Yeni Üyelik
8.
Bölüm

8. Bölüm

@gecemavisiyazarrr

Üç hafta sonra Güneş

 

Saldırının üstesinden, okul tekrar açılmıştı. İki hafta boyunca, okulumu özlemiştim. Bu bir hafta, bana ilaç gibi gelmişti.

 

İlkokul ile ortaokul, aynı okulda işleniyordu. Ben çoğunlukla, yedi ile dördüncü sınıflarla, ders işliyordum. 4/A’ya girdiğimde, öğrenciler ayağa kalktı.

 

Biri hariç.

 

Ceyda, kalemini ağzında oynatıyor, önünde ki deftere bakıyordu. Zaten, o hiç kalkmazdı. “Oturun çocuklar,” dediğimde, hepsi oturdu. Dersimiz, hayat bilgisi idi.

 

Bu ders, biraz farklı olacaktı. Sırama yerleşirken, uğultu sesleri şimdiden gelmeye başlamıştı. Tahta kalemini, masaya vurduğumda, sesler gitti.

 

“Evet çocuklar, dersimiz hayat bilgisi.” Hepsi çantalarından kitapları çıkaracakken, “kitaplara gerek yok,” dediğimde, durdular. “Soru cevap olacak,” dediğimde, Ceyda bile bana baktı.

 

Kaşlarını çatarak, “ne işler karıştırıyorsun,” diye sordu. “Hoşuna gidecek,” derken, sandalyeye yaslandım. “Evet, ilk sorumuzla başlayalım. Yaşamak için, neler yapabiliriz?” Hepsi durdular.

 

İçlerinden bir tane, kız çocuğu cevapladı. “Su içeriz öğretmenim,” diye, çok masum bir cevap verdi. “Su içmek, hayatımızı sürdürmek için ihtiyacımız var Leyla. Ben size, yaşamayı soruyorum.” Hayatta kalmak ile yaşamak, çok farklı şeylerdi.

 

Ceyda ağzında ki kalemi çıkardı. “Kafada kurmamalıyız,” diye cevap verdi. Aradığım cevap buydu. “Kafa kurmamak...” Ayağa kalktım.

 

Öğrenciler, sesizce bana bakıyordu. “İlerde, bir sürü kötü şey, başınızdan geçecek. Ve çoğunuz, bunları beyninizde büyüteceksiniz. Kafada kuracaksınız, kaygı altında olacaksınız. Ne istediğinizi bile unutacaksınız.”

 

“Ama, şöyle bir durum da var. Onları yaşayan sizsiniz, ve siz olmazsanız, onlar zaten olmayacak. Hayatınızın tam merkezinde, siz varsınız. Kafada kurup, kendinizi kötü duruma sokmak yerine, hepsine kafa tutun. Öyle ki, kimse sizi yenemesin. Bunu yaparsanız, yaşarsınız. Ama kafada durmadan kurarsınız, sadece hayatı sürdürmüş olursunuz.” Hepsi, anlamayan gözlerle bana baktı.

 

Biri hariç.

 

Ceyda, ayağını yere vurdu. “Hocam, size benden bir soru.” Bu cümle, bana birini hatırlattı. “Sor bakalım Ceyda.” Ayağa kalkıp, ellerini masaya dayadı. Kim derdi ki, o aslında sekiz yaşında ki bir çocuk.

 

Karşı çıkacaktı, her zaman ki gibi. “Bunu yapın diyorsun, nasıl yapacağımızı söylemiyorsun. Kafada kurmak, isteyerek yapacağımız birşey mi?” Kendi sorusunu, kendisi cevapladı. “Tabi ki değil. Bizim insanlarla değil, kendimizle savaşmamız lazım. Fakat, bu durumda her türlü yeniliyoruz.” Onu ikna etmek, çok zordu.

 

Cümleye başlayacakken, kapı bir anda hayvan gibi açıldı. “Ne oluyor,” dememe kalmadan, önüme düşen Cansuyu gördüm. Bu kadarı da, yuh ama!

 

Herkes kahkaha atmaya başladı. Elimle alnıma vurdum. “Senin burada ne işin var?” Sırıttı. “Selamünaleyküm,” diyerek, ayağa kalktı.

 

Ceyda da güldü. Bütün gün boyunca, ilk defa güldü. Kendisini sandalyeye atıp, kahkaha ata ata güldü. Cansu tersçe, “sus kız,” dediğinde bile, gülmeye devam etti.

 

Bende kıkırdığımda, “sus,” dedi tehditkarca. Elimle ağzımı kapatarak, gülüşüme engel olmaya çalıştım. “Sen neden geldin?” Gülümsedi.

 

En arka sıraya, tek oturan, Ceydanın yanına oturdu. “Bende dinleyeceğim,” dediğinde, gözlerimi kocaman açtım. “Saçmalama istersen Cansu, bölme dersi,” dediğimde, omuz silkti. “Müdürle konuştum, izin verdi.” Allah bilir, nasıl ikna etti.

 

Ona nasıl baktıysam, göz kırptı. “Bir Cansu Bozok’a,” derken, son kelimeyi bastırarak söyledi. “Kimse hayır diyemez.” Yine, soy ismini kullanmıştı.

 

Korkuyordu. Yalnızlık onun ilacıyken, yalnız kalmaktan delicisine korkuyordu. Ben yokken, gidip Didem’de kalıyordu. Akşamları dışarı çıkarken, beni de yanına götürüyordu. Tek gideceği zaman, bana gerek kalmadan, kendisi Baran’ı arıyordu.

 

Ölmekten korkuyordu, ölmek isterken.

 

Ses etmedim. O konuşmayı bilerek bitirdim. Normal ders anlatmaya koyuldum. Akıllı tahtayı açtıktan sonra, çıkan soruya dokundum. İlk sorumuz, yayalar karşıdan karşıya, nasıl geçer? Sorusuydu.

 

Herkes parmak kaldırdı, Ceyda ile Cansu hariç. Onlar kendi kendine, dedikodu yapıyordu. Ve benim en sevdiğim şey, parmak kaldırmayan öğrenciyi kaldırmaktı.

 

“Ceyda,” dediğimde, bana baktı. “Yayalar karşıdan karşıya, nasıl geçmelidir?” Anlamaz gözlerle bana baktı. “Yürüyerek,” dediğinde, sınıf güldü. Anasına bak, kızını al dedikleri bu olsa gerekti.

 

Başımı iki yana salladım. Cansuya baktım bu sefer. “Nasıl geçilir Cansu?” Omuz silkti. “Aynı cevabı veriyorum,” dediğinde, sınıf daha çok güldü. “Ne gülüyorsunuz be? Siz sanki yürüyerek geçmiyorsunuz da, uçuyorsunuz,” dediğinde, Allah'tan sabır diledim. Bu kız, başıma belaydı.

 

Parmak kaldırılanlardan, bir tanesini seçtim. “Sol, sağ ve sola bakarak, geçeriz öğretmenim.” Çalışkan öğrenci. “Doğru,” dedim. Cansu parmağını kaldırdı, çocuklar gibi. Bozuntuya vermeden, “söyle Cansu,” dedim.

 

“Sola bir kere bakmışız zaten, niye tekrar bakıyoruz? Gerizekalı mıyız biz?” Bu kız, bu akılla nasıl veteriner olmuştu? ”Araba geliyor mu diye bakıyoruz. Sonra yürüyerek, karşıdan karşıya geçiyoruz.” Bu kadar basit birşeyi, iki saat anlatmanın şokunu yaşıyordum.

 

Ceyda somurttu. “Biz ne dedik? Yürüyerek geçiyormuşuz demek ki.” Daha fazla uzatmadım. Daha doğrusu, deliyle deli olmadım. Bu ikisi, niye yan yana oturmuştu ki?

 

Akıllı tahtadan, öteki tarafa geçtim. Asker gelince, burukça gülümsedim. Abim, yine göreve gitmişti. Ölmesinden korktuğum, iki kişi varken, üçe çıkmıştı.

 

Abim, Cansu ve o yakışıklı.

 

Kafam giderken, kendimi tuttum. Saçmalama Güneş, ne yakışıklısı? Timin kendisinin, birşey başlarının gelmesinden korkuyordum.

 

Sorumuz, askerlerin görevi nedir? Önüme dönüp, “evet çocuklar, askerlerin görevi nedir,” diye sordum. Çocuklar dememe rağmen, Cansu iki elini kaldırdı. Vereceği cevabı merak ettiğim için, onu kaldırdım.

 

Ayağa kalktı, boğazını temizledi. “Askerlerin görevi, vatanı korumaktır. Bunun için, canlarını ortaya koyarlar. Eskiden, nazik ve sevecen biri olduklarını sanırdım. Ama bir tane yüzbaşı, bütün düşüncelerimi yıktı.” Bende diyorum, ne zaman başka yere saracak?

 

Ne geleceğini, çok iyi biliyordum. “O yüzbaşı, bütün psikolojimi altüst etti.” Allah, Allah. Bana bakarak, “abin abi değil, dağ ayısı. Eskiden her an karşıma çıkardı, şimdi hiç çıkmıyor. Söyle o abine, sağ gösterip sol vurmasın. Ben vurursam, gerçek vururum.” Ben neden gittiğini biliyordum.

 

Git demişti, gitmişti. Ona zarar vermek istememişti. Aslında ikisininde suçu yoktu. Güçlü ve sert durmasından, o adama benzetmişti. Benim ayak uydurmam lazımdı, Cansu için.

 

Zaten abim kafaya takmazdı ki. Onun için, hiçbir şey önemli değildi, vatanı hariç. Üzülmezdi de zaten, kalbi buzdan sanılacak cinstendi.

 

Düz dururken, bir an geriye sendelendi. Bu durum, şüphelenmeme yol açtı. Düşündüğüm şeyi yapmış olmamalıydı. Ah, o yapardı.

 

Yanına gittim. Kulağına doğru, “içtin mi sen,” diye sorduğumda, “çok az,” dedi. “Peki, sarhoş oldun mu,” diye sordum. Gülerek, “bilmem, oldum mu,” dediğinde, “Allah’ın manyağı,” diyerek, kolundan tuttum.

 

“Çocuklar, ben birazdan geliyorum,” derken, kapıdan dışarıya çıktık. Koridorda kimse yoktu. “Sen ne yaptığını sanıyorsun?” Elimi belime götürerek, hesap sormaya başladım.

 

Güldü. “Ne yapmışım ki?” Birde soruyordu! “Ulan, manyak kadın. İçerek, sınıfa gelinir mi be,” dedim kısık sesle. “Geldiğim’e göre, geliniyormuş.” Elimi alnıma götürdüm. Kalp krizi nedenim, bu kız olacaktı.

 

“Cansu, gider misin?” Dudaklarını büzdü. “Sende mi kovuyorsun beni?” Kovmuyordum, gitmesini söylüyordum. “Ben seni kovar mıyım hiç? Ama gitmen lazım, içip gelebileceğin bir yer değil burası.”

 

Telefonumu çıkarıp, Baran’ı aradım. Anında açıp, “Güneş, Cansu kayıp,” dediğinde, Cansuya tersçe baktım. Birde firar etmişti. “Burada, içip gelmiş,” dediğimde, “okula mı,” diye sorduğunda, “evet,” dedim.

 

Birkaç dakika sonra, kapıda Baran’ı gördüm. Koşarak, yanımıza geldi. O göreve gitmemişti, çünkü zaten bir görevi vardı. Cansu ellerini iki yana açtı. “Baran,” diye bağırdı sevinçle.

 

Baran tersçe baktı. “Deme bana Baran. Sarhoşken, beni odaya kilitleyip, buraya gelmişsin.” Kalbime indirecekti bu kız. Cansu sesli bir şekilde güldü. “Çok güzel yapmışım değil mi?”

 

Baran’a baktım. “Götür bunu Baran. Yoksa, kalbime indirecek bu kız.” Onaylar bir şekilde başını salladı. “Cansu,” dediğinde, “ama,” diyerek itiraz etti.

 

Baran son çare, ayaklarından tutarak, omzunda taşıdı. Cansu bağırırken, gülüyordu. “Hey, bırak beni,” derken, Baran onu duymamazlıktan geldi. “Bir daha olmaz,” diyerek, kapıya doğru gitti.

 

Cansu, “yüzbaşına gidelim bari,” dediğinde, gülmeme engel olamadım. Bir yüzbaşı vakası yaşıyorduk. Baran, “evde sövüyordun ama,” dediğinde, kahkaha attım.

 

Cansu sırtına vurdu. “Banane, yüzbaşıyı istiyorum ben! Asker, sana emrediyorum, beni yüzbaşıma götür. Lütfen!” Baran’a yazık olacaktı. “Yüzbaşı, neredesin,” dedi ağlamaklı sesle.

 

Ben gülmekten nefes alamıyordum. Abime gelin adayını bulduk desene. Daha fazla güldüm. Baran, “sus kız,” dediğinde, “yüzbaşı,” dedi ı’yı uzatarak. Harfleri uzatarak söyleyince, daha komik oluyordu.

 

Daha fazla dayanamayarak, sınıfa geri girdim. Hala yüzbaşı diye bağırdığını duyuyordum.

 

🥀

Cansu 

 

Baran’ın sırtına vurdum. “İndir beni!” Eve geldiğimizde, beni indirdi. “Cansu, yüzbaşı kelimesi, sana yasak. Beni komutanım’dan soğut’tun.” Banane!

 

Dengede zor duruyordum. Omuz silktim üst üste. “Banane! Yüzbaşını istiyorum ben!” Üç haftadır görmemiştim, özlemiştim adamı.

 

Ağlamaklı bir ifadeyle baktı. Kapıyı kapatırken, “komutanım’ın ceza derken, ne dediğini anladım,” diye söylendi. Salona giderek, kendi kendime etrafımda döndüm.

 

“Anla hain, anla beni! Kırma zalim, kırma beni!” Şarkıyı söylerken, kendi kendime dans ettim. “Komutanım’a buradan şarkı gönderiyor,” diye söylendi.

 

Ona vurmak için bir adım atmışken, dengem bozuldu. Düşecekken, kolumdan son anda tuttu. Sesli bir şekilde güldüm. “Bırak beni,” dedim onu iterken. “Ben seni istemiyorum, yüzbaşı istiyorum,” dediğimde, terbiyesiz bakışı attı.

 

Kaşlarını çattı. “Bende Helinciği istiyorum, durmadan diyor muyum böyle? Delirtme beni! Helincik diye ağlarım burda, görürsün o zaman.” Dil çıkardım. “Çokta fifi.”

 

Beni koltuğa oturttu yavaşça. “Cansu Hanım,” dedi. Sinirlenince yada zor duruma düşünce, resmiyete bağlıyordu. “Kendinize gelin. Siz ne ara bu kadar içtiniz?” Gülerek, kendimi arkaya attım.

 

Bilmem ki. Elimi yere attığımda, “elim koptu asker,” dedim kıkırdayarak. “Aynen,” dedi beni onaylayarak. Başka bir koltuğa oturarak, dinlendi.

 

Telefonuna bir bildirim sesi geldi. Açtığında, “Helin yazmış lan,” diyerek, ayağa kalktı. Onun haline kahkaha attım. “Sevgilin yazmış, baksana,” derken, harfleri karıştırdım.

 

Telefona bakarken, sırıttı. “Ne yazmış,” diye sordum merakla. “Görevden döndük, şehit yok yazmış. Ne yazayım?” Omuz silktim. “Geleyim mi yaz. Beraber gideriz oraya.” Hiç düşünmeden, mesajı yazdı.

 

Yüzbaşı gelmişti!

 

Gönderdiğini, telefon sesinden anladım. “Hayır derse,” dedi stresle. “Demez, emin ol. Ben Cansu Bozok isem, gel yazacak.” Mesaj gelme sesini duyunca, “mesaj attı,” dedi heyecanla.

 

Baktığında, daha çok sırıttı. “Sen bilirsin, izin mi alıyorsun benden yazmış. Yani bu gel demek sayılıyor herhalde.” Onaylar bir mırıltı çıkardım.

 

Kolumdan tutarak, ayağa kaldırdı beni. “Kalk kız, gidiyoruz. Yüzbaşı diye ağladın iki saat, geldi yüzbaşın.” Başım dönüyordu. “Gidelim,” dedim neşeyle.

 

Düşmemi sağlayarak, arabaya bindirdi beni. Sürücü koltuğuna bindiğinde, arka koltuktan ona baktım. “Ben şuan görev başındayım, sen kurbansın. Komutanım, herşeyinden haberdar olmak istedi benden. Benimde oraya gitmem gerektiği için, seni yanımda getirdim. En fazla, öldürücü ve sinirli sözlere mağdur kalırsın.” Onaylar bir mırıltı çıkardım.

 

Araba çalışırken, “Baran,” dedim. “He?” Herşeyi sorabilirdim. “Yüzbaşının numarasını versene bana. Ben unuttum da.” Güneşin telefonundan bakmıştım ama unutmuştum. “Cansu Hanım, en sonunda size yenge diyeceğim. Az kaldı da, komutanım öldürür beni.”

 

Yüzümü buruşturdum. “Yenge ne be? Cansu benim adım, yenge değil ki.” Tümseğe girdiğinde, sırt üstü yere düştüm. Yere düşerken, büyük bir çığlık attım.

 

Baran, endişeyle bana baktı. “İyi misiniz?” Ağlamaya başladım. “Sırtım acıdı!” Alt dudağını dişledi. “Vicdan azabı çektirmeyin bana.” Vicdan azabı, çok kötü birşeydi. Bende çok çekiyordum.

 

Ağlamamı durdurarak, “tamam,” dedim uslu uslu. Gülümseyerek, önüne geri döndü. “Geldik zaten,” dedi arabayı sağa yatırırken. Zaten, bizim evden orasının araba mesafesi, on dakikaydı. Galiba yani.

 

Gülmeye başladım tekrar. “Geldik,” dedim neşeyle. “O kadar sevinme, komutanım ikimizin de ağzına sıçacak.” Daha fazla güldüm. “Galiba çok kötü olacağız,” diyerek, onu katıldım. “Allah yardımcımız olsun.” Bir anda resmiyete, sonra da normal konuşuyordu. Sanki bir savaş veriyordu.

Araba durduğunda, tekrar geri koltuğa kalktım. “Asker, neden her taraf dönüyor?” Ona baktığımda, iki kişi gördüm. “Neden ikiye bölündün ki? İki tane asker korumam olacak benim?” Derin bir nefes verdi. “Ben biraz fazla sıçtım. Özür dilerim, bütün suçu sana yıkacağım.” Bunu zaten biliyorduk.

 

Bahçedeydik galiba. İlk önce, buraya gelen iki kızı gördüm. Bu Helindi. Ama neden iki taneydiler? Onları iki kişi görsemde, kafamda bir kişi olarak kodladım.

 

Helin, buraya koşar adımlarla gelerek, cama vurdu. Baran camı açıp, “mavi gözlüm,” dedi özlemle. “Bir daha senden yana, isyan edersem namerdim. İçim dışım, hamburger oldu.” Galiba, yemekleri Helin yapıyordu.

 

Helin sırıttı. “Anlarsın değerimi böyle. Evini toplayan, yemek yapan ve başını beladan kurtarmayınca, özlersin tabi.” Baran yanağından makas aldı. “Yok be maviş, varlığını özlemişim. Saydıkların için dediysem, bende şerefsizim.” Helin elini itti. “Bi git Baran.”

 

Beni fark etmemişti bile. “Doğru söylüyor Helin Başkan. Birgün bile ağzından düşmedin,” dediğimde, Baran kafamı itti. Helin şaşkınlıkla bana baktı. “Cansu Hanım, sizin burada ne işiniz var?” Harbiden, benim ne işim vardı?

 

Dudaklarımı büzdüm. “Bilmem ki. Hem, bir yerinizde durun Helin asker. Beynim döndü benim ya.” Kıkırdadım öylesine. “Siktir, sarhoş bu,” dedi Helin bir anda. Baran’ın kafasına vurdu. “Komutanım senin ağzına sıçar Baran. Çabuk git, hemen. Bu sefer daha beter yapar. Zaten yaralı,” derken, durdu.

 

Baran bile kaşlarını çattı. “Yaralı mı?” Helin alt dudağını dişledi. “Sağ bacağından bıçak darbesi, sol kolundan sıyrılmış kurşun,” dediğinde, gülüşüm silindi. “Yaralı yüzbaşı. Gül gibi adamdı, yazık oldu.” Şimdi kimi sinir edecektim ben?

 

Baran arabadan indi. Bende zorda olsa, arabadan inmeyi başardım. İnerken, ayakta durmakta bile zorlanıyordum. Baran durdu, Helin’e baktı. Helin bakışlarından ne anladıysa, “sakın, bak sakın,” diye uyardı hemen

 

Baran yaramazca sırıttı. “Hayırlı bir iş yapacağız Helincik. Hadi ama, kırma beni.” Helin delirmiş gibi baktı. “Salak çocuğum, kafası az çalışan çocuğum. Bak, intihar etmenin daha kolay yolları var. Başka birşey dene.” Baran tek omzunu kaldırıp, indirdi. “Hadi ama Helincik, kırma beni. Can sıkıntısından, Güneşle uğraşmayı deneyen insanım ben.”

 

Arabaya yaslandı. “Kimse senin tadını vermiyor be Helincik.” Helin tersçe baktı. İçinden gülmek geliyor gibiydi ama bunu saklamak için, ters görünmeye çalışıyordu. “İyi tamam,” dedi.

 

Baran çenesini tutarak, “işte bu be,” diyerek, yanağından kocaman öpüp, geri çekildi. Helin yavaşça itti. “Şımarma hemen.” Onlar konuşurken, ben çoktan askeriye girmiştim.

 

Düz yürümeye ve herkesi çift gördüğümü, çaktırmamaya çalıştım. Önüme çıkan, ilk kadın askeri, önüne geçerek durdurdum. “Pardon, yüzbaşı Barut Türkmen nerede acaba?” Kelimeleri düz söylemek çok zordu.

 

Kaşlarını çattı. “Nesi oluyorsunuz?” Nesi oluyordum ki ben? Aklıma Güneş geldi. “Kardeşi, Güneş Türkmen ben.” Kim olduğumu duyunca, gülümsedi. Seni çakal seni.

 

“Takip edin beni.” Onaylar bir mırıltı çıkardım, ve onu takip etmeye başladım. İki dakika sonra, hastane odası gibi bir yere geldik. İlk önce kapıyı çalarak, oraya girdi. “Komutanım, kardeşiniz gelmiş.”

 

Çok güzel bir kardeştim ya. Bir süre sonra, “girsin,” diyen sesi duyuldu. Kadın, kapıyı açarak, gitti. Boğazımı temizledim, ve bir anda odaya daldım. “Merhaba abiciğim,” dedim gülerek.

 

Beni görünce, kaşlarını çattı şokla. “Ulan, senin burada ne işin var? Güneş nerede?” Daha fazla güldüm. “Aa, Güneş benim ya. Kardeşin, Güneş Türkmen.” Olayı anlamış olacak ki, daha fazla kaşlarını çattı. “Başımın belası.” Evet, o ben oluyordum.

 

Kapıyı kapattığımda, her hareketimi dikkatlice inceledi. “Sarhoş musun sen?” Nereden anlamıştı ya? “Birazcık.” Tebessüm ettiğinde, bende güldüm. “Belli oluyor.” Ama konumuz bu değildi.

 

Hiç çekinmeden, oturduğu sedyenin yanında ki, sandalyeye oturdum. “Bana da ilaç versinler yüzbaşı. Başım dönüyor çok, neden acaba?” Ciddi ciddi sormuştum. “Neden acaba Cansu? İçip, sarhoş olduğun için olabilir mi? Bir ihtimal bence bu.” Dil çıkardım.

 

Tam birşey söyleyecekken, koluna baktım. Sargıyla sarılmıştı, vurulmuştu. “Yaralı halinle, laf sokma bana. Hem, sen neden dinlenmiyorsun?” Benim gibi cevap verdi. “Sanane, istediğimi yaparım,” dediğinde, kaşlarımı çattım.

 

“Ben o kadar gıcık söylemiyorum.” Ayağa kalktım, sarhoş olmama rağmen. Sedyenin yastığını, düzgünce koydum. “Yat, uyu yüzbaşı. Uyuyunca, acılar geçermiş.” Kaşlarını çattı. “Canım acımıyor. Hem, sen niye geldin?” Ayıplar bir şekilde baktım.

 

Ayıp ediyordu. “Aşk olsun, ben sana böyle mi diyordum? Tabi, bir daha gelmemi istemiyorsan, orası ayrı yüzbaşı. Ama öyle diyorsan, bir daha karşıma çıkma. Kardeşi kovar, abisi niye geldin diye sorar.” Kaşlarını daha fazla çattı. “Kardeşi kovar?”

 

Anlatmamda sıkıntı yoktu. “Anlatacağım ama kızmayacaksın,” dediğimde, “tamam, kızmayacağım,” dedi. Ayakta duramadığım için, bende sedyeye , yanına oturdum. “Okula gittim, sarhoş olduğumu anladı. Sonra Baran’ı çağırarak, beni okuldan kovdu.” Gülmemek için, dudaklarını birbirine bastırdı.

 

“Gülme, sakın gülme,” dediğimde, güldü. “Dövmediği’ne şükret sen,” dediğinde, “çok komik,” dedim tersçe. “Farkında mısın? Sarhoş halin, normal halinden daha normal.” Omzuna bir tane vurdum.

 

Kıpırdamadı bile. Yüzbaşı adamın halide başka oluyordu. “Yaralı halin, normal halinden daha beter.” Geriye doğru yaslandı. “Ne oldu deniz kızı, üzülmüş gibisin. Seni tanımasam, canının acıdığını düşüneceğim.”

 

Deniz kızı dedi...

 

Nedense, hoşuma gitti. Tebessüm ettim istemsizce. “Ne dedin sen?” Tebessüm etmeme, şaşırmış gibiydi. “Ne demişim?” Dudaklarımı birbirine bastırdım. “Söylemem.” Çocuk gibi davranıyordum.

 

Kaşlarını çattı. “Söyle yoksa kovarım seni.” Omuz silktim. “Gitmem ki,” dedim gıcıklığına. “Başımın belası.” Güldüm inadına. “Bence de abiciğim. Abilerin en büyük baş belası, kız kardeşleridir.” Tersçe baktığında, kahkaha attım.

 

“Saçmalıyorsun iyice,” dediğinde, “en normal halim,” dedim. “Evet, sarhoş halin, en normal halin.” Tekrar güldüm. “Herkesi çift kişi gördüğüme göre, pekte normal sayılmam.” Durdum dediğimle. Sorgular bir şekilde yüzbaşına baktım. “Yüzbaşı, seni niye tek görüyorum? Kafam buraya girmeden önce baya güzeldi hatta.”

 

Büyü mü yapmıştı bana?

 

Egolu bir şekilde bana baktı. “Benden bir tane daha olamaz, o yüzden deniz kızı.” Yine aynısını demişti. Bu kelime, bana neden güzel geliyordu? Başkası dese hoşuma gitmezdi, o diyince gidiyordu.

 

Kendine gel Cansu.

 

“Ego’nu yesinler senin,” dedim. Kaşlarımı çattım. “Hem niye doktor yok burada? Yaralanmışsın, niye bakmıyorlar sana?” Yaralıydı, hemde iki yerinden. “Yaraları sardılar, zaten keskin değildi. Birkaç defa pansuman yapılsa yeter.” Pansuman yapılması gerekiyordu.

 

Sırıttım heyecanla. “Ben yapayım mı pansuman?” Kaşlarını çattı. “Kolum lazım bana deniz kızı, maalesef,” dediğinde, yine de şansımı deneyecektim. “Bende doktorların aldığı dersleri aldım yüzbaşı,” dedim ikna etmeye çalışarak. “Bak , sarhoşlukta kalmadı bende. Biliyorum pansuman yapmayı, nolur yapayım,” dedim çocukça bir hevesle.

 

Elini havaya kaldırdı. “Bu kaç?” Dikkatle baktım, dörde benziyordu. “Dört,” dedim anında. “Çift görüyormuşsun gerçekten,” diye söylendi. “İki miydi ki?” Sustu. “Dört'tü,” dediğinde, “bak, doğru bilmişim! Yapayım mı pansuman,” dedim gülerek. Suratıma baktı. “Yap,” dediğinde, ayağa kalktım neşeyle.

 

Pansuman için, gerekli ilaçları aldım. Gazlı bez ile keskin bir neşter aldım. Yaranın etrafını yıkamak için pens ve pensent aldım. Son olarak, yarayı kapatmak için PAD alıp, Sedyeye geri oturdum. Yüzbaşı zaten atlet giymişti üstüne.

 

Öteki tarafına oturdum bu sefer. “Asker doktor görürsem, hesabını sorarım ben.” Yapardım, biliyordu. “Yapmak istemiyorsan, çağırabilirim,” dediğinde, “sakın,” diye bağırdım. “Ben yapacağım, sende uslu bir yüzbaşı olarak, sesizce oturacaksın.” Gülüyordu, neşesi yerinde gibiydi. “Tamam deniz kızı.” Yine aynısını demişti.

 

İlk önce, sargıyı neşterle kesip, yarayı açtım. “Sana kızgınım. Sen iyileşince soracağım hesabını.” Kaşlarını çattı. “Ne yapmışım?” İşimi hallederken, tersçe ona baktım. “İnsan göreve gitmeden, haber eder. Sen benim peşime Baran’ı tak, kendin habersizce uç. Bak işte, Allah'ın sopası yok.” Sırıtıyordu durmadan.

 

“Ne oldu deniz kızı? Yokluğumda, kederlenmiş ve içmiş gibisin. Bana bu kadar alıştığını düşünmemiştim.” Yarayı temizlerken, bir anda bastırdım. Bunu beklemiyor olacak ki, yüzünü buruşturdu. “Yavaş,” dedi ama bilerek yaptığımı biliyordu.

 

Gerizekalı yüzbaşı. “Sen bir daha habersiz bir yere git,” derken, neşteri boğazına doğru tuttum. “Keserim seni. Beni azıcık tanıdıysan, yapacağımı biliyorsundur.” Bu hoşuna gitmiş gibiydi. “Yüzbaşı’nı tehdit etmek ha? İyiymiş.” Neşteri sedyeye koydum.

 

Canı yanıyor olmalıydı. Yarasına üfledim, pamukla temizlerken. Yavaş davranıyor, her sürdüğümde üflüyordum. “Ne yapıyorsun,” diyen şaşkın sesi geldi. Kafamı kaldırdığımda, tam dibimde olduğunu gördüm.

 

Bu adam niye yakından daha yakışıklıydı?

 

Yinede ters tavrımdan ödün vermedim. “Pansuman yapıyorum,” dedim. Başım dönmüyordu, sadece ağrıyordu. Bu da işimi kolaylaştırıyordu. “Onu görüyoruz, niye üflüyorsun?” Canın acımasın diye salak! “Yanmasın diye,” dedim yinede.

 

Dudakları yukarı kıvrıldı. “Öldürmek için tehdit ederken, bunu yapmak, pek inandırıcı gelmiyor.” Allah, allah. “Sana çekmişsem artık,” dedim imayla. “Gıcık,” dediğinde, “öküz,” diye karşılık verdim.

 

Sesizlik olunca, başka konu açtım. “Dedikodu var, anlatayım mı,” diye sordum hevesle. “Dedikoducu karılara benzeyen bir yanım mı var benim?” Somurttum. “Ya, ama,” dediğimde, “iyi anlat,” dedi.

 

Bana hayır diyemiyordu.

 

Sırıttım ukala bir şekilde. “Bir hafta önce, Didemle buluştum. Kafeye gittik, kahve içtik. Ama yanında biri vardı. Özgür müymüş neymiş.” Kaşlarını çattı. “Niye getirmiş kuş beyinliyi?” Erkek olmasa, kesinlikle kuş beyinli demezdi. Bu durum, onu sinir etmem için, yeterli bi durumdu.

 

Elime düştün yüzbaşı. ”Ama yalan yok, yakışıklı çocuk.” Sünepe gibi bir şeydi. “Öyle miymiş?” Gıcık. Ama ben senin gibi, o kadar insafsız değilim. “Yok, değilmiş.” Ama, bu devamında seni kızdırmayacağım anlamına gelmiyordu.

 

Sarmıya başladım kolu. “Didem çocuğa, sana kız ayarlayacağım falan demiş. O yüzden getirmiş.” Yüz ifadesi tamamen sertleşti. “İyi bok yemiş. Sen ne dedin?” Sinirlenmesi, hoşuma gidiyordu. “Üstüne, sıcak kahveyi döktüm. Didem beni biraz dövdü sonra. İyi yapmış mıyım?”

 

Keyfi iyice yerine gelmişti. “Aferim kızım,” dedi gizli bir gururla. “Birisi sana yaklaşırsa, ben görevdeysem, aynısını yap.” Tebessüm ettim. “Emredersiniz komutanım,” dedim, asker gibi. “Pardon, abiciğim. Sevdim bu lafı, Barut abi.” Gözlerini devirdi.

 

Aklıma gelenle, “yüzbaşı,” diye bağırdım. “Ne oldu?” Daha büyük dedikodu vardı. “Dur, sana ne anlatmadım ben!” Çok güzel birşeydi. Pansuman bitince, malzemeleri sedyeye koydum. “Güneş, kime mesaj attı? Tahmin et.” Şok bir ifade belirdi yüzünde.

 

“Kime ne atmış,” dedi anında. “O yakışıklıya attı mesaj. Barandan istedi numarasını, verdi o da sağolsun.” Güneş utangaç bir insan değildi. İstediği şeyi, istediği an yapardı. En büyük ortak özelliğimiz bu olmalıydı.

 

Bir anda, yüzünde yapmacık bir tebessüm belirdi. “Ne güzel yapmışlar. Sonra ne oldu deniz kızı? Merak ettim şimdi bende.” Sesli bir şekilde güldüm. Sedyeye, bağdaş kurarak oturdum.

 

“Naber yakışıklı? Yazdı,” dediğimde, daha fazla gülümsedi. “Hatta, ‘bu benim numaram, sen vermemiştin ama ben aldım’ da yazdı,” dediğimde, “ne güzel,” dedi. Evet, çok güzeldi.

 

Boynunu kıtlattı. “O yakışıklı,” dedi bastırarak. “Birşey yazdı mı deniz kızı?” Oo, neler yazmıştı. “Yüzbaşı, niye herkes senden korkuyor? Güneş bile yazarken, abim öğrenirse beni mahveder diyordu korkuyla. Ama ben biliyorum, sen öyle birşey yapmazsın. Değil mi yüzbaşı,” dedim tatlı tatlı.

 

Üsten üsten bana bakıyordu. “Sende korkuyor musun?” Ondan korkmazdım, o yüzbaşıydı. “Hayır, korkmuyorum. Çünkü, korkulacak bir insan değilsin yüzbaşı. Kötü anlamda demiyorum bunu,” dediğimde, gözünden anlamadığım bir ifade geçti.

 

Konuyu dağıtmak için, “yakışıklı yazdı diyordun,” dedi. Dedikodu pozisyonuna geçtim. “Komutanım duymasın küçük hanım,” dedi. “Güneş söylemezsen duymaz yazdı. O da, ‘ölmeye meraklı bir insan evladı değilim,’ yazdı. Sonra,” derken, kapıyı açarak, telaşla giren Baran’ı gördüm.

 

“Sus,” diye bağırarak girdi içeri. “Baran,” dedim gülerek. “Bende o geceyi anlatıyordum yüzbaşına. Hani bizde kaldığın o gece varya.” Yüzbaşı, Baran’a baktı. ”Baran’ım, anlatıyor kız güzelce. Gelin sizde dinleyin. Helin, Gökhan, Fırat ve çok sevdiğim Kaan’ım. Gelsene sen buraya.” Hepsi sırayla, bu odaya girdi.

 

Kaan sertçe yutkundu. Fırat, “komutanım, helvanız nasıl olsun,” diye sordu sesizce. “Fıstıklı olsun aslanım. Bu Baran şerefsizi yerse, hakkım helal değildir,” dedi çaresizce.

 

“Sus bir yakışıklı, bakalım ne yazmışsın?” Bana döndü. “Ne yazmış deniz kızı?” Çok masum görünüyordu. “Baran’a sordu ne yazayım diye. Zaten biz dedik yaz, birşey olmaz diye” Baran’a döndüm. “Değil mi Baran? Hatta Güneş’e meyve suyu yerine, alkol içirmiştik azıcık. Daha rahat konuşması için.” Baran, dehşet içinde bakıyordu.

 

Şaşkınlıkla, “ne,” dedi abartılı bir şekilde. “Alkol mu içti Güneş? Komutanım, ben de yeni öğreniyorum.” Anlamaz gözlerle baktım. “Yo, yalan söylüyor yüzbaşı. Beraber koyduk alkolü. Sonra Güneş, sapık dayılar gibi Kaan’a yürümeye başladı. Konuşma WhatsApp’tan, Insgrama kadar gitti.” Kaan, yapma dercesine bakıyordu.

 

Yüzbaşı gülümsedi. “Kim istek attı Insgramda?” Merak ediyor gibiydi. “Kaan enişte. Asker adam, Güneş söylemeden buldu hesabı. Hatta sen Helinle, Hayri Albay’ın yanındayken, dördüde eve geldi.” Helin onlara baktı. “Benim niye haberim yok?”

 

Yüzbaşı, hepsine tek tek baktı. Ellerine baktım, yumruk halindeydi. “Niye sizdeydi bunlar? Hem bu mesajlardan sonra mı sizdeydiler?” Dördü de, kaşlarını kaldırıp indirdi. Anlamamıştım ama. “Evet, onlardan sonra. Film gecesi yaptık, Gökhan’ın yalnızlığını konuştuk.

“Hatta, Baran’ın Helin’e nasıl aşık olduğunu da. Ama o sıralarda, Kaan ile Güneş yoktu.” Gözleri kocaman açıldı yüzbaşının.

“Helin,” dediğinde, “komutanım,” dedi. “Alnından öpeceğim seni. Masum çocuğum benim.” Helin hala şaşkındı ama. “Teşekkür ederim komutanım ama, az önce Cansu Hanım ne dedi? Baran neymiş bana?” Yüzünde ki şok ifadesi, gülme isteğimi uyandırıyordu.

 

Baran sertçe yutkundu. “Komutanım, benim kafama sıkar mısınız? Bütün herkesin suçunu üstüme alıyorum şuan. Cezam idam olmalı, idam edin beni.” Baran’a baktım. “Niye ki? Helin de sana aşık. Yoksa, senin onunla uğraşmalarına, kimse bu kadar sesiz kalamaz. Hem bakışlarından belli.” Baran’ın yüzünde de şok ifadesi belirdi.

 

Fırat’a baktım. “Fırat, o site gerçekten virüs müydü ya? Ama çırılçıplak kadınların olduğu virüs, niye girsin ki?” Fırat öksürmeye başladı. “Cansu abla, sus artık. Elini ayağını öpeyim senin, yalvarırım sus.” Omuz silktim. “Niye ya? Dedikodu yapıyoruz işte.”

 

Gökhan abiye baktım. “Gökhan abi, karakol işini hallettin değil mi? Sonra tekrar atmasınlar bizi. Enişte her zaman bizi kurtaracak değil ya.” Aramızda iki yaş vardı ama, onu görünce abi diyesim geliyordu.

 

Yüzbaşı, elini ensesine koydu. “Karakol’a neden düştünüz?” En güzeli buydu. “Kavga ettik. İkisi yaralı, biri yoğum bakımda. Yoğum bakımdaki, beyin sarsıntısı geçirmiş. En fazla kafasında masa kırdık.” Yüzbaşı boynunu sertçe kıtlattı. “Niye yaptınız?” Aklıma geldiğinde, yüzümü buruşturdum.

 

“Hırsızlık ve bana söz ve göz tacizi suçundan.” Ellerini kıtlattı. “Gökhan, niye öldürmedin,” diye ciddi bir soru sordu. “Sivil olmasa öldürürdük komutanım,” dediğinde, “anlıyorum,” dedi. “Yani, biri kardeşime yürüdü,” dediğinde, sözünü kestim. “Hayır, kardeşin Kaan’a yürüdü. Kaan, güzelce karşılık verdi.” Çok ayrı şeylerdi.

 

Yüzbaşı, Kaan’a baktı. “Karşılık verdi? Bu sefer niye Öztürk? Çıkalım mı? diye sorduğu için mi?” Çok sakin görünüyordu. “Fırat’ım,” diye ona dönünce, “komutanım, yemin ederim virüs,” diye baştan savunmasını yaptı. “O virüs’ü sana bulaştıracağım ben." Yutkundu sertçe. “Emredersiniz komutanım,” dedi çaresizce.

 

Gözü Baran’a çarptı. “Ulan, şeytan seni görse, imana döner. Ben sana şimdi ne diyeyim ki? Saf yalancı köpek,” dedi sakince. Baran, yere baktı. Gökhan’a baktı. “Tek aklı başında olan sendin, suç ortağı oldun ha?” O da yere baktı. Helin’e baktı. Helin hala şoktaydı. “Annen seni adını Melek koymalıydı. Bir haftada, suç örgütü olmuşlar.” Kapıdan birden, Güneş girdi.

 

Herkese baktı. “Güneş, kaç,” dedi ağzının içinde Kaan. “Abim çağırmıştı beni,” derken, yüzbaşına baktı. Bakışlarını görünce, sertçe yutkundu. “Abi...” Güneş’e gülümseyerek baktım. “Güneş,” dedim gülerek. Okul saati çoktan bitmişti.

 

Helin, “herşeyi döktü,” dediğinde, “herşeyi mi,” dedi Güneş çaresizce. “Herşeyi,” dedi Kaan. Güneş tatlı tatlı gülümsedi yüzbaşına. “Abim, ilk aşkım.” Ellerini çıtlatıyordu. “Son aşkını bulmuşsun. Son çünkü, hayatının devamını göremeyebilir’sin.” Anlamamıştım.

 

Baran’a baktı. “Baran, Cansu sarhoş olunca, herşeyi döktüğünü söylemiş miydim?” Başını iki yana salladı. “İyi bok yemişim,” dedi. Ben o sırada, yastığı başıma koyup, yavaşça kıvrıldım. “Uykum geldi benim,” dediğimde, “sen uyu Cansu,” dedi yüzbaşı. Ona cevap veremeden, uykuya dalmıştım...

 

🥀

 

Barut

 

Birazdan, iki kişinin katili olacaktım. “Baran, çık lan deliğinden! Ulan, ben senin o kollarını götüne sokmaz mıyım?! Öztürk! Çıkın lan ortaya!” Güneş, beni tutmaya çalıştı.

 

“Abi, biraz sakin mi olsan? Cansu sonuçta, yalancının teki. Valla mesaj attığımda cevap vermedi.” Öldürmek istercesine baktım. “Güneş, sana bugüne kadar bir kere bile vurmadım. Çekil önümden, yersin yoksa şamarı.” Alt dudağını dişledi.

 

Gökhan bana baktı. “Komutanım,” dediğinde, “sus Gökhan. O gün için, sana birşey demiyorum. Şansını zorlama derim,” dedim bastırarak. “Abi, yaralısın bak. Yaran daha yeni, yalvarırım dur ya.” Onları öldürmeden, asla durmazdım.

 

Cansu uyuduğunda, ikisi koşarak kaçmıştı. Askeriyede, saklanmışlar’dı gerizekalılar. “Baran, sana kız emanet eden, beyin hücrelerimi sikeyim ben! Öztürk! Kardeşime sulanan ağzına sıçmayan, en adi oruspu çocuğurdur lan! Yiyorsa, bana da yaz o mesajları!” Gökhan, Fırat ve Helin kenarda duruyor, Helin olayları anlamaya çalışıyordu.

 

“Gökhan,” dedi Güneş yardım dilenircesine. “Öldürür,” dedi Gökhan. “Gökhan, Cansu Hanım’ın dediği herşey doğru mu? O Baran kısmı,” dediğinde, “birazdan, kalmayacak o Baran. Hem, üç yıldır kör olman, senin suçun. İki ayda, Cansu bile anladı lan.,” dediğinde, içimden ona hak verdim.

 

Güneş’i kenara itip, kızlar tuvaletinin, kapı kolunu zorladım. Kilitliydi, burası hiçbir zaman kilitli olmazdı. Yerleri belliydi, burada saklanıyordu. Güneş, “abi,” diye bağırdı. Ben ise çoktan, kapıyı kırmıştım.

 

Karşımda, iki adam değilde, iki ceset gördüm. İkisi de aynı anda, “siktir,” dedi. “Sikecem ben sizin belanızı,” deyip, tabancayla iki el, tavana ateş ettim. “Komutanım, hakkınızı helal edin,” dedi Kaan’a, Baran. “Helal koçum. İyi insanlar sayılırdık sonuçta. Sende helal et,” dediğinde, “helal olsun komutanım. Zaten ya komutanım öldürecek, yada Helin. Bir daha konuşmaz zaten benle.”

 

Tabancayı ikisine uzattım. “Kimden başlayayım lan ilk?” İkisi de cevap vermediler. “Komutanım, son söz hakkı var mı?” Namluyu, ona doğru tuttum. “Var, söyle ve ait olduğun yere git. Yani cehenneme. Zebani kılıklı insan.” Yutkundu Baran.

 

Güneş silahı almaya çalıştı ama izin vermedim. “Abi, şeytan doldurur,” dediğinde, “şeytan değil, ben doldurdum.” Dişlerini sıktı. “Komutanım, normal bir ceza versek,” dedi yandan Helin, bir umutla. “Kaan komutanım, kardeşinize yazmış da,” derken, onlara bakıp, geri bana baktı. “Baran’a niye kızıyorsunuz? O Güneş’e bulaşmamış ki, Cansu Hanımla iş çevirmiş. Cansu Hanım sizi niye alakadar ediyor?” İyi yerden vurmuştu.

 

Baran şaşkınlıkla Helin’e baktı. “Helincik?” Helin tersçe baktı. “Çeneni kapat artık.” Baran sırıtmasına engel olamadı. Dudaklarını birbirine bastırarak, rahatlıkla durdu. “Helin, ona görev vermişim değil mi?” Helin’in umudu yerle bir oldu. “Anladım komutanım. Ama öldürürseniz, onlara kurtuluş verirsiniz. Bence burunları sürtsün ki, bir daha yapmasınlar.” Mantıklıydı.

 

Güneş’e baktım. Anlık bir boşlukla, elimden silahı almıştı. O da tavana iki el ateş ettiğinde, geriye çekildim. “Güneş,” diye bağırdım. “Bana bak Barut Türkmen,” dedi silahı bana doğrultarak. “Sen Barut Türkmensen, bende Adem’in kızı Güneş Türkmen’im. Ve tepemin tasını arttırırsan, senden daha da deli olurum.” Tekrar tavana ateş ettiğinde, yüzümü buruşturdum.

 

“Askeriye başımızı yıkacaksın manyak,” diye bağırdım.

 

“Birazda ben yıkayım, sen topla! Sen deliysen, ben zır deliyim! Yetti be, beni de manyak ettiniz! Ölecek mi, birşey mi olacak diye canım çıkıyor benim! Sen yaralanırsın, Cansu kendini öldürmeye çalışır! Baran’ın suçlarını ört, Fırat’ın dertlerini dinle. Helin’e destek ol, okula git ses çıkarma. Bende insanım ya! Biriniz de, Güneş ne hisseder diye sorsun!” Birşey yapmıştık, bin ahıt işitmiştik.

 

Silahı yere atarak, “konuşma benimle,” diyerek, kapıdan çıktı. Kapıyı sertçe kapatınca, “devletin malı o, yavaş,” diye isyan ettim.

 

Derin bir sesizlik olunca, anlamsızca baktım. “Lan, ben yine haksız çıktım,” diye isyan ettim. “Bir anda bağırıyor, çekip gidiyor bu her zaman. Bende mal gibi kalıyorum. Al işte, gitti bütün sinirim.” Kaan’a baktım. “Allah sabır versin, ne diyeyim. En büyük cezayı, başına aldın kendine.” Sinirim bozulmuş bir şekilde güldüm.

 

Baran, “komutanım, bu sizden de fena çıktı,” dedi arkasından bakarak. “He valla, deli biraz. Eskiden bu kadar değildi, Cansu’ya benziyor gittikçe.” Güldüler. Kaan, “bari dövseydin Türkmen. Cansu Hanım o kadar abartarak anlattı ki, ben bile kendimden nefret ettim. Hem, sadece öylesine bir konuşma yaşandı.” Yemezlerdi canım.

 

Ofladım. Yandan, “okey atak mı,” diye sordum. “Fırat oynamasın ama. En iyi taşları alıp, Baran’a veriyor,” dediğinde, Baran sırıttı. “Fırom’a laf yok,” dedi Helin. “O değilde, biz ne yaşadık böyle?” Valla, bende bilmiyorum.

 

Gökhan sırıttı. “Bütün olaylar üst üstüne geldi, birbirimizi boğazladık. Beş dakika sonra da, yine eski hale döndük,” diye olayı kısaca özetledi. Biz Ateş timiydik, bir suya kururduk.

 

“Adem’in kızıyım diye racon kesiyor. İşte orada tıkınıyorum. Halletmem lazım, melek yüzlü şeytan bu da.” Babam’ın çocuklarıydık biz.

 

Şehit Adem Türkmen.

 

Şehit karısı, Selma Türkmen.

 

Silahı yerden aldım. “Öztürk, bugün nah benim evimde kalırsın. Kardeşime yavşa, sonra benimle aynı evde kal.” Hareket çektim. “Babayı kalırsın!” Helin bana baktı. “Komutanım, ben kalabilir miyim?” Kaşlarımı çattım.

 

“Kal da, niye,” diye sordum. “Benim evi sattım da ben. Hayri Albay, bu akşam bizi almaz zaten. Sonuç olarak, evsiz kaldım. Bir günlüğüne kalsam?” Helinle hiç sıkıntım yoktu. “Kal,” dedim. “Eyvallah komutanım.”

 

Kaan, Baran’a baktı. “Bende sende kalıyorum.” Baran, Kaan’a baktı. “Kalın kom-” Sözünü yarıda kestim. “Kalmıyor, sokakta kalacak o. Senle işim bitmedi benim, am biti!” O kadar gevşek değildik. “Yarın kar yağacakmış, otuz tur koşuyorsun yakışıklı.”

 

Arkadan bir ses geldi.

 

“Saçmalama,” diyen Cansu’nun sesini duydum. Gözlerimi anlık kapattım. Niye gelmişti, uyuyordu o? O gelince, aklım çalışmıyordu. Beynime işliyordu sesi.

 

Aklımla oynuyordu.

 

Yüzü, sesi ve herşeyi. Kalbimi sıkıştırıyordu. Deniz kızı, beni mahvediyordu. Yakınımda durduğunda, ona bakmaya dalmamak için, başka şeyler düşünüyordum.

 

Ama benimle oynadığı çok büyük bir oyun vardı.

 

Ben onun yanında, Barut oluyordum.

 

Gözlerimi geri açtım. Yine bir yolunu bulup, beni ikna edecekti. Tek bir lafına kanmaktan nefret ediyordum. Karşıma çıkmasaydı, bu kadar büyük bir kumara hiç girmeyecek’tim.

 

Ama onsuz da olmazdı.

 

Karşıma geçti. “Karda çocuğu mu koşturacaksın?” Sarhoş hali gitmiş gibiydi. Yine de tersçe baktım. “İşime karışma benim.” Kaşlarını çattı. “Ne yaptı ki?” Kaşlarımı çattım. “Hatırlamıyor musun?”

 

Kaşlarını çattı. “Neyi hatırlamıyorum yüzbaşı. Ben en son buraya geldim... Gerisi yok bende.” Keşke öpseydim, diye geçirdim içimden. Hatırlamazdı ve benden nefret’te etmezdi.

 

Helin, “herkesin, herşeyini dökünüz Cansu Hanım. Hemde herşeyi,” dediğinde, şaşkınlıkla yüzüne baktı. “Ne bok işledim ben, ne?” Anladığında, “siktir,” dedi kendi kendime. “Ben sarhoş olduğum için...” Alt dudağını dişledi.

 

Bana baktı, tatlıca gülümsedi. “Şaka yaptım ben yüzbaşı. Gerçekten, burada ki kimsenin suçu yok. Sarhoş oldum ya, saçmalamışımdır ben. Hem benim lafıma güven mi olur canım? Şahsen, ben kendime hiç güvenmiyorum.” Boş yere çabalıyordu.

 

“Cansu,” dedi Baran. “Anladım,” diyerek, elini boynuna götürdü. Stres yaptığında, elini boynuna götürdü. “Cansu, zorlama istersen,” dediğimde, “tamam,” dedi uslu uslu.

 

Etrafa baktı. “En çok kimleri yaktım acaba? Aslında, Gökhan abi hariç, herkese okeyim mecburluktan.” Abisi gibi görmesinin sebebi, o karakol meselesi olmalıydı. “Kaan ile Baran’ı,” dedim. Baran’ı duyunca, yüz ifadesi değişti. Bütün suçları beraber işlemişlerdi sonuçta.

 

Yandan Barana bakıp, “hangilerini anlattım,” dedi sordu kısık sesle. “Her boku,” dediğinde, “o zaman sıçtık,” dediğinde, onun haline gülmemek için kendimi zor tuttum.

 

Bu kız başıma belaydı.

 

“Güneş seni eve almaz,” dedi Baran. “O zaman sende kalıyorum.” İşte bu olmazdı. “Hayır, kalmıyorsun.” Bana baktı. “Napayım acaba yüzbaşı? Pardon da, kardeşinin gazabına uğrama niyetim yok. Dışarıda mı kalayım?” Omuz silktim. “Ne yapıyorsan, yap. Şu dört piç’in evinde kalmıyorsun. Helin de benim evimde kalıyor.” Ofladı.

 

Ayıplar bir şekilde baktı. “Senin vicdansızlığın bana işlemez. Gider Didem de kalırım, sana mı kaldım?” Bak, o olabilirdi. “Kendin geldin, kendin söyledin. Kendin ettin, kendin buldun. Vicdansızlığı kendin yarattın yani.” Sert görünmem, gram umrunda değildi.

 

Gitmeden önce durdu. “Bana bak yüzbaşı. Burada ki kimsenin kılına zarar vermiyorsun. Verirsen, sana bunu ödetirim.” Alayla baktım. “Çok korktum,” dediğinde, “kork zaten. Burada ki kimse, sana hesap vermek zorunda değil. Eğer bunu istiyorsan, sende verceksin. Yok öyle yama. Hesap verir, hesabını alırsın. Haydi, selametle.” Sonra arkasına bakmadan, kapıdan çıktı.

 

Baran’ın şaşkın sesi geldi. “Komutanım’a racon kesebilen tek kadın,” dediğinde, “Baran, onu dinleyeceğim’i mi sanıyorsun,” dedim. “Ateş timi,” dediğimde, hazır ola geçtiler. “Askeriyede tek bir toz bile istemiyorum! Her taraf temizlenecek!” Hepsinin rengi gitti.

 

Askeriye kocamandı. Dört günde anca temizleyebilirler’di.

 

Helin, “komutanım, ben ne yaptım,” diye sorunca, arada kaynadığı’nı fark ettim. “Sen onlara nöbetçi yapacaksın. Yardım etmek kesinlikle yasak. En ağır yerleri, piç kurusu Öztürk’e kitle.” Rahatlama ifadesi geçti.

 

En son bende çıktım. Kardeşim lan o benim! Onu da bulaştırmışlardı için içine. “Am bitleri,” diye söylendim. Bunlardan daha şerefsizleri görmemiştim. Ne güzel öldürecektim.

 

Bunlar başıma belaydı. En büyük bela deniz kızıydı.

 

Ama tatlı bir belaydı.

 

🥀

 

Cansu 

 

Burada olduğuma inanamıyordum.

 

Didem’in yıllık izin tatiline çıktığını, bir hafta boyunca gelmeyeceğini unutmuştum. Bu sefer dışarıda kalamazdım, peşimde bir psikopat vardı. O yüzden buraya gelmeye mecburdum.

 

Saat gecenin ikiydi.

 

Kapıyı çaldım, uyumadığını düşündüm. İki saniye sonra, kapı açıldı. Uykulu halde kapıyı açan, yüzbaşını gördüm. “Yüzbaşı,” dedim tatlı tatlı. Onun mekanında, ona gıcıklık yapamazdım.

 

Ona gelebilirdim zaten. O artık hiç kimse değildi.

 

O benim yüzbaşımdı.

 

Gözlerini ovalarken, beni görmeyi beklemiyor gibiydi. “Deniz kızı.” Bana böyle seslenmesi hoşuma gitmişti. “Yüzbaşı,” dedim elimde ki iki birayı kaldırarak. “Boş gelmedim bak. Bir bira versem, bir günlük burada kalabilir miyim?” Gülümsedi halime.

 

“Geç başımın belası.” Beklediğim cevaptı. “O kadar da kötü bir bela değilim bence,” dedim ayakkabılarımı çıkarırken. “Sen içtin ama değil mi?” Göz kırptım. “Ayık kafayla, bu dünyayı çekemiyorum yüzbaşı. Ama merak etme, sarhoş değilim. Bir şişe devirdim sadece.” İçeri geçince, kapıyı kapattı.

 

Normalde dışarı da kalırdım. Ama normalde kalırdım. O mezarlıktan sonra, hiçbir şey normal olmamıştı. Karanlıktan daha çok korkar ve yalnız kalmaktan çekinen bir kız olmuştum.

 

Ama artık ölmek istemeyen bir insan olmuştum.

 

Çünkü, intikam alacaktım. En küçük açığında, cehennemi boylatacaktım. Sonrası pek sikimde olmayacaktı.

 

O zamana kadar gül ve eğlen Cansu. Sonra yine eski haline dön. İlk defa, kendine bir iyilik yap.

 

Salona geçtim. Ev büyüktü, hemde baya. “Zevkin güzelmiş yüzbaşı.” Siyah koltuklar, deniz manzaralı çerçeveler asılıydı. Beni en çok etkileyen, albüm olmuştu.

 

Duman’ın albümleri.

 

Gülümseyerek onların yanına gittim. “Sen baya zevk sahibi bir insanmış’sın.” Siyah koltuklardan bir tanesi oturdu. “Duman sever misin?” Sevmek ne kelime, bayılırdım! “Bütün albümlerini biliyorum.” Onda da, hepsi var gibiydi.

 

Duvara asılan, elektronik gitarı gördüm. İç kısımları beyaz, dış kısımları siyah bir gitardı. Her gördüğümle daha çok şaşırdım. “Zevklerimiz’in benzediğini hiç tahmin etmezdim yüzbaşı. Ne çıktın sen be.”

 

Arkamı dönüp, ona baktım. “Sen Beşiktaşlısın değil mi,” diye sorduğumda, “nereden anladın,” diye sordu. “Çünkü sadece beşiktaşlı olan bir insan, duvar kaplamasını kartal yapar.” Rahatça arkasına yaslandı.

 

Bende karşısında ki, tekli koltuğa oturdum. “Bu kadar sevmeni beklemiyordum,” Bende onun yerinde olsam, bu kadar ego’lu olurdum. “Beğenilecek bir salon kurmuşsun ama. Hemde o Duman albümü.” Duman aşığıydım.

 

“Çok mu seviyorsun Duman’ı,” diye sordu. “Baya. Konserine gitmek istemiştim de, bulamamıştım bilet. Bir daha da hiç bakmadım, öyle kaldı.” Öyle dertli albümü, en güzellerinden di.

 

Sustu. “Niye geldin?” Beklenen bir soruydu. Bira kapağını açıp, bir yudum aldım. “Didem İstanbul’a gitti izin alarak. Diğerlerine gitsem, korkularından almazlar beni. Aslında Gökhan abi alırdı da, onun başına belaya sokmaya gerek yoktu. Başıma belayı sokan da sen olduğun için, buraya geldim.” Uzun konuşmuştum.

 

İçince uzun konuşuyordum.

Helin'e baktım. “Uyudu mu Helin Hanım?” Onla yakın değildik. O yüzden hanım demek en iyisiydi. “Uyudu,” dedi. “Sende mi uyuyordun?” Başını iki yana salladı. O da birasından birkaç yudum aldı.

 

“Dışarda uyumayı seviyordun. Hemde böyle soğuk olunca. Ne değişti?” Hayatım daha da kötü oldu. “Boş bank bulamadım,” diye yalan söyledim. O da söylememek istediğimi anlayarak, “anladım,” dedi yalanıma eşlik ederek.

 

Sesizlik olunca, rahatsız oldum. Sesizliği hiçbir zaman sevmemiştim. Sesizlik olunca, kendimle konuşuyor yada şarkı açıyordum. Her türlü, ses olacaktı.

 

Ama bunun aksine, kalabalıktan nefret ediyordum.

 

Konu açmaya çalıştım. “Yüzbaşı maaşı bu kadar yüksek mi ya? İki ev sığar bu evin içine.” Birde müstakil evdi. “Parayla alakası olsaydı, sen binada yaşamıyor olurdun.” Bak, bu doğruydu.

 

Yine sesizleşti. Bana hiç yardımcı olmuyordu ama. Şarkı aç desem, Helin Hanım uyuyordu. Kendim uyuyamıyorum diye, başkalarını rahatsız edecek halimiz yoktu.

 

Yüzbaşına baktım. “Sen niye uyanıksın hala? Yaralısın, dinlensene be adam.” Gözlerini devirdi. ”Sıyrıldı, abartma." Kaşlarımı çattım. “Sen tekrar pansuman yaptın mı? Bacağına da su deymemesi lazım.” Yalan atmıştım, sarhoşken yaptığım herşeyi hatırlıyordum.

 

Kaşlarını çattı. “Pansuman mı? Yaptın ya bir kere. Ne durmadan, önemli birşeymiş gibi.” Gerçekten, delirmiş olmalıydı. Birayı masaya koydum. “Gerçekten mi yüzbaşı? Nerede pansuman şeyleri.” Şeyleri ne be kadın?

 

“Otur,” diye emir verdi. Köpeğe mi emir veriyorsun hayvan herif?! “Yüzbaşı, senin mekanında olabiliriz. Fakat, buna da hayır deme. Sağlığın için be adam. Söyle şunun yerini.” Ters bakınca, bende ona aynı şekilde baktım. “Yok evde,” dediğinde, “nasıl yok,” diye sordum.

 

Kaşlarını tekrar çattı. “Her evde, pansuman şeyleri olmak zorunda mı?” Hayır, değildi. Ama asker evinde, olmalıydı yani. “İyi, bende yarın yaparım. O pansuman, yapılacak her türlü yüzbaşı. Ben olsaydım, başımın etini yemiştin.” Alayla yarım bir şekilde güldü. “Yememiş halin mi?” Evet, bu.

 

Deli ediyor beni bu adam.

 

Geri koltuğa oturdum. Birayı, kafama diktim. O kadar alışmıştım ki, su gibi içiyordum. “Yavaş,” dediğinde, şişeyi bıraktım. Her zaman ki gibi, yüzümü buruşturdum. “Sevmiyorsun değil mi tadını?” Şaşkınlıkla gözlerini kırpıştırdım.

 

Bu adamdan korkulurdu.

 

Tam cevap vermedim. “Kimse tadı için içmiyor ki.” Ona boşver de, karnım acıkmıştı. “Yüzbaşı, ayıp olmazsa birşey sorabilir miyim?” Burada pek rahat değildim. Zaten üç kişinin evinde rahat olmuştum. Didem, Gökhan abi ve Baran. Zaten kan kardeşi sayılırdık onlarla.

 

Kaşlarını çattı. “Sor,” dediğinde, “acıktım,” dedim. Soru sormamıştım ama o ne sorduğumu anlamıştı. “Çiğköfte?” En sevdiğim yemekti. “En sevdiğim,” dedim tebessüm ederek. “Biliyorum,” dediğinde, “nasıl yani,” diye sordum.

 

“Ne?” Ne, nesi be adam. Nereden biliyorsun çiğköfte sevdiğimi. “Biliyorum dedin ya,” diye anlamasını sağladım. Anlık bir şekilde söylemiş gibiydi.

 

Bu yüzbaşı ne karıştırıyordu?

 

Birasından birkaç yudum aldı. “Güneş’ten,” dediğinde, içimden Güneş’e sövdüm. Ulan, adama niye benim hakkımda bilgi veriyorsun? Bebeğine bakıcı arayan anne gibiydi. Bu kız, başıma belaydı.

 

Bende ona aynısını yapacaktım. Kaan enişteye, bakıcı tutar gibi herşeyi anlatmazsam, benim adımda Cansu değil. İnadım da inat. Hem enişte demişken, yaşıyor muydu acaba?

 

Hiç sanmıyorum.

 

Allah belanı versin Cansu!

 

Kaşlarımı çattım aklıma gelen şeyle. “Güneş niye sana, benim hakkımda bilgi veriyor?” Ruh hastası çünkü kendisi. En masum, ruh hastası ödülünü almalıydı. Kız herkese benim hakkımda bilgi veriyordu. Bazen, ben kendimi ondan öğreniyordum. En sevdiğim yemeğin çiğköfte olduğunu bile, ondan öğrenmiştim.

 

Ayağa kalktı. “Güneş olduğu için olabilir mi,” diye sorunca, “doğru,” diye onayladım. “Getireyim çiğköfteyi ben,” diyerek, gitti. Kaçarmışçasına gider gibiydi. Yada, bu dördüncü şişenin bana verdiği bir oyundu.

 

Etrafa baktım. Gözüme bir tablo takıldı. Boğazım düğümlendi anlamsızca. Uçurum kenarıydı, atlayan bir kız vardı. Gökyüzü, gece mavisiydi. Ona gülerek bakan, siyah bir canavar vardı.

 

Bu bendim...

 

Kendimi, o tablonun yanında buldum. “Canavar ve düşen kız çocuğu,” diye mırıldandım. “Canavar ölürse, kız boğulacak,” dedim gözüm dolmuşken. “Ama o zaman nefes alacak.” Boğulurken nefes almak istiyordum ben.

 

Elim, canavarın üstüne gitti. Gülümsedim burukça. “Hiç değişmeyeceksin değil mi? Zaten, şimdi değişsen ne fayda ki? Değişmenden çok, ölmeni tercih ederim baba...” Babam varken, babasız büyümüştüm ben.

 

Canavarın altında, küçük bir erkek çocuğu vardı. Elim onun üzerine gitti. Kıza doğru yürüyordu. Ayağını yere atmadan, gökyüzünde şimşek çakmıştı.

 

Kaşlarımı çattım. Bu çocuk huzurlu hissettirmişti. Ona değecek olan şimşek, canavara gelmişti. Tablo anlamlıydı, ben ise anlamsız. Ama, bunun yüzbaşı’nda ne işi vardı?

 

Kafam artık kaldırmıyordu.

 

“Deniz kızı,” diye ses duyunca, irkildim. Sanki, yasak birşey yapıyordum. Arkamı döndüm yavaşça. “Yüzbaşı,” dedim normal olmaya çalışarak. “Gelsene kızım buraya. Ne diye suç işlemiş gibi panikledin? Gel hadi, çiğköfteler soğuyacak.” Doğru söylüyordu.

 

Onun yanına gittim, rahat olmaya çalışarak. “Napayım? Öyle gelinir mi ama yani? Panik atak var bende hem.” Benim bildiğim yoktu. Ama o kadar psikolojik sorunun arasında, bu da olabilirdi. O yüzden yalan sayılmazdı bence.

 

Oturmadan önce, çiğköfteden bir tane aldım. Evet, görgü kuralları bana işlemiyordu. Ama tadı çok lezzetliydi. Yemeyi sevdiğim tek yemekti. Bazen de Güneş’in yemeklerini yiyordum. Günde, (o da bazen) birkaç lokma yemek yediğim için zayıftım.

 

İştahla yedim çiğköfteyi. “Muhteşem,” dedim beğendiğimi belli ederek. “Güneş yaptı, tabi güzel olacak.” Belliydi, tad mükemmeldi. “Güneş demişken, bu kaç güne eve alır beni? Alana kadar, sende misafirim. Sen soktun başımı belaya zaten.” Baktığımda, hiç rahatsız gibi durmuyordu.

 

Tabağı masaya koydu. “Kalma diyen mi var? Bir hafta almaz seni o.” Doğru, almıyordu. Ama her zaman arıyor, sonra trip atıp kapatıyordu. Yatacak yerim olduğunu bildiği için, çokta telaş etmiyordu. Ah, asıl panik atak onda vardı. O yüzden deli gibi panikliyordu.

 

Omuz silktim yerime otururken. “O zaman bir hafta kalıyorum.” Durdum. Bir şans denemek lazımdı. “Ama rahatsız olursan, ben Baranda da kalabilirim.” Tersçe baktı. “Ne bu senin Baran aşkı? Üç hafta önce, tam tersini söylüyordun. Şimdi Baran da Baran.” Adamın kafa dengi olduğu bana söylenmemişti.

 

O da çiğköfteden aldı. “Ona bakılırsa, bir ay önce bu eve gelmezdim.” Çiğköfteden bir tane daha ağzıma attım. “Hem, adı üstüne Baran yani.” En kısa sürede, kardeşim dediğim kişiydi. “Adı üstüne,” diye tekrarladı.

 

Haline güldüm. “Bana baksana sen. Baran’ı mı kıskandın sen?” Cevap vermeden, birasından içti. Kesin kıskanmıştı. “Ne alakası var?!” Yüzbaşına bak sen. Bana alışmıştı galiba.

 

“Sende yüzbaşımsın yüzbaşı. Senle uğraşmak, herkesten daha zevkli.” Yüzbaşımsın... Bir ay, insanı bu kadar değiştirebiliyordu. “Kalsın,” dediğinde, onu hiç umursamadım. Şayet, önümde bir lezzet şöleni vardı.

 

Çiğköfteyi yemeğe koyulmuştum. “Kardeşin diye demiyorum, seni iyi beslemiş. Bu kadar iyi yemek yapabilen, Masterchef’te çıkmamıştır. Katılsa kesin birinci olur.” Sadece onun yemeklerini yiyordum.

 

Beklemediğim bir cevap geldi. “Ben öğrettim,” dediğinde, şaşkınlıkla ona baktım. “Hadi canım,” dedim şokla. “Sen yemek yapmayı biliyor musun ki?” Kendimi, tembel teneke gördüm. Çünkü, bir yumurta bile kıramıyordum.

 

Abisine bak, kardeşini al dedikleri bu olsa gerek.

 

Çiğköfteden bir tane daha yedi. “Biliyorum.” İyiymiş. “O sonradan, kendini daha geliştirdi.” Ustasını geçen büyük üstat. “Güzelmiş,” dedim.

 

Yüzbaşının ters bakması, sinirimi bozuyordu. Ben bile sinir bozukluğumu yenmişken, ona ne oluyordu? Sanki onun sakinliği bana geçmişti. Benim sinirli halim ise ona.

 

Bir süre boyunca, çiğköfteyi yedik sesizce. “Моя самая красивая, милая беда.” Anlamsız gözlerle ona baktım. “Ne dedin,” diye sordum merakla. “Ne demişim?” Hadi ama, Rusça birşeyler demişti. “Rusça birşey söyledin. Ne dedin yüzbaşı?”

 

Meraklı olmam, hoşuna gitmiş gibiydi. “Söylemem,” dediğinde, “lütfen,” diye ısrar ettim. Rusça söylemişti, sesi çok güzel çıkmıştı. Sesini çıkarmadı. “Hadi ama,” dediğimde, “zorlama,” dedi.

 

Somurtarak, çiğköfteyi bıraktım. Koltuğa iyice yaslanarak, bacaklarımı kendime çektim. Kollarımı bacaklarıma sarıp, başımı dirseklerime koydum. “Vicdansız yüzbaşı. İştahım kaçtı, yemeyeceğim işte.” Gülümseyerek, başını iki yana salladı. “Çocuk musun sen?” Çocuktum işte.

 

Dil çıkardım. “Başımın belası,” dediğinde, “sensin bela! Vicdansız, cadı, öcü ve kötü kalpli yüzbaşı. Al işte, bütün gün ne dediğini düşüneceğim. Mutlu musun?” Cevap için beklemedi. “Evet,” dediğinde, ofladım.

 

Böyle olmama, gülmesine inanamıyordum. Telefonum çalınca, cebimden çıkardım. Arayan kişiyi görünce, “Güneş arıyor,” dedim. “Hoparlör’e al,” dediğinde, dediğini yaptım. Aramayı açıp, telefonu hoparlör’e aldım.

 

“Gülüm,” dedim uzatarak. “Gülün’e sıçayım,” dediğinde, güldüm. “Hani küfür etmiyorduk?” Kıza kötü örnek olmuştuk. “Küfürü’nün de amına koyayım! Neredesin sen?!” Yüzbaşına baktım. Gözlerini devirdiğini gördüm.

 

Şans’ı denemek lazımdı. “Merak mı ettin sen beni? İstersen, eve gelebilirim gülüm. Bir daha ağzıma içki sürmem,” derken, biradan bir yudum aldım.

 

Çok doğru bir insandım.

 

Yüzbaşı, alayla bana baktı. “Etmedim merak! Sen beni yaktın ya, Allah’ta cehennemde seni yaksın.” Bela okuma özelliği vardı. “Kızım, hadi beni yaktın diyelim. Adamı niye yakıyorsun? Insgramı’nı sen bulup, ondan istek attın ya bana. Adam cevap bile yazmamıştı.” Yutkundum.

 

Güneş ağzına sahip çık ya.

 

Şansımı denemeyeceğim bir daha. “Güneş, yanımda yüzbaşı vardı,” dedim kısık sesle. Gülme sesi geldi. “Canıma değsin,” diyerek, telefonu kapattı. Yüzbaşı, arkasına yaslanmış bir şekilde baktı.

 

“Doğruyu söyle. Öztürk, Güneş yazınca cevap verdi mi?” Doğruyu söyle, kurtul Cansu. “Ben yazdı mı demişim? Sadece senin hakkında, üç mesaj attığını söylemeyi unutmuşum ben o zaman. Biliyor musun yüzbaşı? Ben hiçbir şeyi hatırlamıyorum.” Beni şuan bir tek Allah kurtalabilirdi.

 

Gözlerini kapattı. “Ben sana şimdi ne yapayım? Kızayım mı, hesap mı sorayım Cansu? Ben seninle ne yapacağım?” Dizlerimi daha çok kendime sardım. “Sarhoştum ama yüzbaşı.” Gözünü açtı. “Ulan adamı az kalsın ölüyordum ben. Tek kelime bile etmedi.” Omuz silktim. “Delikanlı adammış,” dediğimde, “sus,” diye kızmaya başladı.

 

Kendini savun Cansu. “Ya çocuk muyum ben? Kalk Cansu, otur Cansu. Bunu yapma Cansu, git Cansu. Ben sana aynısını desem, hoş olmazdı değil mi? Abi diyince de kızıyorsun. Birşeye de tamam de be adam. Hem ben sana hesap vermek zorunda değilim. Git kardeşine sor hesabını. Sanki ben yavşadım adama.” Güneş’e birşey yapamazdı.

 

“Sus Cansu,” dediğinde, “tamam,” dedim. Saygılı bir insandım ben. “Ulan kardeşim ayrı bir dert, sen daha ayrı bir dert. İnsan hiç mi değişmez be? O konser alanında bile kavga ettin adamlarla.” Hatırlamıştım o günü. “Adam’ı tek kafayla bayıltan bendim sanki. Hatırladım canım, hepsi beynimin içinde. Her hareketimi, dikkatle inceleyen bendim sanki.”

 

Buraya doğru gelen, Çavuş’u gördüm. “Çavuş,” diye seslendiğimde, kucağıma gelip, yüzümü yalamaya başladı. Bu hayvan bile ondan daha medeniyetliydi. “Biraz Çavuş’u örnek al. Medeniyetli köpek. Ama sen, dağ ayısı.” Çavuş tam aşık olanacak adamdı.

 

Maalesef Çavuş, ayrı dünyaların fanileriyiz. Dişi köpek olsam, ilk sana bakardım. Ah ulan hayat..

 

Havladı bana. Yere inip, ortaya uzandı. “Ya havle,” diye söylendi. “Islah ettirdin bana be kadın. Sinir hastası ettin beni. Ne akıl bıraktın ne denge.” Onları yapmış olabilirdim. “Aklın önceden de yokmuş! Asker evinde, nasıl ilk yardım çantası olmaz? Yarın gidip, kendim alacağım. O dikişte ne zaman yapıldı?” Kaşlarını çattı. “Sanane,” dediğinde, küfretmemek için kendimi zor tuttum.

 

“Sana kalsa, o dikişi de yaptırmazdın değil mi,” diye sorduğumda, “evet,” dedi geniş geniş. “Birde evet diyor,” dediğimde, “yalan mı söyleyeyim,” dedi. “Ya havle, ya havle! Sıyrık diyorsun bi de ona! Hiçte sıyrılmış gibi değildi.” Konu ne ara buraya gelmişti?

 

Oflayarak, yanına oturdum. Oturduğum yer, yaralı kolunun karşısıydı. “Çıkar üstünü,” dediğinde, bir anlık şaşırdı. “Ne?” Bu adam benle dalga geçiyor olmalıydı. “Çıkar üstünü,” diye tekrar edince, “neden,” diye sordu. Çok yanlış anlamış olmalıydı.

 

Sapık adam!

 

“Canım istedi,” dedim tebessüm ederek. Gözlerimi devirdim. “Yarana bakacağım be!” Söylendiğime göre, tebessümü silebilirdik. “Gerek yok,” dediğinde, “Barut, burdan bir çarparım sana.” Yarım bir şekilde gülümsedi. “Çarpsa’na,” dediğinde, tekrar gözlerimi devirdim. Acıdan besleniyordu manyak!

 

Sinirlenmek işe yaramamıştı. Aman, bu adam her şekilde anlamıyordu. “Barut,” diye üste çıkmaya çalıştım. Boy farkı, bunu zorlaştırıyordu. “Elin kızının önünde, niye üstümü çıkarayım ben,” dedi eğlenen bir sesle. Dalga geçiyordu benimle.

 

Allah'ım, bu adama biraz akıl ver! Hatta benden al ona ver yarabbim! Kullansın biraz adamcağız.

 

Sakin olmaya çalıştım. “İmam mısın sen Barut?” Uzun bir süreden sonra, ona Barut diye seslenmiştim. “Üstünü çıkarmayınca imam mı olunuyor?” Dalga geçiyordu benimle. “Ben şimdi bir çıkartırım.” Kaşlarını havaya kaldırdı. “Çıkartır’sın? Tövbe, tövbe.” Ağlamama ramak kalmıştı.

 

“Siktir git Barut! Adama iyilik yaramıyor ki. Sapık herif!” Güldü salak. Baya baya, kahkaha atarcasına güldü. “Şuan tam tersi görünüyor,” dediğinde, “of,” diye bağırdım. Daha fazla güldü gerizekalı.

 

Ayağa kalktım. “Nereye,” dediğinde, “cehennemin dibine! Gidiyorum ben,” diyerek, kapıya doğru gittim. Daha doğrusu, gidemedim. Çünkü, bileğim den çekmesiyle, üzerine düşmem bir oldu.

 

Ufak bir çığlık attım düşerken. Elimi omuzlarına koyup, yüzümün üstüne düşmekten kurtuldum. “Ne yapıyorsun sen gerizekalı?” Yüzünde ki sırıtış hala vardı. “Ne yapıyormuşum?” Bira hiç buna yakışmamıştı.

 

Yüzü çok yakındı, hemde fazlasıyla. Bacaklarını genişçe oturmuştu ve bacakların arasına düşmüştüm. “Barut,” dedim dişlerimin arasından. “Efendim,” derken, eğleniyor gibi görünüyordu. “Oynama benimle. Sonra zararlı sen çıkarsın.” Cansu Bozok’la uğraşmak, canına susamaktı. Zamanı gelince, herkes bunu anlayacaktı.

 

Hiç umursamadı. “Öyle mi dersin?” Bana benim gibi cevaplar vermesi, canımı sıkmaya başlamıştı. “Bira sana hiç yaramadı. İyice gıcık olmaya başladın.” Olduğumuz konum, daha da beterdi. Ama nedense bu durum beni rahatsız etmedi.

Bir anda, “deniz kızı,” dediğinde, “ne,” dedim hala ters bakarken. “Вы очень красивы." Ne demişti? Sormamak için, kendimce bir müdahaleye girdim. Sorsam da cevap vermeyecekti.

 

Yüzümü incelerken, gülüşü yavaş yavaş soldu. “Проклятие! Почему ты такой красивый?” Artık, türkçe konuşabilecek misin? “Yüzbaşı,” dediğimde, “Barut desene,” demesini beklemiyordum. “Barut, türkçe konuşsana oğlum.” Güldü yine. Yemin ediyorum, gerçekten acıdan besleniyordu bu adam.

 

“Deniz kızı,” dediğinde, “ne var,” diye yükseldim. “Yerin rahat mı? Benim için sıkıntı yok ama.” Anlamaz gözlerle ona baktım. “Ne?” Yarım bir şekilde tebessüm etti. “Çocuksun sen, farkındasın değil mi?” Çocuk olsaydım, hiç gülmezdim yüzbaşı.

 

Arkadan bir ses geldi. “Komutanım, biraz sesiz olabilir misiniz? Bir hafta uyumadım, acıyın bana. Zaten psikolojik olarak çökmüş durumdayım. Çikolata kaldı mı evde?” Gözlerini ovalayarak, buraya gelen Helin’i görmeyi beklemiyordum.

 

Bizi gördüğünde, kendi kendime küfür ettim. Gözlerini kırpıştırarak, bize şaşkın bir bakış attı. Çavuş koşarak onun yanına gitti. “Komutanım, özür dilerim. Ama, amına koyayım ben böyle işin. Cansu Hanım, sizin burada ne işiniz var? Hem,” derken sustu.

 

Anlamaz gözlerle baktım. “Hem ne,” derken, hem’in ne olduğunu anladım. Hızla ayağa kalktığımda, Barut’un bıyık altından halime güldüğünü görüyordum. Gülme bakışını attıktan sonra, Helin’e döndüm.

 

“Tamamen yanlış anlaşılma,” dediğinde, omuz silkti. “Cansu Hanım, sonra anlatsanız olur mu? Komutanım, çikolata kaldı mı?” Anlamaz gözlerle ona baktım. Başkası olsa, iki saat soru sorardı. Onun bu hali benim işime gelirdi.

 

Rahatça yerime oturdum. “Kızım iki kilo çikolata yemedin mi sen? Kalmadı bende daha çikolata. Çikolata mı sıçıyorum ben?” Tersçe baktım. “Kız istedi işte, iki dakika alsan ölür müsün? Tekelde satılıyor bir kere.” Tekel de yaşıyordum çoğu zaman.

 

Ayağa kalktı söylene söylene. “Buna da tamam lan. Alıyorum bir kilo çikolata. Daha fazla yok ama.” Ceketini alıp, dışarı çıktı. “Cansu Hanım,” diye bağırınca, irkildim.

 

Önüme sandalye çekip, hemen karşıma oturdu. “Anlatın,” dediğinde, “az önce merak etmiyordun,” dedim imalı imalı. “O komutanım’ın yanındaydı. Noldu, öpüştünüz mü?” Öksürmeye başladım. Gözlerimi kocaman açıp, “yuh,” diye bağırdım. Bu kızda da utanma yoktu.

 

Baran’ın kız hali olduğunu öğrenmiş olduk.

 

Belime yavaşça vurarak, “helal,” dedi. Kendime gelerek, “abart,” dedim. “Anlatacağım ama bir daha Cansu Hanım demek yok. Cansu Hanım ne ya,” dediğimde, “ağız alışkanlığı,” diye cevap verdi. “Hadi anlatın,” diye söylendi.

 

“Ben evsiz kaldım. Baran’a da gitmemi yasakladığı için, buraya geldim. Bu gıcık komutanın, beni gıcık edince, gitmeye çalıştım. Ayağa kalktığımda, dengem kaydı düştüm. O sıra geldin. Aa, masum bir insanım ben Helin.” Çok masumdum.

 

Ofladı. “Keşke olmasaydınız,” dediğinde, kolunu cimcikledim. “Siz tim’ce delirmişsiniz. Dizilerde ki akıllanmaz, usanmaz timlere taş çıkartırsınız yemin ederim.” Sırıtarak, göz kırptı. İltifat ettiğimi sanıyordu galiba.

 

Timin delisi bile beni bulurdu ya.

 

Çavuşa baktım. Sen benden daha akıllısın be çavuş. Hatta sen hepimizden daha masum ve zekisin. Sana köpek denmez ki, kangalım benim. İşte, dişi kangal olup, senle olmakta vardı bu hayatta. Ama ne yapalım, imkansız aşk bizim ki.

 

Helin’e baktım tekrar. “Hangileri öldü,” diye sorduğumda, “hepsi,” diye cevap verdi. “Askeriye’yi temizleme cezası aldılar. Yarın kontrol’e gideceğim. Komutanım yardımı yasakladı bana.” Benim yüzünden düştükleri hale bak!

 

Aklıma gelen bir fikirle, elimi şıklattım. “Sana yardım etmeni yasakladı. Ama bana yasaklamadı,” dediğimde, “yine de üç güne anca biter orası,” dedi. “Ya bir saatte bitmesini sağlarsam?” Anlamaz gözlerle bana baktı. “İmkansız.” İmkansız diye birşey yoktur canım.

 

“Şuan temizlik yapıyorlar değil mi?” Olumlu anlamda başını salladı. Ayağa kalktım. “Koş Helin koş. Ben açtım belayı, ben kapatacağım.” Anlamaz gözlerle bana baktı. “Ama,” demesine kalmadan, kolundan tutup, dışarıya sürükledim.

 

Ayakkabıları, beş saniye de giydik. “Cansu Hanım, nereye,” diye söylenirken, gelen taksiyi durdurdum. Şanslısın Cansu. Adam durunca, arka kapıyı açtım. İlk Helin’i, sonra kendim girdim.

 

“Abi, askeriye’ye,” dediğimde, “tamam ablam,” diyerek, arabayı sürmeye başladı. “Cansu Hanım, bu sefer biz gerçekten bittik. Komutanım beni de öldürecek sizin yanınızda.” Ne korkuyorlardı bu yüzbaşından.

 

Hiçte korkunç birisi değildi yüzbaşı. Hem bence artık o yüzbaşı değildi. Barut’tu o sadece. Gerçek olan Barut. Bir tek bana mı öyleydi yoksa? Hem öyleyse, niye sadece bana özeldi?

 

Cevapsız sorular...

 

Omuz silktim. “Bütün suç bende. Hatta sen gelmedin, ben seni zorla getirdim. Zorla getirirken, sen onu aramaya çalıştın ama izin vermedin. Korkma bu kadar, güven bana.” Güvensiz bakışlarla bana baktı. “Tim de size güvendi de, sonucu,” dediğinde, “sarhoştum ama,” diye savunmaya geçtim.

 

Telefondan bir konuşma yaptım. “Tamam, yirmi dakikaya gelsin. Gelmezse, hepinizi kovarım,” diyerek, yüzüne kapattım telefonu. “Şık, şık, şık,” dedim, Şule gibi. “İş tamamdır,” dediğimde, kaşlarını çattı.

 

“Nasıl yani,” diye sordu. “Ben Cansu Bozok’um,” dedim soy ismimi bastırarak. “Açılmayacak kapı yoktur bana,” dedim. Anladığında, alkışladı beni. “Helal olsun,” dedi gururla.

 

İlk defa işe yaradın Arda Bozok.

 

Araba durduğunda, parasını verip aşağı indik. Askeriyeye girecekken, “ben gelmesem,” dediğinde, “hadi ama,” dedim. “Sen asker’sin kızım, güçlü dur. Laf söylerse, burnundan getir Baran’ın. Çokta getirme ama,” dedim biraz onu savunarak.

 

Kolundan tutup, askeriyeye sürükledim. “Cansu Hanım, komutanlık düşündünüz mü siz hiç? Benden daha iyi olurmuşsunuz, o kesin.” Helinden daha iyi olmazdım. Sadece, sevdiklerine çok düşkün ve çocukça seviyordu. Diğerlerine karşı, aslan kadar güçlü oluyordu.

 

“Hayır Helin, senden daha iyi olmazdım. Sadece, sevdiklerini benden daha fazla düşünüyorsun.” Açık sözlüydüm. İçimden ne geçerse, yüzüne söylerdim. “İltifat sayıyorum,” dediğinde, çoktan askeriyeye girmiştik.

 

İlk Gökhan abinin sesi geldi. “Baran, temizlesene lan şurayı düzgün! Ne diye, yeni gelinmiş gibi davranıyorsun?” Köşeyi döndüğümüzde, onların sesi geldi. “Hayatım da temizlik yapmışlığım mı var benim? Ben her geçen gün, Helincik’in kıymetini, daha iyi anlıyorum dadaş. O olmasa, ben bok çukurunda yüzermişim. Tabi, sonum artık bu bence.” Çok yanlış tesbit.

 

Fırat güldü. “Kader buymuş be komutanım. Kaan komutanın suçu günahı olmadan, bu hale geldi. Siz iyi sayılırsınız bence.” Baran, Fırat’a dertli bir şekilde baktı. “Fırom, sana kızacak mecalim bile yok. Sen bana hatırlat, ben seni sonra döverim.” Yutkundu Fırat. “Emredersiniz komutanım,” dedi camı silerken.

 

Kaan konuştu. “Ulan, hangi gerizekalı Cansu’ya içki verdi? Verenin ta amına koyayım ben!” Anladım enişte. “Baran, ağzına sıçayım senin ben! Komutanım, bu vermiştir kesin,” dedi Gökhan abi. “Halimize bak, babamın evinde prensler gibiydim ben.” Diğerleri güldü. “Valla ben vermedim dadaşlar. Deli miyim ben kendimi yakayım?” Doğruydu.

 

Ortama giriş yaptım. ”Beyler,” diye güzelce girdim. “İyi insan lafın üstüne gelirmiş. Tabi, ne kadar iyiyse?” Lafı soku Gökhan abi. Elinde ki bezi, bana attı. “Al biraz sen temizle. Kolum koptu.” Elimde ki beze, şaşkınlıkla baktım.

 

“Ben temizlik yapmayı bilmiyorum ki,” dedim masumca. Fırat, elimden aldı bezi. “O zaman ben alayım ablam.” Camı silmeye, bu bezle devam etti Fırat. “Al ablam,” dedim. Çapkın Fıro’nun haline bak sen.

 

Helin gelmemişti. Baran bana baktı. “Evsiz mi kaldın Cansu?” Onaylı bir şekilde başımı salladım. “Bir hafta boyunca hemde,” dediğimde, “fazlaymış lan,” dedi. “Ama, size iyi bir haberim var!” Hepsi bana baktı.

 

İlk önce enişteye baktım. “Komutan, seni kurtardım. Kanıtlarla bütün suç üstüme kaldı, sen kurtuldun.” Kaşlarını çattı. “Nasıl lan? Ben,” dediğinde, “sus, kaldı işte. Açmaya gerek yok değil mi,” dediğimde, ”zilli,” diye söylendi.

 

Fırat’a baktım. “Zaten sen arada kaynamış olmalısın Fıro. Bir daha girme ama o sitelere. Gireceksen, beni de çağır.” Şakaydı tabi ki. “Biraz öyle oldu,” diye onayladı. Geriye Gökhan abi ile Baran kalmıştı.

 

Gökhan abiye baktım. “Sen suç ortağısın zaten. Komutan’ın yanında, seni de katarım ben abim. Merak etme sen, prens haline geri döneceksin.” Diye imayla güldüğümde, elinde ki fısfısı yüzüme sıktı. “Çok konuşma kız,” dediğinde, ‘tamam Gökhan abi,” dedim.

 

Baran’a baktım. “Beni de hallettiysen, şeytandan önce gelirsin Cansu. Benim işlediğim bokları saymaya, sol melek yetişemiyor.” En azından dürüst’tü. “Onu zaten biliyoruz. Yarı yarıya günahları bölüşerek, en aza indireceğiz. Hem, bu temizlik işinden de yırtacaksınız. Bence telafi ettim he?” Hepsi tersçe baktı.

 

Gülümsedim. “Ettim, ettim,” dedim. “He madem, halledene kadar bende yardım edeyim. Yerleri süpürürüm, onu yapmayı biliyorum.” Gözlerini devirdi Gökhan abi. “Zebani,” dediğinde, “aşk olsun, ne zebaniliği mi gördün benim? Melek gibi insanım ben,” dedim.

 

Sol meleğin eli yoruldu yazmaktan.

 

Hepsi, tekrar temizlik yapmaya koyuldu. Arkama baktığımda, Helin’in elinde bir Kova su olduğunu gördüm. Ne yapacağını anlayınca, gözlerim kocaman açıldı. Söyleyecekken, iş işten geçmişti.

 

Buz gibi bir kova su, Baran’ın üstünden boşalmıştı.

 

“Siktir,” diye bağırdığında, Helin kahkaha attı. “Hava sıcaktı Barancık. Ferahla diye canım.” Baran, “Helin,” diye bağırdı. Helin tekrar acımasızca kahkaha attı. Hava eksi iki derece be yavrum.

 

Hepsi güldü. Ah, Fırat’ın gülmemesi gerekiyordu. Fırat’a tersçe baktı. “Ne gülüyon Fıroş?! Hayırdır lan!” Fırat’ın yüzünde ki gülümseme dondu. “Yok komutanım, size gülmedim ben. Aklıma birşey geldi de, ona güldüm ben.” Baran öldürücü bakışlarını sürdürünce, olduğu yere sindi Fırat.

 

Çaylak olmak dünyanın en zor şeyiydi. Hemde başınızda Baran gibi komutanınız varsa. “Bende öyle düşünmüştüm,” diyerek Helin’e döndü. “Sen başlattın,” diyerek, bir kutunun yanına gitti.

 

Açıp, içinden şeftali çıkardı. Helin, “sakın,” diye gözlerini kapattı. “Şeftali çok tatlı görünüyor Helincik. Yer misin sende şeftali?” Helin değişik haraketler yapmaya başladı. Tiki varmış gibiydi.

 

Siktir! Zaten tiki vardı!

 

Helin, “nereden buldun sen onu ya,” dedi ağlamaklı bir sesle. “Kim aldı o zıkkım’ı?” Baran’ın keyfi yerine gelmişti. “Şeftali mi?” Helin yine hareketi yaptı. Şeftali diyince, eli boynuna gidiyor ve başı arkaya doğru kayıyordu.

 

Gökhan abi, “bırak lan o şeftaliyi,” dediğinde, Helin yine aynısını yaptı. “Gökhan! Bir daha şeftali derse, komutan’ımı ararım! Bakın, şakam yok yaparım bunu.” Yapardı valla.

 

Benim müdahale olmam lazımdı. “Baran,” diye yanına gittim hemen. “Olum bırak elindekini. Valla, olan bize olur. İkimiz de zaten boka batmış durumdayız, daha fazlasına gerek yok.” Baran’ın umrunda değildi bile. “Şeftaliyi mi demeyim Cansu? Peki, demem bir daha şeftali.” Allah'ın cezası adam.

 

Geriye çekildim. Fight başlasın beyler. Çocukları pisten alalım lütfen.

 

“Diline eşek arısı soksun senin!” Deli edecekti beni bu çocuk! Helin, “Baran,” diye bağırmasını umursamadı. Keyfi yerindeydi. “Efendim Helincik?” Helinin ters yüzünün ardından, yumuşacık bir tebessüm belirdi.

 

Huyuna gitmeye çalışıyordu. Olmuyordu, yüzde yüz tesbit. Yüzbaşına ne zaman yapsam, hemen ters tepiyordu. Ama Baran aşıktı, onda ters tepmezdi belki. Tıpkı benim gi...

 

Ne diyorsun sen Cansu? Kendine gel kızım, kanma bunlara. İç ses, susar mısın lütfen? Az önce ki kelimeyi kesinlikle kullanmadık. Tamam mı kızım? Kaç o kelimeden, uzaklaş. Başına fazla bela açar o kelime. Daha önce o belayla uğraşmadın, kalkamazsın altından.

 

Hemen düşünceleri sildim. “Barancık,” dedi masum masum. “Çocuk musun sen? Koskoca, teğmen Baran Devran olmuşsun değil mi? Yakışıyor mu hiç bu hareketler?” Teğmen mi? Sen neymişsin be Baran.

 

Baran kırılmaya çalıştığını görünce, gülümsedi. “Öyle miymiş?” Helin olumlu anlamda başını salladı. “Öyle tabi. Kaç yaşına geldik, hala çocuk gibi kavga ediyoruz. Atalarımızdan kalma, sulh anlaşması teklif ediyorum. Meselemizi konuşarak halledebiliriz.” Ben böyle U dönüş görmemiştim.

 

Şeftaliye baktı Baran. “Yüzyılın yapamadığını, sen yaptın lan? Şeftali imparatorluğu kur sen,” dediğinde, Helin’in tiki aktifleşti. “Baran! Öküz, orangutan! Aptal herif! Ne sulh anlaşması be! O elinde ki gitsin, götüne yiyeceksin kurşunu! Yok sana hiçbir şey! Keşke sıksaydı komutanım emanetine de, yürüyemeseydin bir daha! Pislik şeytan!” Melek gibi kızı, bu hale getirenler utansın.

 

Baran’ın karnına tekme attı gözleri kapalı. Baran geriye sendelenirken, sırıtıyordu. “Sulh isteyen kıza bak.” Helin kaşlarını çattı. “Şerefsiz’se insan, sulh’un ne anlamı var? Ben niye geldim ki buraya. Cansu Hanım, öküze yardım edilir mi hiç? Bırakın, bokunda boğulsun!” Kendimi gülmemek için zor tutuyordum. Baran bunu anlamış olmalıydı.

 

Bana bakmadan, “sakın bana bakma,” diye mırıldandı. Gerizekalıya laf anlatılmazdı. Anında ona döndüğümde, o da bana baktı. Bir saniye, kahkaha tufanı. Ona baktığım an, kahkaha atmaya başladım. O da aynı şekilde.

 

Diğerleri de halimize güldüler. Helin hariç tabi. “Sizden beklemezdim,” dediğinde, kahkahamı durdurmaya çalıştım. “Özür dilerim,” dedim kahkaha atarken. Geriye düşecekken, Baran’ın kolundan tuttum. Daha fazla kahkahalarla güldü. “Gerizekalı,” dediğinde, “üzüm üzüme baka baka kararır,” diye lafı çaktım.

 

Bu tim ne ara herşeyim olmuştu?

 

Arkadan bir ses geldi. “Eğlence’niz bol olsun,” diye arkadan bir ses geldi. Çok şükür ki, yüzbaşı değildi. Baran daha önce baktı. “Eyvallah Kerem,” dediğinde, arkamı döndüm. Bu Kerem de kimdi?

 

Arkamı döndüğümde, sebepsiz yere kaşlarımı çattım. Adam’ın bakışları bana yöneldi. Yüzünde değişik bir ifade geçmedi. Kahkaham söndü yavaş yavaş. Yerine sorgularcasına baktım.

 

Bu yüz bana tanıdık geliyordu. Geniş ve kaslı vücudu, dar siyah tişörtünden belli oluyordu. Saçları yandan kesilmiş, önü bırakılmıştı. Sert ve keskin bir yüz hattı vardı. Kaşları biraz kalın, burnunun üstünde kırık izi vardı. Siyah keskin gözleri, insanı ürpertiyordu. Daha yeni tıraş olmuş gibiydi.

 

İçimden anlamadığım bir his geçti. Dikkatlice adamın yüzüne baktım. Gülme sesleri yavaş yavaş sustu. “Ben,” diye yanına doğru gittim. Tam önüne gelince, aşağıdan ona baktım. Kaşlarım hala çatıktı, sorgular bir şekilde baktım. Dudaklarımı birşey söylemek için araladım. Diyecek birşey bulamayınca, dudaklarımı geri kapattım.

 

Bu adam da birşeyler vardı.

 

“Noldu küçük hanım?” Sustum. Yüzü son derece ifadesizdi. Yüzünü dikkatlice inceledim. “Bir yerden,” diye mırıldandım. “Bir yerden ne?” Ellerini pantolonun ceplerine sokmuş, öylece bakıyordu. Bakışlarına anlam veremiyordum.

 

Başımı iki yana salladım. Arkadan Gökhan abinin sert sesi geldi. “Cansu, birşey mi var?” Bilmiyorum ki Gökhan abi. Cevap vermedim. Başımı sağa yatırdım hafifçe.

 

Gözüm şah damarın orada ki, dövmeye takıldı. Yılan dövmesi vardı. Ama altında kızarığı belli oluyordu. Benim belimdekiyle aynısıydı.

 

Yanık iziydi...

 

Canım acıdı. Yutkunamadım, genzim’e bir yumru oturdu. “Yılan dövmesi,” diye mırıldandım. “Nerede oldu,” diye sordum. gözlerine bakarak. ”Ne, nerede oldu?” O yanık izi diyemedim.

 

Yüzü hala aynıydı. Bakışlarından ise anlamadığım bir sürü ifade geçiyordu. Ondan izin almadan, yavaşça dövmesine dokundum. Dokunduğum an yutkundum. O ateş parmaklarımı yaktı sanki.

 

İşaret parmağımı, üzerinde gezdirdim. Dokunuşum onu irkitmişti. “Yangın,” diye mırıldandım. “Yangın,” diye tekrarladı beni. “Depo,” diye acıyla mırıldandım. “Depo,” diye tekrar etti beni.

 

Gözlerimi zorlada olsa, yanık izini dövmeyle kapladığı yerden ayırdım. “Kimsin sen?” O da aynı şekilde gözlerime baktı. “Keskin nişancı” dediğinde, onu sormadım diyemedim. Dilim tutulmuştu sanki.

 

“Keskin nişancı,” diye tekrar ettim. “Keskin nişancı Kerem,” dedim bu sefer. “Cansu,” dedi kolumdan çekti beni Baran. Onu ilk defa, bu kadar ifadesiz ve soğuk görüyordum. İlk defa gülmüyordu. Bana hayırdır bakışı attı.

 

Elinde ki şeftali kaybolmuş, Helin’le uğraşmayı bile bırakmıştı. Ona bir saniye bakıp, hemen adama geri baktım ama. Bakışlarımı adamdan ayırmadım. O da benden ayırmadı. “Kerem,” dedim sesizce. Ben bile sesimi zor duymuştum. Kilitlenmiştim sanki gözlerine.

 

Ne oluyordu bana?

 

Aklıma o isim geldi. “Arda Bozok,” dedim gözlerine anlamadığım bir şekilde bakarak. Duruşu daha da dikleşti. İfadesiz bakışları, soğuklaştı. “Tanımıyorum,” dedi. Öyle bir dedi ki, sanki öldürmüş gibiydi. Gerçekten tanımıyor gibiydi.

 

Dediğim şeyle, mümkünmüş gibi daha fazla kaşlarımı çattım. Ne alakaydı o? “Cansu,” dedi kolumdan silkeleyerek Baran. Anlamsız gözlerle ona baktım. Gözlerimi görünce, “kendine gel,” dedi.

 

Ben deliriyor muydum? Delirmiyorsam, bu beynim’in oyunları bana neydi? Hem kalbim neden durmuş gibiydi. Kalbim’e büyük bir ağrı çöktü. Kendime gelmeye çalıştım.

 

Gökhan da öteki tarafa dikilmişti. “Rahatsız ettiysek, sesiz oluruz. Haydi, Allah rahatlık versin,” dedi adama. “Bana uyar.” Diyerek arkasına dönüp gitti. “O kim?” Diye sordum Baran’a.

 

Kaşlarını çattı. “Sanane,” dediğinde, “Baran,” dedim. “Tanıyor musun onu?” Durdum iki saniye. “Bilmiyorum,” diye mırıldandım. “Nasıl bilmiyorsun kızım?” Kendine gelmeye çalıştım.

 

“Yeni mi geldi?” Bu adamda, anlamadığım birşeyler vardı. “Time geleli bir ay olmadı. Kerem, soyismi yok. Yetimhane de büyümüş diye biliyoruz.” Başımı iki yana salladım. Gittiği yola baktım. “Yangın, depo ve yılan dövmesi,” diye fısıldadım.

 

Herkes şüpheyle bana bakıyordu. Ve Arda Bozok... Gerçekten bu adam kimdi? Diğerlerine çaktırmamaya çalıştım. “Aman, boşver,” dedim sallamış gibi yaptım. Tam tersine, beynimi yiyordu düşünceler. “Gökhan abi, bana temizlik yapmaya öğretsene.” Kaşlarını çattı. “Hizmetçi miyim lan ben?” Sırıttım ukalaca. “Yok, prensesler gibisin canım sen. Pardon, prensler gibisin.” Yüzümü taklit ettiğinde, güldüm.

 

Ben hariç kimse gülmedi. Normalde kahkaha atarlardı. Hepsine umursamazca baktım. “Ne böyle somurtuyorsunuz. Fırat, bir şarkı aç be koçum. Neşemiz yerine gelsin.” Mutluluk kaldıysa tabi. Hayat yüzümüze bir kere gülüyor, bin acı veriyor be.

 

Baran bile sustu. Bu sefer, buraya iki belediye de çalışan, iki adan geldi. “Aha, geldi süprizim.” Adamlar bana baktı. “Abla, arka taraf tamam. Bir tek bu taraf kaldı,” dediğinde, “ne ara lan,” diye sordum. Göğsü kabardı hemen. “Abla işimizi hızlı yaparız biz.” Doğruydu, yapmışlardı valla.

 

Baran kaşlarını çattı. “Ne işi tamam? Ne işler karışıyor burada bensiz?” O da vardı. “Temizlenecek bir tek bura kaldı diyor. İş tamam beyler,” dediğimde, “yemin et,” dedi Kaan. Sesizce olayları izlerken, ilk defa konuşmuştu.

 

Hepsi sırıttı. “Kardeş işte,” dedi Gökhan abi yanaklarımı sıkarak. Yüzüm büzüştüğünde, gülerek elini çekti. “Gökhan abi. Meyhaneye gidelim mi? Zaten iş bitti, kimse de birşey demez.” Sırıttı. “Gidelim ulan.” Ben bu adama bayılıyordum ya!

 

İşçilere baktım. “Beyler, burayı temizledikten sonra, yüzbaşının ismini verip çıkın sesizce. Kimse, burada olanları bilmeyecek. Maaşınızı, fazlasıyla yatırdım.” Adamlar’ın maaşı duyunca keyfi yerine geldi.

 

“Sen merak etme abla. Sizin isminizi kimseye vermeyiz,” dediğinde, “aferim,” dedim. “Millet, yolumuz belli,” dedim. Helin, “kendine benzettin gül gibi kadını,” dedi Baran’a kızarak. “Benim ağzımdan tek bir laf çıkmadı Helincik. Hem meyhaneye hayatım boyunca gitmemiş bir insanım.” Yalancı bakışı attım.

 

Büyük yalandı. “Beraber gitti-,” derken, eliyle ağzımı kapattı. “Dediğim gibi,” dediğinde, Helin gözlerini devirdi. “Ben gelmiyorum meyhaneye. Günahkar olamam bir gece için.” Baran’ın elini çektim. “İçmez’sin.” Bana baktı. “Cansu Hanım, siz niye uyuyorsunuz bu yarım akıllara.” Lan fikir benden çıktı.

 

Enişte noktayı koydu. “Tim, hedef meyhane. Bu bir istek değil, emirdir. Emirlere uyulur değil mi Helin Başçavuş?” Kaan’a baktı. “Emredersiniz komutanım. Ama şunu bilin ki, içeceklerimin günahı sizin üzerinize.” Ben alabilirdim. “Tamam, bizim üzerimize. Hadi ya, eğleneceğiz biraz. Yok savaş yok gazap. Biraz neşe, biraz efkar.” Oflayarak, yürümeye başladı.

 

Baran bana baktı. “Bizim kesinlikle daha önceden tanışmamız gerekiyordu,” diye bir fikir sundu. “Yok, Güneş’e bir tek ben yeterdim.” Güldü dışarı çıkarken. “Aslanın kardeşi de aslandır.” İşte bu doğruydu.

Fırat lafa dadandı. “Benim bildiğim on numara mekan var.” Hiç şaşırmamıştım nedense. “Fıroş, seninle birgün gece kulübüne gidelim mi? Sana bir kız, bana yakışıklı bir oğlan buluruz. Ne dersin?” Başını iki yana salladı. “Oğlan işi bozar,” dediğinde, “ayıp ediyorsun,” dedim kınayarak bakarak.

 

Kaan, “azrail diye biri gelir yanınıza,” dediğinde, “niye,” diye sordum. “Komutanım orayı cehennem yapar da,” dediğinde, “ona ne be,” dedim. “Gece kulübüne gitmekte mi yasak?” Valla, yasaklara uyan bir insan değildim.

 

Baran’ın arabasına bindik. Helin önceden binmiş, ön koltukta tersçe bize bakıyordu. “Sence değil mi,” dedi Gökhan abi. “Abi, sen yapma bari. Hem benim adım Cansu’ysa, gideceğim ben o gece kulübüne. Sırf inadıma,” diye belirttim. Yav, he he bakışı attı.

 

Arka koltuğa bindim. Baran sürücü koltuğuna, Helin’in yanına oturdu. İlk Gökhan abi, sonra Kaan ve en son Fırat bindi arabaya. Onlar geldikçe, yana kaydım. Fırat kapıyı kapattığında, araba çalıştı.

 

Baran, “Fıroş, konum ver,” dedi arkasına dönerek. Fırat konumu söyleyince, arabayı oraya sürdü Baran. Tim’ce, yola çıktık...

Loading...
0%