@gecemavisiyazarrr
|
Unutmak, hayatta ki en büyük hediyeydi.
Ama geçmişini unutmak, o hayatta ki en büyük cezaydı.
Hani bir acı vardır ya. Çok acı çekersin ama, bir türlü unutamazsın. Kustuktan sonra ki, boğazının yanması gibi.
Ama geçmişi unutmak, istemezdin. Çünkü o geçmiş, senin hayatınındı. O geçmişte ki acılar, seni sen yapandı. Hem acılarla, hemde az da olsa mutluluklarla.
Ben geçmişimi unutmazdım. Eğer onu da unutursam, ben bir hiçtim. Her acıya rağmen, unutmak istemezdim. Sadece derinlere gömülüp, gerektiği zaman çıkmasını sağlamaya çalışırdım.
Keşke derinlere, Arda Bozok’u da gömebilseydim...
Tırnaklarımı ağzıma götürdüm. Benim burada ne işim vardı ki? “Güneş,” dedim ruhsuzca. “Bu terapiye gelişim, ilk ve sondu.” Evet, terapist seansındaydım.
Bende anlamamıştım. En son, yüzbaşı ikimizi öldürmeye teşebbüs etmişti. Sonra vazgeçmiş, bizim eve gelmişti. Güneş’te bir anda kolumdan tutup, buraya getirmişti. En son nasıl manipüle ettiyse beni, yürüyerek gelmiştim buraya.
Gülümsedi. “Tek seans senin için, on seansa bedelli olacak.” Maalesef demek zorundayım. “Güneş, gitsek mi? Bak bende panik atak var.” Başını iki yana salladı. “Gitmiyoruz,” derken, içeri doktor geldi. Psikiyatrist Bey, beni deliler hastanesine kapatmazdı inşallah.
Doktor gelince, Güneş ayağa kalktı. “Vedat Bey, eti sizin, kemiği benim,” dediğinde, tersçe ona baktım. Zaten stres altındayım, daha çok sokuyordu. Yüzbaşı, sana bile razıyım şuan. Kardeşinin içinden şeytan çıktı be!
Vedat Bey, gülerek, sandalyesine oturdu. “Siz çıkabilirsiniz Güneş Hanım.” Güneş bana göz kırparak, kapıdan çıktı. O gidince, sertçe yutkundum. Burada olmak yerine, ölmeyi tercih ederdim.
“Cansu Hanım,” dediğinde, ona baktım. “Vedat Bey?” Stres altında olduğumu, biliyor gibiydi. “İlk önce, rahat olmanız lazım. Buraya rahatlamak için geldiniz.” Gelmedim ki, alı konuldum.
Boğazımı temizledim. “Rahatça konuşabilirim yani,” dediğimde, başını olumlu anlamda salladı. O zaman, içimden gelenleri söyleyebilirdim. “Vedat Bey, benden bir bok olmaz. Ne iyileşirim, ne de rahatlarım. Derim ki, boşu boşuna zaman kaybı yaşamayın. Ben yapamam, ben normal olamam. Ben bu bok gibi hayatımdan, vazgeçmem.” Çok açık oldu galiba.
Açılmaya başlamıştım hemen. Güneş bana büyü mü yaptı acaba? “Neden kendinize karşı böylesiniz?” Anlamamıştım. “Nasıl öyleyim,” diye sordum. “Kendinize karşı bir savaşınız var. Hiçbir şeye yeterli olmadığınızı, yapamayacağınızı düşünüyorsunuz. Aslında, isteseniz geçmişini yenebilirsiniz.” Güneş birşeyler demiş olmalıydı.
Alayla güldüm. “Geçmişi yenmek,” dedim daha büyük bir alayla. “Ben geçmişimi yenmek istemiyorum. Ben geçmişimi unutmam Vedat Bey. Ben o geçmişte, sadece boğulurum. Ve bunu, büyük bir açlıkla yaparım.” Dökülmeye başlamıştım.
Konuyu bir anda değiştirdi. “Babanla aranız nasıl?” Elim karnıma gitti anında. Hayallerimi çalan adamdan mı bahsediyordu? “Söylemek istemiyorum. Hatta, ben gitmek istiyorum.”
“Kötü değil mi? Cansu Hanım, burada söylenen, burada kalır. Rahatça konuşup, içinizi dökün sadece. En azından arkadaşınız için yapın.” Güneş için... Belki yapabilirdim.
Pek umutlanmadım ama. “Peki, Güneş için yaparım. Ama bana sorduğunuz soruları, cevaplarım sadece. İstemediğim soruyu, duymazdan gelirim. Ve, başkasından duyarsam söylediklerimi, burayı başınıza yıkarım.” Bir psikiyatrist’i tehdit etmediğim kalmıştı, onuda yaptım sonunda.
“Kabul,” dediğinde, arkama yaslandım. “Babamla aram kötü değil, berbat. Hani, küçükken yatağının altında, canavar vardır. Çok korkarsın ondan, gözüne uyku girmez. İşte o canavar benim babam.” Bence net bir şekilde anlatmıştım.
Canavarları sevmem. “Peki, onunla yaşadığınız, en güzel an nedir?” Bi soru, beni düşündürdü. Elimi enseme götürüp, kaşıdım. “Yok galiba.” Galiba değil, yoktu.
Ama inanmamış gibiydi. Deftere birşeyler yazmasını, pek umursamadım. “Cansu Hanım, en büyük düşmanların bile, birbiriyle en güzel anları vardır. Biraz düşünün, illa bulacaksınızdır.” Bu doktor, neler yaşadığımı bilmiyordu ki.
Ama yinede kendimi zorladım. En kötü anılarımdan, en iyisini buldu beynim. Bulunca, yüzüme güzel ama buruk bir tebessüm yerleşti. “Var bir tane,” dediğimde, “dinliyorum,” dedi.
“Beş yaşlarımda falandım galiba, pek hatırlamıyorum.” Zaten herşey, o yaşımdan sonra boka sarmıştı. “Bizim ev üç katlıydı. Bende küçüğüm ya, merdivenlere zıplayıp, kendi kendime oynuyorum.” Haylaz bir çocuktum.
Devam ettim anlatmaya. “Bir anda ayağım kaydı, yere düşmüştüm. Ayaklarım, dizlerim kan içinde ama. Meğersem, karşıdan babam geçiyormuş.” Sesim titremeye başladı. “Beni gördü, ben ağlıyorum acıdan. Gözlerine baktığımda, korktuğunu gördüm.” Beni öldürmeye defalarca denemiş adam, bana birşey olacak diye korkmuştu.
Gözümden bir damla yaş düştü. “Yanıma geldi hızlıca. Kucağına aldı beni, koltuğa oturttu. Soruyor canın çok acıyor mu diye. İlk defa onu böyle görmüştüm. Salaklık işte, daha fazla ağladım. Daha fazla yanımda kalsın diye.” Gözümde o an canlandı.
Yüzümde ki ıslaklık, her cümlemde çoğalıyordu. “İlk yardım çantasını getirdi. Yaralarımı saracağını anlayınca, mutlu oldum. Pansuman yaptı yaralarıma. Canım acımasın diye, üfledi pansuman yaparkene. Ama sonra, kendisi daha fazlalarını açtı...”
Elimle yüzümde ki yaşları sildim. “Bir anlık bir şeydi zaten.” Ayağa kalktım hızlıca. “Seans bitmiştir benim için.” Kapıya doğru yürürken, “ondan nefret etmiyorsunuz,” dediğinde, durdum. “Eğer size ne yaptıysa, o kadar kırgınsınız ki. Acınız size fazla geldiği için, birazını sinire çevirmişsiniz,” dediğinde, güçlü durmaya çalıştım.
Omuzlarımı yükselttim, başımı dik tuttum. Yüzümde ki yaşları olabildiğince, silmeye çalıştım. Arkamı dönerek, sandalyesini bana doğru çevirmiş, adama baktım. “Ben hiçbir zaman kırılmam doktor. Benim canım acımaz, ben hayal bile kurmam. Çünkü ben Cansu Bozok’um! Ben Arda Bozok’un, psikopat kızıyım!”
“Hani siz bize, böyle birkaç tavsiye veriyorsunuz. Ben onları, defalarca duydum. Hemde yüzden fazla!” Kahkaha attım halime. “Bende size bir tavsiye vereyim mi doktor? Böyle oturarak, insanları dinleyerek iyileştiremezsiniz. Hatta onları, kendilerinden başkası, hiçbir şekilde iyileştiremez! Tıpkı deliler hastanesine yatan, büyük Joker gibi,” dedim.
Ayağa kalktı. “Siz, yalanlardan ibaretsiniz,” dedi üzerime yürüyerek. Bir anlık bocalandım, geriye adım attım. “Ne,” dedim anlık. Böyle birşey beklemiyordum. “İyi olmayı bile beceremeyen, aciz birisiniz. Geçmişinde yüzen, ama boğulan bir ahmaksınız.”
Üzerime doğru yürürken, geriye doğru kaçtım. “Değilim,” dedim bastırarak. “Öylesin!” Bana doğru adım atınca, yine geriye gittim. “Değilim! Sus artık! Sen benim neler yaşadığımı bilmiyorsun,” diye bağırdım. “Sadece sen acı çekmedin. Ama sen böyle davranarak, acınası hale geliyorsun!” Acilen, susması lazımdı.
“Sus,” dedim kulaklarımı kapatarak. “Ölmeyi beceremiyorum, sus! Yaşayamıyorum böyle, sus! Gerçekler her bir yandan gelirken, ben kaçamıyorum! Boğuluyorum, nefes alamıyorum! Hayalimi çalan adamdan, nefret ediyorum!” Duvara çarparak yere düştüm.
Derin derin nefesler aldım. “Öldür beni, becer ama. Artık öleyim nolur! Sığınacak kimsem yok, ölemiyorum.” Eğildi önümde. “Öl o zaman.” Elinde ki kalemi, bana uzattı.
“Ne,” dedim anlamayarak. “Öl işte. Ama birşey değişecek mi he?” Yutkundum sertçe. “Neden,” diye sordum acıyla.
Bu soruyu, ne anlamda sorduğumu çözmüştü. “Herkes şanslı değildir ki. Ölmek çözüm sanarlar, senin gibi. Ama asıl acı, öldükten sonra başlar. Arkandan gülerler, dayanamadı diye. Öteki tarafta seni suçlar. Neden dayanamadın diye, bedenini toprak sıkıştırır. Ölmek yerine, kurtulmaya çalış.” Galiba, bunları başka bir doktor söylememişti.
Kaleme uzanıp, elime aldım. “Sana güvenmiyorum doktor. Ama,” diyerek, elimde ki kalemi, uzağa attım. “Ölmek yerine, onları öldüreceğim. Hayır doktor, katil olmayacağım.” Ne dediğimi anlamış olmalıydı.
Ayağa kalktığında, ona baktım yerden. “Bir hafta sonra, bugün. Saat öğlen iki gibi seans’a gelebilirsin.” Doğruyu söylemek gerekirse, tekrar gelebilirdim. Çünkü kimse, bu kadar ileri gitmemişti. İleri gitmeyince, bir bok olmamıştı.
Az önce, ölmek için yalvarmamış gibi, ayağa kalktım. O da, yüzüme vurmayı tercih etmedi zaten. “Seans bitmiştir,” dediğinde, eyvallah hareketi yaptım. “Hiç görüşmemek üzere doktor.” Doktor demem, onu rahatsız ediyor gibi durmuyordu. “Ben aynı düşünmüyorum.” Çokta umrumda.
Kapıdan çıkınca, derin derin nefesler aldım. Ben az önce ne yaşamıştım? Güneş hemen yanıma geldi. “Nasıl geçti seans? İyisin değil mi?” Adam ilk önce psikolojimi altüst etti. Sonra ise yeniden toparlayıp, ölmenin pek çözüm olmadığını anlattı.
Ulan, adam benden de manyak çıktı!
Sesizce, yürümeye başladım. Güneş yüzünden burada olduğumu, tabi ki unutmamıştım. Suçunun farkında olduğu için, alt dudağını dişledi. “Cansu yapma böyle.” Birşey demeden, binadan çıktım.
İlk defa Güneş’e sinirlenmiştim. “Ben senin iyiliğin için,” dediğinde, arkama döndüm. “Yapma bana iyilik!” Ona ilk defa bağırıyordum. “Ben iyi olamam! Hala umut ediyorsun, etme!” Şakağıma iki kere vurdum sertçe. “Burası çalışmaz, anlamıyor musun?! Ben senin, düşündüğün gibi, içinde melek olan biri değilim! Hiçbir zamanda, olmayacağım!”
Ona bağırdığımı görünce, bocalandı. “Bana bağırıyorsun,” dedi sesizce. Yaptığım şeyle, iki adım geriye attım. Artık, onu bile kırıyordum. Yutkundum sesizce. “Güneş, benden uzak dur. Kendi iyiliğin için, bunu yap.” Gelen taksiyi görünce, elimi kaldırarak, durdurdum.
Birşey demeden, hemen taksiye bindim. “Uçurum kenarına sür,” dediğimde, “tamam abla,” diyerek, arabayı çalıştırdı. Biraz kafa dinlemeye ihtiyacım vardı.
Radyoda Küllenen Aşk çalıyordu. Cama başımı yaslayıp, dışarı izlemeye koyuldum. Bunalmıştım, yaşayamıyordum. Az önce ölmek için, büyük bir şansım vardı. Ama yine korkmuştum, yine becerememiştim.
Ağlarken gülmek mi daha zordu? Yoksa, gülerken ağlamak mı? Ben ikisini de yaşıyordum.
Beynim hiçbir zaman susmuyordu. Çocukların yanına gidince, onları da üzeceğimden korkuyordum. Bari onları üzmeyeyim.
Güneş bile bana yasaklıydı. Belki de tek gerçek dostum oydu. Ve birde tabi ki Didem. Sadece ona, acılarımdan bahsetmiyordum. Bahsedersem, o lüks gördüğü evlerini, Arda Bozok un üstüne yıkardı.
Tek başarım mesleğimdi. Ona da doğru düzgün gidemiyordum. Zaten, kimse baktırmaya gelmiyordu çok. Köy yerinde, insanlar ne yapacağını biliyordu. O yüzden, büyük ihtimalle Didem hallediyordu.
Montumun cebinden, demir alkol şişesini çıkardı. Kapağını açıp, bir yudum aldım. Ben ne zaman iyi olmuştum ki? Ben kötülüğün içinde doğup, yaşamaya çalışan ahmaktım.
Araba durunca, geldiğimizi anladım. Buraya gelmenin ne kadar tuttuğunu biliyordum. O yüzden, direk iki yüz lira verdim adama. “Hayrını gör ablam,” dediğinde, ben çoktan arabadan inmiştim. Kapıyı kapatınca, taksi gitmişti.
Burada kimse olmazdı. Adı da yoktu, düz bir uçurumdu. Ama benim için adı vardı. Kara sevda idi uçurumun adı. Anlamı ise; kapkara olan kalplerin, huzur bulduğu, sevdiği yerdi.
Çünkü buraya gelenler, intihar etmek için geliyordu. İşte bu yüzden adı kara sevda idi. Simsiyah’a dönmüş insanların, ölümle sevdalandığı yerdi.
Taksiciler bunu bilmesine rağmen, para kazanmak için getirirlerdi. İşte böyle boktan bir hayatta yaşıyordum. Dünya bir kere bile bize gülmemişti.
Metal şişeden, bi yudum daha aldım. Yavaş adımlarla uçurumun kenarına gittim. Kimse yoktu, sadece ben ve ucu gözükmeyen uçurum. Genellikle, rahatlamak için gelirdim.
Uçurumun kenarına gelip, oturdum. Kafama diktim birayı. Her zaman içine, bira koyardım. Gözümden yaşlar akmaya başladı. Bura güvenliydi, burası kara sevdaydı. Kararan havaya baktım. Yıldızlar tepede, dolunay’ın ışığı yüzüme vuruyordu. Daha fazla ağladım. “Ah ulan hayat! Bizide sevseydin, dünyanın sonu mu gelirdi be?!” Gülmeye başladım kahkahalarla.
Ağlarken gülmek, daha fazla acı veriyordu.
Uçurumun aşağısı, derin bir denizle kaplıydı. Atlamışlığım vardı, yüzmeyi iyi bildiğim için, hiçbir şey olmamıştı. Bir anda, en uç kısma gittim. Sonra kendimi, ellerimle iterek, aşağıya bıraktım.
Düşmek neredeyse, beş saniye sürdü. Gülerek, gökyüzüne baktım. Kollarımı iki yana açıp, denizin içine tokat gibi çarptım. Masmavi denizin içinde, derinliklere kayboldum.
Gözlerimi kapattım yavaşça. Küçükken deniz kızı olmak istediğim aklıma geldi. Uçsuz bucaksız bir okyanusta, kaybolmak isterdim.
En çok görünmez olmak isterdim. Bu isteğim’in, büyüyünce acı vereceğini, nereden bilebilirdim ki? Evet, ben maalesef görünmezdim.
Arda Bozok, herşeyimi çalmıştı. Her çocuk hayallerle büyürdü ama. Ben niye, hayallerimin çalınmasıyla büyümüştüm?
Bu hayata, çok büyük itirazım vardı. Dertlerime itirazım var. Cehennemi dünyada yaşamaya itirazım var. Çocukların üzülmesine itirazım var. Arda Bozok’un, beni sevmemesine itirazım var. En çokta, yaşarken ölmeye itirazım var.
En dibe vurmuştum. Hem denizde, hemde yaşamda. Kimse görmemiş, kimse bilmemişti. Benim asıl hayatım, o mezarlıkta tam anlamıyla bitmişti. Nefes alsam neye yarardı?
Bir dala tutunmak isterdim, dal kırılırdı.
Hayata tutunmak isterdim, elim kayardı.
Mutlu olmak isterdim, gülüşlerim acıya dönerdi.
Yaşamak isterdim, ölüme daha çok yaklaşırdım.
Anne olmak isterdim, bir kurşun bunu bitirir’di.
Ben bu dünyada ne istediysem hiçbiri olmamıştı.
Kumda uzanırken, nefesim azalmıştı. Kalkmak için çaba göstermedim, bıraktım sadece. Belki de o gün, bugündü. Kimse beni bulamazdı burada.
Son sözümü söylemek isterdim hep. Hatta, bir tane bulmuştum. ‘Herkes bu hayata ayak uydurmak zorunda değil. Belki de, hayat bize ayak uydurmayı becerememiştir?’
Son söz, son cümle...
Ölmeye hazırlanmışken, derin bir ses geldi. Bu denize düşerken ki, aynı sesti. Gözlerimi açtığımda, bana doğru gelen adamı gördüm. Yüzü belli olmuyordu.
Benim gözlerim zaten kapanıyordu. İki seçenek vardı. Ya ölecektim, yada yaşayacaktım. Nefesim bitmişti, gözlerim yavaşça kapandı. Ağzımı oynatarak, anlamadığım birşeyler mırıldandım.
Belimi tutan, bir kol hissettim. Gözlerimi açmaya bile beceremedim. Boğularak ölmek... Güzel bir ölümdü ama can yakıyordu. Diğerleri ruhen daha çok acıttığı için, bu acı azdı bile.
Beni yukarı çektiklerini hissettim. Hissediyor ama birşey yapamıyordum. Sanki kitlenmiştim, konuşamıyordum. Bayılmamıştım ama. Bunun nedeni, beş dakikaya kadar nefesimi tutabiliyor oluşumdu.
Nefes alabildiğimde, kafamın sudan çıktığını fark ettim. Gözümü açmadım, yine becereksizdim. Yanağıma vurulduğunu hissettim. “Allah’ın sinir küpüsü, uyan.” Bu yüzbaşının sesiydi.
Gözlerimi zorlukla açtım. Bu adam, nasıl yine burada oluyordu? “Yüzbaşı,” diye mırıldandım. Gözlerim kapanma derecesindeydi. “Bir çocuğun ruhunu öldürmenin, cezası nedir?” Artık kaybedecek hiçbir şeyim kalmamıştı.
Yutkunuşunu gördüm. “Ölümdür Cansu, ölüm.” Alayla güldüm, canımın acımasına rağmen. “Tamam ya işte, ölüyorum ben. Ben onun cezasını, üstüme alıyorum. Bırak, öleyim.” Ona yalvaracağım, aklımın ucundan bile geçmezdi.
Beni kendisine çektiğini hissettim. “Ölmeyecek’sin, o ölecek. Hapse filan girmeyecek, direk ölecek.” Gözlerim tamamen kapanmış, başım geriye düşmüştü.
Kendimden geçmek üzereydim. Kulağıma doğru, “benden nefret etme deniz kızı. Sadece senin için, sadece sen. Üç yıl önce de sen, şimdi de sen. Değişmeyen tek şey, sana olan takıntım,” dediğini işittim.
Bu hayal ürünü müydü yoksa, gerçek miydi?
🥀
Gözlerimi zorlukla açtım. Birşeyler mırıldandım anlayamadığım. Kayalıklarda uzanıyordum galiba. “Yüzbaşı,” diye mırıldandım.
Kaç kere canımı kurtarmıştı? Sayamadığım kadar fazlaydı. Bu durum canımı sıktı hemen.
Buraya doğru geldiğini gördüm. Elinde bir çay, birde sıcak kahve vardı. Kahveyi birşey demeden, bana uzattı. Bende ona uyup, kahveyi aldım. O da yanıma oturup, çayından bir yudum aldı.
Üzerimde ki, onun montu olmalıydı. Ama buna gerek yoktu, ben soğuğu severdim. “Neden yaptın,” dedim. “Ölmek isteyen birini kurtarmak, iyilik değil kötülüktür yüzbaşı. Ve bunu defalarca yapman, canımı sıkmaya başladı.” Bu kadar açık sözlü olmam, onu hiç bozmamıştı.
“Teşekkür etmeni beklemiyordum zaten.” Benim teşekkür etmem yerine, senin özür dilemen gerekiyor diyemedim. “Benden sana bir soru,” dedi bana bakıp.
Birşey demeden, sormasını bekledim. “Ölünce, herşey bitecek mi?” Bunu düşünmemiştim. “Galiba, bilmiyorum. Ama yaşamazsan, acı çekemezsin. O zaman, acılar biter herhalde.” Bitmesi lazımdı, artık bitsin.
Arkama yaslandım. “Senin burada ne işin var,” diye sordum. “Her yerden, sinek gibi çıkıyorsun.” Sabahta böyle çıkmıştı. “Tesadüf,” dediğinde, gözlerimi devirdim.
“Aynı yalan, defalarca işlemez yüzbaşı. Gerçeğini söyle,” dedim. Boğazım acıyordu birazcık. Kahvemden bir yudum aldım. “Canım sıkılınca, bu uçuruma geliyorum. İyi hissettiriyor.”
İnanmayan gözlerle ona baktım. “Gerçekten mi?” Karşılaşmamız, inanılır gibi değildi. “Evet,” dedi. “Seni takip edecek halim yok ya? Ben doktor değilim, delileri takip etmem.” Haklıydı.
En sevdiğim yer, bu kayalıklardı. “Kara sevdanın, en güzel yeri burası.” Deniz ayaklarının altında oluyordu. “Kara sevda mı,” dedi anlamazca. Tabi, kara sevda’yı bilmiyordu o.
Söylememde sıkınca yoktu galiba. “Ben koydum adını. Yani, adı yok normalde buranın. Bu yüzden, ona yakışan şekilde, sesleniyorum.” Çarpıkça sırıttı. “Güzelmiş isim. Kara sevda... Nereden aklına geldi.” Bunu söylemezdim.
Anlamı, sadece bana özeldi. “Söylemem,” dedim ona dönüp. Kaşlarını çatıp, “niye,” diye sordu. “Bana özel. Ama, belki birgün anlatırım yüzbaşı. Tabi, yaşıyor olursam.” Hiç sanmıyordum.
Onun yüzünde ki tebessüm, kaybolmuştu anında. “Bir daha intihar etmeyeceksin.” Emirli konuşması, askeriyeden geliyordu herhalde. “İntihar etmedim bu sefer. Sadece, rahatlamak için girdim.” İlk hedefim buydu, sonra ki intihardı.
İnanmadı tabi. “İlk önce öyle girdin. Sonra ise, ölmek istedin. Her zaman ki gibi.” O nereden biliyordu? Sorgulamadım. “Doğru, ölmek istedim.” Sinirlenmişti.
“Birde marifetmiş gibi söylüyor!” Baya sinirlenmişti. Sanki rolleri değiştirmiştik. “Neden umursuyorsun? Sen gelmeden önce, daha beterlerini yaşadım. Sadece, kaybedecek bir şeyim kalmadı, o kadar.” Ruhsuzca söylemek, daha fazla acı veriyordu.
Sıcak çayı, kafasına dikti. “Yavaş,” diye sesimi yükselttim. “Ağzın yanacak. Su varsa, su iç bari.” Hiç canı acımamış gibi davranıyordu. “Sana, kaybedecek birşeyin kaldığını söyleyim o zaman.” Yoktu ki.
Ama o, varlığından eminmiş gibi davranıyordu. “Söyle,” dedim. “Annen hamile,” dediğinde, bocalandım. “Sen onları görmemek için, haberleri ve magazinleri bile açmıyorsun tabi. Sekiz aylık hamile, haberin var mı? Cinsiyeti kız birde, yeterli mi?!” Ne...
Elimde ki kahve, kayalıklara düştü. Sanki hayat, benim için durdu. Kız çocuğu, hamile... Başımı iki yana salladı. “Olmaz,” diye mırıldandım. Beynim konuşmaya başladı. Şuan olmamalıydı, kesinlikle olmamalıydı.
Denize bakıp, derin nefesler almaya başladım. Elimi boynuma götürdüm, nefes alamıyordum. “Olmaz! Çocuk olmaz, olamaz! Bir çocuğun, ruhu daha ölemez!” Benim hayalimi çalmasına yardım eden Devin, anne mi oluyordu?
Ağlamamalıydım. Gözümün önüne geçti, o küçük çocuk. Acılar ve kanlar içindeydi. Her kapı açılışında, korkarak geriye kaçıyordu. Deliler hastanesine kapatılmıştı, suç ona atılmıştı. Ölmek için hergün, Allah'a yalvarmıştı. Sadece sevilmek istemişti, yanmıştı. Sırtında ki, o yanık izi, hep acıyı temsil etmişti.
Aynılarını yaşayacak, o küçük kız çocuğu...
Kahkaha atmaya başladım. Sesim ilk defa o kadar, gür çıkıyordu. Kahkaham bir anda, çığlığa döndü. Başkası olsa, deli diye kaçardı. Yüzbaşı bunu yapmadı ama.
Sırtımdan tutup, beni kendisine çekti. Beni göğsüne çekince, gözümden yaşlar damlamaya başladı. Babamın gösteremediği şefkati, yüzbaşı gösteriyordu.
Hıçkırarak ağlıyordum. Ben kendim ölürken bile, bu kadar ağlamamıştım. “Çocuk olmaz yüzbaşı... Canı yanacak, doğmadan hemde... Benim gibi olacak, acılarla yüzecek. Benim gibi olmasın.” Bir çocuk daha ölmesin... Niye ağladığımı, anlamış gibiydi. Ben sadece o çocuğa ağlamıyordum ki, ben kendime ağlıyordum. Ben o küçük çocuğa ağlıyordum. Ben neden hep ağlıyordum?
Ona sarılınca, daha çok ağlamıştım. “Geçti deniz kızı.” Geçmiyordu, geçmeyecekti. Keşke öyle demekle, geçseydi. “Dayanamıyorum, olmuyor... Ben bu hayata, neden ayak uydurmayı beceremiyorum yüzbaşı?” Baba, beni neden bu hale getirdin?
Ben sana ne yaptım baba?
Küçücükken, parka falan kaçardım. Orada ki çocukları izlerdim sesizce. Babaları, onlarla gülerek oynarlardı. Çok kıskanırdım, imrenirdim. Benim babam, sadece şiddet gösterirdi.
O çocuk, aynılarını yaşamayacaktı.
Bir süre böyle durdum. Yüzbaşı ise ağlamamın durmasını bekledi. En sonunda, ne yaptığımı fark ettim. Ben sorunlarımı, tek başıma halledebilirdim. İnsanlar sadece daha da beter ederdi.
Niye bunu yapmak, daha iyi hissettirmişti?
Göz yaşlarımı silerek, geriye çekildim. Bu sefer, zorlukla bile gülümseyemedim. “Yüzbaşı,” dedim sadece. Diyecek birşey bulamadım. Daha önce, böyle ağlamamıştım. Bu sefer farklıydı, hemde fazlasıyla.
Anlamış gibiydi. “Seni eve bırakayım mı?” Ev olmazdı, Güneş vardı. Bana kızgın olmalıydı, yüzümü görmek istemeyebilirdi. “Eve gitmeyeceğim. Biraz hava alacağım.”
Tereddütle baktı. “Sadece kafa dinleyeceksin. Başka birşey yaparsan, bu sefer ben seni öldürürüm.” Açık sözlü yüzbaşı. “Yok, sadece kafa dinleyeceğim. Belaya bulaşmayacağım, sadece yürüyeceğim. Yalnız kalmak iyi gelir.” Başını olumlu anlamda salladı.
Arkamı dönüp giderken, durdum. “Yüzbaşı, eyvallah,” dedim arkama dönmeden. Cevap vermesini beklemeden, ileriye doğru yürümeye başladım.
🥀
...
Viskisinden bir yudum aldı. Siyah koltuğuna rahatça yaslanıp, keyfine baktı. Önünde ki sahne, birazdan daha da güzelleşecekti.
Ayağa kalkıp, melodiyi açtı. Klasik müzik çalarken, viskisinden bir yudum daha aldı. Güzel bir gün olacaktı.
Kırmızı viskisini, yere attı. Cam parçalanırken, her taraf, kırmızılaştı. Önünde ki adama bakarken, aklında bir sürü senaryo gerçekleşti.
Sandalyeye bağlı adam, bayılmak üzereydi. Yüzü kanlar içindeydi. Bunun, en iyi hali olduğundan, haberi bile yoktu.
Şarkıya eşlik ederek, bıçaklarına doğru gitti. Valse çalarken, ayağını yere çarpıyordu. Bütün depoyu kaplayan ses, ona huzur veriyordu.
Satırı eline aldı. “Acılar ve ölümsüzler,” diye konuşmaya başladı. Satır’ın keskin tarafını, bezle silmeye başladı. “Her zaman, üç nokta ile biter. Yarım kalmış hayatlar gibi.” Ayağını mermere sürterek, arkasına döndü.
Adam, başını iki yana salladı. Siyah maskeli adam, üzerine doğru geldi. Maskeli, satırı üzerine sürmeye başladı. “Ve tercihler. Ya kazanırsın, ya da kaybedersin. Yoksa, her zaman mı kaybedersin?” Şeytanca sırıttı.
Sandalyeye bağlı adamın, kulağına yaklaştı. “Tercih zamanı!” Satırla kolunu kesecekken, ucunda durdu. “Kol mu, yoksa parmaklar mı?” Acıyı, kendisi belirleyecekti.
Adam kaçmaya çalıştı. “Yapma,” dedi ağlamaklı bir sesle. “Öldür beni,” diye yalvarmaya başladı. İşaret parmağını, dudağına götürdü. “Sesiz ol,” dedi kısık sesle. “Onu uyandıracaksın.”
Adam seçim yapmayınca, kerpetene uzandı. “Ben seçimimi yaptım,” dediğinde, adam başını iki yana salladı. Maskeli, arkasına giderek, eğildi biraz. Ellerini tutarak, açmasını sağladı.
“1 ile 10 arasında, bir sayı seç,” dedi bastırarak. Adam zorunluluktan, “iki,” demek zorunda kalmıştı. Maskeli gözlerini kapatarak, bir tane parmağına dokundu. “Bir,” diyerek, öteki parmağa geçti. “Ve iki,” dediğinde, gözlerini açtı.
Sağ elinde ki, orta parmak.
Alt dudağını büzdü. “Kötü seçim,” dedi. Orta parmağı, kerpetenle sıkıştırdı. Kerpeteni sertçe kapattığında, parmak yerdeydi.
Ve adamdan, acı bir çığlık.
Çığlık şarkıyla uyuşumu, maskeliye zevk vermişti. “Bir sayı seç!” Sesi, odayı doldurmuştu. Adam acıyla haykırıyor, küfür ediyordu. Cevap vermemesi, maskelinin canını sıkmıştı.
Satırı tekrar eline aldı. Adımı dokuz parmağını, birbiriyle birleştirdi. “Onu uyandırmaya başlıyorsun.” Satırı havaya kaldırdı ve, parmaklarına doğru sertçe indirdi. Dokuz parmağının hepsi, yere düştü.
Adam daha büyük bir çığlık attı. Ağlayarak, “ananı sikeyim,” diye bağırdı. Bu laf, onun en büyük sonuydu. Maskeli ayağa kalktı yavaşça.
Dilini damağına vurdu. Arkandan, satırı adamın boynuna sürttü. “Onu uyandırdın,” diye fısıldadı kulağına. “Deccal uyanırsa, ortalık kana boğulur. Deccal uyandı, ortalık kan gölü olacak.”
Maskelinin adı, deccal idi.
Ve deccal’i uyandırıp, sinirlendirmek hataydı. Maalesef, hata işlenmişti. Deccal öldürecekti, hemde acıyla.
Öne doğru gitti. “Üst mü, alt mı?” Adam başını iki yana salladı. “Bırak beni! Ben sana ne yaptım?” Bu sorunun cevabını, kendisi biliyordu. Deccal onu duymadı.
Adam cevap vermek zorunda kaldı. “Alt,” dedi ağlarken. Deccal, sırıttı. “Yanlış seçim!” Doğru cevap, üst’tü. Tekrar kerpeteni aldı. “Bana şarkı söyle. Çığlıklarına yakışır bir şarkı...” Durdu, aklına şarkı geldi.
Kanlı kerpetinine baktı. “Bana son arzum söyle.” Adam ona itaat etmek zorundaydı. “Gelse bile son günüm, kuluna alsa ölüm,” diye söylemeye başladı.
Kerpeteni, bacak arasına yerleştirdi. “Gözlerimin önünde, seninle geçen günüm,” dedi adam. Gözlerini sıkıca kapatmış, ne geleceğinden habersizdi.
Deccal özel bölgesini kesince, adamdan daha acı bir çığlık koptu. “Son arzum nedir diye, gelipte bana sorsalar. Gözlerime bakıpta, her şeyi anlasalar,” dedi Deccal.
Adam ölmek üzereydi. “Ağzına bu şarkı yakışmadı,” dedi sinirle. “Deccal sinirleniyor. Ve artık Deccal, ölüm istiyor!” Satırı eline aldı ve, adamın boğazını kesti.
Yere düşen çirkin başa baktı. Yüzüne fışkıran kan, onu kışkırttı. Adamın düşen başını, saçlarından tutarak, eline alıp kaldırdı.
Masasından keskin bir bıçak aldı. İlk önce sağ gözüne, bıçağı sokup, gözünü çıkardı. “Ölüm kurtuluş muydu?” Başını iki yana salladı. “Cehennemde karşına çıkacağım.” Sağ gözünü, morarmış, cansız bedenine sürdü. Ağzına açarak, ağzına soktu.
Sol gözünü de, bıçağı saplayarak, çıkardı. Bunu sol kulağının, içine soktu. Ölmüş bedeni, pislik gözleriyle süslenmişti. Yere düşen iğrenç parmaklarından, dört tanesini aldı.
Kan akan gözlerinin içine, parmakları soktu. Sonra ise benzin döküp, cansız bedeni yaktı. Üstünde ki kanlı kıyafetleri çıkarıp, onlarıda ateşe attı. Odadan çıkarken, radyodan çalan şarkıyı, ağzında mırıldandı.
Her acı, her bir ölüm.
Gün geçtikçe, Deccal büyüyecekti. Onun önünde, kimse duramayacaktı. Kana susayacak, ölüm isteyecekti.
Sevdiklerinin canını yakanın, acıyla ölmesini izleyecekti. Bedeni yanacak, vücudu parçalara ayrılacaktı.
Ve herkes, Deccal’i bilecekti. Acı çektirenlere, daha kötülerini yapacaktı. Herkes onun ismini sayıklayacak, gözlerine uyku girmiyecekti.
O durana dek, ülke yanacaktı.
Onu durdurmak, hiçte kolay olmayacaktı. Kimliğini bulamayacaklardı. Ona karşı gelen, cehennemle karşılayacaktı.
Dünya, cehennemin iyi tarafıydı. Deccal, burada yaşayacaktı. Ölümler bitince, o da oraya gidecekti.
Lakin, ölümler hiçbir zaman bitmeyecekti.
Zaaflardan oynayacaktı. Kendi zaafına dokunacak olanlara, kana boğacaktı!
Yaşam suyuna, kimse dokunamayacaktı. Onun yaşama suyu; cinayetler ile zaafıydı. |
0% |