@gecemavisiyazarrr
|
Bu bölümden sonra haftada bir bölüm gelecek maalesef. Bunun sebebi elimde bölüm kalmaması ve okulun açılması. En kısa zamanda atmaya çalışacağım.
“Ne sen Leylasın, ne ben mecnun,” diye efkarla şarkıya eşlik ettim. Gökhan abi rakısını uzattığında, vurdum. “Ne sen yorgun, ne ben yorgun,” diye devamını getirdi. Diğer taraftan, “kederli bir akşam içmişiz, hepsi bu,” diye Kaan tokuşturdu.
Ne mi olmuştu? Hepimiz kendimizden geçmiştik. Helin hariç.
Baran, “Fıroş,” dedi yandan ona bakarak. “Efendim komutanım,” dedi anında. “Benim kafa gitti lan. Sen bile gözüme, tatlı geliyorsun.” Kahkaha attım. “Lan! Nasıl bir yokluktasın sen?” Başını çevirip, bana baktı. “Tövbe de,” dediğinde, “içme dedim sana o kadar. Olum, ben bile o kadar içmedim lan?” Rakısını havaya kaldırdı. “O zaman iç be Cansu.” Rakımı bu sefer onla tokuşturup, kafama diktim.
Helin yüzünü buruşturdu. “İnanmıyorum size! En çokta size Cansu Hanım. Liseli gençler gibi, evden kaçıp meyhaneye geldik.” Sırıttım. “Yaşlandık mı he Helin kıdemli başçavuş? Hem meyhane işte, daha ne istiyorsun? On numara mekan.” Gerçekten on numara mekandı.
Daha fazla yüzünü buruşturdu. “Uyumayı tercih ederdim.” O da onun zevksizliğiydi. Kaan’a baktım. “Komutanım, sizde yani.” Umursamadı. “Dünyaya bir kere geliyoruz. Sende anaaneme benzeme de, biraz sus.” Önüne döndü.
Fırat’a baktım. “Fıroş, sen nerden buldun lan bu mekanı? Valla, benimkinden bin kat daha iyi.” Fırat göz kırptı. “Baran komutanımdan,” dediğinde, Baran’ın yalandan yüzüne tükürürmüş gibi yaptım. “Yazık olsun sana. Beni o mekan yerine buraya niye getirmedin? Senin yüzünden karakola düştük.” Üç kişi gelmiştik. Yanımıza tabi ki Gökhan abiyi almıştık.
Umursamadı. Hatta güldü piç. “Ama düştüğünüz an ki, yüz ifadeniz çok iyiydi,” dediğinde, omzuna sertçe vurdum. “Pislik adam! Gökhan abi, dalga geçiyor ya,” dedim ispiyon ederek. Arkasına rahatça yaslanıp, efkarlı bir şekilde, rakısını yudumluyordu. “Geçme lan kardeşimle dalga.” Gökhan abi, kardeşim... Biz bence çok iyi ikili olmuştuk.
Helin, hepimize tersçe bakıyordu. “Beni ayakta tutan tek şey, Ahmet Kaya şuan. Bayılıp kalacağım buraya,” dedi isyan ederek. Hiçbir şey içmemişti. “Niye ki Helincik?” Baran’ın sarhoşken, Helin’le daha fazla ilgilenmesi... Ve hissettiği gibi bakması.
Helin, “neden acaba,” dedi sinirle. “Günahkar adam. Cehennemde yanınca, o kovada ki suyu çok arayacaksın sen.” Hala şeftali mevzusundaydı. Baran laf için gecikmedi. “Senin ateşinde yanmışım zaten Helincik. Cehennemde ki ateş bile, yüreğimde ki acıdan fazla olamaz.” Of, çok iyi laftı.
Helin sarhoşluğu ne etkisinde bunları söylediğinin farkındaydı. Helin Baran’ın karşısında, Fırat ise Kaan’ın karşısında oturuyordu. Ben Baran ile Fırat’ın ortasına geçmiş, Gökhan abinin karşısında oturuyordum.
Fırat’ın altta telefona baktığını gördüm. Modellere baktığını gördüğümde, “yuh,” dedim. Fırat telefonu sesimle kapatmaya çalıştı. “Kapatma lan. Orada ki adam ne be?” Kaşlarını çattı. “Af buyur abla?” Telefonu geri açıp, erkek modele baktım. Adam ateşti.
“Olum, bu adam kim be? Allah özene bezene yaratmış.” Fırat telefonu anında kapattı. “Cansu abla, sende ne çıktın ya.” Yüzümü buruşturdum. “Sen bakınca bir bok olmuyor ama?” Baran bizi duymuştu. “Fıroş, sana kız ayarlayacağım. Valla, bıktım lan senden. Birini bul artık be.” Fıroş ona baktı.
“Varlar ki,” dediğinde, “oha,” dedim. “Aldatıyor’san, buradan tokatı yersin Fıroş,” dedim sinirle. “Aldatmak sayılmaz bence. Zaten onlarla benle konuşurken, başkalarıyla konuşuyorlar. O yüzden sıkıntı olmuyor.” Bu adamın piçliği beni öldürecekti.
Tersçe, “Allah belanı versin Fıroş,” dedim.
Cevap için beklemedi. “Cümlemize verdi zaten,” dediğinde, sinirle güldüm.
“Serkan abi,” diye bağırdım. “Dolduralım masayı.” Helin, “daha ne içeceksiniz acaba,” diye homurdandı. “Sende iç artık Helin. Bir bardak bile içmedin. İstersen kırmızı şarap alalım varsa.” Meyhanede ne arayacaksa. “İstemez," dedi iğrenerek söyleyerek.
Baran, “Serkan, bira!” Serkan abi çıktı ortaya. “Beş dakikaya geliyor,” diye bağırdı. Kaan, “Baran, dokunmasın aslanım,” dedi sırıtırken. “Yok be komutanım.” Arkadan, Meyhanelerde sen çalıyordu.
Helin’e baktı. “Meyhaneler sen, içtikçe biten ben. Senden vazgeçersem, haram olsun. Tüm kadehler sen, kırılıp düşen ben. Beni mahveden sen, helal olsun,” diye şarkıyı söyledi ona. Gerçekten, ona fazla dokunmuştu.
Helin, “Baran, içme artık,” dedi dişlerini sıkarak. “Ayık kafayla hiç çekilmiyorsun.” Baran gülerek arkasına yaslandı. “Normalde çekiliyorum yani?” Helin cevap için beklemedi. “Siktir git Baran!”
Sinirle, önünde ki rakısından içti. Şaşkınlıkla dudaklarım aralandı. “Baran, sen gerçekten cehennemliksin,” dedim. Rakıyı kafasına dikip, beyaz peynirden yedi Helin. “Allah hepinizin belanı versin. Zaten vermişte,” dedi rakıyı doldururken.
Başka yerden ses geldi. “Bence de vermiş,” diyen sesi duyunca, gülüşüm dudaklarımda dondu. Gökhan abiyle, iki saniye bakıştık. “Siktir,” dedi iç sesimi dile getirerek. “Yüzbaşı,” dedim kafamı kaldırırken.
Masanın başında, bize bakıyordu. “Sus,” dediğinde, olduğum yere sindim. Ölüm sesizliği oluştu. Helin, “komutanım,” dedi yutkunarak. “Ne komutanım?” O da olduğu yere sindi.
Derin bir nefes verdi yüzbaşı. “Siz ergen misiniz lan? Evden kaçıp, meyhaneye kaçmak nedir? Birde almışsınız yanınıza dört tane lavuk.” Haklıydı adam. “Şöyle ki,” dediğimde, “nasılmış,” dedi bana bakarak.
Huyuna git kızım. “Kaçtık, kabul. Ama meyhaneye kaçtık canım. Valla kötü niyetimiz yoktu. Değil mi Helin?” İnsanların yanına hanım, bey getirmeyi sevmezdim. Bana da öyle seslenmelerini istemezdim.
“Doğru komutanım. Yemin ediyorum, masum bir aktivite.” Ona baktı. “Çok masummuş,” dedi. “Bir Güneş eksik galiba. Suç örgütü operasyonunda, biri eksik. Ulan, düşman bile sizin kadar iş çevirmiyor.” Doğruydu adam.
Gülümsedim tatlı tatlı. “Ama iş çevirmek sayılmaz ki bu. Meyhaneye de kızılmaz ki yüzbaşı. Hem gelmişsin bu kadar yol, sende iç birşeyler.” Bakışlarını görünce, “içme yada,” dedim kendime sinerek. Niye Gökhan abinin yanına oturmamıştım ki?
Kaan’a baktı. “N’aber yakışıklı?” Kaan da gitmişti. “İyidir Türkmen,” dediğinde, “am biti,” diye söylendi. Baran’a baktı. Baran ise konu dışıydı. Rakısını içerek, şarkıyı söylüyordu. Allah'ım onun kafasından istiyorum şuan!
Yüzbaşı tatlı tatlı gülümsedi. “Baran’ım, keyfin yerinde mi canım?” Baran, yüzbaşına baktı. “Aa, komutanım gelmiş,” dedi şaşırarak. Fırat’ın kulağına eğildim. “Bu sefer onu bende kurtaramayacağım,” dediğimde, “kimse bizi kurtaramayacak,” diye yanıtladı. Bu çocuk doğru konuşup, canımı sıkıyordu.
Ellerini masaya yaslayıp, Baran’a doğru eğildi. “Ya, ben geldim. Hem sarhoş mu oldun sen?” Kaşlarını kaldırdı Baran. “Kim dediyse yalan konuşmuş komutanım. Ben öyle bir insan mıyım?” Evet Baran, öyle bir insansın.
Serkan abi, tam zamanıymış gibi geldi buraya. “Barut’um,” dediğinde, durdum. Serkan abi kırklı yaşlarının başlarındaydı. Ama gören benimle aynı yaşta sanardı. Sadece sakalları biraz beyazlamıştı.
Barut’um derken? “Serkan abi,” dedi Barut’ta. “Hayırdır kardeşim, niye geldin? Sen pek uğramazsın buralara.” Son cümleyi demeseydin, lafı sokacaktım be Serkan abi. “Öyle olması gerekti abi. İki tane kaçak varda elimde.” Serkan abi direk bana baktı. “En büyük kaçak bu kız gibi geliyor.” Samimiyetsizce gülümsedim.
Baran sesli bir şekilde güldü. “Adam tek bakışla anladı be kızım,” dediğinde, dirseğimi karın boşluğuna geçirdim. Etkilenmedi bile. “Hemde ne kaçak,” dedi Serkan abiye. “Ayıp ediyorsun,” dedim kınayarak bakarak.
Serkan abiye baktım. “Bir sorun çıkarmadım değil mi abim? Hepsini söyleyebilirsin, kendimden eminim.” Neyi kanıtlamaya çalışıyordum ben? “Yok, çıkarmadı,” dediğinde, alnından öpmek istedim.
Serkan abi, masaya içkileri koydu. Sonra da sandalye masaya çekip, “otur sende oğlum,” dedi yüzbaşına. Kaşları her zaman ki gibi çatıktı. “Oturayım abi,” dediğinde, Helin sevinen tek insan oldu. “Komutanım, sizi bana Allah gönderdi. Delilerin içinde, tek akıllı kalmak bozuyordu beni.” Yalaka!
Haklıydı bir yandan da.
Yüzbaşı oturdu. Birayı açıp, kafasına dikti bardağa koymadan. “Yarasın,” dedim yandan. Niye en dibime oturmuştu bu adam? Fırat’ı direk yana doğru atıp, sandalyesini yanıma koymuştu. Fıroşum gitmeseydi iyiydi ama.
Dudaklarından çekti birayı. Hiç kimse birşey içmiyor, sadece ona odaklanmıştı. Anlamsızca bize baktı. “Ne diye cin görmüş gibi bakıyorsunuz? Buna mı kızacağım? Hem, komutan ile asker ilişkisi şuan yok.” Erkekler sırıtarak, içkilerinden içti.
Yüzbaşı, “Helin,” dediğinde, “efendim komutanım,” dedi ona dönerek. Cebinden karam çıkardı iki tane. “Al,” dedi birisini ona atarak. Helin gülümseyerek, “eyvallah komutanım,” dedi çikolata paketini açarak.
En sevdiğim çikolataydı.
Somurtarak önüme döndüm. En sevdiğim çikolatayı, gözümün önünde yiyecekti! Bu haksızlıktır arkadaş! Benim de canım çekti işte!
Yüzbaşı, sertçe önüme koydu çikolatayı. Şaşkınlıkla ona baktım. “Ye,” dedi tersçe. Sanki bomba atıyordu. İnat etmeyi hiç düşünmüyordum. Sırıtarak, paketi açtım. Teşekkür bile etmeden, direk çikolatan bir ısırık aldım.
Gökhan abi, “bize yok mu,” diye sordu. “Bok ye,” dediğinde, güldüm. “Aşk olsun," dedi Gökhan abi tesüf edercesine. “Gökhan abi, konu karam olmasa, sana verirdim. Ama konu karam, o yüzden vermem,” derken, kocaman ısırdım. Karam ile çiğköfte aşkımı kimse sorgulamasın.
Yandan, “düzgün ye,” dedi ayı. “Sus,” dedim iştahla çikolatamı yerken. “Ceyda da olsaydı keşke,” dediğimde, “çocuk meyhanede olsa,” dedi Helin şaşkınlıkla. “O olmazdı ama Samet olurdu. Bir iki bira içerdik onunla.” Şokla bana baktı. “Çocuk şube bile bu kadarını görmemiştir.” Kötülük yapmıyordum ki.
Yüzbaşı, “şaka yapıyor,” derken, alttan kolumu cimcikledi. Acıyla inledim. “İnşallah,” dedi Helin. Daha fazla konuşmadan, çikolatamın son kısmını yedim. Bittiğinde, mutsuzca homurdandım.
Herkes başka konuya dalmıştı. Baran Helin’e yürüyor, türkü parçalarını ona söylüyordu. Fıroş ile Kaan enişte, başka bir muhabbete dalmıştı. Gökhan abi, Baran’ın hallerine gülüyor, akıl veriyordu. Saf Baran’ım, sarhoşluğu’nun etkisiyle yapıyordu.
Yüzbaşına baktım yandan. Rakısından içiyor, önüne bakıyordu. “Daha ne kadar bakacaksın,” diye sordu bir anda bana dönüp. “Birşey takıldı aklıma,” dedim merakla. “Ne?” Yüzüne biraz daha yaklaştım. “Sen bizi nasıl buldun?”
Yaklaşmamı beklemiyor gibiydi. “Telefonundan,” dedi dürüstçe. “Ne,” dedim anlık anlamayan bir şokla. “Numaradan," diye mırıldandı. “Ne?” Ne diyorsun oğlum?
Sağ olsun, aptalca bakmamdan anladı. “Numaranı bulup, yerini tespit etmem bir dakika yirmi bir saniye mi aldı.” Kaşlarımı çattım. “Suç bu,” dediğimde, “yasal hakkım var,” diye lafı koydu. Oflayarak, arkama geri yaslandım.
Çikolata paketine baktım. “Niye bir tane aldın ki?” Kaşlarını çattı. “İkincisi dokunuyor sana. Yarın yersin tekrar.” Şaşkınlıkla ona baktım. “Yuh,” dedim yüzüne.
Beni biliyordu ve bunu saklama gereği duymuyordu. Bu adam... “Sen beni araştırdın değil mi? Sadece internet üzerinden değil, fiziksel olarakta araştırdın. Eğer yaptıysan,” diye devam edecekken, “yaptım,” dediğinde, dişlerimi sıktım. “Öküz,” diye bağırdım. Şarkıdan dolayı, sesim sadece ona gitmişti.
Sırıttı. “Bana olan sevgini çok güzel anlatıyorsun,” dediğinde, “sus,” dedim. “Sana beni araştırmana kim izin verdi? Kağıttan birşey çıkmaz zaten pekte, fiziksel araştırma nedir?” Baran’a baktı yandan. “Onu gönderdim,” dediğinde, “yapmaz,” dedim kendimden emin bir şekilde.
“Ona bu kadar mı güveniyorsun,” diye sordu.
“Kafama sıksa bile, bildiği vardır onun,” diye gereken cevabı verdim. Güneş benim için neyse, Baran da oydu.
Kaşlarını çattı. Birası’nı sertçe yudumladı. “Bana bile o kadar güvenmedin,” dediğinde, “neden acaba,” dedim bastırarak. “Ulan, araştırmışsın beni. Bir de hala güvenden bahsediyorsun.” Ters bakışları daha da tersleşti. “Kafama sıksa bildiği vardır diyorsun. O daha beter! Hem, sorsam cevap verecektin sanki.”
Derin bir nefes verdim. “Sordun mu peki? Merak ediyorum yüzbaşı, sinirlenmek yerine sordun mu? Kendince fikir yarattın, kızdın ama sordun mu?” Ters bakışları ikazımla yumuşadı. “Sorsa’ydım, cevap verecek miydin?” Durdum. “Verirdim,” diye mırıldandım.
Bu cevabı beklemiyor gibiydi. Birası’nı masaya bıraktı, tamamen bana döndü. “Не смотри так, русалка. Твой вид пугает меня больше всего.” Türkçe konuş artık! “Şuan sorsam cevap verir misin peki?” İçten sormuştu. Barut gibi sormuştu.
Yüzüne baktım. “Oyun oynayalım o zaman,” dediğimde, “nasıl,” diye sordu. Önüme dönerek, “millet, oyun oynayalım mı,” diye bağırdığımda, herkes bana baktı. “Ne oyunu,” diye sordu Baran.
Herkesin önünde ki bardağa, bira koydum. “Biri soru soracak, diğerleri yaptıysa içecek. Kim daha fazla içerse, istenen birşeyi koşulsuz şartsız yapacak.” İki cümle yeterliydi oyunu anlatmaya. Zaten bilindik bir oyundu.
Baran sesli bir şekilde güldü. “Biz ne yapmadık ki şu bir ayda,” dedi bana. “Sus artık,” dedim dişlerimi sıkarak. Fıroş, “ilk ben sorayım mı Cansu abla,” diye sordu. “Sor,” dedim.
Düşündü iki saniye. “Ben hiç hırsızlık yapmadım?” Düşünmeden, içtim. Benimle beraber, sadece Baran içti. “Şaşırdık mı? Hayır,” dedi yüzbaşı. “Ben soruyorum,” diye konuya girdi. “Ben hiç sapıklık yapmadım?” Soru Kaan’a idi.
Ben yine içtim. Benimle beraber, Kaan ile Fıroş da içti. “Baran, iç şunu,” dedi Helin. Baran, “ben bir tek sana aşığım be Helincik. Sadece seni düşünmek sapıklık mı?” Yüzbaşı, Kaan’a baktı. “Düşündüğüm kişiyse, seni gebertirim.” Kaan omuz silkti.
Gökhan abi sordu. “Ben hiç aşık olmadım?” Elim bardağa gidecekken, durdum. Ben ne yapacaktım ki şimdi? Çaktırmadan, yüzbaşına gitti gözlerim. O da durmuş, ne yapacağını bakıyordu.
Bana o an saçma bir cesaret geldi. Birayı kafama diktiğimde, yüzbaşınında içtiğini gördüm. Baran, “bir bardak yetmez ki. Bana bir kova lazım,” diyerek içti. Kaan da içti. Helin de bir iki saniye bardağa bakakaldı. Sonra o da içti.
Baran masumca gülümsedi. “Sen içtin mi Helincik?” Helin, Baran’a baktı. “Kes sesini,” dedi hemen. “Yok, yok. İçtin sen, gördüm ben.” Baran, onu bırak. Ben niye içmiştim ki?
Şaşkınlıkla bardağa baktım. “Benim dengeler iyice bozuldu,” diye mırıldandım. Ben önceden hiç aşık olmamıştım ki. Kafamı dağıtmak için, Fıroş’a baktım. O içmemişti. O da bana bakıyordu. “İçtin,” dedi şaşkınlıkla. “Olum, asıl sen niye içmedin?” Arkasına yaslandı. “Olmadım çünkü.”
Gökhan abi de içmemişti. Yüzbaşına baktım. “Kime aşık oldun sen,” diye sordum merakla. Baktı uzun uzun. “Çocukken,” dediğinde, “yalancı,” dedim. Sesi hiç inandırıcı gelmemişti.
Kaşlarını çattı. “Ben sana soruyor muyum? Dön önüne, baş belası,” dediğinde, “sensin bela,” diyerek önüme döndüm.
Baran’a geldi sıra. “Ben hiç, göte kurşun yemedim?” Gökhan tersçe Baran’a baktı. “Seni kurtardık lan. Gidiyordu az kalsın emanet, dalga geçiyorsun," diyerek içti. “Ayıp yani,” diyerek, bende içtim. Herkes şaşkınlıkla bana baktı.
Kaan bile, “af buyur,” diye öne eğilmişti. Gökhan abi, “nerede,” diye sordu. “Travma nedenim, susun. Kafamdan vurursam bile, eyvallah diyecek noktadaydım.” Güldüler. Asker masasıydı burası, yaraların hesabı verilmezdi. Yüzbaşı gülmemişti ama.
Yedi askerin yanında tek kalmış koyun gibiydim.
Sıra Helindeydi. “Ben hiç, intihar etmedim,” diye ciddiyetsiz bir soru sordu. Yutkunamadım sorusuyla. Öylesine sorduğu soruyla öylece kaldım. Yalan söylemek istemiyordum. Ama doğruyu söyleyemezdim.
Kimse içmedi. “Saçma, başka birşey sor,” dedi yüzbaşı hemen. “Öylesine sormuştum zaten komutanım. Peki, başka soruyorum. Ben hiç gece kulübüne gitmedim?” Kafama diktik Baran ile ben.
Az önce, yüzbaşı beni kurtarmıştı. Sırıttım kendimce. Bazı şeyler, hiçbir zaman değişmeyecekti.
“Maşallah, içmediğiniz tur yok,” dedi Kaan. “Yalan mı söyleyelim?” Az önce, yüzbaşı beni kurtarmış. Fark etmese de, alttan ona minnettar bir şekilde baktım. İlk defa işe yaramıştı dağ ayısı.
Sıra Kaan’a geçmişti. “İstediğimizi sorabiliyoruz yani?” Yüzbaşı, “sor oğlum işte. Bitsin bu saçmalık,” dedi. Kaan imalı bir şekilde gülümsedi. “Ben hiç, kardeşimin arkadaşına aşık olmadım?” Ne alaka lan? Boş bir soruydu.
Yüzbaşı içine kadar boş bir soruydu.
Kaşlarımı çattım. Ne? Nasıl? Şuan Güneşle aynı kişilerle arkadaştık. Ne oluyordu? Durdum. Saçmalama Cansu, küçükken Güneş yoktu ki. Lise olabilirdi.
O da beklediğim cevabı verdi. “Lisede,” diye kısa bir ayrıntı geçti. Bu düşünceleri durdurdu. Kaan, “iyi madem,” diye mırıldandı. “Sende sıra,” dedi bana. “Sorsam ne olacak, her türlü kaybettim,” diye isyan ettim. Yandan, “yapmasa idin o zaman," dedi yüzbaşı. Çok biliyordu o.
Sinirlerimi bozuyordu. Hem aklımda da soru yoktu. Gıcıklığa, gıcıklıkla karşılık verecektim. “Ben hiç, tanıdığım birini gizlice araştırmadım? Görev haricinde soruyorum,” diye de belirttim. “İç,” dedim ona.
Gözlerini devirdi, yarım bir şekilde tebessüm ederken. “İtiraz eden kim,” diyerek, son yudumunu içti.
Ve sonuç, en fazla içen ben olmuştum.
Baran şaşkınlıkla bana baktı. “Nasıl benden fazla içmeyi becerdin?” Güldü gerizekalı. “Helin, sen mi döveceksin yoksa ben mi döveyim bunu?” Alınmış gibi baktı. “Aşk olsun,” dedi harfleri karıştırarak. Bunun kafa bin beşyüz iken, hiç çekilmiyordu.
Ofladım. Cezalı yapmasaydık keşke. “Aman, ne yapacağım? Bir hak var, ona göre,” dedim arkama yaslanarak. Baran hevesle konuştu. “Güneş’i ara. Sonra ise çingenem söyle.” Kaşlarımı çattım. “Sonra Güneş beni vursun.” Bunu yapmazdım.
Yüzbaşı konuştu. “Şarkı söyleme. Sadece kamyoncu sözlerini söyle.” Gözlerimi kocaman açtım. “En nefret ettiği şey o,” dedim sesimi yükselterek. “İtiraz yoktu,” dediğinde, oflayarak telefonumu çıkardım.
Fırat, “Hoparlör’e al,” dediğinde, arama tuşuna baktım. Telefonu masaya koyup, hoparlör’e aldım. Üç’üncü çalışta açıldı telefon. “Ne var?” Elifim noktaladı mı deseydim ya?
Boğazımı temizledim. “Gülüm,” dedim normalce. “Ne gülüm? Hangi yüzle arıyorsun beni?” Nasıl kamyoncu oluyorum, görün. “Benim birden fazla yüzüm yoktur gülüm. Bir tek yüzüm, sana yanan yüreğim vardır.” Babanda mı şairdi be kızım?
“Ne diyorsun kızım sen?” Bende böyle cevap verirdim. Herkes sesizce güldü. “Kara yollarında değil, senin kolllarında öleyim gülüm.” Klasik kamyon arkası sözlerinden biriydi. “Cansu, sus. Kusacağım buraya, sus.” Eğlenceli olmaya başlamıştı.
Gülümsedim benle. “Dilimi sen keseceksen, ömür boyu susmaya razıyım gülüm.” Böyle konuşmak hoşuma gitmeye başlamıştı. “Arkada ki Müslüm Gürses ile, tam bir kamyoncu oldun,” dedi iğrenerek. “Müslüm baba’nın dediği gibi gülüm. İtirazım var sensiz geçirdiğim günlere.” Bu gerçekten kötüydü.
Helin kusuyormuş gibi yaptı. “İçtin sen değil mi Allah'ın cezası! Barandan öğreniyorsun bunları. Abim de de akıl yok ki. Deli!” Ayıp oluyordu. Ama oyunu bozmadım. “Sana deli olmuşum, reçeteyi sen vermişsin gülüm. Dört duvar arasında, sadece seni hayal ederim.” Mapuslardayım!
“Kapatıyorum, iki hafta eve gelme,” diyerek, telefonu yüzüme kapattı. Kahkaha attım kapattığı an. “Sevdim ben bunu,” dedim gülerken. “Siz hiç kamyonculuk yaptınız mı? Ciddi soruyorum,” dedi Helin. Daha fazla güldüm. “Kurtlar vadisi ile Adanalı izleyerek büyüdüm.” Adanalı kıza, Adanalı izlemek yakışırdı.
Baran, “lan bana nereden geldi konu,” diye isyan etti. Daha fazla güldük. “Her bok senin altından çıkıyor çünkü,” dedi Helin. “Aşk olsun Helincik,” derken, sırıttı. “Bence de olsun Helincik. Aşk olsun, ne güzel olmaz mı?” Ben Helin’in yerinde olsam, bir tane yapıştırırdım. Bu timin erkekleri, hepsi aynı boktu.
Ama o, sadece göz devirmekle yetindi. “Sus, gerizekalı.” Beni taklit etti gerizekalı. “Dilimi sen keseceksen, ömür boyu susmaya razıyım Helincik,” dedi beni taklit ederek. Yüzünü buruşturdu Helin. “Taklit’i bile kötü be!”
Baran’ın kulağına eğildim. “Yanlış yapıyorsun sen,” dedim sadece onun duyabileceği şekilde. Kaşlarını çatıp, bana döndü. Sarhoşluğu çok tatlıydı bunun lan. Yanaklarını sıkıp, “sen büyüdün mü çen,” diyesim geliyordu.
Helin, bir gülemedin bu çocuğa be. Yazıklar olsun sana! Masum masum bakıyor baksana. Masum Barancık diye seslenmeme az kaldı.
“Ne yapmam gerekiyor,” diye sordu masum masum. Kız bu melekmiş ya. Ama özür dilerim Baran, ben hiçte melek değilim. Adını hatırlamadığım bir dizide ki lafı söyleyecektim. “Evin barkın yok mu be kızım? Hep aklımdasın,” dedim. “Bu lafı söyle.” Bu laf çok iyiydi yalnız.
Ben olsam düşerdim.
Baran göz kırptı. Geri çekildiğimde, “ne karıştırıyorsunuz siz,” diye sordu yüzbaşı kaşlarını çatarak. “Ne karıştıracağız be!” Yüzüme baktı. “Hiç inandırıcı gelmiyorsun," dediğinde, tatlı tatlı gülümsedim. “Bana olan güvenin, gözlerimi yaşatıyor.” Sırıttı gerizekalı. Gülüşümü sildim anında.
Beklemediğim bir konuya girdi. “Nasıl doktorsun sen? Yaraya bakmadan gidiyorsun.” Sakin ol Cansu. “Ne yapayım ki? Beş yıllık veterinerdim de, senin gibi bir gıcık hayvanla karşılaşmadım.” Yine güldü. “Barut, ciddi birşey soracağım. Sana hakaret etmem hoşuna mı gidiyor yavrum? Eğer gidiyorsa söyle, her zaman derim ben.” Yine güldü. “Çok iyi bir doktorum var.” Ya, ne demezsin?
Yine yüreğim el vermedi. “Yarın hiçbir yere gitmiyorsun, bakacağım. Dikişi’ni de doktor’a götür, çıkarsın.” Bu sefer gülmedi. “Doktor’a gerek yok,” dediğinde, ağzına bir tane çakasım geldi. “Ya doktor’a götürürsün, yada ben çıkarırım. Benim için hiç farketmez. Tercih senin?” Cevap için beklemedi. “Sen çıkarırsın,” diyerek, önüne döndü. Bana güvenmeyen adama bak sen.
Gece böyle geçti. Gökhan abi ile tartıştık çoğu zaman. Fırat, Kaan’a kadın fotoğrafları gösteriyor, her seferinde farklı küfür yiyordu. Baran biraz sonra, ona söylediğim lafın aynısını, Helin’e söylemişti. Helin o sıra, Fırat’a fikir verdiği için, habersiz yakalanmıştı. Kimse fark etmemişti ama gülmüştü bir anlık. Sonra ise, gülüşünü hemen silip, küfür etmişti.
Yüzbaşı ise hep sesiz’ti. Kimse ona bakmıyor, öylesine oturuyordu. Bunu fark edip, ona döndüğümde beni incelediğini fark ettim. “Ne bakıyorsun,” diye sordum kısık sesle. “Hiç,” dedi hafıf tebessüm ederken.
Ve bir gece, ilk defa güzel geçti. Bunun tek sebebi, Ateş timiydi. Beni boktan hayatımdan çıkarıp, hava aldırıyorlardı.
🥀
Barut Saat 10:24’tü.
Eve geleli, üç saat olmuştu. Helin bu sefer, Gökhan abide kalmıştı. Sebebini sorduğumda, “sebebi yok komutanım,” diye geçiştirmişti. Yine birşeyler çevirebilirlerdi. Cansu da, Baran’la gidiyordu ki, “sen benimle geliyorsun,” dememle homurdanarak, arabaya geçmişti.
İçimden, kendime küfretmiştim defalarca. Bu eserin sonucu bendim. Baran’ı, Cansu’yu koruması için görevlendirmekte baştan hata yapmıştım. Kızı korumak yerine, onunla beraber başına bela almıştı.
Ama görevini elinden almadım. Çünkü, Cansu hep gülümsüyordu. Eskiden nadir gülümsemesi, onlarla beraber sık olmuştu. Herşeyi dalga geçiyor, gülmek için sebep arıyordu.
Gülmesi güzeldi, hoşuma gidiyordu. Bunu başarabilen, Ateş timiydi.
Salona gittim, su içmek için. Mutfak, salondan geçiyordu. Salona girdiğim an, bayılmış halini gördüm. Gözlerimi kıstım haliyle.
İki koltuğa, bacakları uzatmıştı. Kafası yerde, saçları dağınık’tı. Yüzüne düşmüş, bir tane yastık vardı. Gerçekten bayılmış’tı. Bu hali beni güldürmüştü. Bu kız başıma belaydı.
Yanına gidip, yastığı yüzünden çektim. Başı yana dönük, perişan haldeydi. Kaşlarımı çatıp, homurdandım. Bu halde bile güzel olması, canım sıkmıştı.
“Cansu, kalk yerine yat,” dedim. Somurttu uykulu halindeyken. “Beş dakika daha,” diye mırıldandı. “Kızım, kalk yerinde yat," dediğimde, başını bana çevirdi. Gözleri kapalı bir şekilde homurdandı. Hala uykudaydı.
Elini havaya kaldırdı. Sonra yere düşürüp, yastığa daha fazla sarıldı. Kapıya baktım. “Tim mi gelmiş ya?” Gözlerini hala açmadı. Demek ki durum beterdi. Yoksa Baran yada Gökhan abi diye bağırması gerekiyordu.
Birşey mırıldandığını duydum. “Nişancı,” dediğini işittim. Ama öyle bir söylemişti ki, dememişte olabilirdi. Nişancı mı? Yarım gülüşüm dudaklarımda dondu kaldı. Yutkundum sesizce.
Biliyor olamazdı. Siktir! Onu görmemesi bile gerekiyordu.
Sustum. Sorgulamaya sonraya bıraktım. “İyi, uyanma. Ben göreve gidiyorum,” dediğimde, gözlerini hemen açtı. “Ne? Nereye?” Gülmemek için, yanaklarımın içini ısırdım. “Kalk, yerine yat. Gitmiyorum bir yere.” Oflayarak, oturur pozisyona geçti. Aşağıdan tersçe baktı.
“Uyuyan insan böyle mi kaldırılır? Yalancı yüzbaşı,” dedi uykulu uykulu. “Düzgünce uyandırdım işte. Başın ağrıyacak, öyle uyumaya devam edersen.” Gülümsedi tatlı tatlı. “Tamam Güneş. Terli terli su da içmem, merak etme.” Gözlerini devirdi gülüşünü silerken.
Yarım bir şekilde tebessüm ettim. “Kahvaltı da et o zaman. Güneş kesin yediriyordur,” dediğimde, şaşkınlıkla baktı. “Oha! Sana da mı yapıyor aynısını?” Hayır, yapmıyordu. “Emin ol, bunu senden başka kimseye yapmaz.” Bana genelde, git kendin yap diyiyordu.
Üstünlük bakışını attı. “Kıskan,” dedi. Çok kıskandım şuan. Gözlerimi devirdim. “Yapayım mı kahvaltı,” dediğimde, ayağa kalktı. “Kahve var mı evde?” Kaşlarımı çattım. “Kahve içmeyi düşünüyorsan, avcunu yalarsın.” Beni dinleyeceğini sanmıyordum. “Var mı yok mu,” diye sordu.
“Yok,” dedim hemen. Var desem yaşanacak senaryo belliydi.
“Aç değilim ben,” dediğinde, “sen bilirsin,” dedim. Sabah kahvaltısı yapmayı sevmezdim. Koltuğa oturdum rahatça. “Yapayım mı sana kahvaltı?” Şaşkınlıkla ona baktım. “Sen? Bana? Kahvaltı yapacaksın?” Tedirginlikle ona baktım. “Başına taş mı düştü senin? Yada içine zehir koyacaksın. Hangisi?”
Kahkaha attı. “Ne kadar da güveniyorsun bana. Ağlayacağım, duygulandım.” Tersçe bakmakla yetindim. “Konu sen olunca, oluyor öyle şeyler,” dediğimde, “aynen,” diye onayladı beni.
Ayağa kalktı. “Getiriyorum,” dediğinde, “hiç güvenmiyorum,” dedim. “Biliyorum,” deyip, mutfağa girdi. Bende arkasından gittim. “Bakacağım. Bunu bir daha yaşayamam herhalde.” Gözlerini devirdi. “Sen emin olmak için geldim desene.” Gerçeği söylememe rağmen yalan söylemeye itiyordu bu kız.
Buzdolabını açtı. “Neden yiyecek yok burada? Sende mi yemek yemeyi sevmiyorsun yoksa?” Hayır, hergün askeriyedeyim çünkü deniz kızı. Bu bir haftada herşeyi time kitleyip, gitmeyeceğim hatta. Bir hafta sonra yine eve gelmeyeceğim.
Time yazık olacaktı biraz. Temizlikten yırttılar ama bundan yırtamayacaklardı. Bu sefer iş çevirmeyi bırak, ağızlarını bile açamayacaklardı. En çokta o Baran biti.
“Evet,” diye geçiştirdim. Kahvaltı yapmayı sevmezdim bir tek. Ama bu anı ölsem kaçırmazdım. Deniz kızı ilk defa güzel birşey yapacaktı.
Buzdolabından, salata ile domates çıkardı. Masaya koyduktan sonra, peynir ile zeytinleri de çıkardı. Alacaklarını aldıktan sonra, buzdolabını geri kapattı. “Öyle dikilecek misin başımda? İlk defa düzgün birşey yapıyoruz burada. Ne diye dikkatle izliyorsun?” Cevap için beklemedim. “Zaten bu yüzden bakıyorum.”
Kınayarak baktı. “Abart birde. Hem kahvaltı etmek zorundasın. Dikişini alacağım bugün.” Ağzımı açtığım an susturdu. “Gördüm o ilk yardım çantasını. Maşallah, herşeyde varmış içinde.” Bıçağı bana doğru uzattı, peynirleri keserken. “Bir de bana yalancı dersin. Asıl yalancı sensin be!” Sinir etmek, hoşuma gidiyordu.
“Yüzbaşına hakaret,” dedim. “Suç sayılır bu, haberin olsun.” Umrunda değildi. “Öyleyse, yıllarca hapis yemeye razıyım. Valla bak, hiç sorun değil.” Peyniri kesip, tabağa koydu. Yaptığı şeyle, söyledikleri kesinlikle uyuşmuyordu.
“Cık,” dedim. “Sen şimdi orayı da karıştırırsın. Hiç gerek yok.” Daha fazla sinirlendi. Sinir hastası bir manyaktı. Gülümsedi. “Yanıma da Baran’ı sok. Valla o zaman daha iyi olur.” Gözlerimi devirdim. “Baran da Baran. Başlayacağım Baran’ına he!” Ağzına sıçayım Baran senin ben!
Kaşlarını çattı. “Sanane be! Sen adamı peşine takmadan düşünecektin. Hem, ilk defa işe yaramış oldun.” Salatayı doğrarken, ağzına bir tane attı. “Hayatıma renk geldi.” Doğruydu bu söz. Gerçekten de hayatına renk gelmişti. Depresif Cansudan, eğlenceli deniz kızına dönüşmüştü.
Arda Bozok’un bitmesine az kalmıştı. O zaman daha iyi olacaktı herşey onun için. Bir ölüm, herşeyi çözecekti.
“Renk getiren kişilere bak. Yavşak Fırat, zebani Baran, melek Helin, yakışıklı Kaan ve örgütçü Gökhan. Bir de, melekten şeytana dönüşen küçük kardeşim.” Doğradığı salataları, tabağa koydu. “Güneş’e laf söyletmem. O hala melek.” Kesin, kesin.
Domatesi yıkayıp, doğramaya başladı. “Hem, sadece Fıroşta haklısın. Yavşak biraz kendisi.” Ona da birşey diyemezdi zaten. “Biraz?” Sırıttı. “Baya,” dedi. Tabağı hazırladığında, çay bardağını aldı. Üst dolapta, camdan nerede olduğu belliydi. “Şekerli,” diye sorduğunda, “şekersiz,” dedim.
Çayı koyup, “bitti,” dedi. “Al, ye.” Dudaklarımı birbirine bastırdım. “Servis yok mu?” Tersçe baktı. “Hizmetçi’n mi var? Yaptık işte, ye.” Küfür de edebilirdi. Bu da iyiydi.
“Misafir’e bak,” dediğinde, “sen açtın başıma. Ne diye Güneş’i çağırıyorsun sen?” Kaşlarımı çattım. “Neler dediğini unutmadığını biliyorum. Hem ben çağırmadım, kim çağırdı acaba?” Helin olmasını umuyordum.
Omuz silkti. “Ben çağırmadım diye biliyorum.” Salona gittim, sehpayı önüme çektim. Peynirden bir parça aldım. Kaşlarımı daha fazla çattım. Bu peynir bu kadar güzel miydi? Tadı güzelleşmişti.
“Yüzbaşı,” dedi Cansu. “Efendim?” Çavuş’un yanına gitmişti. “Ben askeriye gideceğim.” Yemek yerken, bunu demeyi, tercih etmemesi gerekiyordu. “Ne oldu? Çok mu özledin Baran’ı?”
Yandan baktı. “Ya, öldüm özlemimden. Ne oldu, kıskandın mı?” Pek sayılmazdı. “Sikicem Baran’ı şimdi he!” Ayıplarcasına baktı. “Küfür etme.” Sanki kendisi hiç etmiyordu. “Onun için gitmiyorum.” O zaman Gökhan’a gidiyordu.
“Gökhan,” dediğimde, “hayır,” dedi. “Kim için gidiyorsun acaba? Bu iki insan için değilse, üşengeçliğinden gitmezdin normalde.” Ofladı. “Sen taktın ama. Hem, Fırat içinde giderdim. Ama onun içinde gitmiyorum.” Kaşlarımı çattım. “Kim için o zaman?” Omuz silkti. “Sanane.”
Bitmiş kahvaltıya baktım. Ne ara hepsini yemiştim lan ben? “İyi, sen bilirsin.” Şokla baktı. “Sen bilirsin derken?” Şüpheli bir şekilde bitmiş tabağa baktı. “Ben gerçekten birşey mi koydum buna? Yok, sen değilsin bu. Sen bilirsin ne demek be adam? Kavga çıkarsana. Eski yüzbaşına dönelim lütfen. Olmadı bu.”
“Sen bilirsin. Askeriye’nin kameraları var. Ters birşey olursa, görürüm.” Şok ifadesi anında silindi. “Pislik herif!” Ukalaca sırıttım. “Az önce öyle demiyordun.” Onu sinirlendirmek bu kadar kolaydı işte. “Sende demiyordun ona bakılırsa.” Ayağa kalktı. “Şu dikişi halledeyim, gideceğim.” Doktor olmaması hiç umrumda değildi.
Televizyonun altında ki dolabı açtı. İlk yardım çantasını aldı. “Hiç yokmuş gerçekten,” dedi imayla. “Bence de,” dedim.
İş şimdi eğlenceli hale gelecekti. Ama bence Cansu’dan dinlemek, daha eğlenceli olabilirdi.
🥀
Cansu
Uykusuz ve düzensizdim. O şarkıyı bana yazmaları gerekiyorlardı. Çünkü uykumu alamadan uyandırılmıştım. Uykudan nefret ederdim ama, uykumu alamamaktan daha nefret ederdim. Allah'ım, beni neden bu kadar dengesiz yarattın acaba?
İlk yardım çantasını aldım. “Hiç yokmuş gerçekten,” dedim imayla yüzbaşına bakıp. “Bence de,” dediğine, ağzına bir tane çakasım geldi. Bu adam sabah sabah, sinirlerimi mahvetmişti!
Koltuğa oturdum. “Biliyor musun yüzbaşı? En sinir olduğum anların içinde, sen varsın. Beş ay oldu, değişen bir fark yok.” Beş ay mı? O kadar olmuş muydu ya?
Çantayı açtım. “Sinir bozukluğun olduğu için olabilir mi?” Kaşlarımı çattım. “Sinir bozukluğu ne be?! Yok bende öyle birşey. Sabah uykumu alsaydım, daha iyi olurdu.” Arkasına yaslandı rahatça. “İhtimal,” dedi rahatça. Bu adamın rahatlığı ile gevşekliği beni öldürecekti!
Sinirden ağlamama ramak kalmıştı. “Sakinleştirici var mı?” Çantanın içine baktım. Gördüğümde, niçin var diye sorgulamadım. Hap kutusunu açıp, bir tane hap aldım. “İçme onu,” demesini kalmadan, ağzıma atıp yuttum.
Etki etmesini umuyorum. “Aç karnına içilmez o.” Çokta sikimde. “Nereden bilecek ilaç tok olduğumu?” Tersçe baktı. “Bakma, senin yüzünden içtim. Vedat’ın verdiğini bile içmedim ben. Bu hale gelmemin tek sorumlusu sensin.” Kaşlarını çattı. “Vedat kim? Sana niye sakinleştirici veriyormuş?
Vedat kim?
Vedat, benim terapistim. Çarşamba günü, gitmiştim oraya. İşe yaramış sayılırdı biraz. En azından bir süre rahatlatıyordu. Dinliyordu hem. Hiç soru sormadan, yargılamadan. En çok bu iyi geliyordu.
Ona söyleyemedim ama. “Sen anlat Karadeniz,” dedim gerizekalı gibi. Sen anlat Karadeniz ne alaka kızım? Hem o Vedat’tan ölesiye nefret ediyoruz. Allah'ın şiddet bağımlısı. Örneği var bende zaten.
O bile kızını seviyordu...
Düşünceleri hemen sildim. Düşünme Cansu, artık düşünme. Ölemezsin, yapamazsın artık. Öğrendin çünkü artık. Allah verdiği canı, sadece kendisi alıyormuş.
Mala bakar gibi baktı. “Ne alaka?” Doğru sözdü. “İlaçtan galiba. Vedat diye tanıdık yok bende. Dizi aklımda kalmış.” Malzemeleri çıkardım. “Dikişi’ni alayım. Çıkar üstünü,” dediğimde, ilk defa dediğimi yaptı. Üstünü tek koluyla, hemen çıkardı.
Kafamı kaldırdığımda, böyle bir manzarayla karşılaşmayı beklemiyordum. Analar neler doğuruyor anasını satayım. Şayet, kesinlikle bu kadarını beklemiyordum. Sanat eseri gibi vücudu vardı adamın.
Ne yapıyorsun Cansu? Salak mısın kızım sen? Adamı kesmeyi hemen bırak. Anlayacak gerizekalı! Bir, hay maşallah demediğin kaldı!
Ama ne yapayım? Öyle denilecek bir sanat eseri var karşımda. Bu kadarını beklemiyordum. Adam gece geleceği tahmin etmiş resmen. Hem bu ne be? İnsan gözlerine zarar bu. Susup kaldım şuan.
İç sesim de sustu bir an. “Haklısın,” dedi iç sesim. “Kas yığını olmuş vücudu. Çağatay Ulusoy ile yarışır,” diye devam etti. Bence de yarışırdı. Hatta kazanırdı be! Başkasında böyle karın kası var mıydı acaba?
İşine odaklansan Cansu.
Yok, bende odaklanma kalmadı. Beynim format attı, yok bende. Azıcık beynim vardı, o da gitti. Gözlerime dikiş atılması gereken konular vardı.
“Ne bakıyorsun kızım?” Eserine bakıyorum gerizekalı! Şapşal bir şekilde yüzüne baktım. Sırıttı salak. “Ne?” Aferim kızım. İyice açık et kendini. “Dikiş vardı da alınacak. Bir sustun, hayırdır?” Hayrın yolu bayırdır derdim de, diyemezdim işte. Haklıydı bu sefer.
Kendime az da olsa gelmiştim. “Bir gözüm karardı da,” dedim yalana başvurarak. “İlaçtan galiba.” Yemedi tabi. “Öyle miymiş?” Anlamama ihtimaline tutunuyorum. “Evet, sen ne sandın? Sana olan sinirimden hep.” Kesinlikle sinirden değildi. Bu nasıl vücut lan? Anan neyle besledi seni? Mübarek insanmış.
Gözlerini kırpıştırdı. “Yine ne yaptım ben? Dinledim işte,” dedi masumca. Dinlemeseydin! Gerçekten, niye dinledin beni? Atlet giyseydin içine. Salak gibi kaldım. “Kırk yılın başında, dinleyesin tuttu,” diye mırıldandım sesizce.
Duydu ama. “Ben sana ne yapsam yaranamayacağım,” dedi anne tonuyla. “Sen yarın Güneş olarak başla güne. Üç yıl sonra, kız halin gelmiş dünyaya. Tek fark, tatlı olması.” İmayla sırıttı. “Seni evden kovdu, farkındasın değil mi?” Farkındayım.
Ama bu, onu satacağım anlamına gelmiyordu. “İster kovar, ister döver. Hakettim hem, doğru olanı yaptı.” Gözlerini devirdi. “Baran ile Güneş aşkın beni öldürecek.” İkisi kırmızı çizgimdi. “Sus, dikişi’ni alacağım.” İşten istifa etmeme rağmen, sana iyilik yapmama şükret.
Yavaşça dikişi almaya başladım. “Yüzbaşı,” dediğimde, “ne,” dedi. “Çavuşa bir dişi köpek mi alsak?” Hemen kaşlarını sertçe çattı. “Ne alaka? Oğluma niye dişi köpek alıyormuşuz? Ne gerek var?” Tebessüm ettim.
“Ben konuştum onunla. İstiyor, belli.” Kaşlarını hala son derece çatık’tı. “İstemez. Gerek yok başkasına. Ben yeterim ona. Yemeğine de veririm, ilgilenirim de.” Kendi evladı gibi sahipleniyordu. Alttan alttan ona baktım. “Biz ilk ne zaman tartıştık,” diye sorduğumda, “beni gördüğün ilk dakika,” dedi. “Evet. Kuru fasulye verip, ishal ettiğin için Çavuş’u.” Somurtarak baktı.
İkinci dikişi de almıştım o sırada. “Yanlışıkla oldu o. Adam akıllı birşey yesin diye vermiştim. Ne bileyim ishal olacak? Bir daha vermem zaten. Hem o kız, benim Çavuşuma yemek vereceğini hiç sanmıyorum.” Boğazımı temizledim. “Senin bu Çavuş aşkın beni öldürecek,” dedim onu taklit ederek. “Balın mı o senin?” Bal...
Bunu sadece Duman dinleyenler anlardı. Her şarkısını ezbere bilip, bal’ın ne olduğunu biliyordum. Belki anlardı beni, en sevdiğim şarkısıydı o benim.
Bakışları değişti. “Bal farklı kişi,” diye mırıldandı. “Var yani bir balın? Kim o, kim? Bal dediğine göre, çok özel biri olmalı.” Baktı. “Ты мой мед.” Ama! “Rusça söyleme, Türkçe söyle. Anlamıyorum ben.” Yarım bir şekilde tebessüm etti. “Söylersem, büyüsü kaçar.” Ofladım.
“Seviyor musun peki,” diye sordum. İçim biraz kötü olmuştu.
“Evet,” dedi. Kimi seviyorsun yüzbaşı? Ben niye burkuldum peki? “Güzel mi?” Sanane derse şaşırmazdım. “Çok,” diye cevapladı.
Üçüncü dikişi aldım. “Ya,” dedim. “Seviyor mu seni?” İçime birşey oturmuştu. “Bilmiyorum,” diye cevapladı. Ona bakmadan önce, son dikişi alıp, yarayı kapattım.“Nasıl yani?” Kafamı kaldırdığımda, dip dibe geldik. Aramızda bir nefes vardı resmen.
Yutkundum sesizce. Ne oluyordu bana? Hiç hayrı alamet şeyler değildi bunlar. Kalbim sıkışıyordu. Bakışları farklıydı. “Durmadan ters, her zaman. En çok bana sinirleniyor, benden bıktığını söylüyor. Ama yaralarımı ilk o görüyor, o sarıyor. Kimse umursamaz iken, o iyileşene kadar ilgileniyor.”
Geri çekilmem lazımdı. Çekilemedim. O da çekilmedi. “Seviyordur o zaman. Seven insan yaralarını sarar ki,” dedim kendime engel olamayarak. Anlamadığım bir şekilde tebessüm etti. “Seviyor mudur?” Yakından daha yakışıklıydı bu adam. “Hıhı,” diyebildim.
Kimi seviyorsun sen yüzbaşı?
Kapı çaldığında, şanslı olduğumu anladım. Allah'ım, sende beni seviyorsun. “Kapı,” diyerek ayağa kalktım. “Üstünü giy, bitti,” diyerek, kapıya koştum. Birşeyler mırıldandığını duydum. Sövüyor olduğunu anlamam uzun sürmedi.
Kapıyı açtım. “Baran,” dedim. Beni kurtaran kişi, yine aynı kişiydi. “Kız,” dedi yanağımdan makas alarak. “Biliyor musun? Seni çok seviyorum,” dedim. Böyle dostlar lazımdı bana. Kardeşim di o benim ya. “Hayret,” dedi. “Sen böyle şeyler der miydin?” Sırıttı.
İç çekti. “Keşke Helincik’te dese,” dediğinde, “o iş biraz nanay,” dedim. Ofladı. “Dost niye acı söyler ki?” Güldüm. “Geç hadi içeri.” Ayakkabılarını çıkarıp, içeri geçti.
“Komutanım,” diye içeri daldı. “Belanı,” derken, tuttu kendini. Baran şaşkınlıkla baktı. “Komutanım, ne yaptım ben?” Tersçe yüzbaşına baktım. “Hiçbir şey,” dedim. Yüzbaşı ne var dercesine bakıyordu. Elinin körü var!
Rahatça koltuğa oturdu Baran. “Hayırdır? Rüyanda beni mi gördün Baran,” dedi yüzbaşı. “Yok komutanım. Ben bir iş için, Cansuyu alacaktım da. Aradım, ulaşamadım.” Arkasına yaslandı. “Ne iş için?” Sanane be adam, diyemedim. Adamın güvenini yıkmıştık.
Ayrı ayrı ikimize güvenirdi. Ama bir arada, asla.
“Komutanım, hayırlı bir iş için.” Kaşlarını çattı. “Sende hayır mı var Baran?” Baran bu girişime hiç alınmadı. “Fıroş için var.” Fıroş mu? “Ne? Nasıl bir hayır? Çatlatmasana be adamı oğlum.” Yanına oturup, ona döndüm.
Boğazını temizledi. “Ben yolda anlatırım sana,” dediğinde, “yok, burada anlat,” dedi yüzbaşı. “Komutanım, dayak yemeden gitmek istiyorum.” Ben varken kim dövebilirdi seni.
“Baran, zaten canımı sıktın. Anlat şunu,” dedi. “Komutanım, anaanesi askeriye baskın yaptı.” Anaannesi mi? Yüzbaşının bile yüzü değişti. “Gidebilirsiniz. Emanet varsa üzerinden alın. Tepemize yıkar o kadın askeriyeyi.” Kaşlarımı çattım.
Yüzbaşı bile tedirgin olduğuna göre, eli öpelesi bir kadındı. “Aldık komutanım. O zaman bize yolculuklar. Siz gelmeyin derim, aranız pek iyi değil.” Ayağa kalktı. “Sen zebani, o gerçek şeytan. Şeytan nene o. Hayatta gelmem.” Oha! Nene, ne yaptın sen? “Abartmayın, alt tarafı nene,” dedim. Sırıttı yüzbaşı. “Sen git gör. Bakalım alt tarafı nene miymiş?”
Bence kesinlikle abartıyorlardı.
Baran ile kapıdan çıktık. Arabasına bindik. “Ben niye geliyom?” Sırıttı. “Çok canım sıkıldı çünkü. Beraber dayak yiyelim dedim. Herkes saklandı, tek kaldım.” Güldüm. “Sen adamsın ya. Herkesin zebanisi, benim meleğimsin sen.” Arabayı çalıştırdı. “Ve, Helincik konusunda yardımcı olacaksın.” Göz kırptım. “O iş bende. Bunun için aldın beni değil mi?”
Radyoyu açtı. Barış Manço- Gibi gibi çalmaya başladı. “Bu arada, nine döver,” dedi. “Emin ol, Kaan gibi kimse dövemez.” Kahkaha attı. “Abartma. Kafana vurdu sadece.” Beyin kanaması geçiriyordum ama! “Acıdı ama.” Bana baktı. “Ben ne yapayım? İki komutandan dayak yiyen benim.” Senin işin beter be. “Evet, bende seni kurtarıyorum. İlk karşılaşmadan beri hemde.,” Sırıttı. Üç ay olmuştu.
“Senin bana gönlün, var gibi,” diye şarkıya eşlik etti. “Askeriye’ye kadar böyle gittik. “Baran,” dedim bir anda. “Ne var kız,” dedi yandan bana bakarak. “Yüzbaşının yavuklusu var mı," diye sorduğumda, “yok,” dedi. “Yanına dişi sinek yaklaşamaz onun. Tek sensin.” Yutkundum. Kimdi bu hatun?
Askeriyeye girince, çığlık sesleri duyuldu. “Ne oluyor lan,” dedim şaşkınlıkla. “Lan, Fıroş,” diye koğuşa koştu. Bende arkasından. Odaya girdiğimizde, beklemediğim bir görüntüyle karşılaştım.
Elinde bastonu olan, minyon nine. “Nine, yeter!” Fıroş’u dövüyordu. Kaan, Helin ve Gökhan abi ise, en yukarı yatağa çıkmışlardı. Ranza da duruyorlardı. “Fıroş’um,” diyerek, Baran önüne geçti. “Teyzem, dur bi! Ne yaptı bu çocuk sana? Ben bile böyle dövmedim teyzem.” Güldüm. Bu sahneyi, hiç beklemiyordum.
Teyzenin kaşları son derece çatıktı. “Çekil kenara oğlum! Döveceğim şu uşağı ben!” Fıroş, Baran’ın arkasına saklandı. “Ben senin torununum be!” Bastonuyla vurdu yandan. “Torun dediğin arar, gelin getirir. Sende ikisi de yok! Gelin getireceksin bana!” Konu karışıktı.
Gökhan abi, bana baktı. “Kızım, manyak mısın sen? Niye geliyorsun?” Omuz silktim. “Teyzem,” diyerek, öne doğru gittim. Bana baktı. Mavi gözlü, yüzü kırışmış tontiş bir nineydi. “Sen ne istiyorsun? Bana söyle bakayım.”
Kaan sırıttı. “Can kurtaran geldi yine,” dedi. “Eniştesi kurban,” dedi eğlenceli bir sesle. “Sen kimsen,” dedi teyze. “Ben Cansu, teyze. Burada ki herkesin arkadaşıyım.” Masum bir şekilde gülümsedim. “İşine karışmak istemem ama, niye dövüyorsun torununu?” Helin araya girdi. “Bizi de dövüyor Cansu Hanım. Bu hayatta üç şeyden korkarım. Bir, Allah. İki, komutanım. Üç, Pınar nine.”
Nine, “in kız sen oradan! Etlerini yolacağım senin! Uhey!” Helin, başını iki yana salladı. “Pınar mı? Çok güzel isim,” dedim dikkati kendime çekerek. “Biliyor musun teyzem. Eskiden adımın Pınar olmasını istemişimdir hep.” Tabi ki yalandı. Manipüle ediyordum.
Gülümsedi teyzem. “Vallaha mı,” dediğinde, “valla kız,” dedim saçlarımı geriye atarak. “Yavrum, bu hayırsız torun biliyor musun? Gelin getir dedim, getirmedi. İki aydır aramıyor beni.” Vay hayırsız! “Aradım ya! Açmadın hatta, sonra kendin aradın,” diye savunma yaptı. “Gelin getirmeden arama demiştim!” Bu çapkın mı gelin getirecekti?
Güleyim de şaka boşa gitmesin.
Hak verdim teyze. “Teyzem, çok haklısın. Ama ne yapacaksın ki? Atsan atılmaz, satsan satılmaz. Hem, Fırat yirmi dört yaşında. Evlenmek istemeyebilir ama, büyüdükçe isteyecektir.” Teyzem, sen umudu kes. Fıroş evlenmez, tabiatı değil bu.
Teyze dudaklarını büzdü. “Ama kızım. Ben onun iyiliği için diyorum. Evlensin, bir yuvası olsun. Ona yemek getirecek bir eşi olsun. Kötü birşey mi istiyorum?” Yok valla, istemiyorsun. Kolundan tutup, sandalyeye oturttum. “İstemiyorsun teyzeciğim. Ama, sevdalısı olması lazım ilk önce değil mi? Öyle hemen evlenilmez ki.”
“Bizim zamanımızda, yirmi yaşında evlendiriyorlardı. Hiç sormuyorlardı sevdalın var mı diye.” Teyzem ya. Önüne oturdum, sandalye çekerek. İçten bir şekilde tebessüm ettim. “Teyzem, aynılarını mı yaşasın? Sevmediği biriyle hayat mı kursun? Senin yüreğin el verecek mi buna?” Sustu.
Elimi dizine koydum. “Teyzem, yapma böyle. Sana söz, birini severse ben evlendireceğim. Seni çağıracağım, bir kır düğünü yaparız. Tamam mı? Ama sevmesi lazım birini. Onunla evlenmek istemesi lazım. Tabi kızın da istemesi lazım. Ama zaman lazım ilk önce.” Sakinleştiriciden kesin. Ben ilk defa, doğru bir cümle kurmuştum.
Tontiş yanakları şişip indi. “Ama benim zamanım yok. Bugünüm var, yarınım yok. Ben torunumun mürvetini görmeyi hak etmiyor muyum kızım,” diye sorduğunda, “hak ediyorsun tabi,” diye cevapladım. “Ama kimsenin yarını yok ki. Kader teyzeciğim, kader. Ama böyle yaparsan, hem kendini hemde torununu üzersin.” Sustu yine.
Gülümsedi. Elini yanağıma koydu. “Sen beni anladın ya kızım, Allah’ta seni anlasın.” Bu nasıl dua teyze? Beynim yandı. Helin bağırdı. “Ben sana ne dedim nine? Senin bana garazin var he!” Nine’nin yüzü değişti.
Uyuyan aslanı uyandırmıştı.
Ayağa kalktı nine. “Çık kız oradan,” dedi bastonunu sallarken. Helin aşağı inmişti bir hata yaparak. Hatta hepsi. Helin poposuna bastonu yiyince, bağırdı. “Nine, valla şaka,” diye kaçmaya başladı. Teyzem ise arkasından kovaladı. Ağlamama ramak kalmıştı.
Fıroş bana şaşkınlıkla baktı. “Bastonu yemedin ve konuştun? Komutanım, nineme ne oldu böyle? İlk defa oturup konuştu da.” Baran da şaşkınlıkla baktı. “Ben dün fazla içtim galiba Fıroş. Aynısını bende gördüm.” Abartıyorlardı.
Helin, “nine, anamdan dayak yemedim bu kadar! İnsaf be kadın,” diye bağırdı, bastondan kurtulmaya çalışarak. “Tim olarak delirmişsiniz siz,” dedim Helin’in nineden baston yemesini izlerken. “Sen çok akıllısın çünkü,” dedi Gökhan abi. Değilim valla.
Helin, Kaan’ın arkasına saklandı. “Komutanım!” Kaan ofladı. Nine, “bana mı ofluyorsun terbiyesiz,” diyerek, bacağına bir tane vurdu Kaan’ın. “Tövbe ninem. Sana kim oflamaya cesaret edebilir? Ben şahsen edemem.” Bacağını ovuşturdu.
“Nine,” dediğimde, “sus kız,” diye bağırdı. Bunu beklemiyordum. “Çık kız oradan! Saklanma, fındık faresi!” Helinle alıp veremediği var gibiydi. “Nine, popom delindi! Yeter be!” Sinirim bozulmuş bir şekilde güldüm.
Fıroş, “nine, Helin komutandan ne istiyorsun,” dediğinde, bastonu’nu ona uzattı. “Sana niye kızıyorsam, onun yüzünden!” Gözlerimi kocaman açtım. Helin’i de mi evlendirecekti?
Eyvahlar olsun.
“Kız, beni kiminle evlendireceksin? Git Gökhan’ı evlendir, beni niye evlendiriyorsun?” Tersçe baktı Gökhan abi. “Nine’m ne derse odur. Beni karıştırma kızım.” Niye herkes evleniyordu? “Gökhan abiye ben birini bulurum ninem! Sen orayı bana bırak,” diye bağırdığım da, enseme bir tokat yedim. İnledim acıyla. “Tamam ya, demedim birşey.”
Nine, Kaan’ı kenara itti. Kaan da yana çekilince, Helin ortada kaldı. Kendime masada ki sürahiden, bardağa su koydum. Bir yudum alacakken, “Baran uşakla evleneceksin,” demesiyle, suyu püskürdüm.
Ne?
Helin gözlerini kocaman açtı. “Ne?” Olaya gel! Kahkaha attım. Herkes şaşkınlıkla nineye baktı. Ben ise kahkaha atıyordum. Ninem geleceği görmüş galiba. Nine vurdu ve gol attı!
“Nine, evlendir! Valla evlendir, sonuna kadar arkandayım,” dediğimde, Gökhan abi bir sille daha enseme çaktı. “Tamam ya,” dedim ensemi ovalarken. “Uslu dur kızım,” dedi. “Sıra sana da gelecek elbet.” Hayatta gelmezdi.
Baran’a baktım. Baran nineye şok olmuş gibi bakıyordu. “Af buyur ninem?” Nine, “evlenin da. Çok yakışıyorsunuz,” dedi şiveyle. Karadenizli olduğu belliydi.
Kaan bile anlık bir durdu. “Kahin misin ninem? Ben kiminle evleneceğim, söyle. Valla doğru çıkar,” dediğinde, kahkaha atacaktım. Tabi, Gökhan abi eliyle ağzımı kapatmasaydı.
Nine ona baktı. “Sana kim baksın dengesiz! Seni alacak karı, deli olmalıdır.” Ben öyle deliyi tanıyordum. “Eyvallah ninem,” dedi Kaan.
İçeriye başka biri girdi. Banyodan geldi ama bu kişi. Hemde sadece pantolonla. Keskin nişancıydı bu. Yılan dövmesi olarak kodladığım adam.
Ağlamama ramak kalmıştı.
Saçları ıslaktı. Duştan yeni çıkmış olmalıydı. “Hayırdır? Savaş mı çıktı?” He çıktı! Sen niye böyle çıktın acaba? Gülmekten ağlayacaktım şuan. Gökhan abi, sustur beni! Valla dayak yiyeceğim sonra.
Nine arkasına döndüğünde, “uy,” diye bağırdı. Gökhan abiye baktım. O da gülmemek için, kendini zor tutuyordu. “Bana sakın bakma,” dedi yandan. Bu sefer bakmadım. Baran olsaydı bakardım ama. “Sende,” dedim aynı şekilde.
Kaşlarını çatarak baktı. “Ne uy,” dedi kaşlarını çatarak. “Ne oluyor lan? Nine niye var koğuşta?” Terbiyesiz. Pınar nineme öyle denir mi hiç? Bastonuna kurban ol sen.
Elimle ağzımı kapattım. Sesizce gülmeye başladım. “Nine timi evlendiriyor nişancı,” dedim yandan. Bana baktığında, anlık bir durdu. Beni görmeyi beklemiyor gibiydi. “Af buyur,” dedi ifadesizce. Bu kelimeyi bile, ifadesizce söyleyen tek kişi olabilirdi.
Nine, “sapık,” diye bağırdı nişancıya. Nişancı ona döndü bu sefer. “Daha çok af buyur?” Adamın şaşırması bile ifadesizdi be! Kesinlikle time benzemiyordu.
Yüzbaşı, bir ihtimal.
“Uy,” dedi tekrar nine. “Çıplak adam,” diye bağırdığında, güldüm. Herkes tersçe bana bakmasını umursamadım. “İlk defa gülmekten ağlayacağım, bakmayın öyle,” dedim karnımı tutarak kahkaha atarken. Hepsi gözlerini devirdiğin de bile gülmeye devam ettim.
Kaldıkları yerden devam ettiler. Fıroş, “nine, rezil ettin beni,” dediğinde, “sus oğlum,” dedi Baran. “Çok güzel bir konudaydık, sus.” Bir Helincik mevzusu. “Nine, sen onu boşver şimdi. Helin ile beni evlendiriyordun sen en son?” Helin gözlerini devirdi.
“Sana burdan bir çakarım Baran, aklın oynar,” dedi Helin tersçe. Baran sırıttı. “Sen çakacaksan boynum kıldan ince Helincik.” Helin, tavana baktı. “Allah’ım, sen beni nereye düşürdün? Koğuş değil, tımarhane burası ya,” dedi ağlamaklı bir sesle.
Pınar nine, Helin’e döndü. “Sen bana deli mi diyorsun he," diyerek, bastonu bacağını indirdi. Helin bağırarak, geriye kaçtı. “Acıyor ya,” dedi gerçekten ağlamaklı sesle. “Askere vurmaktan seni içeri atarım kadın! Valla bir daha vurursan yaparım.” Nine kafasına vurdu bu sefer.
“Beni içeri atacak adam, daha anasının karnından doğmadı,” dedi daha fazla vurarak. “At bakayım, neler yapıyorum sana!” Onlara bakarken, gözüm sandalye’nin üzerinde ki siyah tişört’e kaydı. Ne kadar iyilik, o kadar az yanmak.
Nineye baktım, arkası dönüktü. Siyah tişört’ü hızla elime alıp, keskin nişancının yanına gittim. Karnına attığımda, refleks olarak tuttu. “Giy şunu,” dedim nine’nin duymayacağı şekilde.
Kaşlarını çattı. “Sebep,” diye sordu. “Bastonu yemek istiyorsan, giyme,” dediğimde, “bundan sanane küçük kız,” diye sordu. Gıcık ya. “Fıroş burada isyan çıkarabilir her an. Bunun olmasını istemem,” dediğimde, “anladım,” dedi.
Bir anda kolumdan, Gökhan abi çekti. Kaşlarını çatarak, nişancıya bakıyordu. “Saatler olsun,” dedi son derece sertliğiyle. Küfür eder gibi söylemesi, ayrı konuydu. “Eyvallah,” dedi keskin nişancı, yine aynı ifadesizliğiyle.
Bana baktı. Kaşlarını çattığını görünce, “ne var abi ya,” diye isyan ettim. “Ne bu? Abi kıskançlığı mı? Ben hiç almayayım, sağol.” Gözlerini devirdi. “Geç yanıma. Durmadan bir şeyle uğraşma, başını belaya sokma. Sonra hapishane köşelerinden topluyoruz.” Sırıttım. “Beraber girdik farkındasın değil mi,” dediğimde, “kimin yüzünden girdik acaba,” dedi sertçe. Ben değildim.
Tek elimle, yanağını sıktım. “Kızdın mı sen bana? Tamam, gül şimdi barışalım.” Daha da ters baktı. “Aslında gülmesende olur gibi,” dedim elimi yanağından çekerek. Her an enseme tokat yiyebilirdim. Bunu istemezdim.
Pınar nine, “döverim seni kız,” dediğinde, “şuan dövmüyorsun sanki,” dedi Helin. Bastonu yiyeceği an, yana doğru kaçtı. “Altmış dört yaşındasın. Ama baston gücü dersen, yirmi iki,” diye söylendiği. “Kız ben seni şimdi varya,” diye üzerine koşmaya başladı.
Helin koğuşun dışarısına koştuğunda, Pınar nine de onunla çıktı. Kapıya bakakaldım. “Fıroş," dediğimde, “ne,” dedi. “Yanlış anlamazsan, benden sana bir soru. Bu ninenin içine Arda Bozok kaçmış olabilir mi? Durmadan bir dövme, dayak falan.” Anlamaz gözlerle bana baktığında, “siktir et beni ya. İlaçtan saçmalıyorum ben,” dedim.
Baran’a baktım. “Gerizekalı! Kızın arkasından gitsene! Mert ol biraz oğlum, git kurtar kızı.” Bana baktı. “Sende gel,” dediğinde, “göbek bağımız beraber mi kesildi lan bizim,” dedim. “Kayıp ikizim çıksan güzel olur aslında,” dediğinde, “ne içtin lan sen? Dayaktan kafa gitti sende galiba,” diye cevapladım.
Kaan beni aydınlattı sağolsun. “Nine Helin’le evlenin dedi ya, o yüzden.” Baran göz kırparak, koğuştan çıktı. Arkasından, “komutanım, beni de bekleyin,” diyerek çıktı Fıroş. Kaan ise, “lan manyaklar! Nineyi niye askeriye’ye salıyorsunuz,” diyerek çıktı. “Lan, doğru,” diyerek, Gökhan abi de gitti.
Sadece ben ve yılan dövmesi olan keskin nişancı kalmıştık.
Umrumda mıydı peki? Ah, dünya umrumda değildi benim. Keşke olsaydı ama değildi işte. Kendim için dünyayı yakardım artık ben. Ama sevdiklerim için de kendimi yakardım.
Öyle boktan bir düzendeydim.
Yüzümde ki tebessüm, onlar gittiği anda silindi. Gözlerimi devirdim. “Boktan bir hayat,” diye mırıldandım. Ben iyileşmemiştim aslında. Sadece yanımda biri olduğunda, düşüncüleri siliyordum. Onları kendimle beraber boka sürükleyemezdim.
Acımı da sinir’e çeviriyordum.
Sandalyeye oturmak varken, yere oturdum. Yer daha rahattı her zaman. Soğuk hava ve kahveler. İkisi de sağlığıma zarar veren şeylerdi. Belki o yüzden seviyordum. Bilmiyorum.
“Ne oldu,” diye sordu keskin nişancı. “Ne,” dedim kafamı kaldırarak. “Onlar gidince, gülüşün silindi anında. Ne oldu?” Kaşlarımı çattım. “Her zaman neden güleyim? Saçmalık.” Elleri yine pantolonun cebindeydi. Verdiğim siyah tişörtü giymişti. Masaya doğru yaslandı. Vücudu bana dönüktü.
Konuşacaktı, belliydi. “Arda Bozok dedin. Ünlü iş adamı olan mı?” O kadar ünlüdür ki, insanın deli eder. “He, ondan,” dedim umursamazca. “Kızı mısın?” Tersçe baktım. “Ne yapacaksın?”
Hala ifadesiz bakıyordu. “Hiçbir şey.” Derdin ne tetikçi? “Anladığım kadarıyla kızısın,” dediğinde, “değilim. Olsaydım, baba derdim değil mi? Ben onun hiçbir zaman kızı değilim nişancı. Bunu böyle bil.” Başını olumlu anlamda salladı.
Bir süre sustu, bende sustum. “Tim,” dedi. “Seni seviyor.” Bende onları seviyordum. “Biliyorum.” Kapıya bakıp, tekrar bana baktı. “Gökhan, abin mi?” Bu soruyu beklemiyordum. “Biyolojik olarak değil. Ama abim gibidir.” Baktı sadece. “İyiymiş,” diye mırıldandı.
Soru sorma sırası bendeydi. “Senin var mı kardeşin?” Bu soruyu beklemiyor gibiydi. “Vardı,” diye cevapladı yinede. Kaşlarımı çattım. “Vardı derken? Öldü mü?” Öldüyse, sorduğum için vicdan azabı çekerdim. Ölü birini hatırlamak, çok kötü birşey olmalıydı.
“Ölmedi,” dediğinde rahatladım. “O zaman neden vardı dedin?” Merak etmiştim. Bende ona doğru döndüm. Her hareketimi dikkatle inceledi. “Gitti.” Dudaklarımı büzdüm. “Niye ki? Sevmiyor muydu seni?” Merak etmeme, hafif bir şekilde tebessüm etti ama yüzü oynamadı. Bakışlarıyla halime gülmüş gibiydi. Bu yüz ifadesini hatırlıyor gibiydim.
Sıcak bir histi. O ifade gittiğinde, üşüdüm sanki. Yine ifadesizce bakıyordu. “Seviyordu. Hatta eskiden, bir tek beni seviyordu bu dünyada.” Tebessüm ettim. “O zaman gitmemiştir belki. Gitmişse bile, gitmek istememiştir.” Kardeşinin kim olduğunu bilmiyordum. Ama içimden bunları söylemek geliyordu.
Pantolonun cebinden, bir paket sigara çıkardı. “Belki de,” diye mırıldandı. Bir tane sigara bana uzattığında, parmaklarımın arasına aldım. Çakmakla ilk önce kendi sigarasını, sonra benimkini yaktı. “Eyvallah,” dedim bir duman çekerek. “Eyvallah bizden.”
Önüme döndüm. Birkaç dakika, kapıya baktım. Telefon çaldığında, çıkardım. Güneş’in aradığını görünce, hemen açtım. “Gülüm,” dedim gülümseyerek. “Ne yapıyorsun,” diye sorduğunda, daha fazla gülümsedim. “Askeriyede oturuyorum.”
“İyi. Bu arada çiğköfte yaptım. Yanına da özel soğuk kahvem. Haberin olsun yani.” Arkadan televizyon sesi geldi. “Ben işteyim, git evde ye. Sen kahvaltı etmemişsindir şimdi.” Gözlerimi kocaman açtım. “Sen affettim seni mi dedin? Tam anlayamadığım da, söylesene bir daha.” Gülme sesi geldi. “Yok, abime acıdım.” Kaşlarımı çattım.
Abisine acımış. “Abin’e niye acıyorsun be? İyi bir misafirdim ben. Kahvaltı bile yaptım ona ya. Hayatta şikayet edemez beni.” Şaşkın sesi geldi. “Kahvaltı mı yaptın? Sen, abime kahvaltı yaptın? Şaka olmalı. İçine zehir mi koydun?” Ofladım. “O da aynı tepkiyi verdi,” dediğimde, “ne bekliyordun,” dedi gülerken. “Affettim, gel eve.” Ayağa kalktım. “Valla mı,” dedim gülerken. “Valla. Hem ben sana küsmem ki. Sadece, ne yapacağını merak ettim.” Güneş Cansuya küsmezdi. “Gülüm benim. Tamam, geliyorum. Ceyda’ya iyi bak bu arada. Samet’le birbirlerine girmesinler. Müdür kızarsa, beni çağır.” Telefonu kapattı.
Yandan ses geldi. “Yüzbaşının kardeşi,” dediğinde, “ev arkadaşım,” dedim. Kaşlarını çattı. “Anlaşılan seni evden kovmuş. Ev arkadaşınsa, kovmasına niye izin verdin?” Sen ne anlarsın be adam? “Çünkü bir ev arkadaşından fazlası. Hem emin ol, o ne yaparsa doğrusunu yapar.” Başını olumlu anlamda salladı.
Kapı açıldığında, arkamı döndüm. Gökhan abi gelmişti. “Ne oldu?” Her zaman ki gibi sırıttı. “Nine hal oldu. Sen niye buradasın kızım? Gelsene,” dediğinde, yanına gittim. “Gökhan abi, gerçekten kayıp ikizin olabilirim gibime geliyor.” Güldü. “Kardeşim olduğun doğrudur.” Hafif bir şekilde sırıttım. “Onu boşver de, sen en çok nereye gitmek istiyordun?”
Kaşlarımı çattım. “Gece kulübü,” dediğimde, kafama bir tane çaktı. “Ahlaksız kız,” dedi. “Acıdı,” dedim kafamı ovalarken. “Drama Queen,” dedi alayla. “Diğeri,” dediğinde, “pavyon mu,” diye sordum. Ayıplar bir şekilde baktı. “Düzgün bir yer söyle.”
Sırıttım. “Seks zamanı?” Demez olaydım. Kafama daha sert vurdu. Bu sefer cidden acımıştı. “Sapık mısın kızım? Verdiği cevaplara bak! Seks zamanı ne lan?!” Şaka yapmıştım aslında. “Şakaydı,” dedim. “Bir daha olmasın,” dedi tersçe. “O zaman söyle? Ne uğraştırıyorsun?” Tebessüm etti. “Sürpriz. Günü gelince söylerim.” Meraklı olduğumu biliyordu!
Oflayarak, “öküzsün,” dedim. “Neyse, ben eve kaçar. Güneş affetmiş beni, gider ben.” Kaşlarını çattı. “Bir, abiye öküz denilmez. İki, affetmiş derken? Nasıl affetti lan?” Göz kırptım. “Cansu Bozok derler bana bebeğim. Yokluğum varlığımı aratır.” Gözlerini devirdi. “Varlığın karakol ve meyhane,” dediğinde, “ikisine beraber gittik, söylenme,” dedim.
“Göreve gidiyoruz biz,” dediğinde, yüzüm düştü. “Hepiniz mi?” Başını olumlu anlamda salladı. “Kabul etmiyorum, Baran korumamdı benim. O kalıyor,” dediğimde, “kalıyor o zaten,” dedi. “Bende şaşkınım ama komutanım görevini elinden almamış. Herhalde mahalleyi yakmanızı bekliyor.” Gülmek istedim ama gülemedim. “Ne zaman geliyorsunuz,” diye sordum.
Yüzümün düştüğünü gördü. “Bir hafta,” dediğinde, oflamak istedim. Ama oflamadım. Askerdiler onlar. İtiraz ederek göndermek yakışmazdı bana. “Dizilerde ki gibi, arkanızdan su dökeyim mi,” diye alaya aldım. Enseme bir tane daha çaktı. “İşin şamata terbiyesiz,” diyerek, odadan dışarı attı.
Çıkmadan önce, Kerem’e baktı. “Kerem, hazırlan,” dediğinde, başını sallamakla yetindi. İkimize dikkatle baktığını yeni fark ediyordum.
Ondan sonra eve gitmiştim. Tabi peşimde Baranla.
|
0% |