5. Bölüm

5.Bölüm: Buz ve Ateş

Gökçe kız
geceyekalanlar

'Siyah kadar yalnız, mavi kadar sonsuz.'
~Cahit Zarifoğlu

 

Söylenecek onca kelime dudaklarıma ulaşamadan tuzla buz oldu. Haksız yüreğim tekrar onun göğüne doğru çırpındı, özgürce uçabilmek istedi ancak benim ellerimde artık bir hançer vardı. Mavi gözlerine uçabilecek tüm ihtimallerin kanatlarını kestim.

 

“İstemiyorum, Alparslan abi.. ne gözümün gördüğü yerde ol ne de emanetin olayım. Hiç karşılaşmamışız gibi yapalım, olur mu?” Kolları yanlarında dururken avuçlarının yumruk olup açıldığını gördüm.

 

“İstediğin kadar nefret et benden Âla, ben sözümün arkasında duracağım. Tamam, beni görmezsin ama benim gözlerim senden ayrılmayacak.”

 

“Ben senden nefret etmiyorum.” Gözleri alaycılığa büründü, dudakları da onlara eşlik etti.

 

“Bu yüzden mi böyle davranıyorsun? Eskiden olan-“ Yaşları kuruyan gözlerim tekrar doldu, eski kelimesi ona yakışmıyordu. Bu konuyu açmaya hakkı yoktu, canımı yakardı.

 

“Tanımadığım insanlara tedbirli yaklaşıyorum. Sana güvenmiyorum, tanımıyorum ve istemiyorum. Eski, eskide kaldı Alparslan abi. Bir daha bu konuyu açma.”

 

“Tanımadığın, güvenmediğin öyle mi?”

 

“Evet öyle.”

 

“Sana aldığım kolye boynunda, insanlar güvenmediklerinin hediyesini almaz Âla.” Bir anlığına bozguna uğradım, kolye kendisini hatırlatmak ister gibi soğuk zincirini hissettirdi tenimde.

 

“Öylesine taktığım bir kolyeydi, senin aldığını bile unutmuşum.” Kendinden emin duruşu bir kez sarsıldı. Mavilerine inen fırtınaları gördüm adeta, bunu dememi beklemiyor muydu gerçekten?

 

“Sözümden dönmeyeceğim, alışsan iyi olur.” Sinirim boğazıma tırmanıyor, ona saldırmak istiyordu. Hiç bir şey söylemeden ona sırtımı dönüp evime ilerledim.

 

“Bugün bir yere gidecek miyiz?” Miyiz? İz?!

 

“Gideceğim! Ben, tek, bireysel!”

 

“İyi.” Son kez sesini duydum ardımdan, onu takmayıp evime girdim. Anahtarı deliğe sokmaya çalışırken bir yandan da söyleniyordum.

 

“İyiymiş! Bir de utanmadan gidecek miyiz diyor, sen kimsin ki seninle gideceğim bir yere?! He?! Hayvan herif!”

 

“Kime sinirlendin bu kadar?” Arkamdan duyduğum sesle yerimden sıçradım. Karşı dairemdeki komşumdu, ona doğru döndüğümde bir anlık şaşkınlığa düştüm.

 

Karşımda ki güzel kız aşağıda az önce Alparslan’a kalbini hissettiren kızdı. Mavi gözleri, sarı saçları ve güzel bir vücudu vardı. Güzeldi, çok güzel.

 

“Gereksiz birine, boşver.” Güldü bu söylediklerime, ayağındaki tavşanlı ev terlikleriyle mermerde ilerleyip bana doğru geldi. Elini uzattı, ayıp olmasın siye sıktım.

 

“İdil, bende yeni taşındım.”

 

“Memnun oldum İdil, Âla bende.”

 

“Ne güzelmiş adın, bende memnun oldum. Bir gün kahveye gel bana, tanışırız.” Gözlerim bir anlık kısılsa da ifadesizliğimi koruyup kafamı salladım. Evine tekrar ilerleyip ‘iyi günler’ diledi ve gitti.

 

Kafamın içi karmaşık ipliklerle dolanıyordu. Yıllar geçmiş, yüreğim buzlara bürünmüş sanarken o elinde yanan alevlerle geliyordu. Bütün duvarlarımı eritiyor, güçsüzleştiriyordu.

 

Ama bu sefer aklım kazanacaktı. Tekrar onun göğüne bakmayacak, mavilerinde bir daha boğulmayacaktım. Sıcaklığını bir daha hissetmeyecek, merhametli yüreğine dokunmayacaktım.

 

Odama ilerleyip dolabımı açtım. Bugün görevli olduğum okulu ziyaret edecek, öğretmenlerle bir toplandı yapacaktık. Heyecanımı onun önüne geçirdim, hayallerime sonunda kavuşmuştum.

 

Uzun, siyah pileli eteğimle siyah kazağımı çıkarttım. İnce, zarif kemerimle üzerime geçirdim. Krem rengi çantamla ayakkabılarımı da aldım, üşürsem diye üzerime kısa ceketlerimden birisini aldım. Saçlarımı da hafif dalgalı maşa yapmıştım. Bu kadar kolay kombin kararımı elbette şimdi düşünmedim. Atandığım ilk günden beri düşünüyordum, her gün ne giyineceğim diye. Kız neşesi.

 

Besmele çekip kapımı kilitledim, apartmandan aşağıya inerken taksiyi arıyordum. İlk gün taksiyle gitmem daha iyi olacaktı, yolları bilmiyordum.

 

Apartmanın demir kapısını açtım, gözlerim etrafa döndüğünde karşımda onu buldum. Banklardan birisinde oturuyordu, yanında askerlerden birisi vardı, üzerinde üniforma olmasa bile duruşu, tipi askerdi.

 

Ona döndü tekrardan gözlerim, bir şeyler anlatırken hep çenesine dokunurdu, şimdi yaptığı gibi. Sakalları olsaydı onları okşardı ama yeni traş olmuştu. Kafasını salladı, karşısında oturanı onayladı. Sonra güldü, dudakları küçücük kıvrılmıştı ama yanaklarında küçük çizgiler oluştu. Göremesem de zihnimde canlandı, sol dudağının tam altında küçük bir beni vardı. Güldüğünde daha da belirginleşir, saklandığı yerden çıkardı. Her gördüğümde sesler dolardı göğsüme, kalbim sıkışır bazen nefes almakta zorlanırdım.

 

Eskiler birisini özlediğinde ‘Tek canı sağ olsun da, yel essin kokusu gelsin’ dermiş. Kaç gece dua etmiştim canı için? Kaç gece uykusuz kalmıştım kokusu için? Kaç gece ağlamıştım aklımdan çıkması için?

 

Alparslan’ı yokluğunda anlamıştım. Bende ki yerini, bin kere istila ettiği yüreğimin kalesini yokluğunda anlamıştım.

 

Gözleri karşısındaki adamdan döndü ve beni buldu. Ayaklanıp bana doğru yaklaşırken onun ardından da yanındaki askerin geldiğini gördüm.

 

“Âla hanım, Cengiz ben. Timden.” Siyah kuzguna benzeyen gözleri tanıdık geliyordu zaten. Gülümseyip uzattığı elini sıktım.

“Memnun oldum, Âla diyebilirsin. Bu arada tekrardan teşekkür ederim.. Kartal.” Lakabı buydu sanırım, görevdeyken söylemişlerdi.

 

Dediğim doğru olacak ki mutlulukla gülümsedi. Ona böyle söylenmesini seviyordu, gözlerinin ışıltısından belliydi.

 

Alparslan’ın sesiyle ona dönmüştük. Kaşlarını çatmış, fırtınalı mavilerini Cengiz’e dikmişti. Kısa sürse de Cengiz’in boğazını temizlemesine, yutkunmasına sebep olabilmişti.

 

“Görüşürüz Cengiz, memnun oldum.” Onlara ardımı dönüp giderken Alparslan’ın sesini duydum ama cümlesinin yarısını anlayabilmiştim.

 

“Görüşemezsiniz, yürü git lan askeriyeye!”

“Komutanım insanlar ayrılırken böyle şey-“

“Ne ayrılması oğlum?! Siktir git şuradan!”

 

Lojmanın kapısına geldiğimde güvenlikte oturan abiyle karşılaştım. Neredeyse babamın yaşındaydı, bu yaşta çalışmasına üzülmüştüm. Yorgun gözüküyordu ya da uykusuz.

 

“İyi günler Âla Hanım.” Yakasında yazan isme döndü gözlerim, Yılmaz yazıyordu.

“İyi günler Yılmaz abi, hanım demene gerek yok.” Gülümsediğimde o da samimice gülümsedi. Gözlerinin yanındaki çizgiler yaşını büyütmüştü.

 

“İyisin değil mi kızım, olanları duyunca çok üzüldüm.” Allah’a bin şükür ki başıma düşündüğüm kadar kötü şeyler gelmemişti ancak onca insanın katili cani teröristlerle iki gün dip dibe olmak midemi bulandıracak derece psikolojimi etkilemişti.

 

“İyiyim iyiyim, endişelenecek hiç bir şeyim yok.”

Yüzündeki endişeli ifade kayboldu, bir şey söyleyecekken gözleri ardıma döndü. Yüzü daha fazla samimiyete düştü.

 

“Komutanım! Hoşgeldiniz, bir çay söyleyeyim.” Ardımdan yanıma gelen adama baktım. Yılmaz abiye samimiyetle ilerleyip uzattığı elini sıktı.

“Sonra Yılmaz abi, şimdi işim var.” Son sözlerini söylerken gözleri bana dönmüştü.

 

“İşi falan yok Yılmaz abi, içer o.”

“İçmem abi.”

“İçer abi.”

“İçmem dedim!”

“Bende içer dedim!”

“Benimle olacaksın biliyorsun değil mi?!” Söylediği cümleyle dumura uğradım. Gözlerimi büyürken şaşkınca yüzüne baktım. Kalbimin ritmi yine kendini belirtti.

 

O da ne söylediğini yeni yeni algılıyor olmalı ki sağ eli ensesine gitti, kısacık anda ovuşturup bana doğru bir adım attı.

“Yani seninle geleceğim.” Bakışlarımızı korna sesi böldüğünde taksinin geldiğini gördüm. Can simidi bulmuş ufak bir çocuk gibi o tarafa yürüdüm.

 

Arka kapıyı açıp oturduğumda sürücü koltuğunun da kapısı açıldı. Kafamı öne doğru uzatıp ona baktım. Önüne bakıyorken bana döndü, gözleri öyle yakınıma gelmişti ki sözlerim dudaklarımda lal oldu. Boğazını temizleyip hemen kafasını çevirdi ve önüne döndü.

 

“İner misin?”

“Yok, inmem.”

“Bu benim taksim git kendine taksi bul.”

“Senin taksinse benim de taksim, şimdi nereye gideceğiz söyle. Adam bekliyor iki saattir.” Sinirim tekrardan onun tarafından boğazıma tırmanıyordu, gözlerim taksiciye döndüğünde bir bana bir ona bakıyor neler olduğunu anlamaya çalışıyordu.

 

“İndiğinde söyleyeceğim.”

“Sen indiğinde bende ineceğim.” İsyan ederek ofladım. Her şeye bir cevabı vardı, sürekli karşılık veriyordu inatla.

 

“Atatürk İlkokulu.” Taksici abi söylediğim yerle arabayı çalıştırdı. O ise zafer kazanmış gibi koltuğuna daha çok yayıldı, sinirlerimi hem hoplatıyor hem de bozuyordu. Dikiz aynasından yüzüne bakarken mavileri aynaya döndü. Kaşları çatık yüzümle karşılaştığında ifadesizliğini korumaya devam etti.

 

Yolculuk sona erdiğinde çantamı açıp cüzdanımı çıkarttım, aynada yazan miktarı çıkartıp taksici abiye uzatmıştım ki o elindeki parayı kutuya koyuyordu ve Alparslan arabadan inmişti. Camımın tıklatılmasıyla ona döndüm. Eğilmiş camdan bana bakıyor, eliyle gel işareti yapıyordu.

 

Şu anda elimde olsa, gerçekten yapabilsem yumruğumu cama geçirip kırar ve sonu onun yüzünde bırakırdım. O an yüzüne atabileceğim bütün yumruk ihtimallerini zihnimden geçirmiştim.

 

“Abla inecek misin artık?” Kapıyı sertçe açıp aynı sertlikle kapattım. Taksi yanımızdan büyük bir hızla kaçtı, adam bu anı mı bekliyordu?

 

“Yavaş kapat yavaş.” Benimle uğraşmak artık keyfiydi onun için, dudağının sağ köşesi kıvrılmıştı. Adam resmen beni sinir etmekten zevk alıyordu!

 

“Neden ödüyorsun?! Sana öde dedim mi?”

“Yok, demedin.”

“Niye ödedin o zaman?!”

“Canım istedi.” Umursamazlıkla ardını dönüp okula girdi. Sanırsın babasının malı, sanırsın o öğretmen!

 

Okulun kapısına geldiğinde beni bekledi, gözleri etrafı gözetliyordu. Bunu istemeden yaptığını da çok iyi biliyordum, babamda böyleydi çünkü. Sanırım askerler için artık bu bir refleksti.

 

“Benim işim uzun sürecek, git sen. Öğrendim zaten yolları, gelirim kendim.” İşim uzun sürecek mi bilmiyordum ama sürmese de o gitsindi.

 

“Bekleyecek bir haftam var.” Bir hafta sonra göreve mi gidecekti? Tüm sinirim, öfkem üzerimden bir su gibi aktı gitti. Endişe yüreğime konup yuvasını yaptı. Eskisi gibiydi, yalnızca biraz büyümüştük.

 

“Göreve mi gideceksin?” Cevap olarak sustu, bu evet demekti. Mavileri yüzümü taşımlarken kaşları çatıldı. Ne yazık ki duygularımı saklamakta hep zayıftım.

 

“Endişe etme, geleceğim.”

Gelecekti..

 

“Dikkat et, edin.” Sessizce kafasını salladı. Bir haftanın çok yavaş geçmesini diledim bir anlık, sonra utandım bu dileğimden. Böyle bir şeye hakkım yoktu.

 

Daha fazla bakamadım mavilerine, tekrar boğulmamı istiyormuş gibi beni çağırıyordu. Ardımı dönüp okula girdim, etrafta bir kaç tane temizlik görevlilerini görmüştüm.

 

“Hay ben böyle işin!” Yan tarafımda bulunan kızlar tuvaletinden bir ses geldi. Oraya dönüp içeriye girdim, aynanın karşısında benim yaşlarımda bir kadın gördüm. Kestane rengi saçları uzun ve gürdü, yüzü de saçları gibi parlak ve güzeldi.

 

Üzerindeki beyaz gömleğe boylu boyunca dökülmüş kahve kendisini çok belli ediyordu. Siyah eteğine de dökülmüştü ama çok belli olmuyordu gömlek kadar.

 

“Merhaba,” gözleri gömleğinden bana döndü. Yüzünden siniri okunuyordu, kısaca merhaba diyip tekrar gömleğini temizlemeye döndü.

 

“Boşuna silme, çıkmaz.” Dediklerimi duyduğu gibi ofladı, bıkkınlıkla elindeki ıslak mendili çöpe attı. Gömleğini sinirle tutup bana gösterdi.

 

“Nasıl gideyim şimdi toplantıya? Hep beni buluyor böyle şeyler zaten, şu dünyada tüm şansızlıkları üstleniyorum resmen!” Tatlı tatlı isyan etmesi komiğime gitse de sıktım kendimi. Yüz halimi görünce o güldü kendine, bende dayanamayıp güldüm.

 

“Cemre ben, toplantıya mı geldin?”

“Âla, memnun oldum. Evet, toplantıya gelmiştim ama nerede onu bulamıyorum.” Tezgaha koyduğu siyah çantasını alıp bana doğru ilerledi.

 

“Beraber gidelim.” Kafamı sallayıp ardına düştüm. Üst kata çıkmıştık, her iki adımda Cemre eğilip gömleğine bakıyor sessiz sessiz söyleniyordu. Aslında çok da büyük bir şey yoktu ortada, insanlık haliydi ancak o böyle şeylere çok önem veriyormuş gibi duruyordu. Bir kapının önünde durduğumuzda yanında yazana baktım.

 

Öğretmenler Odası.

 

Kalbim heyecanla çırpındı, bu odaya ilk defa bir öğrenci olarak değil de öğretmen olarak girecektim. Mesleğime öyle saygı duyuyordum ki bunu başarmış olmam gözlerimi dolduruyordu.

 

“İlk senen mi?”

“Evet, ilk senem.”

“Hayırlısı olsun senin için.” İçimden amin dedim, benim için de öğrencilerim için de inşallah en hayırlısı olurdu.

 

Cemre hala gömleğine bakarken aklıma düşen fikirle hemen ona döndüm. Odaya girecekti neredeyse.

“Dur!” Sesim biraz yüksek çıkmış olacak ki yerinden sıçradı, eli kalbine giderken şaşkınca yüzüme baktı.

 

Çantama koyduğum ceketimi çıkartıp ona uzattım. Kombinine uyuyordu, şık bir ceketti. Şaşkın gözleri yüzümden ceketime indi.

“Bunu giyin, leke gözükmez.” Şaşkınlığı anında giderken elimdeki ceketi aldı, hızlıca üzerine geçirip düğmelerini ilikledi ve gömleğinin yakalarını çıkarttı. Gerçekten de yakışmıştı.

 

Ben onun güzelliğine bakarken bir anda bana sarıldı. Benden biraz uzun olduğu için o kafama sarılıyordu. Hatta saçlarıma öpücük kondurduğunu bile hissetmiştim.

 

“Sen meleksin! Bana gönderilmiş kurtarıcı melek yemin ederim!” Onun bu coşkulu tepkisi kahkaha atmama sebep oldu.

“Kurutmaya verip temizleyeceğim ve hemen getireceğim söz veriyorum! İlk cemre sözü!”

 

“İlk cemre sözü?” Kollarını çözüp yüzüme gülümseyerek baktı.

“İşte yere düşen ilk cemre söz vermiş gibi ardından tüm cemreler düşer ya o anlamda. Aslında bu hikayeyi babam uydurdu.” İkinci kahkahamı atmıştım.

 

“İlk cemre.. çok güzelmiş!”

 

“Hissediyorum Âla, buradaki arkadaşsızlığım seninle son bulacak. Çok iyi dost olacağız.” Neden bilmiyordum ama onun hissettiklerini bende hissediyordum. Hani derler ya bir insanı bir kere görürsünüz, konuşursunuz ama sanki yıllardan beri tanışıyorsunuz. Öyle bir histi.

 

“Hanımlar, geçebilir miyim?” Yanımıza döndüğümüzde uzun boylu, bizim yaşlarımıza yakın bir adam vardı. Cemreyle aynı anda yoldan çekildik, adam içeriye girdiğinde ardından biz de girdik.

 

Etrafında altı cam olan büyük, geniş ve ferah bir odaydı. Duvarları dolaplarla kaplıydı, orta da büyük bir masa vardı. Neredeyse bütün öğretmenler buradaydı, bir biz eksiktik sanırım. Yalçın müdür bizi görünce ayaklandı, yanımıza geldi.

 

“Yeni öğretmenimiz Âla, hoş geldiniz hocam.” Masadaki bir çok kişi hoş geldin dedi. Heyecanım tavana ulaşırken kalbim hızlı hızlı attı.

 

“Hoş buldum.” Cemre boş sandalyelerden birisine oturdu, beni de ardından sürüklediği için yanındaki sandalyeye oturdum. Yalçın hoca da başta duran sandalyesine oturup konuşmaya başladı.

 

“Hepiniz hoş geldiniz, bir seneyi daha açıyoruz hocalarım.” Uzun soluklu konuşmalar, sohbetler, gülüşmeler devam etti. Hiç sandığım gibi gerilmemiştim. Hatta o kadar buraya aittim ki kendimi yıllardır burada öğretmenlik yapıyormuş gibi hissettim. Bunun en büyük etkeni de buradaki bütün hocaların bana karşı sıcakkanlı ve sevecen olmasıydı.

 

Hangi sınıfın kimde olmasını belirleyecek kura da yapmıştık. Bana 1/B çıkmıştı, tesadüf ya benim ilkokul şubem de B’ydi. Toplantı biterken dağılmaya başladık. Cemreyle okuldan çıktık, gözlerim etrafta onu aradı. Bahçede yoktu, gitmiş miydi?

 

Üzülmeme anlam veremedim, başından beri gitmesini istemiyor muydum zaten? İyi olmuştu, bende kafamı dinler rahat rahat gezerdim.

 

“Gool!” Arka taraftan gelen seslerle oraya döndüm. Hayır, Alparslan gitmezdi. Hele de haber vermeden asla gitmezdi. Ben arka bahçeye doğru ilerlerken Cemre de benimle geldi.

 

Küçük bir alanda iki kale vardı, iki küçük çocuk ve Alparslan vardı. Gitmemişti. Beline bile gelmeyen çocuklarla futbol oynuyordu. Üzerindeki ceketini çıkartmış, saçları terlemişti. İki çocuk kalesini korumaya çalışırken o topu fırlatıp kaleye soktu.

 

“Yuh ama ya! Saylanmaz bu Alp abi! Nasıl kurtarayım o topu, boyumdan uzun attın!” Alparslan nefes nefese kalmış haliyle kocaman güldü, ona isyan eden çocuğu belinden tuttuğu gibi yüz hizasına getirdi.

 

“İkiye birsiniz oğlum, adalet yok bu oyunda!”

 

“Yukarısı soğukmuş Alp abi, indir beni indir!” Bu hallerine Cemre daha fazla dayanamamış olacak ki kahkaha attı. Üçünün de bakışları bizi buldu, mavi gözleri ilk şaşkınlığa düşse de bir şey diyemedi. Sonra fark ettim dudaklarımda ki gülümsemeyi, onun bu hallerini gördüğümde güldüğümü.

 

Çocuğu yere bıraktı, onlarla vedalaşıp ceketini eline aldı. Bize doğru gelirken az önceki ifadesinden eser yoktu, büyük ihtimal Cemre burada olduğu içindi. Tanımadığı insanlara karşı fazla tedbirliydi.

 

“Nasıl geçti toplantın?” İlgiyle gözlerime bakarken kayıtsız kalmak çok zordu. Öylesine sormuyordu bunu, gerçekten merak ediyordu.

“Çok güzel geçti, bu kadar sıcak bir ortam hiç beklemiyordum. Herkes çok tatlı! Cemre, bu Alparslan.”

 

“Eksik söyledi, bugünden sonra Âla’nın en kadim ahiretliği Cemre diyecekti.” Bu söylemine gülmeden edemedim. Bu kızda çıtırından biraz delilik vardı.

 

“Alparslan.” Onun bu soğukluğuna gözlerimi devirip Cemre’ye döndüm. Vedalaşacağımızı anlayıp sıkıca sarıldı.

“3 gün sonra görüşürüz, dikkat et kendine.”

“Sen de, görüşürüz.” El sallayıp gitti.

 

“Hangi ara bu kadar samimi oldunuz?” Alparslan’ın kuşkulu gözleri Cemre’nin sırtındaydı. Koluna bir tane sille çakıp yüzüne sinirle baktım.

 

“Bakma öyle kıza, kötü birisi olsa arkadaş olmazdım.”

 

“Ona ne şüphe.” Hiç inatlaşıp bugünkü neşemi kaybetmek istemediğim için onu takmayıp okulun çıkışına ilerledim. Caddeden taksiler geçiyordu ancak hiç birisi durmuyordu. Bir anlık kendimi İstanbul da sandım. Alparslan da yanıma geldi, yine önümüzden bir taksi daha geçip gidiyordu ki o seslice ıslık çaldı. Taksi durdu.

 

Gözlerim yüzüne tırmandı, o kadar basit bir hareket yapmıştı ama.. çok şey duruyordu..

mahmur bakışlarımı o yakalamadan indirdim, aptal düşüncelerimi bıçakla kestim.

 

Taksi durduğu yerden geri geri gelip önümüzde durdu. İlk bindiğimiz gibi o öne ben arkaya oturdum. Aklıma düşenle hemen çantama attığım parayı çıkarttım, o uzatmadan ben uzatmalıydım.

 

“İnci Restoran.” Başımı tekrar öne uzatıp yüzüne baktım, bu sefer bana dönmedi ama dikiz aynasından mavilerini yüzüme dikti.

“Neden oraya gidiyoruz?”

 

“Acıktım.” Kısa. Net. Sinir bozucu.

 

“Ben eve gidiyorum, sen nereye gidersen git.”

“Acıkmadın mı kızım?! Sabahtan beri hiç bir şey yemedin.” Toplantı uzun sürmüştü, okula geldiğimizde saat 11 di çıktığımda akşam 5’ti. Gerçekten acıkmıştım ama onunla yemek yemeyecektim. Evde bir şeyler hazırlardım.

 

“Acıkmadım! Yemeyeceğim! Eve gitmek istiyorum!”

 

“O zaman ben yemek yedikten sonra gideriz.” Araba çoktan yola çıkmıştı, kafamı sinirden cama vuracaktım artık. Ben bu adamdan uzak durmaya çalıştıkça dibimden gitmiyordu. Gerçekten istenmeyen ot burnunda bitiyordu.

 

Taksi büyük bir restoranın önünde durdu. Lüks olduğu yüz metre öteden belli oluyordu, içerisi de çok güzel görünüyordu. Kalabalıktı, seveni çoktu sanırım.

 

O cüzdanına meyletmişti ki elimde tuttuğum parayı taksici abiye uzattım hemen. Eli dururken kafası arkaya döndü, gözleri bugün ilk defa sinirli gözüktü. Bu sefer zafer kazanan bendim. Taksici abi hala parayı almazken kutunun üzerine bırakıp arabadan indim. Onun da inmesini beklerken camına eğilip tıklattım, yaptığı gibi gel işareti yaptım.

 

Kafasını sağa çevirdiğini ve sabır çektiğini görebiliyordum. İşte bu tüm sinirimi götürürdü. Sabahtan beri beni sinir ederken gayet keyif alıyordu, şimdi ben alacaktım!

 

Sonunda indiğinde bana ters ters bakıp restorana ilerledi. Hem hızlı yürüyordu hem de bacakları uzun olduğu için yetişemiyordum. Sonunda koşmak zorunda kalmıştım, biraz daha hızlandı.

 

“Beklesene! Benim iki seksen bacaklarım yok!” Yavaşladı ama durmadı. İlk o ardından ben girdim, kapıda tatlı bir kız hoşgeldiniz dedi. Boş olan masaları gösterdi, Alparslan cam kenarındaki masaya ilerledi. Oranın üstü açıktı ve camın dışında yapay taştan havuz vardı.

Öyle güzel ışıklandırılmıştı ki gerçekmiş gibi parıldıyordu.

 

Ceketini yanındaki sandalyeye attı, seslice oturdu masaya. Karşısındaki sandalyeyi çekip oturdum. Tabi ki nezaketten eksik birisi olduğu için sandalyemi çekmek asla aklına gelmedi.

Garson geldiğinde menüye bakmadan siparişini söyledi.

 

“Ortaya karışık kebap, mezelerde de sadece patlıcanlı olanlar olmasın kardeşim. Bir ayran bir de meyve suyu.” Patlıcan olmasın..

Benim patlıcana alerjim vardı. O ise en sevdiği yemekler arasında patlıcan oturtma vardı.

Unutmamıştı..

 

“Meyve suyu neli olsun?” Alparslan bakışlarını garsondan alıp bana döndü, tek gözünü kırpıp ‘neli olsun’ dermiş gibi baktı.

 

“Şeftali.” Ney? Şeftali? Bir de yemeyecektim ha?!

 

Garson siparişleri alıp gitti. Akşamın ayazı çöküyordu, gittikçe soğumaya başlamıştı. O üzerinde ince beyaz bir tişörtle duruyordu. Futbol oynadığı için de terlemişti, hasta olacaktı bu gidişle.

 

Masaya doğru eğilip yan tarafımdaki mor menekşeye dokundum. Kadifemsi yapısı çok güzeldi, yumuşacıktı ve kokusu yayılıyordu.

“Ceketini giyin.” Ona bakmadan konuşup menekşeyi sevmeye devam ettim. Toprağı kuruydu, bugün susuz kalmıştı sanırım.

 

“Ne oldu, korktun mu hasta olurum diye?” Gülümsediğini sesinden anlayabiliyordum. Bir yandan benimle uğraşırken bir yandan ceketini giyiniyordu. Bakışlarımı menekşeden koparıp gökyüzüne çevirdim, mavi gözlerine.

 

“Ne korkacağım, istersen giyme. Öylesine söyledim.” Yemekler masaya gelmeye başladığı için sustu. Hazır cevap olduğu için her söylediğime bir karşılık buluyordu. İçeceğim önüme koyulduğunda açlıkla ona sarıldım. İki üç yudum aldım, kebaplar, çorbalar, pilavlar ikişer ikişer geliyordu önüme.

 

Açlığım daha da arttı ama gözlerimi çektim onlardan. Karşımda oturan dev adama baktım. Kaşlarını kaldırmış gülerek bana bakıyordu, önündeki servis tabağına yiyeceklerini alırken arada yüzüme bakıp tekrar tekrar gülüyordu.

 

Dilimlediği şiş kebapları lavaşa sarıp arasına pişmiş sebzelerden atıp pul biberle tuz attı. Gözlerim onu takip ederken, lavaş dudaklarına gitti. Tam ısıracakken durdu ve kahkaha attı. Küçük bir gülmeydi ama kalbimde hissettim 9 şiddetinde bir depremdi.

 

“Ben ısırmadan sen yedin Âla.” Özenle hazırladığı lavaşı önümdeki servis tabağına bıraktı, kendi tabağına koyduğu gibi tabağıma her şeyden koydu bol bol. Kokuları yoğun yoğun gelirken sertçe yutkundum.

 

“Ye artık şu yemeği yoksa zorla yediririm!”

“Yok canım, uğraşma sen. Madem bu kadar ısrar ediyorsun, bir bakayım tadına.” Gülecek gibi oldu ama durdurdu kendisini. Eliyle tabağımı gösterip başla dedi.

 

Sardığı lavaşı hızlıca elime alıp kocaman bir ısırık aldım. Kebabın, sebzelerin, acının tadı öyle güzeldi ki!

 

Gözlerim mutlulukla kapandı, fark etmeden dürümün güzel kokusunu içime çektim.

“Çok iyi!”

“Yavaş ye yavaş, Allahtan aç değildin.” Benimle uğraşmaktan asla geri durmuyordu adam, şu an onu umursayamazdım. Bu dürümü yiyecektim.

 

“Yapayım mı bir tane daha?” Hemen ona bakıp kafamı salladım. Gerçekten güzel yapıyordu, eli lezzetliydi keratanın!

 

Hem kendisine hem bana tekrar sardı. Tabağımda olanları da keyifle silip süpürdüm. Bundan sonra favori mekanım burasıydı, pahalı olduğu belliydi ama buna kesinlikle değerdi!

 

Yemekler bitip biz tıka basa doyarken boş tabaklara baktım. Bu masada ki yiyecekler dört veya beş kişilik yemeklerdi ama biz iki kişi olarak bıkmadan yemiştik!

Çoğunluk olarak o yemişti hatta bu kadar yemesine şaşırmıştım, eskiden böyle iştahlı değildi.

 

Hesap geldiğinde benden önce davranıp kaptı, yüzüme kınayıcı ve kızgın bakışlarını attı. Çok tutmuştu büyük ihtimalle, babam dışında birisi bana bir şeyler ısmarladığında kendimi çok mahçup hissediyordum. Şimdi olduğu gibi.

 

“Teşekkür ederim yemek için, keşke ben ödeseydim.” Garson yanımızdan ayrılırken önündeki çayından bir yudum aldı, mavileri gözlerimi buldu.

 

“Bir teşekkürle kurtulamazsın.” Gözlerinde parıldayan yaramaz ışıklar, yüzündeki muziplik öyle çocuksu gelmişti ki gülmeden edememiştim.

 

“Ne istiyorsun?”

“Limonlu kek. Senin yapmanı istiyorum.” Dudaklarım şaşkınlıktan açıldı, kalbimin ritmi gümletiyordu tüm kapılarımı. Ellerim soğukça terledi, sanki göğüs kafesimi aşıp onun kalbine doğru bir filiz yükseldi. Öyle bir acı ve öyle bir umut.

 

Telefonunun zil sesi sessizliğimizi bozdu, filizler geri çekildi ama kalbimin ritmi asla susmadı. Karşımda o otururken nasıl sussundu ki?

 

“İdil, ne oldu?” Sonra aramıza dağlar, denizler, buzdan duvarlar ve bin kalp girdi.

 

“Hayır gidemezsin, bu saatte olmaz. Geleceğim ben birazdan, konuşuruz.” Telefon kapandı, gözlerimi yüzünden alıp yanımdaki havuza çevirdim. Küçük taşlardan birinin üzerine bir kuş kondu, sessizce etrafına bakıyordu.

 

“Kalkalım mı?” Söylediğimle sadece kafasını salladı. Yüzüne bakmak istemedim, çantamı alıp restorandan çıktım. Ardımdan gelirken taksiciyi aradığını duydum, etrafta taksi yoktu.

 

“Âla, iyi misin?” Kolumdan tutup kendisine döndürdü. Üşüyormuş gibi yapıp kolumu elinden aldım, kollarımı birbirine doladım.

“İyiyim, geliyor mu taksi?” Onun yanına gidecekti, evine. Aklıma doluşanları defetmek istedim. Kalbim sızım sızım kanadı sanki, acıttı canımı.

 

Taksi ileriden gözükürken Alparslan dikkatle baktı, eli arkasına gitti usulca sonra. Silahının emniyetini bacağına sürtüp açtı, geri beline yerleştirdi. Korkuyla yüzüne döndüm, çenesi kasılmıştı. Gözleri taksiden bana döndü.

 

“Korkma, ben yanındayım.” Kolu belime sarılırken arka kapıyı açtı. Bu sefer o da arkaya oturdu. Ben sürücünün arkasında o ise çaprazındaydı. Gözlerim sürücüyü buldu, saçı sakalı birbirine karışmıştı ve kötü kokuyordu.

 

“Cizre Park Avm.” Alparslan gideceğimiz yeri söylemeyip bir Avm yerini söyledi. Taksici hiç bir şey yokmuş gibi arabayı çalıştırdı. Yol gittikçe tenhalaşıyor, ara sokaklara giriyorduk. Bedenim daha da gerilirken Alparslan’a doğru kaydım. Sırtım göğsünü bulurken içim bir nebze dinmişti. Korkuyordum.

 

Sürücü bir anda bacaklarının arasından çıkarttığı silahı bize doğrulttu. Korkuyla arkaya yaslandım daha çok.

 

“Öğretmeni alırken yanında Üsteğmen hediye geldi, Şewran çok sevinecek!” Ellerim Alparslan’ın kolunu buldu, sıkı sıkı tuttum. Ondan ayrılmak istemiyordum, sanki kolunu bırakırsam kaybolacakmış gibi geliyordu.

 

Alparslan belindeki silahı çoktan çıkartmıştı ancak terörist göremiyordu. Hem arabayı sürüyor hem de bize silah doğrulturken dikkati dağılıyordu. Alparslan bir anda boştaki elini uzatıp bize dönen silahı öndeki cama çevirdi, terörist tetiğe bastığında cam tuzla buz oldu. Korkuyla çığlık atmış, arkaya daha çok sinmiştim.

 

Gözlerime inen el ile bir silah sesi daha duydum. Sonra araba gittikçe yavaşladı ve durdu. Alparslan gözümdeki elini çekmeden ikimizi de indirdi, korkudan tüm bedenim titriyordu. Gözyaşlarıyla buğulanmış irislerim ardımdaki arabayı bulacakken yanaklarımı saran eller engel oldu.

 

Alparslan yüzümü kendisine doğru çekip üzerime eğildi. Mavi gözlerinde öyle bir boşluk vardı ki az önce birisini öldüren o değil de benmişim gibi duruyordu.

 

“Benden ayırmayacaksın bakışlarını Âla, tamam mı? Ne olursa olsun sadece bana bakacaksın.” Sadece hızlı hızlı kafamı sallayabildim. Bu en iyisi olacaktı, onları görmeye hazır değildim.

 

Parmakları avucuma sızdı, elimi sıkıca tutup binaların arasından geçtik. Etrafta evden çok yarım kalmış inşaat ve hurda dükkanları vardı. Boş inşaatta girdik, ikinci kata çıkarken Alparslan ön tarafa baktı ve hemen geri çekildi. Bende tam bakacakken vazgeçtim, onun sırtına çevirdim bakışlarımı. Elimi bırakacakken sıkıca tuttum. Gözleri beni bulduğunda kafamı hızlıca iki yana salladım. Bırakmazdım, bensiz bir yere gidemezdi.

 

Sıktığım avucunu ceketinin arkasına götürdü, elimi oraya bıraktı. Şimdi ceketini tutuyorum sıkıca, son kez bana baktı ve iki parmağıyla gözlerimi gösterip kendisini işaret etti.

 

‘Sadece bana bak.’

 

Kafamı yine salladım olumluca. Merdivenlere doğru bir adım daha attı, öne doğru eğildi ve iki eliyle tuttuğu silahını dört kez sıktı. Kurşunun seslerini duydukça yerimden sıçrıyordum.

 

Alparslan ceketindeki elimi tekrar tutup hızlı adımlarla aşağıya indirdi bizi. Rahat rahat buradan gittiğimize göre kimse kalmamıştı. Cebinden telefonunu çıkartıp birisini aradı.

 

“Komutanım, beş kişi saldırdı. Etkisiz hale getirdim, konumu Kartal’a atıyorum.” Aklıma babam düştü, eğer Erdal amca bilirse ailem de bilirdi ve beni bu sefer kesin buradan götürürlerdi.

 

“Alparslan, beni söyleme. Ne olur söyleme, bilmesinler lütfen!” Telefon elinde öylece dururken bana bakakaldı. Gözleri saniyelerce yüzümde dolandı, yutkunduğunu adem elmasından görebiliyordum.

 

“Emredersiniz komutanım!” Telefon kapanırken rahatça bir nefes verdim. Ara sokaklardan hızla çıktık, cadde sonunda önümüze çıkmıştı. Bir yarım saat bekledik sessizce, ikimiz de konuşmuyorduk. Önümüzde mavi bir araba durdu, sürücü camı açıldığında bunun Cengiz olduğunu gördüm. Bir an teröristler sanmıştım.

 

Alparslan belimden ittirip arka tarafın kapısını açmıştı ki şaşkınlıkla kaldık. Oğuz ve üç kişi daha vardı. Hepsi de sırıtarak ikimize bakıyordu hatta Cengiz bile.

 

“Komutanım, derbi günüydü. Siz söyleyince bunlar da gelmek istediler.” Cengiz mahçupça açıklama yaptı. Alparslan arka kapıyı kapatıp ön tarafı açtı ve beni bindirdi. Dönüp Cengiz’in kapısını açtı, adam bir anlık şaşırsa da emir almış gibi hemen inip arka koltukta Oğuz’un neredeyse tepesine bindi.

 

“Furkan nerede, bir o kalmış.” Alparslan laf sokar gibi dikiz aynasından arkadaki dörtlüye baktı. Oğuz aynı Murat’a benziyordu nezdimde. Hareketleri, konuşmaları ve komikliği aynı oydu.

 

“O sığmayınca arkadan motorla geliyordu komutanım, harbiden lan o nerede?” Oğuz öne atılıp açıklamasını yaptı, sona doğru yanındaki kişiye baktı.

 

“En son polis çevirmişti, o kadar da dedim yarışmayın diye komutanım.” O da Cengiz’e dönüp konuştu. Cengiz sinirle ensesine bir tane vurdu.

 

“Ulan bir de asker olacaksınız! Âla’yı bıraktıktan sonra polise götüreceğim seni Cengiz!” Alparslan siniriyle söylendi.

 

“Ağzının yayını si- seveyim Turgut!” Cengiz ensesine vurduğu adama sövecek mi sevecek mi anlamazken adının Turgut olduğunu öğrendim. Gözlerim onlardayken benim ardımda oturan kişi bir anda kafasını uzatıp bize doğru eğildi.

 

“Merhaba Âla hanım, Gökhan ben. Ama siz isterseniz Gölge diyebilirsiniz.” Elini uzatmış şaşkın yüzüme bakıyordu. Elimi uzatıp tokalaşacakken ensesine koyulan el ile geriye çekildi.

 

“Bu ölmek istiyor ha!” Oğuz, Gökhan’la dalga geçip gülerken kendi aralarında bir şeyler konuştular. Araba lojmanın önünde dururken herkes sessizleşti. İnmeden önce arkada oturanlara döndüm. Hepsi de gözleri açılmış yüzüme bakıyordu.

 

“İyi akşamlar, geldiğiniz için de teşekkürler. Yine.” Hepsi gülümseyip rica etti. Arabadan indiğimde Alparslan da inmişti, benim tarafıma dolanıp yanıma geldi.

 

“İyi misin?” Sessizce kafamı salladım, bu gece konuşacak mecalim kalmamıştı.

“Babam öğrenmesin, lütfen. Eğer öğrenirlerse gitmek zorunda kalırım.” Gözleri yüzümü taradı.

 

“Belki de doğrusu budur Âla, gitmen. Burası senin için güvenli değil.” Kaşlarım çatıldı, gözlerim öyle hızlı buldu ki mavilerini ben bile şaşırmıştım.

 

“Kimse için güvenli değil, buradaki diğer insanlardan bir farkım yok! Ayrıca sen buna karışabilecek birisi değilsin.” Benim sinirim ne çoksa o bir o kadar sakindi.

 

“Canın her şeyden önemli, gitmelisin.” Gözlerim sinirden yaşlarla yanarken başımı daha çok kaldırdım.

 

“Seni ilgilendirmez, kalacağım burada ve sen babama söylemeyeceksin!”

 

“Göreve gideceğim bir haftaya ve yanına kimi koyarsam koyayım güvenliğinden emin olamıyorum. Babana söyleyeceğim, gideceksin ve bir daha buraya dönmeyeceksin Âla.” Sinir tekrar boğazıma tırmandı sanarken çoktan beni aştığını ve tüm bedenimi sardığını anlamamıştım.

 

“Kendine gel Üsteğmen, ben sözünü dinleyen İdil değilim! Senin bu lafların bana yaramaz, boşuna konuşup nefesini yorma. Ben, seni hiç ilgilendirmiyorum!” Yüzü anlık şaşkınlığa düştü, gözleri anlamak ister gibi gözlerime dolandı.

 

“İdil tabi ki beni dinleyecek, abisiyim ben onun. Sende dinleyeceksin çünkü bana emanetsin!”

 

Ne? 

Abi mi?

Abisi mi?

 

“Gitmeyeceğim! Ne olur söylemesen, ölürsün sanki! Üç güne okullar açılacak, çocuklar öğretmensiz mi kalsın? Atama, öğretmenin gelmesi derken çok uzun zaman geçecek. Çocuklar eğitimsiz mi kalsın?!” Birbirimize hem bağırıyor hem sakinleşiyorduk anlamsızca.

 

“Önce sen dedim Âla, babanla konuşacağım.” Vazgeçmeyecekti, gözlerindeki inattan, kararlılıktan görebiliyordum. Gidemezdim buradan, bütün hayallerim buradayken gidemezdim. Bırakamazdım.

 

“Bitti mi, güzel gidiyordu ya!” Arkamızdaki arabadan gelen sesle oraya döndük aynı anda. Turgut, Oğuz ve Gökhan camdan başlarını çıkartmış bizi izliyorlardı. Onlara baktığımızı gördükleri gibi üçü de aynı anda girdi içeriye.

 

“Sen katıksız salaksın oğlum! Malsın mal!”

Onlar kendi aralarında kavga ederken tekrardan ona döndüm. Askerlerine öyle bir sinirle bakıyordu ki elinde olsa gider hepsini o cama sıkıştırırdı.

 

“Ne yaparsan yap, gitmeyeceğim buradan!” Son sözümü söyleyip ona ardımı döndüm, evime ilerledim. Söylendiğini, gitmem gerektiğini zırvalayıp arabaya ilerlediğini ve bağırdığını duydum. Sanırım bütün lojman duymuştu ki bir kaç cam açılmıştı.

 

Kimseyi umursamadan evime girdim yorgunlukla. Bugün öyle çok olay yaşamış, öyle çok duygulara karışmıştım ki bitap düşmüştüm. Üzerimi değiştirip yatağıma girerken aklımın ücra köşesinden çıkan tek düşünce onun bir kız kardeşi olmasıydı. Bunu bilmiyordum, daha önce hiç söylememişti ve görmemiştim. Uykumun en tatlı yerine dalarken ise okyanuslar geldi rüyalarıma.

Bölüm : 22.11.2024 15:09 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...