
Alarmımın çalmasıyla sabah büyük baş ağrısıyla uyandım. Gözlerimi açtığımda yatağımdaydım. Yatakta doğruldum ve dün olanları hatırlamaya çalıştım. Terörist bana sürahi fırlatmıştı. Ben onu karanlık odada görünce aklıma on bir yaşındaki Asel gelmişti. Sonrasında buradaydım. Kollarımın çeşitli yerleri sızlıyordu. Okula gitmem gerekiyordu. Yataktan kalkıp dolabımın önüne geldim. Aynaya bakmaktan çekiniyordum. Göz göze geldim kendimle. Kollarım kıpkırmızıydı. Uzun kollu bir kapüşonlu aldım. Kollarımın gören çocuklar korksun istemiyordum. Beyaz kapüşonlunun altına siyah palazzo pantolon giydim. Saçlarımı tarayıp açık bıraktıktan sonra yüzümdeki izleri gidermek için makyaj masama döndüm. Yüzüme ufak tefek rötuşlar yaptıktan sonra odamdan dışarı çıktım. Oturma odasına baktığımda Ege, koltukta uyukluyordu. Mutfağa gidip onun için yiyecek şeyler hazırlamaya başladım. Çünkü Ege, ben hazırlamazsam aç giderdi. Fazla üşengeç biriydi.
“Abla?” Uyku mahmuru sesi geldi kulağıma. Arkamı döndüğümde yumruk yaptığı eliyle gözlerini ovalıyordu. Küçük bir çocuk gibi gelmişti bu hareketi gözüme.
“Ablam.”
“Bırak ben hazırlarım. Evde kalıp dinlen bugün. Gitme okula.” Elimden tabağı alıp masanın üzerine koymuştu.
“Ege, ben öğretmenim. Ayrıca bunun için dün haber vermem gerekirdi. Hem kafam dağılır.” Dediğim aklına yatmış gibi kafasını salladı. Çantamı aldıktan sonra çıkış kapısına yürüdüm.
“Dikkat et kendine. Bir şey olursa ara.” Gülümseyip kafamı salladım kapının önünde dikilen Ege’ye.
“Görüşürüz!”
Kapıdan çıkıp arabaya bindim. On beş dakikanın sonunda okula varmıştım. Arabayı otoparka park edip okula doğru yürüdüm. Öğretmenler odasına girdiğimde Serap, Su ve Berk vardı sadece. Serap ve Su ile çok iyi anlaşırdık.
“Hoş geldiniz Derin Hanım.” Diyen Su’ya gülümsedim.
“Selam.” Serap’ın yanına oturdum. Berk’in bakışlarını üzerimde hissediyordum. Ne o bir şey söyledi ne ben. Telefonumu alıp sosyal medyada zaman geçirirken öğretmenler odasının kapısının açıldığını duydum.
“Derin.” Tanıdık sesle gözlerim büyüdü. Kafamı kapıya doğru çevirdiğimde gelen kişiyle nutkum tutuldu. Emre gelmişti. Emre benim için okula gelmişti.
“Emre?”
“İki dakika gelebilir misin?” Gülümsemesiyle gözlerim dudaklarına kaydı. Bu gülümsemeyle bile beni ikna edebilirdi. Benim ayaklanmamla Berk de ayaklandı. Emre’nin bakışları benden Berk’e döndü. Hızlı adımlarla Emre’nin yanına gittim. Emre’nin bakışları anlık olarak bana kaydıktan sonra tekrar arkama kaydı. Bu sefer kaşlarını da çatmıştı. Tam karşısında olduğumdan dolayı onu ilerletmek için sert göğsüne elimi yasladım. Yaslamamla birlikte kolumda parmaklar hissettim. Ani bir şekilde kolumu çekip korku dolu gözlerle arkama döndüm.
“Dokunma!” Bunu ben değil Emre söylemişti. Rahatsız olduğumu anlamış olmalıydı.
Berk ateşe dokunmuş gibi ellerini geri çekmişti. Teslim olurcasına ellerini kaldırırken bana bakıyordu.
“Sadece seni durdurmak istemiştim.” Emre’nin çatık kaşları düzelmemişti.
“Ani temaslardan hoşlanmam. Neden beni durdurmak istedin?” Konuyu değiştirmeye çalışmam ikisinin de gözünden kaçmamıştı. Önce duraksa duraksadı. Sonrasında saçını kaşıyıp konuşmaya başladı.
“Sınıfa gidecektim, tahta bozulmuştu sınıfta. Bir bakar mısın diyecektim.” Emre’nin kasıldığını hissediyordum.
“Bu kız tahta mı tamir ediyor?” Emre çatık kaşları ve kaya gibi olan sesiyle konuşmuştu. Göğsündeki elimle biraz baskı uygulayarak susmasını sağladım.
“İşim bitince bakarım, Berk Hocam.” Gülümseyip Emre ile öğretmenler odasından dışarı çıktık.
“Bir şey mi oldu, neden geldin?” diye sordum koridorun kenarında durduğumuzda.
“Seni merak ettim. Dün iyi şeyler yaşanmadı, Ege beni arayıp senin okula gittiğini söyleyince bir uğramak istedim.” Dünü unutmaya çalışıyordum, aynı geçmişimi unutmaya çalıştığım gibi.
“Ege seni nasıl aradı?”
“Arabada uyuyunca Ege’den numarasını istedim. Seninkini de istedim ama vermedi.” Son cümlesinden sonra göz devirmişti. Kıkırdadım.
“Fazla kıskanç bir kardeşin var.” Kıkırdamam kahkahaya dönüştü. Gözleri anında dudaklarımdaki tebessüme kaydı.
“Bir de senden kıskanıyor yani. En kıskanmaması gerek kişiden. Seninle aramda arkadaşlık dışında hiçbir şey olamaz.” Hala otuz iki diş sırıtıyordum. Olmazdı değil mi? Gözleri dudaklarımdan gözlerimle buluştu. Gözlerine anlamadığım bir ifade çöktü.
“Asla.”
Kafamı salladım.
“Derse girmem gerekli.” Kafasını salladı.
“Çıkışta seni evine bırakacağım. Ne olacağı belli olmaz.” Kaşlarım çatıldı. Yirmi altı yaşında yetişkindim. Kimsenin korumasına ihtiyacım yoktu.
“Kendim gidebilirim, gerek yok.” Çatık kaşlarımla sınıfıma giderken kolumda sıcacık parmaklar hissettim.
“İnat etme Derin. Ege evde seni bekleyecek, sonrasında gideceğim. Sadece güvenlik.” Kaşlarımı mümkünmüş gibi daha çok çattım.
“Hayır diyorsam hayır!” Sesim yükselmeye başlamıştı.
“Bekle.” Deyip cebinden telefonunu çıkarttı. Bir yerlere girdikten sonra telefonu kulağına tuttu.
“Allovv.” Diye bir ses yükseldi telefondan. Ege miydi o? Buradan bile duyulmuştu. Yuh diyorum.
“Ege senin bu inatçı, mızıkçı, öğretmen bozuntusu, psikopat, ruh hastası, manyak, feminist ablan onu eve bırakmama izin vermiyor.” Övdü mü sövdü mü ben anlamadım şimdi. Öğretmen bozuntusu mu dedi o bana?
“Başlarım şimdi öğretmen bozuntuna. Kaybol git iş yerimden.” Telefonu kulağından çekip alt kısmına elini koydu.
“Bir dakika canım, kardeşinle konuşuyorum.” Yüzbaşı Emre Kerem Öztürk müydü bu karşımda ki? Sert, soğuk ve herkese emirler yağdıran kişi benim yanımda minnoş bir kediye dönmüştü. Düşüncelerimden Ege’nin cırlamasıyla ayrıldım.
“Ablağ!”
“Cırlama be!” Emre telefonu kulağıma tutmuştu.
“Emre abi seni bırakmazsa umarım ölürüm.” Gözlerimi büyütmüştüm. Beni hep böyle tehdit ederdi. Ki ölmekten ne kadar korktuğunu tek ben bilirdim. Ege genelde çocukça davranırdı. Çocukluğunu yaşayamamış herkes, yetişkinken çocuk gibi davranırdı.
“Ege, alırım şimdi ayağımın altına! Tamam bıraksın be, bir şey mi dedik.” Yüzümü buruşturdum. Emre istediği cevapla telefonu Ege’nin suratına kapattı.
“İlk önce Ege’nin suratına kapatmakla çok büyük hata yaptın. Şimdiden kolay gelsin. İkincisi tam dakikasında burada olmazsan beklemem giderim.” Memnuniyet içinde arkamı döndüm. Sınıfa giderken dudaklarımda aptalca bir sırıtma vardı.
*Emre Kerem Öztürk*
Asel’in yanından ayrıldıktan sonra askeriyeye gitmek için yola koyuldum. Kadir Albay, Timi oraya toplamamı söylemişti. Arabamı çalıştırdığımda trafikten dolayı yaklaşık bir saatte orada olmuştum. Askeriyeden içeri girdiğimde Tim hazır bir şekilde beni bekliyordu. Onlara kısa bir göz atıp Albay’ın odasına doğru yürümeye başladım. Tim’in arkamdan geldiğini biliyordum. Aleyna da buradaydı. Kapıyı çalıp içeriden gel komutunu bekledim. Sonrasında içeri girip hazır ol duruşuna geçtim.
“Savaş Timi, bir yüzbaşı, bir üsteğmen, iki teğmen, iki başçavuş ve bir üstçavuş ile emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım!” Sesim gür çıkmıştı.
“Rahat çocuklar.” Rahat konumuna geçtikten sonra Albay konuşmaya başladı.
“Lafı uzatmayacağım, bu sefer göreve çıkmayacaksınız. Eşyalarını toparlayın. Hakkari’ye tayininiz çıktı. Hakkari’ye gidiyorsunuz.” Kaskatı kesildim. Şaşkınlık hepimizin yüz ifadesine yayılırken benim aklımda tek bir kişi vardı. Asel’e tam alışmaya başlarken onu bırakabilecek miydim?
***
Hellooo! Uzun zamandır yoktum bazı nedenlerden dolayı. Savaş Timi gidiyor arkadaşlar. Emre ve Aleyna, Asel'i bırakıp gidiyor... Ama bırakabilecek mi veya gidebilecek mi? Sorularınızın bir kısmına bu hafta atacağım bölümde cevaplar bulursunuz diye düşünüyorum. Aksaklıklar olabilir, geç gelebilir. Bunun için şimdiden özür dilerim. Neyse çok boş yaptım. Görüşmek üzere efenimm.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |