçe Baran’a benziyordu. Bara’nın çekilir kız hali.
Gerçekten, ben normalde çift sevmezdim. Bana çok kötü şeyler oluyordu. Benim bile anlamadığım şeyler. Bir boku yiyordum yada çoktan yemiştim. Bunun o sinir yumağı ile ne ilgisi vardı ki?
Helin sinirlenerek, “kalk yoksa seni boğarım Baran. Hatta demokrasi olarak oylayalım. Boğma diyenler,” diye sorduğunda, kimse elini kaldırmadı. “Boğ diyenler?” Bende dahil, hepimiz ellerimizi kaldırdık.
Hepimize satılmış gibi baktı. Helin, “sen şimdi göreceksin Baran efendi,” diyerek, yastığı eline aldı. Baran’ın keyfi yerine gelmişti. Ben psikopat diyince, siz kızıyordunuz. “Öldür bakalım Helincik.”
Helin yüzüne bastıracakken, Baran kollarını iterek, geri itti. Eğitim, dövüş olarak ondan daha iyiydi. Ama Helin’i üstün yapan, cesurluğu ile zekasıydı. Yenecek kişiyi tahmin edebiliyordum.
Gökhan, Fırat’a baktı. “Lan Fıroş, biz askeriye de bunlar üzerine iddia başlatalım mı? İyi para da alırız, ne dersin?” Fırat düşünmeden, “yarın hemen,” dedi.
Baran ayağa kalkarken, geriye doğru kaçtı. “Yakala Helincik. Kaçan kovalanır derlermiş hem.” Helin, yatağın köşesinde ki sopayı aldı. “Belanı vereceğim şimdi.” Baran göz kırptı. “Bende seni çok seviyorum güzelim.” Gerçekten, belasını arıyordu.
Helin ona vuracakken, geriye doğru kaçtı. “Fıroş, tut şu gerizekalıyı.” Fırat, sıranın ona geldiğini görünce, yatağına uzandı. “Valla Helin çavuş, beni karıştırma. Ecelime susamadım akşam akşam.” Baran onu iyi benzetirdi.
Derin bir nefes verdi. “O işi ayarlarım.” Fırat’ın fikri değişebilecek gibiydi. “Lan Fıroş! Hele bir dene, bütün hıncımı senden çıkarırım.” Helin bacağına vurdu. “Bak bakalım, kim kimi benzetiyor. Dokunmayacaksın çocuğa, kurşuna dizerim seni.” Dövücü abi, koruyucu abla ve küçük kardeş.
Fırat’a baktım. “Otur lan,” dediğimde, yardım etmekten vazgeçti. Kaan çay içerek, Müge Anlı pozisyonda izliyordu. Helin sopayla kafasına vuracakken, Baran son anda eğildi.
Eğildiği yerden, Helin’in bacağından ileri çekti. Helin düşerken, “siktir,” diye bağırdı. Bu bağırış bir yerden tanıdık geliyordu. Kesinlikle, bir araya gelmemeleri gerekiyordu. Sonunda Baran ile ben yanabilirdik. Bunun olmasını istemezdim. Baran yerdeki Helin’e, sinsice sırıttı. “Dağ ayısı! Kaldır ulan beni,” dediğinde, bu sefer ben sırıttım gizlice. Helin yardım istediyse, Baran boku yemişti.
Baran, elini uzatıp, “kalk bakalım Helincik,” dedi. Helin elinden tutarak, ayağa kalkmak yerine, onu da yanına çekti. Baran da yanına düşünce, Helin sinsice sırıttı. “İşte şimdi oldu.”
Baran’ın sırıtması yarıda kalmıştı. “Kurnaz tilki.” Telefonum çalmaya başladığında, kimin aradığına baktım. Güneş arıyordu.
Ayağa kalkıp, odadan çıktım. Telefonu açıp, “ne oldu Güneş,” diye sordum. Tedirgin nefesler alıp veriyordu. “Abi, Cansu...” Durdum. “Cansu ne Güneş?” Hıçkırdı.
“Abi, buraya kim geldi? Abi, sen gitmeden önce biri geldi mi?” Neden soruyordu? “Annesi gelmişti,” dediğimde, bir yere tekme attığını duydum. “Allah kahretsin,” diye bağırdı.
Ne olmuştu ona? “Abi, Cansu kaçırıldı! Abi, öldürürler onu, yardım et. Yine aynısını yapacaklar, yetiş abi!” Yine mi demişti? Bir anne çocuğunu mu öldürecekti? Hiç gitmemeliydim.
Sakinliğimi korudum. “Biraz daha aç Güneş.” Derin derin nefesler alıp veriyordu. “Abi gitmemeliydin. Öldürecekler onu, o ölmekten korkar. Lanet olsun! Aynılarını yaşayacak, yine olacak.” Kendi kendine konuşuyor gibiydi.
Askeriyeden çıktım hızlıca. “Abi gitmemeliydin. Ben niye uyudum ki, Allah belamı versin! Ölecek bu sefer, kaldıramaz artık. Ölür, dayanamayacak.” Arabayı çalıştırdım.
Bu sefer gerçekten ölecek miydi? Eğer ona birşey olursa, Bozok ailesini yerle bir ederdim! Araştırmanın sonucu daha erken gelmeliydi.
“Güneş, gelince herşeyi anlatıyorsun. Bunu, onun yaşaması için yapıyorsun.” Beni duymuyor gibiydi. “O kadar içmemeliydim. Kaldıramayacak, aynılarını yaşayacak. Ölmek istemiyor o, ölemez. Abi, bul onu yalvarırım.” Yine biri ölemezdi.
Ölmek onun için çok basit görünüyordu. Ön yargı, herkeste olan iğrenç bir şeydi. Şuana kadar, ilk defa öleceğine inanmıştı Güneş.
Oraya gidene kadar telefonu kapatmayacaktım. “Güneş, neden öleceğini düşünüyorsun? Belki, yine dışarı çıktı?” Buna nedense ben bile inanmamıştım. Annesiyle yalnız başına bırakmamalıydım.
“Abi, hiçbir şey bilmiyorsun! Gitmemeliydin, ben o kadar içmemeliydim. Ona götürecek, o onu öldürecek. Yok olacak, bu sefer gerçekten bitecek.” Güneş’i ilk defa, bu kadar korkarken görmüştüm. Cansu, ölüm döşeğindeyken bile, bu kadar korkmamış ve öleceğine inanmamıştı.
“Abim, sakinleş.” Arabadan indim, hızlaca binaya girdim. “Geldim, kapıyı aç,” dedim merdivenlerden çıkarken. Bir süre sonra kapıyı açtığında, telefonu bıraktım. Bana sarıldı sıkıca. Geri çekildiğinde, ayakkabılarımı çıkarmadan, eve girdim.
Etraf yine aynıydı. Tek fark, yerde kanlar olmasıydı. “Abi, onun kanı. O şerefsiz kadın yaptı! Öldürecekler onlar onu, bu sefer gerçekten ölecek.” Gözleri buna inandığını belli ediyordu.
Perişan halde görünüyordu. “Güneş, kim öldürecek onu?” Güneş’in gözünden bir damla yaş aktı. Söylemek zorunda olduğunun farkındaydı. “Arda Bozok, babası,” dediğinde, dişlerimi sıktım. “Niye?”
Derin bir nefes aldı. “Abi, hayatını mahvetti kızın. Şimdi mahvettiği hayatı, bitirecek. Öldürememişti, bu sefer gerçekten öldürecek. Eğer onu bu gece kurtarmazsan, yarın...” Devamını getiremedi, sustu.
Koltuğa tekrar vurdu. “Telefonu yanında mıydı?” Başını olumlu anlamda salladı. Kendi telefonumu çıkardım. Kaan’ı aradım hemen. Açtığında, “Kaan, vereceğim numaranın yerini, bir dakika içerisinde, buluyorsun.”
Kaan, “nasıl bulayım o kadar zamanda lan,” demesine kalmadan, telefonu kapattım. WhatsApp’tan, Güneş’ten numarasını alarak, attım. “Kısa zamanda, şehirden çıkmış olamazlar.” Güneş, kendine kızarak, etrafında dönüyordu.
“Güneş.” Duymadı beni, duyamadı. “Allah belamı versin,” diye söyleniyordu. “Güneş!” Kolundan tutup, kendime çektim. “Ölmeyecek tamam mı?” Başını iki yana salladı.
Güneş bile inanmıyordu. “Abi, öldürmezlerse bile... Yapar abi, onu gördüğü an kafasına sıkar.” Yapamazdı, izin vermezdim. O ölmeyecekti, o ölemezdi.
Güneş kafasına vurdu. “Geldi, şerefsiz karı geldi! Cansu ölünce, kameralara ağlayacaklar!” Duvara vurdu ağlarken. “Kendileri onu öldürürken, kameralara ağlayacaklar! Ne diyecekler biliyor musun? Onu çok seviyorduk, huzur içinde uyu kızım... Abi, ölmekten korkar, karanlıktan korkar.” Gözümü kapattım.
Sakin kalma yüzbaşı, sal gitsin derdi Cansu. Salmazsan, kendini öldürürsün diye devam ederdi.
Ben ölsem, beş saniye üzülürsün demişti bugün. Bok öyle olurdu! Allah'ın belası deli kadın ölürse, dünyayı yakardım! Üç yıl önce de, şimdi de. Kılına zarar gelemezdi, izin vermezdim.
“Ölmeyecek!” Bağırdığımda, başını iki yana salladı. “Allah kahretsin abi, dayanamayacak! Aynı şeyleri yaşayamaz, gücünü kaybeder. Onun için gücünü kaybetmek, ölmektir.” Dişlerimi sıktım. “Onun yerine, Arda Bozok ölecek.” Hiç bu kadar ciddi değildim.
Telefona mesaj geldiğinde, hemen açtım. Konumun nereye gittiğini görünce, yutkundum. Güneş elimden telefonu alarak, kendisi baktı. Sinir çığlığı attı.
Konum, kimsesiz mezarlığı’nı gösteriyordu... |
0% |