Yeni Üyelik
7.
Bölüm

7. Bölüm

@gecemavisiyazarrr

 

Ateş ile suyun hikayesi vardır. Ateş herkesi yok ederken, suya yok olmak istemiştir...

 

Kötü birşey olmayaktı. Ah, lanet olsun. Kötü ihtimaller, her yerde vardı.

 

Elimde ki oyuncak ayıcığa baktım. “Seni nasıl seviyor acaba,” diye söylendim. Dümdüz ayıydı işte. İlla oyuncak istiyorsa, oyuncak silahları tercih edebilirdi.

 

Ah, o Güneşti. Benim gibi kara değildi ki.

 

Boğazımı temizledim. “Yapabilirim, hadi,” diyerek, kendime gaz verdim. “Sen neleri başardın, bunu mu başaramayacaksın.” Evet Cansu, çal şu kapıyı.

 

Tokmağa iki kere vurdum. Saat sabah altıydı aslında. Uyuyor olabilir miydi? Ben olsam, uyuyamazdım. Zaten normalde de, uyuyamıyordum.

 

Elimi boynuma götürüp, ovaladım. Çok stres yapmıştım. Neredeyse, atak geçirecektim. Ama ben o gün, atak geçirmemiştim. Bir daha asla geçiremezdim.

 

Kapının açılmasını beklemiyordum. Bir anda Güneş karşıma çıkınca, ne diyeceğimi unuttum. Beni gördüğünde, yüzüne sıcak bir gülümseme yerleşti. Bu durum, biraz rahatlamama sebep oldu.

 

“Cansu,” diye şakıdı. Oyuncak ayıyı ona uzattım. “Tam bir piçlik yaptım. Sana bağırmamalıydım, özür dilerim. Ama bak, oyuncak ayı aldım.” Bundan nefret etmeme rağmen, bunu almıştım.

 

Robot gibi, nefessizce cümlemi tamamladım. Ezberlediğim iki cümleyi söylemiştim. “Ve?” Ve derken? Anlamadığımı görünce, güldü. “Bir daha, telefonumu sesize almayacağım Güneş. Çünkü aldığımda, başıma bin tane şey geldi diye, stresten deliriyorsun.” Telefonu sesize mi almıştım?

 

Su geçirmeyen telefonumu, çıkardım. Gerçekten, sesizdeydi. Sesizden çıkardığımda, Güneşte otuz iki cevapsız arama gördüm. “Hassiktir,” diye mırıldandım.

 

Beni merak etmişti. “Güneş,” dedim ona bakarak. Allah kahretsin, gözlerim dolmuştu. Başımı sağa yatırdım hafifçe. “Beni merak eden, tek insansın.” Birde ölmeme izin vermeyen, yüzbaşı.

 

Oyuncak ayıcığını aldı. Büyüklerden almıştım, kocaman sarıldı beyaz ayıya. “Meraka sokma ama. Hem bu ayı çok tatlı!” İçeriye geçtim. “Ya, ne demezsin. Silahlar daha güzel.” Gözlerini devirdi.

 

Salona gittiğimde, o da geldi. Oturacakken, “dur,” dedi. Anlamayarak, ona baktım. Kıyafetlerime baktı, kokladı olduğu yerden. “İçmiş’sin ve ıslanmışsın.” Alt dudağımı dişledim.

 

“Denize girdim.” Uçurumdan, uçsuz suya atladım Güneş. “İçmedim, hatta iyiyim.” İyi değilim Güneş, hayatım yok. İçimde ki ateşi, suyla söndüremedim. Ve o abin, beni nereden bulduysa, ölmeme izin vermedi yine.

 

Eğer gelmeseydi, yarına cesedim bulunurdu.

 

Pek tatmin olmasa da, “Peki,” dedi. “Ama üzerini değiştir hemen. Hasta olacaksın, üşütme. Hem işe gideceğiz yarın ikimizde.” İş...

 

Yutkundum. “Güneş, ben bu gece, birşey yaptım.” Kaşlarını çattı. Gözlerimi kapatıp, derin bir nefes verdim. Gözümü açtığımda, “ne yaptın,” diye sordu.

 

Bunu söyleyebilirdim. “İstifa ettim ben. Raporlar yüzünden, gitmiyordum zaten.” Delirmişim gibi baktı. “Ne yaptın, ne,” dediğinde, koltuğa oturdum. “Para mevzusu sıkıntı değil. Zaten ev satılık, faturaları yarı yarıya ödüyoruz. Hem banka hesabımda, beş yüz bin dolar, para var.” Konu bu değildi.

 

Elini saçlarına geçirdi. “O kadar mı bıktın? Cansu, bu kadar kötü değilim de.” Daha beterdi. “Cansu, sen hayatını ona harcadın! Tek bir kelimeyle, nasıl silersin!” Bu sefer o bana bağırıyordu.

 

Sadece yüzüne baktım. “O kadar önemli birşey değildi.” Önemliydi, hemde çok. Sustum, o ise konuştu. “Bir insan için, değer mi? Tabi, insansa eğer. Onlar, seni öldürmek istiyor Cansu! Sen onlar için, en büyük başarı’nı, nasıl harcarsın?! Ya biz o gün oraya gelmeseydik? O adam, sana acı çektirerek, öldürecekti! Ve sen sadece, ona teslim olacaktın!”

 

Canım acımıyordu artık. “Yani?” Siniri bozulmuş bir şekilde güldü. “Yani diyorsun ya. Hayatını mahvettikten sonra, yani diyorsun.” Beni benden başka, kimse anlayamazdı.

 

Ona bir daha bağırmayacaktım. “Ne yapmamı bekliyorsun? Hayvanlar masum canlılar Güneş, çocuklar gibi. Sende masumsun, o yüzden öğretmensin. Ben veterinerdim, ama masum değilim. Onlara acı niye bulaştırayım?” Birşey diyemedi.

 

Derin bir nefes aldım. “İkimizin de geçmişi bok gibi. Ama sen kurtulmuş, aydınlığa kavuşan tarafsın. Ben ise, hala orada yaşayan, unutamayan tarafım. Sen bu yüzden, beyaz güvercinsin. Ben ise, kara bir karga. Senin için, en iyisi olmaya çalışıyorum. Ama ben bu kadarım, anla. Daha iyi bir tarafım yok.” O kadar sakin konuşuyordum ki, ben mi konuşuyorum, anlayamadım.

 

Baştan aşağı süzdü beni. “Cansu, sinirlen,” dediğinde, “ne,” dedim boşluğuma gelerek. “Sinirlen, kır etrafı. Alayla kahkaha at, hayata söv. Sigara iç, sana kahve yapayım ben. Hatta, gel dışarı çıkalım. Hava baksana, ne kadar soğuk. Bağır bana hatta, yada ortalığı karıştır. Sevmediklerine bağıra bağıra beddua et. Ama sakin olma.”

 

Sakin olmam, onu daha da korkutuyordu.

 

Sustum sadece. Koltuğa oturdu, kumandaya uzandı. Yeni televizyon almıştık. “Gel haber izleyelim. Stres atarsın, ne dersin?” Sustum yine, ona baktım.

 

Haberleri açtığında, oraya baktım. Haber başlığını görünce, dudaklarım aralandı. “Ne?” Güneş’e baktım. Yutkundu, bana baktı. Aklımızda tek bir soru geçti.

 

Şimdi ne olacaktı?

 

Ayağa kalktım. “Odana git, sakın çıkma. Camlardan uzak dur,” dedim bastırarak. Buraya, terörist saldırısı geliyordu. “Abim,” dediğinde, kolundan tuttum. “İstediğin kız, şimdi gelecek!” Onu odasına doğru götürdüm.

 

“Cansu, abim,” dediğinde, silah sesi duydum. Güneşi koşarak, odasına soktum. “Camdan uzak dur. Abi’ni de, hemen ara!” Kapıyı kapatarak, kilitledim. Kapıya vurarak, “Cansu, delilik yapma,” diye bağırdı.

 

Boynumu kıtlattım. “Az önce öyle demiyordun. Konu vatansa, acıyı umursamam. Gerekirse, katil de olurum.” Odama gittim, Güneş’in bağırmasını umursamadan.

 

Silah sesleri, çığlıklar artıyordu. Yanlış vatana bulaşmışlardı. Gardırop’u açarak, kıyafetleri yere attım. Silahı bulunca, hiç tereddüt etmeden elime aldım. Mermisi’ni kontrol ettim, doluydu.

 

Asıl deli, şimdi çıkacaktı. Yanımda ki cam patlayınca, yere eğildim. “Amına koduklarım! Hepinizi kurşuna dizmeyen, şerefsizdir lan!” Damarlardan, Türk kanı atıyordu. Bizi mi korkutacaklardı?

 

Güneşten bağırma sesi geldi. Onun yeri güvenliydi. Cam çok küçüktü ve yataktan uzaktı. Eğilerek, balkona kadar çıktım. Balkona çıktığımda, “vatan sağolsun,” diye bağırdım.

 

Dikilerek, aşağıya baktım. İlk kurşun atıldı, alnının çatısından vurdum.

 

Birinci leş.

 

Diğer insanlarda, silahlarını almış, terörist öldürüyordu. Bu durum, gururla gülümsememe sebep oldu. Bunlar kiminle yarıştıklarından, haberleri dahi yoktu.

 

Yere eğildim. Birini öldürmüştüm, canım yanmamıştı. Çünkü, vatanım için öldürmüştüm. Bunun cezası olamazdı.

 

Tekrar kalktım. İkinci kurşun, göğüs kafesine denk geldi. Adamda yere düşünce, diğerlerine sıktım. Bir an tereddüt etmeden, vicdan azabı çekmeden.

 

Dört leş.

 

Tekrar eğildim. Binanın arka tarafından, daha fazla silah sesi geliyordu. Yapılması gereken belliydi, yapılacaktı. Tek ayaklarım üzerine çömeldim.

 

Ölürsem, en güzel ölüm çeşidi olurdu. Vatan için ölmek, en güzel ölümdü. İşte, hayatta ki tek başarım olurdu.

 

Salondan geçerken, camları indirdiler. Korkmadım, dış kapıya doğru gittim. “Güneş, kendini koru!” Oradan bağırıyor, gitmemem için yalvarıyordu. Onu dinlemedim, duymadım bile.

 

Evden dışarı çıkıp, kapıyı altı kez kilitledim. Ona birşey olmaması lazımdı. Merdivenlerden koşarak indim. Dışarı kapıya çıktığımda, terörist yığını gördüm.

 

Tek hedefim; ölmeden önce, öldürebildiğim kadar, öldürmekti. Hepsi arkasını dönmüştü. Üç kişilerdi. Mermim fazlaydı.

 

Hepsini tek seferde öldürmeliydim. Derin bir nefes aldım. Allah'ım, bana bu sefer güç ver. Ülkem için, Atamın kurduğu ülkeyi, düşmanlara yem etmemek için.

 

Derin bir nefes aldım. Nişan aldım, tek elimle silahı tuttum. Gözümü kırpmadan, art arda mermileri boşalttım. Bir saniyede, üçünü de yere sermiştim.

 

Yedi leş.

 

“Siz kime kafa tutuyorsunuz lan? En yakın, 15 Temmuz gecesinden, ne yapabileceğimizi öğrenmeniz lazımdı.” Atamın kurduğu ülkeye, düşman sokmazdık!

 

Yavaşça oraya giderken, biri var mı diye baktım. Her çatışıyor, bombalar patlatıyordu. Ölen üç şerefsizin, silahlarını aldım. Taramalı tüfeği görünce, dudaklarım yukarı kıvrıldı.

 

Şimdi boku demişlerdi. İki silahı, belime sıkıştırdım. Kendi silahım’ı, pantolonumun, paçasına sakladım. Taramalı tüfeği elime aldım.

 

Beni öldürmek isteyen bir ailem vardı. Silah kullanmayı, tereddüt etmeden sıkmayı, onlardan öğrenmiştim.

 

İleri doğru giderken, arkamdan bağırma sesi duydum. Bu ses, tanıdık geliyordu... “Ceyda,” diye mırıldandım. Arkamı döndüğümde, gördüğüm manzara, korkunç ötesiydi.

 

Ceyda yere düşmüş, bir şerefsiz kafasına silah tutmuştu. Beni duyunca, bana döndü şerefsiz. Silahı ona tuttum, ama sıkamadım. Çünkü, Ceyda’yı, önüne siper etmiş, kafasına silahı yaslamıştı.

 

Sertçe yutkundum. “Yaklaşma! Sıkarım veledin kafasına,” diye bağırdı. Sinirle dişlerimi sıktım. “Hele bir dene, yedi sülaleni sikerim senin!” Ceydaya baktım, korkmuştu. “Korkma prenses,” diye mırıldandım.

 

“Bırak onu,” dedim terörist’e. “Beni al! Çocuk o köpek! Beni al, onu bırak!” Ceyda başını iki yana salladı. “Cansu, Samet’i aldılar! Onu kurtar lütfen!” Samet mi?

 

Adam Ceydayı geriye çekince, bağırdı Ceyda. “Yavaş lan,” diye bağırdım. “İndir silahını Türk! Veledin kafasına sıkarım,” dediğinde, silahı yere attım düşünmeden. “Beline sakladıklarını da!” Küfrederek, ikisini de yere attım.

 

Paçama sakladığım silahtan, haberi bile yoktu.

 

Ceyda arkadan, köpeğe vurmaya çalıştı. “Bırak beni! Samet,” diye bağırdı. Korktuğunda, Samet’i çağırırdı. “Bırak onu. O çocuk, işine yaramaz.” O çocuk, büyüyünce sizi sikecekti. Tıpkı, benim yapacağım gibi.

 

Sırıttı pislikçe. “Velet ölünce, sıra sana gelecek.” Durdum, arkamdan biri, boynumdan geriye çekti. Kahretsin, tuzaktı! Gözümü Ceydadan ayırmadım. Başıma silah yaslanınca, sakladığım silahı alamadım.

 

Canım umrumda bile değildi. Ceyda’nın yaşaması lazımdı. Ceydanın saçından çekince, Ceyda bağırdı. “Saçım! Cansu, canım acıyor!” Hiçbir şey yapamamak, çok zordu.

 

Adamın eli tetiğe gidince, “yapma,” diye yalvardım. Tetiğe basacakken, gözümü sımsıkı kapattım. İki tane silah sesi gelince, bağırdım.

 

Ölmüş müydü...

“Ceyda,” diye haykırdım. Yine bir çocuğu, koruyamamış mıydım? “Cansu,” diyen Ceyda’nın sesini duyunca, gözlerimi açtım. Başımda ki silah çekilmişti.

 

Ceyda ölmemişti...

 

“Yetiştim yenge,” diye bağıran Baran’ı duydum. Arkamı döndüğümde, bizi kurtaranın, o olduğunu gördüm. “Baran,” dedim şaşkınlıkla.

 

Ceyda yanıma koşarak, bana sarıldı. Onu kucağıma alarak, sımsıkı sarıldım. Saçlarını koklayıp, öptüm. “İyi misin prenses,” dedim göz yaşlarını silerken.

 

Burnunu çekti. “Samet gerçek çekmiyormuş saçımı. Normalde acımıyordu saçım, bu sefer çok acıdı.” Tekrar sarıldım ona. “Kıyamam ben sana.”

 

Durdum. “Samet,” diye mırıldandım. Gözlerimi kocaman açtım. “Samet nerde?!” Baran kaşlarını çattı. “Samet kim?” Siktir!

 

Ceydayı, Baran’a verdim. Anlamayarak, Ceydayı kucağına aldı. “Yüzbaşı nerde,” dedim telaşla. Köşedeydik, Baran etrafa bakıyordu. “Bilmiyorum,” dediğinde, taramalı tüfeği tekrar elime aldım.

 

Baran yerde yatan, önceden öldürdüğüm üç adama baktı. “Cansu Hanım, siz mi öldürdünüz?” Baran’a baktığımda, arkasında nişan almış, bir köpeği gördüm.

 

Tabancamı hemen çıkararak, tek kurşunla vurdum. Ceyda kulaklarını kapatarak, Baran’a sokuldu. Baran arkasına baktığında, “cevabımı aldım ben,” dedi.

 

Daha fazla oyalanamazdım. “Yukarda Güneş var. Ceyda yerini biliyor,” dediğimde, anahtarı eline tutuşturdum. “Ceydayı oraya götür. Diğer çocukların nerede olduğunu biliyor gibiyim.” arkamı dönüp, çıkmaz sokağa doğru koşmaya başladım.

 

Arkamdan, “Cansu,” diye bağırdı Baran. Onu duymamazlıktan geldim, beni takip edemezdi zaten. Ceyda vardı, gelemezdi. Savaşması lazımdı, çocuğu bırakamazdı.

 

Çıkmaz sokağa, koşarak girdim. “Samet,” diye bağırdım. Diğer çocukları, gizli bölgeye saklamış olmalıydı. O korkmazdı, ölüme giderdi. Bir kere bile, yaşına göre davranmazdı.

 

“Yüzbaşı,” diye bağırdım bu sefer. Silahıma kuşanmış, etrafa bakarak yürüyordum. “Samet! Ortaya çık, Samet! Yüzbaşı!” Samet’i bulmam lazımdı.

 

Her taraf ateşe verilmişti. Cehennemde gibiydik, zebaniler saldırmıştı. Onlar zebaniyse, bizde şeytanın kendisiydik. “Samet!” Neredeydi bu çocuk.

 

Burada değildi, ses vermesi lazımdı. Arkamı döndüğümde, keşke dönmeseymişim dedim. Görmek istediğim manzara, kesinlikle iyi değildi.

 

Silahımı kullanamadan, ben ne olduğunu anlayamadan, tüfeği eline aldı. Tokat atarak, duvara doğru itti. Benim iki katımdı köpek. Hatta hepsi, benim iki katımdı.

 

Beş kişiyle, silahsız nasıl savaşacaktım?

 

Yere düştüğümde bile, başımı dik tuttum. “Şerefsizler,” dedim dişlerimin arasından. Beni yere düşürenin gözleri, vücudumda gezindi. Pis sırıtışından, ne düşündüğünü anladım.

 

Dişlerimi daha fazla sıktım. “Yazık olacak, bu güzelliğe.” Güzellik senin babandır lan! “Seni doğuran ebeye sokayım!”

 

Korkuyor muydum? Asla.

 

Bir tane daha, tokat attı. “Düzgün konuşasın!” Silahı alnıma yasladı. Herhalde, korkucağımı düşündü. Yüzümde, onu sinir edecek, bir tebessüm yarattım.

 

Dilimi damağıma vurdum. “Ah, siz her zaman, bu kadar ahmak herifler miydiniz?” Cümlemle, sinirlendi anında. “Aç köpekler gibi, ölmeye doymuyorsunuz. Yenemeyeceğinizi bile bile, her zaman deniyorsunuz.” Alt dudağımı büzerek, aşağı sarkıttım. “Ne kadar da acınası,” dedim alayla.

 

Boğazıma yapışınca, sesli bir şekilde güldüm. “Bende tam bundan bahsediyordum.” Dişlerini o kadar sıkıyordu ki, her an kırılabilirdi. “Son sözün budur?” Başımı iki yana salladım.

 

“Son birşey daha var. Kendi bokunuzda boğulun!” Onlara istediklerini vermemiştim. Korkup, ağlamamıştım. Onun aksine, onlara meydan okumuş, onları alaya almıştım.

 

Tetiğe bastığında, tok bir ses çıktı. Bunun benimde beklemediğim bir şeydi. Şuan o kurşun, kafama girmesi lazımdı. Tetiğe defalarca kes bastı. Fakat, sonuç değişmedi.

 

Silah sesi duydum çok yakından. Tek, tek, hepsi öldü. Sadece, başıma silah dayayan adam, yaşıyordu.

 

Aklımda tek bir kişinin ismi vardı; yüzbaşı.

 

Adam korkuyla, arkasına baktı. Arkasına bakınca, onu ittim. Yere düşen silahımı alıp, bacak arasına sıktım. Büyük bir çığlık attı adam. “İşte, bunu anlatıyorum iki saattir.” Hiç acımadan, defalarca üstüne kurşunu sıktım.

 

Delik deşik olmuş bedenine, tükürdüm. Gelen kişiye baktığımda, yanılmadığımı anladım. “Her zaman ki gibi, zamanlaman on numara yüzbaşı,” dedim. Bu sefer, gerçek bir can borcum vardı.

 

Delik deşik olmuş adama baktı. Bana baktığında, gururlu olduğunu gördüm. Gururla bana bakması, hoşuma gitti. Ama bundan daha büyük sorunlarım vardı.

 

Etrafa baktım. “Samet yok yüzbaşı,” dedim tedirginlikle. “O saklanmaz, dikine gider herşeyin. Gözünü kırpmaz, acımaz öldürür. Başını her zaman belaya sokar, yok ortalıkta. Başına birşey gelmeden, bulmamız lazım onu.” Kolumdan tutarak, beni başka tarafa götürdü.

 

Az önce gururla bakan adam, kızgınlıkla bakıyordu. “Seni örnek alıyorsa,” dedi tersçe. “Güneş ile Ceydayı odaya kilitliyorsun ama, kendin dışardasın!” Baran söylemiş olmalıydı. Ona ödetirdim bunu ama.

 

Kolumu kurtarmaya çalıştım. “Samet’i bulmadan, gitmiyorum bir yere!” Beni duymamış gibi, yürümeye devam etti. “Yüzbaşı, bırak kolumu! Bak sıkarım eline,” diye bağırdım.

 

Bir anda, beni duvara yaslayıp, ağzımı kapattı eliyle. “Sus Allah'ın belası,” dedi sesizce. Kaşlarımı çattım. Çok yakınımdaydı, hemde fazlasıyla. Ama birşeyler yolunda gitmiyor gibiydi.

 

İleriye baktı. “On beş kişi var orada. Sesiz ol.” Aynı yere bende baktım. Gözümü kıstığımda, gölgeler gördüm. Gözlerimi kocaman açarak, yüzbaşına baktım.

 

Kartal gözleri vardı maşallah.

 

Kulağıma doğru yaklaştı. “Şimdi elimi çekiyorum, ses çıkarma.” Olumlu anlamda başımı salladım. Yavaşça elini ağzımdan çekti ama, geriye çekilmedi. “Ne yapacağız şimdi,” diye sordum. Çıkmaz sokağa girmiştik.

 

İlk önce ileriye, sonra yüzüme baktı. “Ben onları oyalacağım, sende saklanarak kaçacaksın.” Tersçe baktım. “Anca beraber, kanca beraber yüzbaşı. Ölürsekte, beraber öleceğiz. Kaçmıyorum bir yere.” Kaçmaktansa, ölmeyi tercih ederdim.

 

Üsten bana baktı. Gerçekten, neden bu kadar uzundu bu adam? 1.70 boyundaydım ama, bu adamın karşısında, küçücük kalıyordum. İki metre boyu vardı!

 

“Bir kerelik, dediğimi yap.” Yok, keçi inadı vardı bende. “Yapmıyorum. Seni dinledim, sende beni dinleyeceksin,” dedim, işaret parmağımı yüzüne sallayarak. Asker formasına baktım. “Sis bombası var mı,” diye sordum.

 

Gözlerini devirdi. “Aptalım ya ben, hiç aklıma gelmedi.” Anladığım kadarıyla, yoktu. “Sen nasıl yüzbaşısın be. Ne sis bombası var, ne başka bir şey. Allah bir yakışıklılık vermiş, gerisini koy vermiş.”

 

O da tersçe baktı. “Sanki sen böyle değilsin. Ne insanlık var, ne de sakinlik. Dediğin gibi, Allah bir güzellik vermiş, gerisini koy vermiş.” O benim lafımdı!

 

Dişlerimi sıktım. “Başka birşey bul o zaman,” dedim, tersçe. Konuya dönerek, tekrar oraya baktı. “On beş kişiyi, ikimiz öldüremeyiz. Yapsak bir yaralanırız.” Dik dik baktı. “Sen olmasaydın, çoktan halletmiştim bunları.” Suçlu ben miydim şimdi?

 

“O zaman, kurtarmasaydın beni. İki aydır, süpermen gibi, durmadan kurtarıyorsun. Bu sefer işine gelecekti ölmem. Azrailim ile yarış yapar gibi. Biri öldürmeye çalışır, diğeri bozar.” Neredeyse, küsecektim kurtardığı için.

 

Çenemden tutup, ona bakmamı sağladı. “Bir daha ölseydim dersen,” diye tehdit etti. Onun için değerliymişim gibi davranıyordu. “Neden umursuyorsun bu kadar beni? Ölmüşüm, ölmemişim, ben bile umursamıyorum bunu. Senin niye bu kadar umrunda bu durum?” Güneş bile bu kadar umursamıyordu.

 

Soruma cevap vermedi. “Şuan, halletmemiz gereken bir sorun var.” Bak, bu doğruydu. “Direk Allahu Ekber diyerek dalalım.” Taktik yok, bam bam bam!

 

Eliyle ağzımı kapattı tekrar. “Konuşma sen bi,” dediğinde, elini ısırdım. Elini inleyerek çektiğinde, “canıma değsin,” dedim. Öldürecekmiş gibi bakıyordu.

 

“Öldürürüm seni,” dedi. “Beni öldürmeyecek, tek insan bile olabilirsin yüzbaşı. Ve,” dediğimde, havaya iki el ateş ettim. “Sana güveniyorum.”

 

Sesi duyduklarında, buraya doğru geldiklerini duydum. “Deli kadın!” Sinirli görünüyordu ama, beni arkasına saklamaya çalışıp, ateş etmeye başladı.

 

Ona bu yüzden güveniyorum demiştim.

 

Taramalı tüfeği ona verdim. “Bu daha iyi,” dedim, duvarın arkasına, saklandığımızda. Eline aldı ve, tabancayı bana uzattı. İki tane tabancam vardı.

 

Adamlar gelirken, iki tabancayı, ileriye uzattım. “Gelin amına koduklarım,” dedim. Yüzbaşı, “bi sus artık,” dedi bıkkınlıkla. Aa, ne dedim be?

 

Normal bomba çıkardı yüzbaşı. Atmak zorunda kalmıştı. Duvarın arkasına saklanmasaydık, leşimiz çıkmıştı. Çünkü, “yüzbaşı’yı öldürün,” diye bağıran bir eleman, ve delicesine ateş eden, köpekler vardı.

 

Yüzbaşı, hem ateş ediyor, hemde bombayı çıkarıyordu. Bana dönüp, “kulaklarını sıkıca kapat,” dediğinde, başımı iki yana salladım. “Olmaz, ya Samet buradaysa?”

 

“Değil, Kaan’ın yanında,” dediğinde, rahatlıkla nefes verdim. Demek, bu yüzden bu kadar sakindi. Pipi ağzıyla çekip, ileriye attı. Dediğini yapıp, kulaklarımı sıkıca kapatttım.

 

Beş saniye sonra, büyük bir gürültü koptu. Kulak zarım patlayacak gibiydi, kulaklarımı kapatmama rağmen. Yüzbaşı, ileriye baktı. Bir tane bacak, önümüze düştü.

 

Bana baktı. Vücudumun her tarafını inceledi. “İyi misin,” diye sordu. “Sayılır, sen?” Önümde ki bacak, rahatsızlık vericiydi. “İdare eder,” dedi o da.

 

O sırada, bütün silah sesleri kesildi. Yüzbaşının yüzünde, vatani bir tebessüm belirdi. “Ya hepsi öldü, yada kaçtılar.” Benimde yüzümde, aynı tebessüm oluştu.

 

Cebimden iki tane sigara çıkardım. Bir tanesini ona verdim, diğerini de kendim aldım. O da, çakmak çıkarıp, ikisininde ucunu yaktı.

 

Bu keyif sigarasıydı.

 

Bana baktı yandan. “Senin yüzünden, az kalsın ölüyorduk Allah'ın manyağı.” Sigaradan bir duman çektim. “Ölmek umrunda olsaydı, asker olmazdın yüzbaşı.” Dumanı havaya üfledim. “Ve, azrail seninle kapışamaz bile. Eminim, tek korktuğu kişi sensindir.” Başını iki yana salladı.

 

Konuyu değiştirerek, “senin öldürdüklerini, ben öldürdüm,” dediğinde, onaylayan bir mırıltı çıkardım. “Sen daha iyi bilirsin yüzbaşı. İstediğini yap, sana kalmış. Zaten işim yok, birşeyim yok.” Durdum. “Sen beni hapse tıksana yada,” dedim ciddi ciddi. “Soy ismim kirlensin biraz.” Güldüm keyifle.

 

Sigarasını tekrar ağzına götürürken, durdu. “İşin mi yok?” Hassiktir. Ben bunu ağzımdan kaçırmış olamazdım. Alt dudağımı dişledim. Anında ayağa kalkarak, “Güneşin yanına gidelim,” dedim yüksek sesle.

Sigarayı yere atarak, ayağımla ezdim. Ulan, bir keyif yoktu bana. İleriye doğru hızlıca yürürken, arkamdan, “şuan kaçsan ne olacak ki? Aynı yere gidiyoruz salak,” dediğini işittim.

 

Ona bakıp, “sensin salak,” dedim. Önüme dönüp, koşmaya başladım. Evet, eve kadar, aslandan kaçan tavşan gibi koştum. Düşmandan bile korkmayıp, yüzbaşından böyle kaçmak, benlik birşeydi.

 

Eve gittiğimde, koşarak içeri girdim. Baran’ı görünce, “Baran yetiş,” dedim. Telaş yaparak, “ne oldu Cansu Hanım,” diye sordu. “Bir, sadece Cansu de. İki, senin komutanın, beni lime lime edecek,” dediğimde, gözleri açıldı.

 

“Seni Allah kurtarsın. Ben konuya dahil olursam, ikimizde döver komutanım.” Galiba, ekibin en yaramaz kişisi, oydu. “Bu arada, şehit yok değil mi,” dediğimde, güldü. “Yok çok şükür. Bütün mahalle, saklanmak yerine, asker gibi savaşmış. Kimse ölmeyince, geri çekilmişler.” En büyük gururdu.

 

Sevinecekken, “Cansu,” diyen, yüzbaşının sesini duydum. Baran, “iyi kızdı Cansu,” dediğinde, omzuna yapıştırdım bir tane. “Sus,” deyip, Güneş’in yanına koşmaya başladım. Arkamdan gülme sesi işittim.

 

Odaya girdiğimde, “Güneş,” diye bağırdım. Gözleri dolu dolu, bana baktı. Beni görünce, gülümsedi. “Ödüm koptu, iyisin,” dediğinde, koşarak arkasına saklandım. “Birazdan, o kadar da, iyi olmaya bilirim,” dedim, onu kendime siper ederken.

 

Bana baktı şaşkınlıkla. “Ne oluyor?” Abin beni öldürmeye geliyor. Azrail, birazcık benden uzaklaş. Bu adam, beni mahvedecek.

 

Cevap veremeden, odaya dalan, yüzbaşını gördüm. “Nerede o sinir yumağı?” Güneş’e daha fazla yapıştım. “Cehennemin dibinde,” dedim tersçe. Korkuyor olabilirdik ama, gururluyduk.

 

Beni görünce, “çık oradan,” dedi. Güneş’e daha fazla yapıştım. “Çıkayım da, kan kustur bana değil mi? Güneş, o zalimin elini, bırakma beni.” Halime güldü Güneş. Arada kalmayı, pek umursamıyor gibiydi.

 

Yüzbaşına dönüp, “ne yaptı da, geldi bana saklandı bu,” diye sordu. Yüzbaşı ağzını açtığında, “sakın,” diye bağırdım. Güneş’in beline sarılarak, omzuna başımı koydum. “Birşey yapmadım ki.” O iş mevsunu biliyordu, ama diğerlerini asla.

 

Yüzbaşı, koz bulmuşcasına, bana baktı. “Çık yoksa söylerim.” Söylerse, Güneş daha beter ederdi. Masumca, “dövme ama,” dedim. Bir anlık gülecek gibi oldu ama gülmedi. “Gel buraya,” dedi.

 

Yavaşça Güneşten ayrılmak zorunda kaldım. “Bak dövmek yok. Döversen, kolunu ısırırım.” Çok büyük tehdit’ti. Kaşlarını çattı. “Ben seni ne zaman dövdüm?” Kardeşini zorbalayan, abi gibi çağırıyordu.

 

Kaşlarımı kaldırdım. “Beni yere atan kimdi? Zorba yüzbaşı,” dedim. Ama küçük adımlarla, onun yanına gidiyordum. Sinirle soludu. “Gelmezsen, döveceğim gerçekten.” Bak, dövecekti işte!

 

Korkarak, kapıdan dışarıya kaçtım. Helin’i görünce, “Helin Hanım,” diyerek, ona doğru koştum. Beni durduran şey, yanında somurtan, Samet oldu. Yüzümde canlı bir gülümseme oluştu.

 

“Samet,” diye heyecanla bağırarak, ona sarıldım sıkıca. Sarılmamı beklemiyor gibiydi. “Cansu,” dedi şaşkınlıkla. Ona her sarıldığım da, şaşırıyordu.

 

Neredeyse, benim boyumdaydı bu yaşına rağmen. Bir elimle, başını tutup, boynundan derin bir nefes alıp, öptüm. “Çok korkuttun beni.” Tek elini, belime koyduğunu hissettim.

 

Sarılmayı sevmezdi. “Pek uzatmasak bu sarılmayı,” dediğinde, geriye doğru çekildim. “Bir daha benden habersiz adım bile atmıyorsun. Başını belaya sokacaksan, benimle beraber sok.” Çok makul bir istekti.

 

Cevap vermedi buna. “Ceyda nerede? Kaçmış o delikten, lağam faresi.” Ceyda’nın da kaçması lazımdı. “İyi ama ben iyi değilim.” Samet beni korurdu.

 

On iki yaşında ki çocuk, benden daha güçlüydü. Hem fiziksel, hemde psikolojik.

 

Kaşlarını çattı. “Yaralanmış gibi durmuyorsun.” Kafasına bir tane vurdum yavaşça. “Ölsem daha iyi be,” dediğimde, Helin Hanım, Baran’a baktı. “Komutanım geliyor galiba,” dedi.

 

Eğildiğim yerden kalktım. Helin bile biliyordu. “Helin Hanım, ölme olsalığım yüzde kaç?” Düşündü birkaç saniye. “Yüzde doksan dokuz. O birde, elinden kaçarsanız.” Başımı olumlu anlamda salladım. “Bende böyle düşünüyordum.”

 

Ölmek artık sorun haline gelmişti.

 

Arkada Kaan’ı gördüm. “Enişte, hoşgeldin,” dedim anlık. “Seni ağırlamak isterdim ama, malum peşimde bir hödük var. Ben kaçar,” diyerek odama kaçtım. İçine girerek, kapıyı kilitledim.

 

Asker adamdan korkulurdu.

 

Tek sıkıntı, odamın Güneş’in karşısında ki, oda olmasıydı. Odadan Samet’in sesini duydum. “Ne yaptı da, kaçıyor bu?” Ya niye herkes aynısını diyordu?

 

Baran’ın gülme sesini işittim. “Onu boşver de, enişte dedi lan. Kaan astsubay’ım, ne işler dönüyor?” Helin’in sesi geldi. “Bir sus Baran,” dediğinde, “sen benim yerime konuş o zaman Helincik,” dedi Baran.

 

Salona geçtiklerini duydum. Kapı çalındı hemen. “Cansu, aç şunu. Çocuk musun sen?” Yüzbaşı gelmişti. “Çocuğum, var mı diyeceğin? Hem bak sen benim büyüğümsün, uğraşma veletlerle. Bak hatta abi diyeyim. Barut abi, git sen.” Korkum, abi dedirtmişti bana.

 

“Abi ne alaka?” Kıvır kızım buradan. “Sen benden üç yaş büyüksün yüzbaşı. Abi deyip, saygısızlık yapmamam lazım. Hem bak abi demişim, acı yani. Bak bir daha bir bok yapmayacağım.” Bakışları korkutucuydu.

 

Derin bir nefes verdiğini hissettim. “Ulan Cansu, aç şunu. Açmadığın her saniye, daha fazla sinirleniyorum.” Hayır sinirlenmiyordu. “Keşke sinirlensen. O zaman bu durumda olmak zorunda olmazdık!”

 

Sakinliği, daha da korkutucuydu.

 

Uzun süre sesiz kaldı. Ölüm sesizliğiydi galiba. “Yüzbaşı,” dedim, ses yoktu. “Barut,” dedim bu sefer. “Barut abi,” dediğimde, sinirli sesi geldi. “O abiyi!” Devamını getirmedi.

 

Kapı anında açılınca, gözlerim kocaman açıldı. Siktir, kartla açmıştı! Yutkundum sertçe. “Boku yedim galiba.” Allah'ım, yüzbaşının gazabından, koru beni!

 

Silahım da yoktu. “Bak, bir daha kendimle beraber, seni de yakmayacağım. İki el ateş ettik havaya sadece,” dedim geriye doğru yürürken. Kaçıyordum çünkü, ne bok yediğimin, farkındaydım.

 

Camdan aşağı atlasa mıydım acaba? Yok artık Cansu, abart istersen. En fazla, hırpalar seni canım. O Arda Bozok değildi ki, dövmez seni. Hem büyüdün sen, koruyabilirsin kendini.

 

Elini saçlarına geçirdi. “Ulan, git dediğimde gitmezsin. Gel dediğimde ise, inadına kaçarsın. Allah'ın manyağı.” Dürüst davranmaktan başka, hiçbir çağrem yoktu. “Bu sefer hak ettim ama.” En azından, dürüsttük.

 

“Hak ettin. Yaptıkların, deveyi de aştı.” Doğru söze ne hacet. Kaçmamın tek sebebi, onun işini zorlaştırmamdı. “Ya söz verdik, yapmayacağım bir daha. Hem bak, hayatın kıymetini, şuan anladım. Senin elinden ölmektense, yüz yaşıma kadar, yaşamayı tercih edecek noktadayım.”

 

Tersçe baktı. “Görende, her gün dövüyorum sanacak.” Yok, ölümden kurtarıyordu. “Dövemezsin zaten.” Bakışları hala korkutucuydu. “Bir şartla kaçmam,” dediğinde, “ne,” dedi sesini yükselterek. “Bağırma bana!” Dişlerini sıktı. “Bağırtma o zaman,” dediğinde, somurttum.

 

“Öyle bakma, geleyim. Birde biraz sinirlen, böyle olmuyor. Ölümün sakinliği gibi bakıyorsun.” Güldü anlık. “Oldu mu?” Bakışlarında ölüm yoktu. “Oldu,” dediğimde, dolabıma gitti.

 

Bir tane hırka çıkarıp, bana uzattı. “Bu ne?” Hırka Cansu, ne olabilir? “Giy şunu, canımı sıkma.” Omuz silktim. “Giymek istemiyorum,” dediğimde, “ya gazabım, yada bu,” dediğinde, söylene söylene, hırkayı giydim.

 

Tek hırkam vardı zaten. Onu da, Güneş’ten kaçarken, rol icabı giyiyordum. “Oldu mu,” dediğimde, hırkanın fermuar’ını çekti. “Oldu,” dediğinde, dil çıkardım. “Dilini koparmak lazım.” Kapıya doğru gittim. “Koparamaz’sın ki, dediğini yaptım.” Odadan çıktığımda, arkamdan geldi.

 

Salona girdim ve hiçbir şey olmamış gibi, rahatça koltuğa oturdum. Baran bana bakıp, “yaşıyor,” dedi mucize gibi. Herkes bu kadar nasıl korkuyordu bu yüzbaşından?

 

Sigara çıkardım kendime. Samet yanıma gelip, bir tane kendisine aldı. Sigara içiyordu, umursamıyordum bu durumu. İçecek kadar, zor şeyler yaşamıştı.

 

Yanıma oturdu yavaşça. “Çakmak?” Bende de yoktu. Ortalığa baktım. “Çakmak var mı?” Hepsi şaşkınlıkla ikimize bakıyordu. Helin, “çocuğa sigara mı verdin,” dedi şaşkınlıkla.

 

He, onlar buna takılmıştı. “Ben vermedim, kendisi aldı.” Kötü biri olduğumu düşünebilirlerdi, ama değildim. Sadece, rahatlatıyordu sigara. Samet’in elinden, hiddetle sigarayı aldı. “Bu yaşta, sigara içmek yok çocuk.” Soğuk sesi, kızdığını belli ediyordu.

 

Omuz silkti Samet. “Yaşla herşey belirlenseydi, hayat daha çekilmez bir yer olurdu. Ya şimdi içmişim, yada altı yıl sonra. Ne farkı var? Tek değişen, boşa akan zaman kaybı.” Haklıydı, o yüzden veriyordum.

 

Güneşte geldi. “Samet,” dediğinde, Samet ona baktı. “Hocam.” Birşeyi belirtmemiştim, salyangoz ekibi, Güneş’in öğrencileriydi. Çocukları okula tabi ki de yazdırmıştım.

 

Arkadan Ceyda’nın sesi geldi. “Samet,” diye bağırarak, sıkıca sarıldı. Samet neye uğradığını bile anlayamadı. “Ceyda, delirdin mi kızım sen?” Böyle bir tepki verince, herkes güldü. Sarılmayı hiç sevmezdi.

 

Ceyda geriye çekildi. Bir anda, vurmaya başladı. “Öldüreceğim seni! Sen neredesin Allah'ın cezası! Öldün sandım!” Kahkahalarla gülmeye başladım.

 

Güneş, Ceydayı kucağına aldı. Samet şaşkınlıkla küçük cadıya baktı. “Manyak çocuk,” dediğinde, herkes güldü. Ben alışkındım, o yüzden şaşırmadım.

 

Bu çocuklar, yirmi yaşında gibilerdi. Hem ne kadar yaşadığının önemi yoktu. Ne kadar yaşadığın değil, neler yaşadığın önemliydi. Çünkü insanın yaşını, yaşadıkları büyütürdü. Ne kadar yaşadığı değil.

 

Güneş Ceydayı odayı götürüp, biraz sonra geldi. Onları en iyi, biz bilirdik. Onu odada tutan tek şey, birşeyleri kırmasına izin vermesi olabilirdi.

 

Yüzbaşı, sert yüzüyle, duvara yaslanmış, uzakta duruyordu. Bir anda, “Baran,” dediğinde Baran, “komutanım,” diyerek, yüzbaşına döndü.

 

Bana baktı, sonra tekrar Baran’a. “Yeni bir görevin var. Cansunun korunması sana ait. Bir yere gidince, onunla beraber gideceksin. Başına soktuğu yada başına geldiği her bela, senin suçun sayılır.” Ne?!

 

Gözlerimi kocaman açtım. “Ne?!” Bana baktı. “İtiraz yok.” İtiraz kesinlikle vardı. “Kabul etmiyorum. Hem sen, bunu yapamazsın. Buna hakkın yok.” Beni takmadı bile.

 

Baran, “emredersiniz komutanım,” dediğinde, ona döndüm. “Hayır, emretmiyor.” Yüzbaşına baktım. “Yapamazsın,” dedim bastırarak. “Yaptım bile.” Omuz silktim. “İyi yap yüzbaşı. Nereden bilecek dışarı çıkacağımı? İşimden de istifa ettim, ona da söylemem, giderim istediğim gibi.” Yüzbaşı, Güneş’e baktı.

 

“Güneş söyler, senin söylemene gerek yok. Değil mi abiciğim?” Güneş’e döndüm. Sırıtarak, “tabi ki abiciğim. Her dışarı çıktığında, ölmesinden korkmak zorunda kalmam artık.” İhanete uğramış gibi baktım. “Yazıklar olsun sana be. Gülüm dedim, dikenini sapladın.” Hiç yemedi ama. “Yemezler canım.” Anladım.

 

Son çare mi kullanacaktım. “Yapamazsınız. Çünkü, daha yeni saldırı oldu. Adamın işi gücü vardır, benimle mi vakit kaybedecek?” Buradan yürü Cansu. Yüzbaşı, “konu bitmiştir,” dediğinde, ofladım.

 

Tersçe baktım. “Senin bu yaptığını, düşman yapmaz be. Vicdansız yüzbaşı, beter ol.” Hiç takmadı kafaya. “Helin, Kaan. İnsanları kontrol edin. Yaralanan varsa, doktor çağırın. Baran, sen buraya göz kulak ol.” Kapıdan dışarıya çıktığında, “öküz,” diye bağırdım.

 

Helin ile Kaan da, dışarı çıktı. Helin, “deliye deli emanet eden, bir bizim komutan herhalde,” diye söylendi. Baran arkasından, “sana deliyim Helincik,” dediğinde, Helin gözlerini devirdi. İkisi de dışarı çıktığında, dördümüz kaldık.

Güneş, Baran’a baktı. “Deseydin, Helin ile koruyalım diye,” dedi gülerek. Baran yanına oturdu. “Komutanım ağzıma sıçsaydı o zaman,” dediğinde, “küfür etme,” dedi Güneş. “Abin, ağzıma dışkısını bırakırdı. Oldu mu?” Güneş gülerek, başını omzuna koydu. “Çok güzel oldu,” dedi.

 

Baran bana baktı. “Niye öldürmediğini, şimdi anladım,” dediğinde, ofladım. “Bende anladım. Birşey soracağım,” dediğinde, “sorun,” dedi. “Her yaptığımı, ona haber vermezsin değil mi? Hepsini demiyorum, istediklerimi verme.” Nereden çıkmıştı bu iş?

 

Kaşlarını çattı. “Nasıl yani,” diye sorduğunda, Güneş cevap verdi. “Demek istiyor ki, ben bunu, o yüzbaşına ödeteceğim. Ve bunları yaparken, sen yüzbaşına birşey söylemeyeceksin.” Çok doğruydu. “Eğer sormazsa, söylemem.” Anlamıştım.

 

Samet konuya dahil oldu. “İstediğin şey saçma,” dedi bana. Onun fikirlerine, önem veriyordum. “Nasıl saçma? Adam özgürlüğüme engel oldu resmen.” Başını olumsuz anlamda salladı. “Özgürlüğünü almadı, seni korumak istedi. Başını her dakika belaya soktuğunu, burada ki herkes biliyor.” Ben kendimi koruyabilirdim.

 

“Ondan böyle birşey istemedim. Hem, bir erkeğin korunmasına kalmadım ben.” Baran’a baktım. “Not, söylediklerimi üzerine alınma,” diyerek, Samet’le konuşmama geri döndüm. “Ben kendimi korurum, istediğimi de yaparım. İster ölürüm, istersem yaşarım. Ona ne oluyor?” Samet olumsuz anlamda başını salladı.

 

Ayağa kalktı. “Bu akılla devam edersen, pek yaşamazsın zaten. Biraz birşeyleri zorlamayı dene,” dedi paketten bir sigara alıp, dış kapıya doğru giderken. Arkasından, “nereye,” diye bağırdım. “Diğerlerinin yanına. Bir günlüğüne, Ceyda Güneş’e emanet.” Arkasına dönmeden, kapıdan çıktı.

 

Onun bu hallerine alışıktım. “Emredersiniz mafya bey,” dedim, kendi kendime. Bu büyüyünce, mafya olurdu. Baran, “bu çocuk ne yaşıyor,” dedi anlamayarak. “Çocuğa bile benzemiyor. Bir yetmiş boyunda, çocuk mu olur?” Oluyormuş işte.

 

Baran’a baktım. “Boşver onu şimdi sen. Ne yemek istersin?” Hiçbir şey olmamış gibi, yaşamaya devam ediyorduk. Beni Arda Bozok yıkanmamış, saldırı mı yıkacak? Acılarımın, tırnağı bile olamazdı bu saldırı.

 

Ama şaşkın olduğu belliydi. “Cansu Hanım, sizden korkulur valla. Az önce, ölümden döndünüz, bu ne rahatlık? Mahalle desen, yıkılmış halde.” Asker adamdı, onu da bozmamıştı bu durum. “Ölümden dönmek pek umrunda değil kendilerinin,” dedi Güneş sinirle.

 

Ayağa kalkarak, “çiğköfte getiriyorum o zaman,” diyerek, kaçmaya çalıştım. Mutfağa girdiğimde, Güneş arkamdan söyleniyordu. “Kaç bakalım, kaç sen. Beni odaya kilitleyip, çatışmanın göbeğine girmenin, hesabını soracağım ben sana. Kızım sen asker misin, polis misin? Çatışmada senin ne işin olabilir?” Çatışmanın içinde büyümüş insandım ben.

 

Çiğköfteleri, servis tabağına koydum. Limonu bocaladım ve yanına lavaş koydum. İki kişilik, güzel bir tabaktı. Benim bile canım çekmişti.

 

Hayır, canım zerre çekmemişti.

 

Geri salona giderek, önlerini sehpa çektim. Sehpayı onların önüne koyarak, tabağı bıraktım. “Afiyet olsun,” diyerek, geri yerime oturdum. Ben başka koltukta, onlar başka koltukta oturuyorlardı.

 

Güneş bana baktı. Baran çoktan yemeğe gömülmüştü. “Sen neden yemiyorsun,” diye sordu Güneş. “Aç değilim, yiyin siz.” Baran çiğköfteyi ağzına atarken, “elinize sağlık,” dedi ağzı dolu dolu.

 

Güneş, “zıkkım ye,” dediğinde, “sende,” dedi Baran. Değişik bir anlaşma biçimleri vardı. İçerden, kırma sesi geldi. Büyük ihtimalle, Ceyda’nın canı sıkılmıştı.

 

Baran, “çocuğa birşey mi oldu,” dedi elindekini bırakarak. “Yok ya, canı sıkılmıştır onun. Sen ye yemeğini.” Şaşırdı Baran. “Delilerin içine düştüm,” dediğinde, “bence de,” dedim onaylayarak. “Beni doğurtan adam var birde. O benden de deli, psikopat sayılır,” dedim alayla gülerek.

 

Güneş yutkunurken, Baran şaka yaptığımı zannetti. “Cansu Hanım, isterseniz arayın babanızı. Merak etmiştir çok. Görmemişse, alıştıra alıştıra söyleyin derim.” Görmüşse, neşesinden halay çekerdi.

 

Güneşle göz göze geldik. Sonra, “tamam, arıyorum,” deyip, telefonu çıkardım. Güneş şaşkınlıkla, “ne,” dedi. Rehberimde, rol icabı kayıtlıydı.

 

Açma, canavar, diye kayıtlıydı. Gülerken, başımı iki yama salladım. “Özlemişim ya,” dedim kendi kendime. Tek amacım, eğlenmek ve Baran’a birşey çaktırmamaktı.

 

Artık, canavar sözleriyle canımı yakamazdı.

 

Güneş, “arama,” dedi stresle. Baran kaşlarını çattı. “Konuşsun babasıyla işte.” Baba....

 

Arama tuşana basıp, kulağıma göstürdüm telefonu. İkinci çalışta, açıldı telefon. “Alo,” dedim. “Ölmedin mi sen?” İlk sorusu bu olması, ona yakışan birşeydi.

 

Güldüm. “Yok, iyiyim. Merak etme, çok iyiyim ben. Haberlerde görmüşsündür, saldırı oldu.” Dışardan, iyi şeyler konuşuyormuş gibi geliyordu. “Gördüm, çok sevindim. İnşallah biri bomba patlatır da, cehennemi boylarsın.” Kahkaha attım.

 

“Çok düşüncelisin. Ama en kısa zamanda, birimiz gidecek oraya babacığım. Bıraktığın o kız, o kadar güçlendi ki, bunu yapacak.” Alaylı sesi geldi. “Beni öldürmeye çalış ahmak, yapamayacaksın.” Dudaklarımı büzdüm.

 

Güneş stresle, bana bakıyordu. “Hadi ama, bu kadar kötü düşünme. Canım artık acımıyor, kimseden korkmuyorum. Hatta bak, gülüyorum. Bunları yaptıysam, o işi, gözümü kırpmadan yaparım.” Kapatmadan önce, “ve hayırlı olsun, annem hamileymiş. Bir ömür mutlu yaşar inşallah.” O çocuğu kurtaracaktım.

 

Kapatacakken, “düşük yaptı,” dediğinde durdum. “ne,” dedim konuşamayarak. Ayağa kalkarak, mutfağa girdim. Kapıyı kapatarak, “sen yaptın,” dedim acılı bir şokla.

 

Umursamaz sesi geldi. “Ben yapmadım, kendisi yaptı. Bir hatayla daha uğraşamazdım.” Sinirden gözlerim doldu. “Sana yemin ederim ki, öldüreceğim seni. Ve sen ölene kadar, ölmeyeceğim Arda Bozok. Senin için geleceğim baba, ölümünü zevkle izleyeceğim. Tıpkı senin yaptığın gibi." Telefonu, yüzüne kapattım.

 

Elimi boğazıma götürdüm, nefes alamıyordum. Yere düştüğümde, sırtımı kapıya yasladım. Bir insan, bu kadar kötü olmamalıydı.

 

Sanki etraf dönüyordu. Her taraf dönüyordu, yada duruyordu. Ben neredeydim? Elime karnıma götürdüm acıyla. Hıçkırdım, bacaklarımı kendime çektim.

 

Ellerim titriyordu. Hayır, sadece ellerim titremiyordu. Benim hayatım kayarken, bedenim titriyordu. Karnıma baktım, gitmişti. “Öl- ölme...” Nefes alamıyordum.

 

Tavana baktım. Kesik, kesik gülmeye başladım. Ellerimi saçlarıma geçirip, etrafın dönmesini izledim. Beynim, rahatsız edici bir şekilde, anlayamadığım şeyler fısıldıyordu. Gözlerimi sıkıca kapattım.

 

Galiba deliriyordum.

 

Burnumdan akan sıvı hissettim. Konuşmak istedim, konuşamadım. Gözümü kapattığım halde, etraf dönüyordu. Kafamın içinde ki sesler, dışarı çıkmak istiyormuşcasına, acı çığlıklar atıyorlardı.

 

Gözümden yaş gelmiyordu. Dizlerimi daha çok kendime çektim. “Su- sus, yal- yalvar- yalvarırım,” derken sesim titredi.

 

Ben deliriyorum!

 

Susmadılar, daha çok konuştular. Sanki kanlı bıçaklı kavga ediyorlardı. Bir ses, “gözünü aç,” diye öyle bağırdı ki, korkuyla gözlerimi açtım.

 

Ben mutfakta değildim, ben depodaydım. O lanet olası depodaydım...

 

Bağırmak istedim, sesim çıkamadı. Kaçmak istedim, vücudum kenetlendi. Ağlamak istedim, ruh gibi oldum. Gözlerimi kapatmak istedim, kapatamadım. Sadece, önümde ki sallanan beşiğe ve ağlayan çocuk sesini odaklandım.

 

Beşik ortadaydı, bebek ağlama sesi geliyordu. Can veriyormuş gibi ağlıyordu. Bir anda, karanlık bir gölge belirdi. Beşiğin yanına gidince, kurtarmak istedim.

 

Ama yapamadım. Karanlık gölge, bebeğin üzerine çöktü. Bebekten, son kez, acı bir ağlama sesi geldi. Bu ölüm sesiydi...

 

Her tarafıma, kanı bulaştı. İşte o zaman, avazım çıktığı kadar, acıyla çığlık attım. Sesim depoyu doldurdu. Gözümü kapattım sıkıca, karanlık izin verdi.

 

Sarstı beni karanlık. “Cansu, kendine gel,” diye bağırıyordu. Kafamda ki ses, “oyun bitti,” dediğinde, yavaşça gözlerimi açtım. “Ölme,” dedim acıyla.

 

 

Güneş’in yüzünü gördüm. “Güneş, canım çok acıyor. Ben ne yaptım ki?” Beni kendisine çekip, sıkıca sarıldı. Elimde ki keskin bıçağı fark ettim.

 

Ben delirmiştim...

 

“Geçecek,” dedi titreyen sesiyle. “Güneş, ben ne yaptım?” Bu sefer ki sorum, korkuluydu. Daha sıkı sarıldı. “Geçti, bir daha olmayacak. Özür dilerim, onunla konuşmamalıydın.” Geri çekilmeye kalktığımda, izin verdi.

 

Kollarımı baktım. Kesik, kesik bıçak darbelerini gördüm. Güneş’e baktım korkuyla. Kolunda ki, kan akışını görünce, sertçe yutkundum. “Siktir! Ben ne yaptım?” Ona zarar vermiştim.

 

Ona zarar vermiştim, ona zarar vermiştim. Siktir, ona zarar vermiştim!

 

“Cansu, ben yaptım onu.” Yalan atıyordu, ben yapmıştım. “Ben ne yaptım,” diye defalarca tekrarladım. Delirmişim gibi bakıyordum. Ben bunları nasıl yapmıştım?

 

Sakinleştirmeye çalıştı beni. “Sen birşey yapmadın, tamam mı?” Başımı iki yana salladım. “Ben yaptım,” dediğimde, “hayır sen yapmadın. Sen o küçük kız çocuğusun, nasıl yapabilirsin ki,” dediğinde, durdum. “O muyum?” Gülümsedi güzelce.

 

Elini yavaşça uzattı. “Evet, osun. Çok akıllısın, güçlüsün ve masumsun.” Öyle miydim? Ağlamaya başladım. “Ne oldu,” diye sordu. “Kollarım acıyor ama,” dedim çocukça. “Krem süreceğiz, iyileşecek.” Gülümsedim ağlarken. “Krem sürersek iyileşir mi?” Başını olumlu anlamda salladı.

 

“O zaman babaya da sürelim. Belki, iyi biri olurda, bir daha bana vurmaz. Vurduğu yerler çok acıyor, hergün canım acımaz.” Başını olumlu anlamda tekrar salladı. “Tamam, ona da süreriz.”

 

Kapıya biri daha girdi. Gördüğüm kişiyle, geriye doğru kaçtım. Üzerime doğru geldiğinde, kollarımı yüzüme siper ettim. “Baba vurma!” Arda Bozok gelmişti.

 

Tabaklara baktım, kırılmıştı. Ben yapmıştım kesin. “Bir daha birşey kırmayacağım, söz veriyorum,” dedim korkulu bir aceleyle. O ceza verirdi, canımı çok acıtırdı.

 

Güneş’e baktım. “Ona kremi sürsene.” Bana doğru bir adım daha attı. “Cansu, kendine gel. Güneş, ne diyor?” Kollarıma baktı, acıyla yutkundu. “Siktir, ne yaptın sen?” Ceza verecekti.

 

Daha çok geriye gittim. “Gelme!” Gözlerimi sıkıca kapattım. “Baba, vurma bana!” Güneş, “vurmayacak, korkma,” dedi. “Cansu, aç gözünü.” Açmadım. “Abi mi istiyorum ben!” O beni korurdu.

 

Güneş, “abi mi? O kim,” dedi şaşkınlıkla. Gözümü açtım azcık. Kaşlarımı çattım. “Abim mi... Hatırlamıyorum,” dedim dudaklarımı büzerek. Kaşlarını çattı. “Nasıl?” Bu soruyu, kendine soruyor gibiydi.

 

Baba konuşmaya başladı. “Ben hatırlıyorum,” dedi yumuşak sesle. Şaşırdım, nazikti bana. “Bir şartla söylerim,” dediğinde, “ne,” diye sordum. Ondan uzak durmaya çalışıyor, aynı zamanda konuşuyordum.

 

“Elinde ki bıçağı bana ver Cansu.” Korkuyor gibiydi, o korkmazdı. Tereddütle baktım. Başımı iki yana salladım. “Vermeyeceğim, canımı acıtıyacaksın. Yine aynısını yapacaksın baba, ama ben birşey yapmadım ki.” Sertçe yutkundu.

 

Güneş, “bana ver Cansu,” dediğinde, bıçağı ona uzattım. Yavaşça bıçağı aldı. “Aferim sana, aferim,” dedi gülümseyerek. Güneş melekti, o güvenebileceğim tek kişiydi.

 

Bıçağı, çok uzağa attı. Derin bir nefes alıp verdi. “Geçti,” dediğinde, “başım dönüyor,” dedim kısık sesle. Şaşırmadı, korkmadı. “Saat geç oldu, uyursan geçer.” Evet, uyuyunca herşey geçiyordu.

 

Güneş’e baktım. “Baba gitsin, o uyutmaz,” dedim kısık sesle. Gözleri doldu, ama gizledi. “Tamam, gidecek,” dedi. “Gitmiyorum bir yere!” Bağırdığında, kulaklarımı sıkıca kapattım.

 

“Bağırma! Bana zarar veriyorsun, git artık!” Ona ilk defa düşündüğümü, söyleyebilmiştim. “Ben senin gibi canavar olmak istemiyorum,” diye isyan ettim. Sadece küçük bir an, yıkılmış gibi gördüm.

 

Sonra duruşunu düzeltti. “Peki,” diyerek, mutfaktan dışarı çıktı. Arkasından baktım. Gözlerim kapandığında, başım yere düştü. En son, Güneş’in beni kucağına yatırdığını hissettim.

Loading...
0%