@gecemavisiyazarrr
|
Bağlı olduğum sandalye de, sırtımı yasladım. Kafama silah dayayan adama, iğrenerek baktım. “Seni öldürecek insanlar için, katil olmak acı veriyor olmalı.” Vermiyor gibi bakıyordu.
Zevk için adam öldürüyorda olabilirdi. Kısaca, psikopat olan caniydi. Mezarlığın etrafına baktım, kötü görünüyordu. Beni öldürecek cesaret, Devin Bozok’ta yoktu.
Beni korkutan, karanlık olmasıydı. Çok karanlıktı, bu beni korkutuyordu. “Işık filan yok mu?” Düz bir suratla, sesizce durdu. “Ayıp, cevap versene.” Gözlerini devirdi. Korkunç bir yüzü vardı.
Annem beni, öldürmek için kaçırmıştı. Buraya kadar gelmiş, ölmemi istiyordu. Ruhum yeterli kılmamıştı onları, komple yok edeceklerdi. Arda Bozok’u görmediğim sürece, sorun yoktu.
Yanımda ki, boş mezara baktım. Mezar taşının üstünde, Cansu Bozok yazıyordu. Beni öldürüp, oraya gömmeyi planlıyor olmalıydılar.
Ölmekten korkmak, her boktan korkmaktı. Ben ölmekten korkmuyordu ki aslında. Ben, Arda Bozok tarafından ölmekten korkuyordum.
Gülmeye başladım istemsizce. “Boş mezar,” dedim gülüşüm şiddetlenirken. “Ah ulan hayat.” Gülüşüm kahkahaya döndü.
Canım çok yandığında, delicesine gülerdim. Kendime hakim olamaz, acı dolu kahkahalar atardım.
Çünkü eskiden, sadece kameralara gülmem istemişti. Oysa ben gülerken, acı çekiyordum ki. Her acı çekişime, mükemmel bir gülüş yaratmıştım. Ve bu, her zaman gerçekleşmişti. Tek fark, önümde kamera olmamasıydı.
Adam duygusuzca baktı. “Ölmek için fazla neşe,” dediğinde, başımı iki yana salladım. “Belki de,” dedim yalan söyleyerek.
Joker filmini izlemiştim. Orada ki Joker’i, kendime o kadar benzetmiştim ki... Acılı bir çocuk, dışlanmış bir hayat. Ve ağlamak yerine, her acıya bir kahkaha. Birbirimize benziyorduk. İdol karakterimin o olması, bana benzediği için biraz üzüyordu.
Derin bir nefes aldım. “Devin Bozok! Bence fazlasıyla izledin, çık ortaya! Bir anne nasıl çocuğunu öldürür bakalım? Öteki tarafa HD istiyorum.” Alaya almaktan başka birşey alamazdım.
Karanlıktan karşıma çıkanca, sadece gülüşüm kaldı. “Beğendin mi mezarını? Senin için, özel seçtim.” Mezara, gülerek baktım. “Güzel de, birşey yanlış. Ben 1997 doğumlu değil, 1998 doğumluyum. Hem doğum günü tarihim dün değil, bugün.” Yedi Ocak’ta, doğum günümde öleceğimi tahmin etmiyordum.
Evet, yirmi altıncı yaşım kutlu olsun Cansu. Bugün belki de ilk doğum günü hediyeni alıyorsun, ailen tarafından. Saat gece yarısını çoktan geçmiş olmalıydı, bugün doğmuştum ben.
Ve evet, iyi ki doğdum kendim. En azından, hayat tercübesi aldım. Diğer doğum günlerimi hiçbir zaman göremeyecektim. Bu hayat bugün son verilecekti.
Ve yine evet, iyi ki doğdum kendim. Acı çekmeyi, bebekken başlamıştım. Bugün son verecekti bu acı. Tek sorun, karanlık olmasıydı.
Tekrar sesli bir şekilde güldüm. “Plan çok basit Devin. Doğum gününde, intihar eden genç. Sen sadece, yalandan göz yaşı dökeceksin. Çokta bir işin yokmuş.” Başını olumlu anlamda salladı.
Soğuk kanlı durması yok muydu... “Ama, seni ben öldürmeyeceğim.” Şaşırmadım, kafama silah dayayan adam öldürecekti. “Şu adam herhalde.” Başını iki yana salladı.
Geriye doğru adımlar attı. “Çok sevineceksin,” dedi en kenara geçerek. İlk önce siyah gölgesi göründü, sonra kendisi. Kendisini gördüğüm an, sıkıca gözlerimi kapattım.
O olmazdı. Ölemezdim bugün, o olmazdı. “Siktir git,” diye var gücümle bağırdım. O olmazdı, kaldıramazdım. O beni öldüremezdi, Arda Bozok tarafından, ölmeyi hak etmiyordum.
Tırnaklarımı avuçlarıma geçirdim. Bu bir kabustu,o gelmemişti. Gözümü daha sıkı kapattım. Açarsam o küçük çocuk olurdum yine. Ben gücümü kaybedemezdim.
Öldüren baba, arkadan izleyen anne. Yine olmazdı, hak etmiyordum bunu. Allah'ım, bana tekrar bunu yaşatma. Öldürme demiyorum, Arda Bozok öldürmesin beni...
İpleri zorlayarak, açmaya çalıştım. Telefon ile yüz yüze çok farklıydı. O olmazdı, etraf çok karanlıktı. Bodrum katı gibi karanlıktı....
Saçımı çektiğinde bile, gözlerimi açmadım. “Beni gördüğüne çok sevinmiş gibisin,” dediğinde, dişlerimi sıktım. Kulağıma doğru yaklaştığını hissettim. “Benden bu kadar korktuğunu, belli etme bence.” Gözlerimi açtım öyle söyleyince.
Ondan korktuğumu, anlamaması gerekiyordu. Gözlerimi açtığımda, onun gitmediğini görünce, daha da kötüleştim. Yine de sonuna kadar dayanmalıydım, ölürken bile.
“Senden korkan, senin gibi olsun Arda Bozok.” Hayır, gözlerim dolmamalıydı. “Demek ki beni öldürecek kadar, benden sen korktun he. Ama merak etme Arda Bozok, senin soy ismini kirletmeden, bana rahat ölüm yok.”
Hayır Cansu, sinirine ilk defa hakim olmalısın. Hayır Cansu, hıçkıra hıçkıra ağlayamazsın. Hayır Cansu, ondan korkup, saklanamazsın. Hayır Cansu, onun seni öldürmemesi için, yalvaramamazsın. Hayır Cansu, ışık açmalarını söyleyemezsin. Hayır Cansu, travmalar’ın devreye giremez.
Ve evet Cansu, sen bu sefer gerçekten öleceksin.
Alayla gülümsedi. “Beş dakika sonra ölecek biri için, iddialı sözler.” Başımı iki yana salladım. “Sen beni öldürebilecek misin?” Bende alayla güldüm. “Kimseye güvenme demiştin bana değil mi eskiden? Acaba, senin şu adamların, seni kaç kuruşa satar?” Hakim olmalıydım kendime.
Onu etkilemedi. “Karanlık ve soğuk hava.... Burası, bodrum katına benziyor değil mi?” Tırnaklarımı daha çok avucuma bastırdım. “Sus,” dedim sadece. “Seni sevebileceğimi düşünecek kadar aptaldın. Zaten, bunun için doğdun sen. Parama daha fazla para ekliyebilmek için.”
Canımı sadece o acıtabilirdi. “Sus,” dedim tekrardan. “Gerizekalı, sözümden hiç çıkmamıştın. Çaresiz, korkağın tekisin. Belki de ölmen için, fazla geç kaldım. Ona rağmen, ağzından tek bir laf çıkmadı. Gerizakalı, piçin tekisin.” Kalbim acıyordu.
Güldüm. “Sen Arda Bozok, bütün hıncını kızından çıkaran, şerefsizin tekisin.” Yüzüme sert bir yumruk atınca, ağzım kanla doldu. Başım yana düşünce, sadece izleyen annemi gördüm.
Ben kızıydım ya. Bir anne, bu kadar mı acımasız olurdu? Ben hiçbir zaman onlar gibi olmamıştım, olmazdım da. Zaten, en çok bu yüzden nefret ediyorlardı benden.
Gözlerim dolunca, kendime küfrettim. Yanağımın içini ısırarak, ağlamamaya çalıştım. Çenemi sertçe sıkarak, kendisine çevirdi. “Sen benim sadece modası geçmiş kuklamsın.” Çok güzel bir acıydı bu.
Adamın elinde ki silahı alıp, kafama doğrulttunda, acıyla sesli bir şekilde gülümsedim. “Daha fazla çenemi yormaya değmezsin.” Arda Bozok, fazla acıtıyordu. “Madem öldüreceksin, son bir isteğim var.”
Yenilişime alayla gülümsedi. “İste,” dediğinde, yüzümden yaşlar akmaya başladı. “Bir sigara içmek istiyorum. Bunu yapmayacak kadar, benden nefret etmiyorsundur.” O sigarayı sırf, ciğerlerim daha çabuk sönsün diye verirdi.
Bu ne biçim sondu?
Başını iki yana salladı. “İstek reddedildi. Sana olan nefretimin sınırı yok.” Daha fazla güldüm acıyla. “Canın sağolsun. Ama unutma, hergün acı çekerek öleceksin. Şuan karanlık, sende karanlıkta öl. Ve bana nefretin kadar, acın olsun.” Durdu.
Silahı kafamdan, karnıma getirince, silaha baktım. “Hatırlıyor musun?” Bugün hatırladığım anı, yaşatacaktı. “İntihar edecek kadar gerizekalısın işte.” Ve bir kurşun sesi, vücudumu kaplayan acı.
Bağıramadım bile. Nasıl hissediyorsam, aynı şekilde baktım. Tekrar aynı hatırayı hatırlayınca, gözümde ki yaşlara hakim olamadım. “İyi ki doğdum baba...” Durdu, geriye çekildi.
Yüzümde ki acı gülümseme bile soldu. Yandan anneme baktığımda, yine acımasızca bakıyordu. Göz göze geldiğimizde, sadece bir an, üzüldüğünü gördüm. Küçük bir an, büyük bir acı.
Başımı geriye atıp, gözümü kapattım. Derin derin nefesler alıyordum. “Senin ellerinde ölmek istemiyordum,” dedim kekeleyerek. “Ve tebrikler,” dedim kendim bile zor duyarak. “Beni öldürdün baba. Bu kaçıncı ölüşüm, bilmiyorum...” Bağırıp, çağırmak istedim ama, yine yapamadım. Bu sefer, bedenimde ki acı izin vermedi.
Dolunay’a baktım acıyla. Ona gülümsedim zorlukla. Ay’a gülümsersen, güzel rüyalar görülmüşsün. Ben galiba, bu sefer hiç uyanmayacaktım.
Bu sefer, silahı kafama doğrulttu. “Cehenneme kadar yolun var,” dedi. Tam sıkacakken, başka bir silah sesi duydum. Kafam yana düşmemek için, çaba gösteriyordu.
“Cansu,” diye bağıran Güneş’i duyunca, başımı iki yana salladım. “Git,” dedim sesimi çıkarmaya çalışarak.
Arda Bozok, tekrar karnıma sıktı. Dudaklarımdan, acı bir inilti çıktı. Arda Bozok’un, bana doğum günü hediyesi. Annem, buraya doğru geldi. “Gitmemiz lazım, ölür bu.”
Ölür bu...
Arda Bozok, ona tamam dedi. “Acı çekerek, sen öleceksin,” dedi son kez. Evet, ben çoktan ölmüştüm. Mezarım bile hazırdı, baksana.
İyi ki doğdum...
Bedenimi kaplayan acı, kalbimin acısından daha büyük olamazdı. Gözüm kapanınca, bütün kötü günlerim birbirine girdi. Hepsinde derin iniltiler çıktı dudaklarımdan. “Hayır,” dedim.
Yanıma gelen iki kişinin, ayak seslerini duydum. Dolu yağmur yağmaya başlamıştı. Bedenime karışan kan, ve ölü bedenimi yıkayan yağmur. “Cansu,” diye çığlık attığını duydum Güneş’in.
Ona iyi olduğumu söyleyemedim. Yanıma gelen iki kişinin ayak sesini duydum. “Ölme sinir yumağı.” Deliriyor olmalıydım. Bu Barut’un sesiydi... O beni bulmuştu.
İpi hemen açtığını hissettim. “Yüzbaşı,” dedim kısık sesle. Göz kapaklarında, demir yığını varmış gibi olmasına rağmen, kısaca açtım. Güneş başımda hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Sesimi sadece yüzbaşı duymuştu.
Burayı aydınlatan tek şey, ay ışığıydı. Karanlık dostumdu o benim. Elini şakağıma koydu. “Yaşıyor,” dedi. “Yüzbaşı, ben çoktan öldüm,” dedim dişlerimi sıkarak. “Canım çok yanıyor,” dedim tekrar.
Güneş yere düşmüş, hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam ediyordu. “Cansu, doğum gününde ölemezsin! Cansu, onun elinde ölemezsin, kalk!” Ben çoktan ölmüştüm.
Yüzbaşı, beni kucağına alıp, kaldırdı. “Ölürsen, gebertirim seni,” dedi. “Yüzbaşı, ço-çok soğuk.” İlk defa, bu kadar çok üşüdüğümü hatırlıyordum. Bana baktı, üzülmüş gibiydi. Daha doğrusu, acı çekiyor gibiydi.
“Sen soğuğu seversin Cansu. Hem bak geldim, ölmeyeceksin.” Alayla güldüm. “Ben yenildim bile yüzbaşı. Artık kötülerde ölürmüş, onu öğrendim.”
Gözüm kapanırken, “Cansu, sakın,,” diye seslendi. “Uykum var yüzbaşı,” dedim. “Uyuma, sakın uyuma. Özür dilerim, daha erken gelmeliydim. Allah belamı versin, hiç gitmemeliydim!” Cevap veremedim, gözüm kapanıyordu.
“İyi ki doğdum ben,” dedim kendime. “Yüzbaşı, hakkını helal et. Etmezsen de, canın sağolsun.” Arkamızdan, Güneş’in sesleri geliyordu. “Cansu, onun seni öldürmesine izin verme,” dedi Güneş ağlayarak.
Gözüm kapanırken, “yüzbaşı, ölürsem oraya gömmeyin beni... Orası çok karanlık yüzbaşı, bodrum katı gibi. Karanlık olmaz, karanlık kötü. Arda Bozok daha kötü.” Son sözlerim olabilirdi.
Boğazım acıyordu konuşurken. “Tamam, başka,” diye sordu yüzbaşı. “Eğer ölürsem, mahalle kenarında, sokak köpekleri var. Onlara kimse.” Öksürdüğüm de, ağzımdan kan geldi. “Yemek vermiyor yüzbaşı. Onlara yemek ver, aç bırakma.”
Hiçbirini evime alamazdım, bizim ev daha kötüydü. Arabayı görünce, “Güneş, arka kapıyı aç,” diye emir verdi. Benim gözüm yavaş yavaş kapanıyordu. “Yüzbaşı, ben ölüyorum,” dedim gülümseyerek. “Bu acı veriyormuş...” Beni arka koltuklara yatırdı.
Güneş yanıma oturarak, başımı kucağı aldı. Gözümü açıp, ona bakamadım. “Cansu, yalvararım gözünü aç. Abi, Cansu ölüyor! Abi yalvarırım hızlı kullan.” Nefes almaktan zorlanıyordum.
Araba hareket etmeye başladı. Güneş, karnıma bir bezle bastırıyordu. “Cansu, sen intikamını alamadan ölmezdin ki. Aç gözünü, pes etme. Sen pes etmezsin, hadi aç gözlerini.” Ben çoktan pes etmiştim.
Kan kusmaya başladım. Birşeyleri emanet etmeden, ölemezdim. “Gü- Güneş,” dedim kekeleyerek. “Cansu.” Sesinde kabullenmiş acı vardı. “Aşağı sokatta, çocuklar var... Onlar sana emanet, ihtiyaçlarını gider tamam mı?” Çocuklar önemliydi.
Araba iki yüzde gidiyor gibiydi. “Emanet etme!” Bu yüzbaşının sesiydi. “Yüzbaşı, ben seni hatırlıyorum galiba...” Çok karanlıktı. “Ben seni tanıyorum değil mi?” Bunu ölerken hatırlamak, daha acı veriyordu.
Değişikti ölmek. Ama birşey yalandı, herşey film şeridi gibi, gözümün önünden geçmiyordu. Sadece, acılarım aklıma geliyordu, birde sigaram.
Sigara aslında bendim. Her bir duman da, külleşen bendim. Küllerim son bulmuştu galiba, sırada yok olmak vardı. Bunun hakkını veriyordum desene.
Son birşey istemiştim ondan, belki de ilk defa. Ama, yine Arda Bozok olmuştu. Bir sigarayı bile bana çok görmüştü. Buna da bir sigara yakılırdı, ölmeseydim eğer... Güneş saçlarımdan öptü. “Bak yetiştik hastaneye. Abi, daha hızlı sür! Yetiştik, geldik bak Cansu. Hadi aç şu gözlerini. Doğduğun gün mü öleceksin gerizekalı? Sen ölebilir misin sence?” Alnımdan da öptü.
“Senin hayalin vardı Cansu, hatırlıyor musun? Bak ben hiç unutmadım. Böyle kayalıklara çıkacaktın, yıldızlarla dolu bir gecede. Korkmadan, denizde yüzecektin.” Denizler boğardı, denizler öldürürdü.
Devam etti anlatmaya. “Denizler öldürmeyecekti, boğmayacaktı. Karanlığa aşık, sakin bir kız olacaktın. Bir tane kız çocuğun olacaktı, onu çok sevecektin, seveceksin.” Olmamış ekini düzeltmek istedi. “O ailesini çok sevecek, sen hayatımda gördüğüm en iyi anne olacaksın. Kızını her kötülükten koruyacaksın, hemde herşeyden.” Gülümsedim içtenlikle.
Kendi anneme rağmen, en büyük hayalimdi. “O hiçbir şeyden korkmayacak, acı çekmeyecek istediğin gibi. Çok güzel bir hayalin var Cansu. Bunu yaşamadan mı öleceksin?” Ölmesem, anne olabilir miydim?
Hayır, hayaller olmayacak şeyler üzerine kurulan, psikolojik sorundu.
Ölmemem için, konuşmam, uyumamam lazımdı. “Bana benzemeyen, bir kız çocuğu,” dedim. Yüzüme düşen gözyaşları, bana mı aitti? “Sevilen bir kız çocuğu...” İmkansızlıklar.
Bedenim çok acıyordu. “Cansu, uyuma sakın,” dedi Güneş. “Hem, gözünü açman lazım. Çok karanlık o taraf, aç gözünü.” Evet, baya karanlıktı. “Çok soğuk ve çok karanlık.... Ve yine aynı yerden vuruldum Güneş. Bodrum katı olmaz, orası acı veriyor. Uyursam geçer ki.” Ölmemek için zorla konuşuyordum.
Gözümü çok azcık açabildim. Eğer ilk vuruluşum olsaydı, konuşamazdım bile. Arda Bozok ve alışkanlıkları..
“Yüzbaşı, gel- gelmesin o. Yaşa- yaşarsam, tekrar gelir.” Başım yana düştü. “Canavar gelmesin!” Sesim baskın çıkınca, daha çok canım acıdı. Dudaklarımdan acı iniltiler çıkıyordu.
Güzel bir gün...
Araba durunca, bende gittim. “karanlık...” Ben gerçekten ölüyordum. En son, Güneş’in acı çığlığını duydum.
Bu nasıl bir sondu?
🥀
Cansu, elinde ki çiçekleri, gülümseyerek kokladı. Bugün sigara içmemiş’ti, hiç üzülmemiş’ti. Bu onu mutlu ediyordu.
Siyah giyinmemiş, bembeyaz bir elbise giymişti. Çünkü bugün, kurtuluş günüydü. Aileden, herşeyden kurtuluyordu. Bu bir yıl önce gerçekleşmesi lazımdı ama, alışamamıştı.
Ev arkadaşıyla olması, onu iyi hissettirmişti. Bir yıldır beraber yaşıyorlardı Güneş’le. “Gülüm,” diyerek, mutfağa girdi Cansu. Güneş, yemek yapmak için, daha yeni mutfağa girmişti.
Güneş, Cansu’ya baktı gülerek. “Sigaram yok Cansu,” dedi her zaman ki, cevabını vererek. Fakat, onu gülerken ve beyaz elbiseyle görünce, şaşırdı. “Cansu, hangi dağda kurt öldü?” Cansu elbisesine baktı.
Bugün ailesine, izini kaybettirmiş’ti. Belki de normale dönmesi için, tek şansıydı. “Bırak yemeği, soru sorma. Bu akşam seni, çok güzel bir yere götüreceğim. Çok seveceksin, eğlenceli olacak.” Heyecanlıydı, oraya her zaman gitmek istiyordu.
Kolundan tutup, onu mutfaktan çıkardı. “Cansu, delirdin mi sen? Ne eğlencesi Allah aşkına? Hem, sana ne oldu böyle? Ama ne olduysa, baya güzel olmuş.” Güneş’i odasına soktu Cansu.
“Ben hemen seçiyorum!” Anlamamıştı Güneş. Cansu’nun saçında, papatya tacı olduğunu görünce, şaşırdı. Bugüne özel, ne olabilirdi ki?
Cansu, giysilerin arasından, sarı bir elbise seçti. Güneş, “oha Cansu,” diye yükseldi. Elbise dekolteliydi. Dar bir elbise idi, askılıydı. Ama baya kısaydı. Kalçasının, üç karış aşağısında bitiyordu. Öylesine bir hevesle almıştı.
Cansu çoktan karar vermişti. “Bugün belki de, ilk ve son kez bu kadar mutluyum Güneş. Ve beni kırmıyorsun, bunu giyiyorsun.” Güneş’in itiraz etmesine izin vermeden, elbiseyi yatağa bırakarak çıktı.
Kapıyı kapatmadan önce, “beş dakika süren var,” diyerek, kapıyı kapattı. Güneş söylene söylene, elbisesiyi giydi. Öylesine bir makyaj yaparak, saçlarını şekillendirdi.
Boy aynasına baktığında, yeterince güzel olduğunu anladı. Gerçekten tam bir Güneş olmuştu. Gözlerine sarı bir far, dudaklarına renk veren glos sürmüştü. Allığı çok fazla sürmüştü ama ona yakışmıştı.
Kapıya güm diye, Cansu girince, “oha,” diye bağırdı. “Kızım uçsaydın birde?” Cansu gülerek, omuzlarını indirip kaldırdı. “Gülüm, geç kalacağız ya. Hadi, biraz tempo güzelim.” Büyük bir sürprizi vardı.
Güneş yine söylenmeye başladı. “Yemeğim vardı benim.” Cansu yüzünü buruşturdu. “Teyzen gibi konuşmaya başladın iyice. Pardon, teyzen senden daha tempoluydu.” Güneş alayla güldü. “Dün depresyonda olup, yataktan kalkmayıp, iş yerine hastayım diye yalan ben uydurdum değil mi?” Tersçe bakmasını,, umursamadı.
Kapıdan çıkarken, beyaz spor ayakkabılarını giydiler ikiside. “Ay, müdürü de gıcığım zaten.” Güneş kapıyı kapatıp, üç kere kilitledi. “Senin gıcık olmadığın biri var mı ki?” Cansu sırıtarak, yanağından makas aldı Güneş’in. “Sen varsın gülüm.”
Apartmandan aşağı indiler. Cansu, arabaya bindi. Bunu son kez kullanıyordu, bu bile acı veriyordu. Ama, bugün bunu kullanmak zorundaydı.
Güneş’te arabaya binince, arabayı çalıştırdı Cansu. “Nereye gidiyoruz Cansu?” Cansu arabanın üstünü açtı. “Kendini bana bırak gülüm.” Güneş ona güvenerek, gidene kadar sesini çıkarmadı.
Sesizce yola devam ettiler. Güneş’in telefona mesaj geldiğinde, telefonu açtı. Abisi iki ay önce buraya, tahini çıkmıştı. Mesaj’ta, ‘seni istediğin konsere götüreceğim hazırlan, yazdığını görünce, gülümsedi.
Cansu’ya bakıp, “yaşlı amca’nın konserine gidelim mi,” diye sordu. Cansu şaşırıp, ofladı. “Nereden anladın oraya gideceğimizi? Neyse, şimdi geldik.” Araba’yı yan tarafa döndürünce, konser önlerine çıktı.
Güneş daha şaşkındı. “Ne?!” Cansu anlamadığını anlayınca, dudaklarını birbirine bastırdı. “Bozuldu desene sürpriz.” Güneş, Cansuya sarıldı sıkıca. “Ya sen nasıl bir insansın ya?” Normal insanım dememek için kendini zor tuttu Cansu.
Arabadan çıkıp, konsere girdiler. Güneş girdikleri zaman, telefonunu çıkardı tekrardan. Barut’a, ‘zaten konserdeyim abi. Buraya gel hemen, beraber eğleniriz,’ yazdı. Barut mesajı görüp, ‘beş dakikaya geliyorum,” yazdı.
Konser çoktan başlamıştı. Anla hain şarkısını söylüyordu. Cansu kolundan çekerek, onu ileriye götürdü. Ortama çoktan ayak uydurmaya başlamıştı.
“Anla hain, anla beni. Kırma zalim, kırma beni,” diye eşlik etti şarkıya. “Sabrederken teslim oldum,” derken, Güneş’i döndürdü. “Anla hain, anla beni!” Güneş’te yavaş yavaş ayak uydurmaya çalıştı.
O sırada Barut, söylene söylene konsere girdi. Konuşmalarından, yirmi dakika falan geçmişti. Geç kalmıştı ama sıkıntı değildi. Konser biletini verip, o da içeri girdi.
Cansu ise, üç tane bira içmişti. O, Güneş yerine de içiyordu. Ama kafası çoktan güzel olmuştu. Kendi kendine yerinde zıplıyor, şarkıya eşlik ediyordu. “Sıcak bir aralık gecesi, ıslatır yanmış tenimi. Yaklaşır o güzel bedeni, kendisi yakamoz güzeli!” Bağırıp eğleniyor, Güneş ise onun haliyle eğleniyordu.
Barut, Güneş’i görünce, yanına gitti. Çok insan olmayan tarafa geçmişlerdi. Arkasına gidip, yanağından öptü. Güneş irkilerek, “oha,” diye bağırdı. Arkasına dönünce, abisini görünce, gülümsedi. “Askerlik durumlarınız, benim için geçerli değil.” Barut sarıldı kardeşine.
Cansu onları öyle görünce, yanlarına gitti. “Güneş, bir sorun mu var?” Daha o kadar da gitmemişti. Güneş omuz silkti. “Abim Cansu. Sen eğlencene bak güzelim,” dediğinde, Cansu rahatladı. Abisi ise sorun yoktu.
Gülerek, “merhaba,” dedi Barut’a. “Cansu ben. Güneş’in ev arkadaşı’yım.” Barut, önünde ki kıza baktı. Güneş’in, deli ev arkadaşı bu olmalıydı. Buradan baya tatlı birine benziyordu aslında.
“Barut,” dedi sadece. Yüzünü buruşturdu Cansu, kısa cevap verdiği yüzünden. “Asker’sin sen değil mi,” diye sordu tahmin yürüterek. “Yüzbaşı Barut Türkmen. Nereden bildin?” Cansu birasından gülümseyerek, birkaç yudum aldı. “Çünkü, böyle bir ortamda bile, ciddi kalmak asker işidir yüzbaşı.” Doğru tespit’ti.
Barut’un aklına timi geldi. Kesinlikle timi böyle değildi, iki ayda çözmüştü. “Belki de,” dedi. Cansu, yeni şarkı gelince, gülümsemesi büyüdü. Buraya güya Güneş için gelmişti ama, o daha çok eğleniyordu.
Kendi kendine dans etmeye başladı. İçip, sarhoş olduğu belliydi. Yarını hatırlayamayacak kadar içmişti. İleriye doğru giderek, biraz insan içine karıştı.
Barut, eğlenen haline baktı Cansu’nun. Gözlerini kaçırarak, oraya odaklanmamaya çalıştı. Galiba boku yemişti, hemde çok fena... İmkansız olmasını diledi.
Güneş’e baktı güzelce. “Sende git Cansu’nun yanına,” dediğinde, Güneş başını iki yana salladı. “Burası iyi ya. Bu arada, ona iyi bak. Ben göremem filan, başını belaya sokar.” Cansu’ydu bu, ne yapacağı belli olmazdı. İstese, bu konseri yakardı.
Cansu kendi halinde eğleniyordu. Herşey güzel gidiyordu, bir tane adam, yanağından makas almasaydı eğer...
Yanında ki adama baktı Cansu. Onun yaşlarında görünüyordu. “Hayırdır kardeşim?” İçinde ki, adanalı çıkmaya başlıyordu. “Selam,” dedi sarışın çocuk. Cansu, gözlerini devirdi. “Aleyküm selam.” Birazdan gider diye düşündü.
Adam gitmeyince, başını iki yana salladı. “Kardeşim, siktirip gider misin?” Adam başını iki yana salladı. “Tanışmak istiyorum sadece. Ben Caner,” deyip, elini uzattı. Cansu bu hareketine karşılık, gözlerini devirdi. “Olum, bana sırayla mı gönderiyorlar size?” Başı beladan kurtulduğu yoktu.
Kendisini koruyabilirdi. “Kardeşim, bak işine,” diyerek gidiyordu ki, adam kolunu tuttu. “Ya ne naz yaptın.” Bir adamın eline, bir de yüzüne baktı. “Sen kaşındın.” Elinde ki şişeyi, adamın kafasında kırdı. İnsanlar sadece uzaklaşmakla yetindi.
Barut ile Güneş, sesi duyunca, o tarafa baktılar. “Al sana nazlanmak it! Ne sandın lan sen beni?!” Güneş sesleri duymadı, ofladı. “Demiştim,” diyerek, o tarafa yürüdü.
Caner’in arkasından iki adam çıktı. Bir tanesi, Cansuyu iterek, tokat attı. “Piç!” Cansu durdu. İşte, o lafı etmeyecekti.
Barut daha önce davrandı ondan. Oraya gidip, “kadına el kaldırır mı,” dedi sakince. Az sonra yapacakları, pek sakin olmayacaktı. Adama kafa atınca, Cansu şaşkınca gülümsedi.
Kavgaya karışacak adam bulmuştu kendine. “Niye şişeyi kafasında kırdın? Ona göre döveceğim,” diye sordu Barut. Cansu hiç düşünmeden, “makas alıp, bana yürüdü. Gitmeye çalışınca da, tuttu. Bu dövmek için baya yeterli bir durum,” dediğinde, Güneş’te duydu.
Ellerini yumruk yaptı Güneş. Boynunu kıtlatarak, “şerefsiz,” diyerek, Caner’in üzerine yürüdü. Adam daha yeni doğrulmuş iken, bacak arasına tekme attı. “Kısır kal inşallah!” Erkeklerden, abisi hariç nefret ediyordu.
Barut, Güneş’i durdurmadı. Neden böyle yaptığını bildiği için, kavga etmek için nedenler olduğunu anladı. “Baya yeterli bir cevap,” dedi.
Sarışın olan, Barut’a yumruk atmak istedi. Barut yumruğunu tutarak, adamın yüzüne yumruk attı. Fakat, biraz fazla sert atmış olmalıydı. Yoksa, adam tek yumrukta bayılmazdı.
Cansu kahkaha attı yerde ki adamı görünce. “Helal be yüzbaşı!” Bütün günün neşesi boştu, asıl neşe şuandı onun için. Ona tokat atan adamın kafasına, elinde ki tek şişeyi kırdı. Ama bu dolu olduğu için, adam yere bayıldı.
Bayıldığını görünce, etrafında küçük çocuk gibi döndü. “Yüzbaşı, baksana,” dedi sevinçle bağırarak. “Bende bayılttım!” Barut haline baktı. Onu böyle gülerken görünce, nedensizce o da güldü. Adam dövdüğü için, sevinen deli bir kız olarak tanımladı onu.
“Güneş, çok güzel bayıldı değil mi?” Güneş adamı tokatlıyordu. Onu öyle görünce, daha çok güldü. “Sende delirdin be kızım. Sen delirmişsen, ben nasıl delirmeyim?” Caner, sıranın kendisine gelecek olduğunu anlamış olacak ki, kaçtı kurtularak.
Şuan, mutlu olan tek Cansu vardı. Burayı kimse görmediği için, konser bozulmamış’tı. “İşte bu bebeğim. Bir kaçak, iki baygın. Ben bundan daha iyi birgün yaşayamam!” Barut, yandan ona baktı. “Sayende,” dediğinde, Cansu ona göz kırptı.
Güneş kafasına vurdu Cansu’nun. “İçme o kadar dedim sana. Devrelerin yandı diyeceğim de, senin devreler her zaman yanık.” Cansu hiç bozulmadı.
Günü ilk defa, çok güzel geçti. Kendi kendine eğlendi, Güneş’le dans etti. Kendi kendine dans etti, ona bakan iki çift göz olduğunu bilmeden. Bazen şarkıya eşlik etti, bazen de Güneş ile uğraştı.
Öteki gün, hiçbir şeyi hatırlamadı. Güneş’te hatırlatmayı tercih etmedi.
Cansu, en mutlu olduğu günü, unutarak yaşadı. Bir daha da, neredeyse mutlu olmadı...
🥀 Güneş Kaç saat geçti, bilmiyordum. Tek bildiğim birşey vardı, yaşaması gerektiği’ydi. Acile kaldırmışlardı Cansuyu. Doktor, “herşeye kendinizi hazırlayın,” demişti.
Evet, hazırlayın demişti. Abim, hala buradaydı. Ona sorsan, sebebi benim daha fazla üzülmemem idi. Ama, bana göre bu değildi. Onu önemsiyordu, sebebi yoktu.
Üstüme baktığımda, daha çok ağladım. Üstümde kanı vardı, taze kanı...
Çoğu kez, ölümden dönmüştü. Fakat ciddi olanlar, dört kereydi. Hiç birisinde, bu kadar öleceğini düşünmemiştim. Bu sefer ki farklıydı, kaldıramazdı. Onu söylemek farklı, canavarı görmek farklıydı.
Zaten boktan bir döngüye girmişti, daha da beter olacaktı. Yaşasa bile, bu döngüden çıkamazdı. Ben bile onu durduramayabilirdim.
Artık onu durduran birşey kalmamıştı. Yaşamak için hiçbir sebebi yoktu. Onun için karanlık en kötüsüydü. Karanlıktan korkarken, gecelere aşık bir kızdı. Sadece o, gece karanlığını severdi. Oda veya bodrum katı karanlığından, ölümüne korkardı.
Yandan telefonuyla uğraşan, abime baktım. Arda Bozok’u bulmak için uğraşıyordu. “Delil yok,” dediğimde, bana baktı. “Cansu bildiklerini anlatabilir.” Yaşayacağından bu kadar emin olması garipti.
“Yaşasa bile, hiçbir şey anlatmaz. Anlatsa bile, ünlü iş adamı, Arda Bozok. Sence ona mı inanırlar, yoksa Cansuya mı?” Bunları en iyi o bilirdi ama, tam tersi davranıyordu.
Sinirlendi ilk defa. “Siktiğimin ünlüsü! O kıza birşey olsun, bak ben onu nasıl ünlü ediyorum. Kafasına sıkmayan, en adi şerefsizdir.” Düşünmeden söylüyordu. Benden daha çok sinirliydi. Ama o neredeyse, hiç sinirlenmezdi. Sinirlenmezdi lakin, sinirlenmediği halde dünyayı yakardı. Sinirli olduğunu görünce, bunu yapabileceğini anladım.
Başımı iki yana salladım. “Abi, saçmalama. Eğer bunu denersen, senden en çok kim nefret edecek biliyor musun?” Acil kapısını gösterdim. “O nefret edecek. Herşeye rağmen, ölmesini istemez.” O ölmesini değil, sürünmesini ister çünkü.
Abime baktığımda, yutkunuşu’nu gördüm. “Ona değer veriyorsun.” Ruh gibi konuşuyordum. “Ve seni tanıdığı için, bir anlık bocalandın. Abi, kimse göründüğü gibi değildir. Sen onu gıcık, kötü kadın olarak kodlamıştın değil mi? O ölümün ucunda bile, kimsesiz çocukları, hayvanların aç kalmasını düşündü. O bok gibiyken, benim üzülmemem için, hergün en iyi şekilde davrandı.” Bunları öylesine söylüyordum
“Sinirli görünür, kendisi de öyle zaten. Ama hiç neden diye sordun mu düzgünce? Abi, şuan kim var burada bizden başka? Kimse umrunda değil onun, sinirli olması pek normal değil mi?” Elimde ki kana baktım. “Şuan, öz babası yüzünden orada. Ve Allah kahretsin, yaşamak için hiçbir sebebi yok! Bu sefer ben bile onu durduramam.” Sinirleniyordum.
Burada kimsenin haberi yoktu, kimse yoktu. “Sen hala o düşüncelerinle devam et abi. Sen ön yargılı davranmaya devam et.” Derin bir nefes aldım. “Sana niye kızıyorum ki. Sen zaten onun hiçbir şeyi değilsin.” Belki de şuan abim den çıkarıyordum herşeyi.
Arkasına rahatça yaslandı. “İddia eden olmadı zaten. Bu arada, ona değer falan da vermiyorum. Dediğin gibi, hiçbir şeyi değilim, değil. O yüzden, istediğini söyle Güneş. Arkadaşının acısını çıkar böyle. Ben niye burada bekliyorsam?” Ayağa kalktığında, delirmiş gibi baktım. “Gerçekten mi? Gidecek misin buradan?” İnanmak istemedim.
Bana baktı. “Olması gereken bu. Bu kız yüzünden, işimi aksatamam. Ölürse istersen haber edersin, umrumda değil.” Bu benim o abim olamazdı. “Abi, senin içine ne kaçtı böyle?” Kesinlikle içini şeytan kaçmış olmalıydı.
Bana baktı öylece. “Güneş, ne bekliyorsun? İstediğin oldu, aldık getirdik. Yaşarsa yaşar, ölürse ölür. Pekte yaşamak ister bir hali yok, istediği olur belki de.” Aklını kaçırmış olmalıydı. “Ölmesini mi istiyorsun?” Bu oluyor olamazdı.
Gözlerinde üzüntü yoktu. “Öyle birşey demedim ben.” Tam olarak öyle demişti. “Peki, tamam. Git abi, lütfen istediğin yere git. Ama bir daha onun karşısına falan da çıkma. Böyle davranırsan, ona tek kişiyi hatırlatırsın.” Kim olduğunu anlamıştı.
Anlamasına rağmen, anlamazlıktan geldi. “Çok meraklıyım arkadaşına zaten ben. Hadi görüşürüz,” deyip, çıkışa doğru yürüdü. Gözlerimi devirerek, oturduğum yere tekrar oturdum.
O sırada acil den, bir doktor çıktı. Umutla ayağa kalktım. Doktor’un önüne geçip, içeriye bakmaya çalıştım. “Doktor, yaşayor değil mi? İki kurşun mu onu yok edecek zaten?” Doktor başını iki yana salladı.
Geriye doğru sendelendim. “Doktor Hanım, neden öyle bakıyorsunuz? Yaşıyor desenize!” Ölmezdi ki o. “Başınız sağolsun,” dediğinde, ağlamaya başladım. Ellerimle yüzümü kapattım. “Demiştim, lanet olsun!” Yenilmişti...
Arkamı döndüm, ellerimi yüzümden çekerek. “Mutlu musun?!” Başımı iki yana salladım. “Öldü, istediği oldu.. Abi, şimdi siktirip git!” Ağzını kapatarak, susup oturmalıydı. “Onun için, sadece Arda Bozok’sun!” İçeriye girdim önüme dönüp.
Ölmezdi ki, yalan söylüyorlardı.
İçeri girdiğimde, makineye baktım. “Neden düz çizgi var ki?” Hemen yanına gidip, uyuyan bedenine sarıldım. “Cansu, kalk! Bak hadi kalk, yalvararım kalk.” Hıçkırarak ağlıyordum. “Ölecek misin? Hadi ama, sen ölmezsin ki."
Ölmekten korkardı o...
Hemşire, “ölüm saati,” dediğinde, başımı iki yana salladım. “Ölmedi diyorum! Şimdi ölmez, şuan ölemez!” Hemşire bana anlayışla baktı. “Acınız büyük anlıyorum ama,” dediğinde, sözünü kestim. “Anlamıyorsunuz!” Anlayamazlardı.
Elektrik şoka baktım. “Tekrar deneyin!” Doktor ile abim içeri girdi. Abim beni tutarak, “Güneş, kendine gel,” dedi. Sanki çok umrundaydı. “Tekrar deneyecekler! Sende git buradan, istediğin gibi!” Karnına vurarak, ondan kurtulmaya çalıştım. “Doktor Hanım, lütfen...” Başımı sağa yatırdım. “Son kez deneyin. Ne kaybedersiniz ki?” Halime baktı.
“Tamam,” dediğinde, gözlerimde yine umut ışığı doldu. Elektrik şoku iki eline alarak, “jel sür,” dedi hemşireye. Hemşire birşey demeden, jeli sürdü. “250,” dediğinde, hemşire ayarladı.
Hadi cesur kızım, yaparsın sen.
Doktor, “bir, iki, üç,” diyerek, elektrik şoku verdi. Cansu’nun bedeni havaya kalktı. “Hadi kızım, yaparsın sen,” dedim ona. Makina da değişiklik yoktu. “Tekrar.” Hemşire tekrar ayarladı. “Bir, iki, üç,” diyerek, tekrar verdi. Cansu’nun bedeni yine havaya kalktı.
Ve o ses...
Makinadan, o ses gelince, gülümsedim. “Güçlü kızım benim be! Seni iki kurşun mu yok edecek?” Makinadan, kalp atışı sesi çıkıyordu. Doktor müdahale ederken, “çıkmanız lazım,” dedi bize.
Ellerimi iki yana kaldırdım. “Tamam, çıkıyorum. Siz onu yaşatın yeter.” O benim arkadaşım değildi, o benim kardeşimdi. Başka kimseye de değiştirmezdim onu.
Dışarı çıktığımızda, sevinçle abime sarıldım. “Yaşadı, ölmez ki o. Kimseye de ihtiyacı yok onun, değil mi abi?” O o kadar kötü insan değildi. Bana sinirlendiği için öyle demişti kesin.
Derin bir nefes aldı. “Yoktur, merak etme. O sinir yumağı, ölmeyi tercih etmez zaten.” Dediklerini hatırlayınca, geri çekildim yavaşça. “Neyse, senlik bir iş yok. Gitmek istiyordun, git sen. Umrunda olmayan biri için, uykusuz kalma derim.” Oflayarak, yerine oturdu.
“Ben sana sinirle dedim öyle. Gel, otur yanıma. O sinir yumağı ölürse, gebertirim onu.” Ben öyle davrandığım için de, böyle diyor olabilirdi. “Abi gerçekten, gitmek istiyorsan git.” Kalbi durduğunda, üzülmemiş gibiydi.
İyi de, o hiç üzüntüsünü göstermezdi. Belki de üzülmüştü, göstermiyordu. Onun herşeye rağmen, üzüldüğünü görmemiştim. Anne ile babamız, öldüğünde bile...
Başını iki yana salladı. “Hayır, istemiyorum. İnadım tuttu, gitmiyorum bir yere. Bütün işleri Kaan’a kitledim zaten.” Kaan dediğinde durdum. “Ha, o Kaan,” dedi uzatarak. Unutmamıştım yaptıklarımı.
Yalan yok, yakışıklı adam. Ben sadece bunu dile getirmiştim.
Tersçe baktı. “Yakışıklı olan. Senin kafanı kıracağım, Cansu bir uyansın.” Evet, Cansu uyanacaktı. “Uyanacak tabi Cansu. Arda Bozok’ta kimmiş be? Bozuk araç.” Uyanacaktı, ölmeyecekti.
Asıl felaket, uyanınca kopacaktı...
Bende oturdum yanına. “Abi, özür dilerim,” dedim suçumu kabul ederek. Eğer onun üstüne gitmeseydim, o lafları ölse bile etmezdi. Ben salak gibi bunu düşünemeyerek, daha çok üstüne gitmiştim. Sonu yine Cansu’ya patlamıştı...
Anlamayan gözlerle bana baktı. “Neden,” diye sordu. “O lafları etmemeliydim. Ama sende öyle dediğinde, ne bileyim işte.” Hala anlamamıştı. “Güneş, dediklerimde ciddiydim. Sadece bunu sert bir şekilde söyledim. Birde zamanı değildi, o kadar.”
Yanlış anlamamıştım, gerçekten de üzülmemişti.
“Üzüldün mü hiç? Kalbin acıdı mı bir kere?” Sesiz kalmayı tercih etti. “Abi, sen bu kadar vicdansız değilsin. Ya orada, ölüm eşiğinde, farkında mısın? Sen hepsini gördün ama, hiç canın acımadı mı?” Yine sustu.
Önüme döndüm geri. “Eyvallah,” dedim. Duvarda ki saatte baktım. Saat gece dörttü, o hala uyanmamıştı.
Ve yine saatler geçti. Ben sadece susup, saate baktım. Sustuk ikimizde sadece. Beynim susmuyordu Cansu’nun dediği gibi. Yine kötü şeyler düşünüyordu.
Saat altı, haber yoktu.
Saat dokuz, yine ses yoktu.
Saat on iki, hala uyanmamıştı.
Ve saat öğlen bir, doktor tekrar çıktı. Ayağa kalktım anında. Doktor Hanım’a, daha fazla umutla baktım. O bu sefer, gülümsedi. “Hayati tehlikesi atlatıldı. Birazdan odaya alacağız,” dediğinde, gülerek ağladım.
Gülerek ağlamak... Tam Cansu’luk işti.
“Dedim ben, yaşar benim kızım! İki kurşun mu onu devirecek be? O neler atlatmış kız, buna devrilmez.” İlk defa, onun öleceğine bu kadar inanmıştım. “Ama,” dediğinde gülüşüm dondu. Kötü birşey gelecekti.
Her güzel cümleden sonra, gelen o ama...
Ne olmuştu ki? “Ama ne?” Gülümsemesi soldu. “İkinci kurşun, rahim bölgesine gelmiş. Maalesef, hiçbir zaman anne olamayacak.” Ne?
Yine bir hayali, toprağa karışmıştı... |
0% |