Yeni Üyelik
4.
Bölüm

3.Bölüm: ~Yaşanmışlık~

@geceninleydisi0

Yorulmuştum. Aklımda, kalbimde, ruhumda o kadar çok şey vardı ki; Acı, üzüntü, boşluk, yıkılış, korku, karanlık, çığlık, çaresizlik... Aklımı kullanmaya başladıkça kalbim, kalbimi dinlemeye başladıkça da ruhum ağrıdı. Ve ben bunların hepsini bomboş bir bedenin içinde taşıyordum.

Yine o yabancısı olduğum kişinin kollarındaydım. Ve yine toprak kokusu alıyordum. Islak toprak kokusu... Hala korkudan bedenim sarsılıyordu, hala titriyordum ve hala bunun bir kâbus olmadığının kabullenişini yaşıyordum.

Sarsılan sadece bedenimdi çünkü ruhumu def edeli çok oluyordu.

"Duyuyor musun beni?" Yabancı ama bi' o kadar da tanıdık sert ses kulaklarımı doldurdu. "Gözlerini aç... bana bak." Gözlerini aç diyordu ama göz kapaklarım ona itaat etmek yerine daha da çok kapanıyordu. Bir eliyle bileğimi okşadığını hissettim. "Hissediyor musun? Gözlerini aç!" diyerek sinirli bir şekilde konuştuğunda ona itaat etmek istemeyen göz kapaklarımı zor bela açtım.

"Sonunda," Eğildi ve beni bir yere yatırdı. "Bana bak! Sakın gözlerini kapatma, tamam mı?" dedi ve hızla arabanın arka kapısını kapatıp ön koltuğa geçti. "Gözlerini kapatmaman lazım, gözlerin açık kalsın." Ama göz kapaklarım tekrardan kapanıyordu, uykum vardı. "Uykum var." dedim fısıldayarak. "Uyumaman gerek. Alnın ve kafanın arkası çok fazla kanıyor. O yüzden, en azından hastaneye gidene kadar uyumaman lazım."

Hastane dediğinde gözlerim açılmıştı. Hastane olmazdı, amcam beni bulurdu. "Hastane olmaz." dedim titreyen sesimle. Dönüp bana baktı ve gözerimin açık olup olmadığını kontrol etti. "Hastaneye gitmemiz şart." dedi net bir sesle. "A.. Amcam..." diyebildim sadece çünkü çok uykum vardı, gözlerim kapanıyordu. "Tamam. Ben onu halledeceğim." Daha bir şey demedim, konuşmaya halim yoktu.

Uyumamak için kendimle direnirken, arabanın cam tavanından yıldızları saymaya çalışıyordum. Her saydığım yıldızda yaşanmışlıklarımı görüyordum buda gözlerimi kapatmak istememi sağlıyordu. Pirhan arabayı çok hızlı kullanıyordu ve aynı zamanda da bir elini arkaya doğru uzatmış çok fazla sarsılmayayım diye beni tutuyordu.

Araba yavaşladığında bir yıldızın bana gülümsediğini gördüm. Küçük bir kız her şeyden habersiz gülüyordu. Acaba olacaklardan bahsetseydim yine böyle güler miydi? Ah, hiç sanmıyordum. Gözlerim kapanmaya yakın bende ona gülümsedim. Mayhoş bir ifadeyle...

***

Gözlerim kapanırken yüzüme su sıçratılmasıyla gözlerimi tekrardan araladım. "Şunu yapmaktan vazgeç artık." Kırmızı ışık yanınca arabayı durdurdu ve düz bir ifadeyle bana baktı. "Sende uyuma o zaman, 12 saat uyumaman gerektiğini biliyorsun ona rağmen ne diye de uyuyorsun?" Bir şey demeyip ters ters ona baktım. Başım dehşet bir şekilde ağrıyordu.

Hastaneden çıkalı yarım saat oluyordu ve bu yarım saatin içinde Pirhan yüzüme şişedeki suyu sıçratarak uyumama izin vermemişti. Aslında uykum yoktu sadece bu zalim Dünyada gözlerimi hiç bir şekilde açık tutmak istemiyordum. Daha fazla bu lekeli Dünyada gözlerimi açık tutmak istemiyordum. Hayır, daha doğrusu; aslında lekeli olan biz insanlardık ve bu Dünyada barınarak her geçen gün lekemizle Dünya'yı karamsarlaştırıyorduk.

Pirhan'ın beni ilk başta gördüğü kadar endişelenecek bir durum yoktu. Sadece alnıma ve kafamın arkasına toplam yedi dikiş atmışlardı yalnız kafamın arkasını ne zaman vurduğumu hatırlamıyordum.

Pirhan'ın evine varana kadar yol boyu hiç konuşmadık. Zaten düzgün bir iletişim kurduğumuz yoktu. Böylesi daha iyiydi.

Pirhan'ın evine gidiyorduk çünkü Doktor Pirhan'a 12 saat boyunca göz altında tutulmamı söylemişti. Pirhan ise beni evine götürüyordu.

Ben ne kadar onun evine gitmek istemeyip başımın çaresine bakabileceğimi söylesem de, 'gördük nasıl başının çaresine baktığını... bende sana meraklı değilim, başıma yeterince dert oldun zaten 12 saat geçsin sonrasına bakarız.' diyerek beni azarlamıştı.

Araba üç katlı ormanlık alanda bulunan bir villanın önünde durduğunda inmeden etrafa bi' göz gezdirdim. Evin yakınlarında, görünürde başka bir ev yoktu. Evin bahçesi oldukça büyük ve düzenliydi. Dün evden çıkarken evin etrafını falan incelemediğim için bu kadar güzel olduğunu fark etmemiştim. Pirhan arabadan inip dış kapıya doğru ilerlemeye başladığında bende fazla vakit kaybetmeden arabadan inerek onun yanına gitmeye başladım.

Evin taşlı yollarında yavaş adımlar atarak yürürken gözüm bir şeye takıldı. Bahçeni en ıssız köşesinde bir göl gözüküyordu ve gölün üstüne doğru uzanan ağaç dalına bağlı olan bir salıncak.

Salıncak...

"Babacım lütfen daha hızlı!"

"Sallıyorum ya kızım!"

"Ama hızlı sallamıyorsun. Annemin saçlarına dokunamıyorum. Lütfen daha hızlı salla, annemin saçlarına dokunmak istiyorum. Hadi..."

"Biraz daha hızlı sallarsam düşeceksin Ezgi!"

"Düşmem, annem beni tutar."

"Tamam artık bugünlük yeter. Sana bir sürprizim var. Hem unuttun mu, bugün annenin doğum günü."

Hayatımı değiştiren sürpriz. Her şeyin başladığı sürpriz ya da her şeyin bittiği sürpriz. Çocukluğumun bittiği, büyüdüğüm sürpriz...

"Nerede kaldın abi ya..." Birinin ince, tiz sesini duyduğumda kafamı iki yana sallayarak aklımdakilerden kurtuldum. "Seni çok özledim." Bakışlarımı salıncaktan kurtarıp neşeli gelen sesin kaynağına çevirdim. Zayıf, siyah saçlı, hafif kısa boylu bir kız Pirhan'ın boynuna kollarını dolamış bir şekilde ona sarılıyordu. "Peri boğulacağım, bi' dur."

"Ne yapayım, abimi çok özledim. Gönderdin tabi biricik..." Beni görünce cümlesini yarıda kesip Pirhan'a sarılmayı bıraktı. Nedenini anlamadığım bir şekilde bi' süre boyunca bana ters ters bakmaya başlayınca istemsizce bir adım geri gittim. Peri hiçbir şekilde gözlerini benden ayırmayıp dik dik bana bakarken Pirhan'da bana döndü. Kızın bakışlarından rahatsız olup ellerimle üstümdeki tişörtün uçlarını çekiştirmeye başladığımda Pirhan eliyle gel işareti yaptı.

Ağır adımlar atarak Pirhan'ın yanına geldiğimde, "Bu kim?" diye sordu Peri. Sert sesi kaşlarımı çatmama neden olmuştu. "Ezgi." Pirhan adımı bastırarak söylemişti. "Birkaç günlüğüne bizimle kalacak."

"Neden, hayır kurumu muyuz biz?" Daha demin o neşeli kız gitmiş yerini cadı bir kız yer almıştı. Onun sesinin yükeselmesiyle Pirhan sert bir şekilde kardeşine baktı. "Ne alakası var Peri?" Bağırmamıştı ama yine her zaman ki gibi sesi sert ve toktu. "Ya abi, Ahsen abla buraya gelemiyorken bu kız nasıl gelebiliyor?" Pirhan burnundan sert bir soluk alıp verdi. "Sizin derdiniz başka..."

Onları daha fazla dinlemek istemeyip yanlarından ayrılarak bahçede gördüğüm hamağın yanına adımladım. Pirhan'ın bir kardeşi olduğunu bilmiyordum. Gerçi normalde de nereden bileceksem? Hamağa oturdum. İstenmediğim yerde kalmak istemiyordum ama gidecek bir yerim yoktu. Isparta'ya hayatımda ilk defa geliyordum ve bilmediğim bir şehirde güvenli bir yer bulamamaktan korkuyordum. Başkası bu lafları yedikten sonra gururuna yediremez ve giderdi. Ama ben gidemiyordum. Bu ne gurursuzluktu ne yüzsüzlüktü. Sadece o insanların gidebileceği, güveneceği bir yerleri vardı. Benim ise ne gidebileceğim ne de güvenebileceğim biri vardı. 'O zaman neden buradayım, güveneceğim kişi Pirhan mı' diye kendime sorduğumda da bunun cevabı nörtdü.

Hamakta hafif hafif sallanmak başımı dönürmeye başladığında sallanmayı bıraktım. Başımı gerçekten sert vurmuşum. Ayağa kalkıp bahçe etrafında dolanmaya başladığımda Süreyya Teyzeyi gördüm. Köşede çiçek dikiyordu.

"Kolay gelsin." Süreyya Teyzenin yanına vardığımda elindeki çiçekle şaşkın bir ifadeyle bana bakmaya başladı. "Yavrum sen gitmemiş miydin? Bizim çocuk geri mi getirdi seni?" Bir şey açıklayacak durumda olmadığım için sadece kafamı sallamakla yetindim ve elindeki çiçeği gösterdim. "Bende dikebilir miyim?" Kafamı dağıtacak şeyler yapmak istiyordum. Cevap vermeyişimi sorgulamadı ve ayağa kalktı. "Tabi ben sana eldiven getireyim." Kolundan tutarak onu durdum. "Gerek yok, teşekkür ederim." Yere oturdum ve daha demin bıraktığı çiçeği elime aldım. Bir süre bana baktıktan sonra, "Peki, o zaman sen bunları dik bende masayı hazırlayayım." dedi ve yanımdan ayrıldı.

Elimde ki menekşeyi çukuru açılmış toprağa gödüğümde kenarlarını kapattım ve yeni bir çiçek için çukur açmaya başladım. Avuç içi kadar açtığım çukurun içine bu seferde magnoliayı diktiğimde toprak kokusunun gerçektende bana iyi geldiğini anladım. Bir kaç çukur daha açıp yine çiçekleri yerlerine yerleştirdiğimde son bir süs narı çiçeği kalmıştı. Onu da elime alıp açmış olduğum çukura yerleştireceğim sırada üstüme düşen gölge ile kafamı yukarıya kaldırdım. Pirhan kafasını eğmiş bana bakıyordu. Dik dik bana bakmasına karşılık kafamı ne var der gibi salladığımda, "Ne yapıyorsun?" dedi ters ifadeyle. Elimdeki saksıyı gösterdim. "Çiçek dikiyorum, görmüyor musun?" Kafasını iki yana salladı. "Kafana güneş geçtiğinin farkında mısın?" Saksısından çıkardığım çiçeği çukura yerleştirdim. "Yo, bir tek sana geçiyor olmalı."

Ağzının içinden bir şeyler söylediğini duysamda ona dikkat kesilmedim. Yerine yerleştirmiş olduğum çiçeğinde yanlarını doldurduğumda çiçekleri sulamak için etrafa bir göz gezdirdim. Duvar dibinde aradığım bitki suluğunu gördüğümde kafamı kaldırıp hala başımda bekleyen Pirhana baktım. "Şu bitki suluğunu getirir misin?" Çatmış olduğu kaşlarıyla bana bakmakla yetindiğinde getirmeyeceğini düşünüp kendim kalkmaya yeltenmiştim ancak o düşündüğümün tersini yapıp gitti ve suluğu getirdi. "Teşekkür ederim."

"Sofra hazırmış. İşin bitince ellerini yıka ve gel." Hızla adımlayıp evin arka kapısından içeriye girdiğinde sadece çok kısa bir süre arkasına bakmakla yetindim.

Çiçeklerin hepsini sulayıp işimi bitirdiğimde bende arka kapıdan eve girdim. Ellerimi yıkamak için merdivenleri çıkarken Periyi bir odadan çıkarken gördüm. Ona hiç bulaşmamak adına dimdik lavaboya yöneldim ama o ben daha kapıyı açmadan önüme geçerek yine bana dik dik bakmaya başladı. Sıkıntılı bir nefes alıp verip bende aynı şekilde bakmaya başladığımda kollarını göğsünde birleştirdi ve alaycı bir tavır takındı. "Doğruyu söylesene neden geldin buraya?" Cevap vermemi beklemeden devam etti. "Yoksa fahişe falan mısın? Geceleri abimin yatağını ısıtmak için mi geldin?" Dedikleri beni afallatırken ellerim yumruk haline gelmişti.

Ben fahişe değilim.

Boğazıma bir yumru oturdu. Hayır onun dediği cümleler canımı yakmamıştı, yakmamalıydı. Ben her seferinde bu kelimelere maruz kalıyordum. Canımı yakan bu insanların karşısındakini düşünmeden nasıl bu kadar acımasız olduklarıydı. Canımı yakan her ne kadar bu kelimeyi fak etmesem de dışarıdan öyle gözüktüğümdü.

Periye cevap vermeden omzuna çarparak hızla lavaboya girip kapıyı kapattım. Aynadan kendime baktım. Ben bunları hak ediyor muydum? Ben bu yaşadıklarımı hak ediyor muydum? Belki de...

Bir yerde okumuştum; Herkes isminin anlamına göre yaşarmış bu hayatı. İlk başta saçma gelmişti ama şimdi düşününce... evet herkes isimin anlamına göre yaşıyor bu hayatı.

Ezgi; Eziyet, ezme, üzüntü...

Ve evet ben bu hayatı eziyet çekerek yaşıyordum. Halbuki kaderim ben daha doğmadan belirlenmiş.

Musluğu açmak için hala yumruk olan elimi serbest bıraktığımda avuç içimde çizikler olduğunu gördüm. Tırnaklarımı fark etmeden elimin içine geçirmiştim ve bunu yaptığımın farkında bile değildim. Hafif oluşan kanın metalik kokusu toprak kokusuyla birleştiğinde ortaya değişik bir koku salmıştı ve bu koku garip bir şekilde rahatlatıcıydı.

Musluğu açıp elimi yıkadıktan sonra hep birbirine girmiş olan kızıl saçlarımı dikişlere dikkat ederek toplayıp topuz yaptım. Lavabodan çıkıp mutfağa geçtiğimde Peri ve Süreyya teyzeyi masada otururken gördüm. Pirhan ise açık olan camın pervazına dirseklerini dayamış telefonla konuşurken sigara içiyordu.

Daha fazla ayakta durmayıp boş olan herhangi bir sandalyeye oturdum. Peri çoktan kahvaltıya başlamıştı. Oturmamla Süreyya teyze önüme bir kâse dolusu çorba koyduğunda, "Bu çorbanın hepsi bitecek emi yavrum!" dedi. Önüme koyduğu şehriye çorbasına ters bir ifadeyle bakarken Süreyya teyzeyi kırmamak amaçlı tebessüm edip kafamı salladım. Çorbalardan nefret ediyordum.

Bir süre sonra Pirhan'da masaya oturduğun da gözleri benim üstümdeydi. Çorbadan birkaç kaşık alıp içmeye başladığımda içtiğim çorba mideme oturuyordu. Önümde ki bardaktan birkaç yudum su içtiğimde bakışların benim üstümde olması rahatsızlık vermeye başlamıştı. Çorbadan bir kaşık daha aldığımda içemeyeceğimi anlayıp, "Şey," diye mırıldandım. "Ellerinize sağlık ama benim biraz midem bulandığı için izninizi isteyebilir miyim?"

Süreyya teyze kaşlarını çatıp bana bakmaya başladığında "Çorba mı kötü olmuş, beğenmedin mi? Beğenmediysen yenisini yapayım hemen." dedi endişeli bir şekilde. Süreyya teyzenin bunu demesiyle beraber Peri gözlerini devirerek "Yok artık daha neler." Diyerek bize ters ters bakmaya başladı. Pirhan ise sadece önünde ki çorbasını içiyor bize bakmıyordu bile. "Yok, hayır." diyerek itiraz ettim. "Sadece midem bulanıyor ve daha fazla yersem mide bulantım artar diye yemek istemiyorum, yoksa çorba çok güzel olmuş. Ellerinize sağlık." Kafasını anlayışla salladı. "O zaman sen biraz uzan, hava al sonra yersin yavrum." Tebessüm ettim ve sandalyeyi hafifçe ittirerek ayağa kalktım. "Afiyet olsun."

Balkona geçtiğimde köşede duran sandalyeye oturdum. Esen rüzgarla beraber derin bir nefes alıp verdim ve ardından bir nefes daha. Attığım her adım, verdiğim her nefes, yediğim her yemek, kendi vücuduma dokunduğum her yer... bana her seferinde başka başka şeyler hatırlatırken uçuruma daha da çok yaklaştığımı hissediyordum. Her hatırladığım -daha doğrusu hiç unutmadığım- anılar zihnime düştüğünde uçurumun kenarına bir adım daha yaklaşıyordum ve attığım her adımda tökezleyerek yere düşüyordum.

Ayaklarımı yukarıya kaldırdım ve kollarımı bacaklarıma sardım. Beni en çok mahveden ise tökezlediğimde, düştüğümde, uçuruma her yaklaştığımda beni kurtaracak herhangi birinin olmamasıydı. Yapayalnız olmamdı.

Dakikalar geçti belki de saatler bilmiyordum ama hiç istifimi bozmadan aynı pozisyonda durmaktan uyuştuğumu hissediyordum. Yine de pozisyonumu bozmadım uyuşmak iyi geliyordu, bazı şeyleri düşünmemi mi sağlıyordu.

Birkaç saniye sonra yanımda bir hareketlilik olunca bakışlarımı gölün üstünden çekip yana çevirdim. Pirhan yan tarafımdaki sandalyeye oturmuş ayaklarını mermere uzatmış bir şekilde duruyordu. Bana baktı, ona baktım. Yüzümün her bir zerresini incelediğini hissettim. Yüzünün her bir zerresini inceledim. Sonra bu yaptığımın yanlış olduğunu sanıp onu incelemeyi reddettim.

"Ağrın var mı?" Muhtemelen başımın ağrıyıp ağrımadığını soruyordu. Ona bakmadan kafamı iki yana salladım. Aslında ağrıyordu ama dayanılmayacak bir şekilde değildi.

Başka bir şey demedi. Bir süre ikimizde konuşmadık. O sigara içti ben ise sadece gölü izledim. Gözlerimi salıncaktan alamıyordum. Bana çok şey hatırlatıyordu ve bu benim canımı sıkıyordu.

Pirhan’ın dün hakkında ya da ne bileyim bu olanlar hakkında bana sorular sormasını bekliyordum ama sormadı. Hiçbir şey demedi. Onun yerine benim beklemediğim bir hamle yaptı. İrkilmeme sebep oldu.

Tenimde bir soğukluk, baskı hissettim. Gözlerim soğukluğun geldiği yere doğru kaydığında Pirhan'ın iri elini yumruk yapmış olduğum elimi nazikçe açmak için uğraştığını gördüm. Elim istemsizce açıldığında parmakları hemen elimin içindeki yarada dolaşmaya başladı. Yarama dokunduğu her yer elinin soğukluğuyla sızısını alırken yutkunmadan edemedim.

Elimi elinden çektim. Kafasını kaldırıp bana ters ters baktı ve ayağa kalktı. "Bekle burada." Dedi ve balkondan çıktı. Nereye gittiğini anlayamazken çok fazla üstünde durmadım ve avucumun içine baktım. Elimi yine sıktığımın farkında bile değildim. İstem dışı oluyordu. Bazı yerlerde çok da büyük olmayan yaralar oluşmuştu. Diğerine nazaran biraz daha derindi. Hafif biriken kanları pantolonumun üstüne sürtüğümde Pirhan elinde küçük bi' ilk yardım çantasıyla gelip yerine geri oturdu.

Elimi tekrardan elinin içine aldığında dizine bıraktı ve ilk yardım çantasını açtı. Ne yaptığına bakarken içinden ilk önce biraz pamuk çıkardığında hidrojen peroksitle ıslattı ve birkaç kere üfleyip yaranın üstüne üfledi. "Canın yanıyor mu?"

"Hayır." Dedim elimi elinden çekecekken ama bırakmadı.

"Bırakır mısın?"

"Neden?"

"Çünkü bunu yapmana gerek yok."

"Neden?"

O yardım benim canımı acıtır.

Hidrojen peroksidi pamukla işi bittiğinde bu sefer bir krem çıkardı. Kremin kapağını açıp işaret parmağına biraz sürdü ve elimin içine naif hareketlerle yaymaya başladı. Titrek bir nefes verdim. Bunu yapmasına gerek yoktu. Ben bunu hak etmiyordum. Ben buna alışkın değildim. Ben birinin benim için bir şeyler yapmasına hazır değildim.

Kremi sanki bir çatışmadaymış gibi dikkatlice sürerken pür dikkat onu izliyordum. Sağ elimle işi bittiğinde elimi yavaşça tekrardan dizine bırakıp sol elimi elinin içine aldı. Aynı işlemi sol elime de uygularken bir anda sinirle konuştu. "Aptal!" Gözlerini gözlerime dikti. "Kendine nasıl böyle bir şey yapabilirsin? Hiç mi acımıyordun kendine?"

Hiç acımıyordum ama bunu ona söylemedim, sessizlik hakkımı kulandım. Sol elimle de işi bittiğinde ayağa kalktı ve beni de bileklerimden tutarak kendiyle beraber ayağa kaldırdı. Elini bileğimden çekmeden beni mutfağa doğru sürüklerken sesimi çıkarmadan onun götürdüğü yere gidiyordum. Mutfağa girdiğimizde bir sandalyeyi çekip beni oturtturdu. Ardından kendisi tezgâhın başına geçtiğinde mikrodalgayı çalıştırdı ve dolaptan bir tane tabak, bardak çıkardı. Dikkat kesilerek ne yaptığına bakarken bu seferde buz dolabına yöneldi ve buz dolabını açarak içinde portakal suyu bulunan sürahiyi çıkardı.

Mikrodalga ısındığına dair ses çıkardığında mikrodalgayı açtı ve içinden lazanya çıkardığını gördüm. Lazanya... Tabağa iki dilim lazanya koyduktan sonra bardağa da portakal suyu koyup yanıma geldi. Tabağı ve bardağı önüme koyduğunda elime yavaş bir şekilde çatalı tutuşturdu ve çenesiyle tabağı gösterdi. "Çorba sevmiyorsun galiba? Kahvaltıdada hiçbir şey yemedin, aç olmalısın. Tabaktakini bitir ama eğer lazanya sevmiyorsan başka bir şeyler hazırlayayım." Bakışlarım tabağın üstündeyken burukça gülümsedim.

"Bitir şu çorbayı!"

"Lazanya yemek istiyorum, çorba içmek değil."

"Ne lazanyasından bahsediyorsun lan? Önüne ne konulduysa onu yemek zorundasın. Fiziğine dikkat edeceksin."

Çorbalardan nefret ediyordum. Her sulu yemeklerden nefret ediyordum. Beni diyete zorlayan, istediğim ya da canımın çektiği yemekleri yememe izin vermeyen herkesten nefret ediyordum. Sadece bunlardan değil... Herkesten ve her şeyden nefret ediyordum. Kendimde dahil.

"Sevmiyor musun?" Bakışlarım ona döndüğünde neyden bahsettiğini anlayamadım. "Lazanya," dedi önümdeki tabağı göstererek. "Sevmiyor musun? Eğer sevmiyorsan başka bir şey yapabilirim." Kafamı hızla iki yana sallayarak önümdeki tabağın kenarlarından tuttum. "Hayır çok severim." Kaşlarını çattı ve tabağın kenarlarını sıkı sıkıya tutan elimi ayırdı. "Merak etme tabağı önünden alan yok." Yüzü yine o alaycı ifadeyi yer almıştı.

Alan vardı...

Bir şey demedim ve lazanyadan bir çatal aldım. Tadı... O kadar çok özlemiştim ki, bir çatal daha aldım. Bir çatal, bir çatal ve bir çatal daha aldım. Hiç duraksız sadece lazanyayı yemeye odaklanmıştım ki Pirhan portal suyunu görüş açıma doğru itmese bir şeyler içmek aklıma dahi gelmezdi. Portakal suyundan birkaç yudum içtikten sonra tekrardan lazanya yemeye başlamıştım. "Yavaş ye, boğulacaksın." Pirhan'ın sert tavırla konuşmasıyla yavaş yemeye çalıştım ama olmuyordu sanki biri tabağı önümden çekecek gibi hissediyordum ve bu yüzden acele ediyordum.

Lazanya bittiğinde birkaç yudum daha portakal suyu içip Pirhan'a baktım ve onunda zaten bana baktığını gördüm. Sigara içiyordu. "Teşekkür ederim." Dedim, en içten tebessüm ettiğimi umarak. Kaşlarını çattı. "Ne için?" Mavi irislerimi kehribar irisleriyle buluşturdum. "Her şey için. Bana yardım ettiğin için, benimle konuşarak bir nebzede olsa beni rahatlattığın için, yaralarımı sardığın için, lazanya için.. teşekkür ederim."

Bir şey demedi, zaten bir şey demesini de beklemedim. Bir süre onu izledim, o da beni. Gözlerini gözlerimden bir saniye bile ayırmıyordu yalnız ben onun gözlerini uzun süre bakamıyordum. Sanki, uzun süre onun gözlerine baksam gözlerindeki oluşan o yakıcılığın benimde gözlerimi yaktığını hissediyordum. Sigarasını bitirdi ve bir sigara daha yaktı.

"Ne zamandır aynı kıyafetlerle duruyorsun, istersen üstünü değiştir." Üzerime baktım, siyah tişört oldukça pis gözüküyordu ve kötü kokuyordum. Dikişlerim olduğu için 48 saat duş alamazdım ama en azından üzerimi değiştirmem gerekiyordu. Olur anlamında kafamı salladığımda sigaranın izmaritini küllükte söndürdü ve ayağa kalktı. "Gel sana Peri'nin kıyafetlerinden birkaç bir şey vereyim."

"Şey, Peri'nin kıyafetlerinden vermesen? Çünkü Peri beni çok fazla sevmedi ve eğer üstümde kıyafetlerini görürse sorun çıkabilir." Perinin kıyafetlerini giyeceğime kötü kokmayı tercih ederdim. Kafasını haklısın anlamında salladı. Beraber merdivenleri çıktığımızda bana koridorda beklememi söyledi ve kendisi resimlerle dolu olan odanın sol tarafında kalan odaya girdi.

Kısa bir süre sonra odadan çıktığında elindeki kıyafetleri elime verdi. "Daha önce kaldığın oda'da giyinebilirsin." Elime verdiği kıyafetlere baktım. "Bu kıyafetler Periye ait değil, değil mi?" Sıkıntılı bir nefes verdi. "Bak Peri'den bu kadar çekinmene gerek yok. İlk defa birine böyle davranmıyor. Sadece bana biraz fazla düşkün. Çevremde, hayatımda olan herkese karşı böyle. İlerleyen zamanlarda alışırsın sende onun bu hallerine."

"İlerleyen zaman mı?" Kaşlarımı çattım. "Sadece sürem dolana kadar buradayım, o süre dolunca da gideceğim zaten. Alışmama gerek yok."

Gözlerini devirdi. "Nereye gitmeyi planlıyorsun? En son gittiğinde başına gelenleri hatırlatmama gerek yok bence. Dışarıda başı boş dolaşan aç köpek çok fazla var. Birinden kaçayım derken diğerine yakalanırsın. Her şeyden önce kendini korumayı öğrenmelisin ki kendin için bir şeyler yapabilesin yoksa zarar gören hep sen olursun."

Yüzüne baktım. Haklıydı, ben daha kendimi korumayı beceremiyordum. Eğer bana yapılanlardan kaçarsam korunurum zannediyordum ama evet, aslında öyle değildi her şeyden önce korunmayı öğrenmem gerekiyordu.

Herhangi bir şey demedim ve daha önce yattığım odaya girdim. Üzerimdeki kıyafetleri çıkarttığımda bana verdiği siyah eşofmanı ardından gri tişörtü giydim. Kıyafetler bana biraz bol geldiğinde Peri'nin olmadığına kanaat getirdim çünkü Peri benden de zayıftı. Çıkardığım kıyafetleri bir köşeye koyup odadan çıkacağım zaman vazgeçip yatağa oturdum.

Yalnız kalmak istiyordum. Hayatım boyunca o kadar çok kişiyle yüz yüze kalıyordum ki hiç olmasa bile amcamla kalıyordum. Doğru düzgün tek başıma kaldığım zamanlar olmamıştı, uyurken bile başımda biri bekliyordu.

Gözlerim aynayla kesişti ve hemen gözümü kaçırdım. Kendime bakmak istemiyordum, kendime bakamaya cesaretim yoktu. Aynanın karşısına geçtiğimde uzun süre kendime bakarsam yaşanmışlıklarımı kendi yüzümde okuyacağımı zannediyordum. Hiç unutmadığım anıların zihnime düştüğünde, yüzümde okumaktan korkuyordum.

Yataktan kalktım ve cam kenarında bulunan sallanan sandalyelerin birine oturdum. Camdan dışarıya baktığımda Pirhan'ı evin önündeki bankta otururken gördüm. Yine sigara içiyordu. Kaşlarımı çattım. Kaç yaşındaydı? Gün içinde çok fazla sigara içiyordu, bu kadar sigara içmesi zararlı değil miydi?

Bakışlarımı sigarayı tutan kemikli ellerinden çekip yüzüne kaldırdım. Bir şey düşünüyor gibiydi, kaşları çatıktı. Gerçi her zaman böyleydi, kaşları çatık ve sert. Sonra, bakışlarım saçlarına kaydı, düzensiz saçlarına. Siyaha dönük, koyu kahverengi saçlarının bir kaçı alnına dökülmüştü. Ve bu onu daha da farklı gösteriyordu.

Sigarasını bitirip izmaritini yere attığında paketten başka bir sigara daha çıkardı. Sigarasını yakmak için çakmağı yakarak sigaranın ucuna götürdü ama yakamadan çakmağın ateşi söndü. Bir kere daha ve bir kere daha yakmayı denediğinde yine yakamadı ve sinirle çakmağıyla beraber sigarayı yere fırlattı.

Onun bu hallerinden dolayı içimde gülme isteği duyuyorken bir anda kafasını kaldırdığında göz göze geldik. Ona izlediğimi görünce kaşları havaya kalktı ve eliyle gel işareti yaptı. Neden beni çağırdığını anlayamazken tekrardan gel işareti yapınca sallanan sandalyeden kalktım. Odadan ayrılarak aşağıya indiğimde, ardına kadar açık olan dış kapıdan onu gördüm, bana bakıyordu. Birkaç adım atıp onun yanına doğru gitmeye başladığımda, "Mutfaktan çakmak getirsene!" diye seslendi.

Afallayarak ona baktım. Beni bunun için mi çağırmıştı? Mutfağa girmeyip kapının eşiğine kadar gittim. "Beni bunun için mi çağırdın? Kalk kendin al." Kafasını iki yana salladı ve çenesiyle oturmam için bankın boş tarafını gösterdi. "Daha 12 saat dolmadı, o saat dolana kadar yanımdan ayrılmayacaksın." Bir şey demedim, yanına geçip oturdum. Hava oldukca güneşliydi ama bank çınar ağacının altında kaldığı için bize vurmuyordu.

Belki bir saat belki de iki saat oturduk bu bankta, bilmiyordum ama ikimizde konuşmak için ağzımızı dahi açmıyorduk. Bankta dik durmaktan sırtım ağrımaya başladığı için geriye doğru yaslandım fakat böyle yapmamla beraber sırtımdaki yaralar kendini belli edecek kadar sızladı. Sırtımdaki yaraların sızlamasıyla beraber ağzımdan kısık bir sesle inilti çıktığında Pirhan'ın bakışları bana döndü. "N'oldu?"

Yaslandığım yerden uzaklaşıp geri doğruldum "Bir şey yok." Kaşlarını çattı, sanki daha da fazla çatabiliyormuş gibi. "Sırtındaki yaralar mı acıdı?" Yüzümdeki acımsı ifadeyi sildim ve kafamı iki yana salladım. Bu yaptığıma sinirlendi. "Neden durmadan kendini gizlemeye çalışıyorsun? Canın acıyor ve sen bunu göstermek istemiyorsun sanki ayıp bir şeymiş gibi. Çipi çıkarırken de canın acıyordu ama bunu göstermek istemedin. Canının acıdığını bildiğimizde seni küçük, güçsüz göreceğimizden mi korkuyorsun?"

Niye ağlıyorsun geri zekalı, canının yandığını bu kadar belli etme.

Gözlerimi ondan kaçırdım, haklı olduğunu bilmesine gerek yoktu. Bakışlarımı gökyüzüne çevirdiğimde mayıştığımı hissedebiliyordum.

Yorgundum ve uykum vardı. Gözlerim kapanmaya direnirken açmaya zorladım ancak pekde başaralı olamadım. Kafam yana doğru düştü ve sıcaklığı iliklerime kadar hissettim.

Loading...
0%