
‘Ağlamak için gözden yaş mı akmalı?
Dudaklar gülerken, insan ağlayamaz mı?
Sevmek için güzele mi bakmalı?
Çirkin bir tende güzel bir ruh, kalbi bağlayamaz mı?’
Son satırları içimden üç kere tekrar ettim, önümdeki masadan dumanı çıkan çayımı alıp içtim. Çocukların sesleri birbirine karışırken karşımdaki sandalyeler çekildi. Cemreyle Emre gelmişti.
“Çiçeğim diyoruz ki bu akşam kahve içmeye çıkalım, hem biraz havamız değişir. Ne dersin?” Cemre yüzüme beklentiyle bakarken bakışlarım bir anlık Emre’ye kaysa da yanlış anlamaması için hemen çektim. Kahve içmeye gidebilirdik ancak iki soru vardı:
1- Peşime takılan tek gözlü piç bizi yine kurşun yağmuruna tutar mıydı?
2- Emre bizimle mi gelecekti?
Emre öğretmenle sabahları günaydın, okuldan çıkarken iyi akşamlar dışında bir konuşmuşluğum yok. Öğretmenler odasında bir iki kere konuşmuştuk o da çocuklar içindi ancak bunu soramazdım.
“Emin misiniz benimle çıkmak istediğinize? Dışarıda hayranlarım çok, başımız belaya girebilir.” Travmalarla dalga geçme bir iş olsaydı şimdiye milyoner olurdum heralde.
“Senin şu korumayıda çağır, korur bizi.” Alparslan’dan bahsediyordu. Kafamın içindeki odacıklarda bu isim çok soru bırakıyordu. Son konuşmamız, anlını yüzüme yaslaması, söyledikleri hala benim için birer muammaydı.
Yanımıza koşa koşa gelen Rojin ile konuşmayı bırakmıştık. Kolumu açıp durmasını bekledim, hemen kolumun altına girip utangaç utangaç baktı yüzüme.
“Öğretmenim, babam geldi.” Görüşmek istediğimi hatırladım, yanağına bir tane öpücük kondurup çıkan ruj izini sildim. Masadaki kitabımla çayımı aldım, Cemre cevap beklediğini gözlerinden belli ediyordu.
“Bakma öyle, tamam gidelim. Ama kalabalık bir yer olsun, AVM gidebiliriz isterseniz.”
Cemre yerine bu sefer Emre konuştu, bakışlarım onu buldu.
“Benim hep gittiğim bir kafe var, kahvesi de güzel. İsterseniz oraya gidebiliriz.” Kafamı olur anlamında sallayıp onları plan yapmak üzere yalnız bıraktım. Rojin sağ elimden tutup babasının olduğu banka sürüklemeye çalışıyordu. Bu çabasına tebessüm edip götürdüğü yere baktım.
Yöresel kıyafet giyen bir adam vardı, kaşları çatılmış elindeki tesbihi hızlı hızlı çeviriyordu. Yanına geldiğimizde ayağa kalktı, gülümseyip elimi uzattım. Tip tip elime baksa da tutup sıktı.
“Âla Baltacı, Rojin’in öğretmeniyim.”
“Cihan.” Elini bırakıp öğrencime döndüm, Rojin çekinerek babasına bakıp bana döndü.
“Hadi sen Dilanlarla oyna güzelim, biz de babanla konuşalım.” Son kez babasına çekinerek baktı ve gitti.
“Ne diyeceksan çabuk söyle öğretmen hanım.” Adam sıkılganlık ve öfkeyle etrafına bakıyordu.
“Sizi buraya çağırmamın sebebi, Rojin’in ne kadar uyarsamda sürekli kürtçe konuşması.” Adamın bakışları hızla beni buldu, sanki vuracak bir yer bulmuş gibi hiddetlendi.
“Rojin’in ana dili kürtçedir öğretmen hanım!” Sakin olmaya çalıştım, görüyordum ki konu yalnızca kürtçe değildi.
“Cihan Bey! Kızlarınızı öğütlemeyi bırakın, onların geleceğini düşünmüyor musunuz? Rojin doktor olmak istiyor, ona Türkçe’yi unutturarak nasıl olmasını bekliyorsunuz? Bakın, ben kimsenin kültürüne karşı değilim. Dışarıda, evde istediği dili konuşabilir ancak burada değil. Burası bir okul, onlara bir şeyler öğretmem için Türkçe bilmeleri gerekir. Sizden ricam, çocukları engellemeyi bırakın. Ben buraya onlar için geldim çünkü buradaki her çocuk gibi Rojin ve Dilan’da bu toprakların evlatları.” Adamın bakışları ben konuştukça sakinleşmişti ancak gardını indirmiyor yüzüme ön yargılarını bırakmadan bakıyordu.
“Rojin kürtçe konuştukça diğer öğrencilerde ona uyuyor, konuşuyor. Buna asla müsaade etmem, bu okulun sınırlarında olunduğu sürece benim öğrencilerim Türkçe konuşacak. Hiç kimse bu ülkeden bu çocukları soyutlayamaz. Anlıyorsunuz değil mi Cihan Bey?” Sessizce kafasını salladı. Nedensizdir bilinmez bu adam bana hiç güven vermiyordu.
Ayağa kalkıp baş selamını verdi, bahçede kardeşiyle oynayan Rojin’e el sallayıp gitmişti. Söylediklerimden sonra yalnızca ‘anladım öğretmen hanım.’ Demişti. Ben daha büyük bir tartışma çıkar diye düşünmüştüm ancak öyle olmamıştı.
Adamın gidişini görmüş olmalı ki hemen yanıma geldi Cemre, nasıl geçtiğini sordu, iyi diyip geçiştirdim.
“Cemre, bir şey soracağım.” Kafasını sor anlamında iki kez salladı.
“Emre öğretmenle yakın değiliz, akşam buluşup ne konuşacağız?” Ben buralara yeni gelmiştim ancak Cemre önceden buradaydı ve Emre öğretmenle bir yakınlıkları, konuşmuşlukları vardı ancak benim yoktu. Gergin ortamlarda bulunmaktan hoşlanmıyordum.
“Bende sana onu diyecektim aslında, bu buluşmayı ben ayaralamadım. O kendisi gelip söyledi, bende ne diyeceğimi bilemedim. Kabul ettim, hem bizim de havamız değişir. İstemiyorsun elbette ki zorunda değilsin, hemen iptal edebilirim.” İstemiyordum, bütün öğretmenler olsa bu kadar gerilmez eğlenebilirdim ama biz üç kişi gidecektik.
Ancak gözlerime melül melül bakan arkadaşımı kıramazdım. Dersler birbiri ardınca aktı, çok çabuk öğlen olmuştu. Eşyalarımı toplayıp Cemreyle akşama görüşürüz dedik. Lojmanda oynayan çocuklara çantamda hep olan şekerlerden verip evime girdim.
Akşama daha çok vardı, yorgunda değildim. Uzun zamandır temizlemediğim evime girişip dip köşe her yeri hallettim, kutularda duran eşyalarımı tam olarak yerleştirdim, annemle kısa bir telefon konuşması yaptık. Murat klasiği yine dedemin emekli maaşını çekip kaçmıştı. Ev her zamanki halindeydi, bu mutlu ediyordu beni.
Terden enseme yapışan saçlarımı topuzuma iteledim, tüm işlerim bitmişti. Aklıma kek sözüm geldiğinde yerimde dikeldim. Yapsa mıydım? Hem dilinden kurtulurdum hem de borçlu kalmazdım.
Mutfağa geçip güzelce yaptım kekimi, kabın içine dilimleyip koydum. Kısa bir duşa girip dolabımın karşısında geçtim, ne giyecektim!
Elim elbiselerime gitti, mavi mevsime uygun kısa elbisemi aldım. İçime uygun iç çamaşırımı da giyinip saçlarımın uçlarını maşayla kıvırdım. Takılarımı bol bol taktım, hafif bir makyajla işimi bitirdim. Buluşma saati de yaklaşıyordu, ona keki verdikten sonra Cemrelerin yanına geçerdim artık.
Lojmandan çıkarken bir yandan da telefonumdan askeriyeye giden otobüslere bakıyordum. Araba şart olmuştu sanırım, maaşımın bir kısmını biriktirme vaktim gelmişti.
“Âla?!” Arkamdan duyduğum sesle o tarafa döndüm. Yiğit üstündeki şık takım elbisesinde ki kravatını çıkartırken bana doğru hızlı hızlı gelmeye başladı. Kolunda ki cübbesi ve çantasıyla havalı duruyordu. Bu düşünceme güldüm alayla, Yiğit hala çok gıcık bir insandı.
“Nereye gidiyorsun böyle?” Baştan aşağıya gezdirdi gözlerini üzerimde, gözlerimi devirip yüzüne bıkkınlıkla baktım.
“Ne yapacaksın Yiğit?”
“Bırakayım istersen diyecektim, malum yeni geldin buraları çok bilmezsin.” Alaylı gözlerimi çektim hızlıca. Çocuğun günahını almıştım, benimle uğraşmak için geldi sanmıştım.
“Teşekkürler, giderim ben kendim. Askeriyeye hangi otobüs gidiyor biliyor musun?” Boş elini ensesine atıp düşündü, sonra bulmuş gibi gözlerime baktı.
“Bende babamın yanına uğrayacaktım, gel götüreyim seni de işte.” Mantıklı geliyordu bu yüzden ses etmeyip kafamı salladım sadece. Eliyle gösterdiği arabaya ilerledik, kapıları açınca sessizce ön koltuğa çöktüm.
“Senin davan mı vardı?” Arabadaki sessizlik beni bunaltınca ona doğru döndüm. Bacaklarıma koyduğum sıcak kek beni ısıtıyordu. Hava biraz serindi, üzerime ceket almıştım ancak bacaklarımı kapatmıyordu.
“Evet, oradan geliyorum. Bir eve uğrayayım dedim ama seni görünce can sıkıntım gider diye yanına geldim.” Davasını kaybetmişti sanırım, sonra kurduğu cümleyle hiç de günahını almadığımı fark ettim.
“Büyüdüğünü görecek de bu gözlerim, anca yaşlanınca heralde!” Bu dediğime gülerken o kızmak yerine ilk defa güldü. Boştaki elini uzatıp saçımdan bir tutamını yavaşça çekti.
“Hala çok gıcıksın, çirkin çitos.” Saçımdaki eline hızlıca vurup buklemi sevdim. Bozacaktı lülüklerimi görecekti o zaman gününü!
“Yanınıza yaraşmaya çalışıyoruz Yiğit Bey.” Yoldan bir an gözlerini çekip bana baktı, sonra tekrar yola döndü. Yakın olduğu için çok sürmeden gelmiştik. Kapıdaki askere kimliklerimizi uzattık, içeriye girip etrafa bakarken önüme geçti.
“Sen kim için gelmiştin buraya?” Hesap sorar gibi değilde merak ediyormuş gibi durduğu için sorusunu yanıtsız bırakmadım.
“Sana ne?” Gözlerini devirip pantolonun içine soktu ben ellerini, kim olduğunu söylemeden başımdan gitmeyecekti. Küçükken de böyleydi bu mal!
“Alparslan’a bakacaktım, neredeymiş bir sorsana askerlerden birisine.” Yerinde dikleşirken yüzüme kaşlarını çatıp baktı. Ben etrafta asker ararken söyledikleriyle yüzüm tekrar onu buldu.
“Alparslan? Abi demiyor muydun sen ona? Ayrıca ne yapacaksın ki onu, ne muhabbetin olabilir o adamla?” Sona doğru sesi kısılıp sinirle etrafına baktı. Abiler kurabiye oldu Yiğit, yer misin? Kaşlarımı kaldırıp koluna vurdum, etraftaki gözleri beni buldu.
“Ne bu sorgu sual? Öğrenecek misin yerini yoksa ben arayacağım.” Bıkkınlıkla oflayıp kimliklerimizi kontrol eden askerin yanına gitti. Soruyu duyduğu gibi asker ayağa kalktı, bir şeyler söyledi.
“Eğitim alanındaymış, işi varmış.” Kafamı salladım sessizce. Gözüme eskiler gelse de sildim hemen, hep çok çalıştığını, o parkurları bıkmadan usanmadan nefes nefese tekrar tekrar yaptığını hatırlıyordum.
“Ne tarafta?” Eliyle ilerle dedi, o önümde ben ardında gittik. Büyün çimenlik alana yaklaştıkça sesler yükseliyordu. Bir kaç asker üniformasıyla parkurdaki askerleri izliyordu. Onların ardında durup Alparslan’ı görmeye çalıştım.
“Adam makine anasını satayım! Geçen bizim anamızı ağlattı, bir hafta ayaklarımla kolumun ağrısından kendime gelemedim lan!” Askerlerin konuşarak baktıkları kişiye döndüm.
Üzerindeki kısa kollu yeşil tişörtünün önü ıslaktı, kısacık saçları da terlemişti. Kolları güneşin altında parlarken karşısında onu pür dikkat dinleyen askerlerine eliyle parkuru gösteriyor bir şeyler anlatıyordu.
Sonra parkurdaki dik duvar engeline ilerledi. Tuttuğu ipi askerlerine gösterip çekiştirdi, sonra bir anda iki metreyi aşkın tahtadan duvarı ipi sıkıca tutarak tepeye ulaştı, diğer tarafa atladı.
“Oha.” Yiğitin kısık sesini duyduğumda ona döndüm, boğazını temizleyip hiç söylememiş gibi davrandı. Tek tek hepsi kalkarken Oğuz beni gördü, çok uzak olmadığımız için otuz iki diş sırıtıp komutanının yanına koşuşunu izledim. Koşuşu komiğime gitti için bıyık altından gülüp önüme gelen saçlarımı arkaya attım.
Oğuz daha tam konuşamadan gözleri beni buldu. Belinde ki elini indirip sadece kafa salladı sonra askerlerine bir şeyler söyledi, yanımıza yürümeye başladı. Bütün bunları yaparken mavileri yüzümden hiç ayrılmamış, kaçmamdan korkarmış gibi dikkatle bakıyordu.
Uzun boyu önümüze gelince akşam güneşimi kesti, gölgesi üzerime düşerken kafamı hafifçe kaldırıp yüzüne baktım. Kısaca baktı gözlerime, sonra yanımda duran Yiğit’e çevirdi bakışlarını. Yiğit tabire caizse mahkeme duvarı yüzüyle elini uzattı, Alparslan bir kaç saniye baksa da elini uzatıp sıktı kısaca.
“Merhaba Alparslan.” İkisi eskiden beri anlaşamazdı, bunun büyük sebeplerinden hatta bence tek sebebi Yiğit’in askerliğini Alparslan’ın askeri olarak yapmasıydı. Babası onun komutanıydı ancak Erdal amca hiç bir zaman oğlunu ayırt etmemiş hatta daha fazla üstüne gidilmesi, gerçek bir asker nasıl olur öğrenmesi için Alparslan’ın eğitimine vermişti.
Alparslan yalnızca kafasını salladı, konuşmadı. Yiğit’in ne kadar yüzü asıksa onun da suratı bir o kadar soğuktu. Gözleri bana tekrar döndüğünde göz bebeklerinde sinir gördüğüme yemin edebilirdim. Kaşları çatılmak için yer arıyormuş gibi hemen çatıldı, tek gözünü kırpıp kafasını ‘ne işin var burada?’ Dermiş gibi salladı.
“Borcumu silmeye geldim.” Yüzündeki soğukluk rüzgar gibi kayboldu, gözlerinde şimdi yaramazlık yapmak isteyen küçük oğlan çocuğu ışıltısı vardı. Dudağının sağ köşesi kıvrılacakken durmuştu.
Gözlerim yanımda kazık gibi dikilen Yiğit’e döndü. O ise dikkatle Alparslan’a bakıyordu, onun da kaşları çatılmıştı. Sonunda ondan çekip bakışlarını bana yönlendirdi.
“İşin bitince haber et, gideriz.” Ben, gerek yok eve gitmeyeceğim diyecekken benden önce o konuştu.
“Gerek yok, ben bırakırım. İyi günler sana, Yiğit.” Sondaki ismini vurgu ve alayla söyledi, Yiğit de bunu fark etmiş olmalı ki çenesini sıktığını gördüm. Bu anlamsız anı bozmak için ben konuştum bu sefer.
“Teşekkür ederim bıraktığın için Yiğit, görüşürüz.” Ben gidecekken sanarken Yiğit üzerime eğilip görüşürüz anlamında iki kere sarıldı, şaşkın yüzüme gülümseyerek baktı.
“Görüşürüz.” Ardını dönüp giderken ben sarılmasının şaşkınlığını sonraya saklamaya karar verdim, ona doğru döndüm ama o bana değil Yiğit ardından bakıyordu.
“Niye görüşüyormuşsunuz siz? Bir de sarılıyor lale.” Sona doğru sesi kısılsa da ben duymuştum. Bunu da sonra düşünme anıma bırakıp sinirli gözlerine anlamsızca baktım.
Elimdeki poşeti dikkatlice ona doğru uzattım. Mavileri ellerime düştü, kek olduğunu biliyordu. Sonra yüzümü bulacakken üzerimdeki elbiseyi fark etti, baştan aşağıya gezindi üzerimde. Tenim bakışlarının sıcaklığıyla yandı, soğuk esen rüzgar bir anda cehenneme döndü.
Gözleri yüzüme çıkarken saçlarıma takıldı, hafif dalgalı olan saçlarımda öyle çok oyalandı ki bakışları bir asır sandım, nefessiz kaldım.
“Almayacak mısın?” Bakışları parlatıcı sürdüğüm dudaklarıma kaydı, sanki orası ateşmiş de yanmış gibi hızlıca çekti.
“Alacağım, yoksa öleceğim sanırım.” Ağzının içinde mırıldandıklarını çok anlamazken elimdeki poşeti hafifçe salladım. Sıcak parmakları kulbu elimden alırken tenime değmişti. Boğazıma tıkalı kalan nefesimi zorlukla yutkundum.
“Gel.” Boştaki eli bileğimi buldu, o önümde bende ardında ilerlerken gözlerim kocaman oldu. Sahada ki time döndüğümde pür dikkat film izler gibi bizi izlediklerini gördüm. Aynı geçen ki gibi arabada yakalandıkları tepkiyle yerlerinden sıçrayıp parkura geri döndüler. Yanaklarım kızarırken ne düşündüklerini tahmin edebiliyordum.
“Nereye gidiyoruz, benim işim var. Gitmem gerek.” Binaya girip ilerlerken önümüze çıkan askerler Selam duruyor, Alparslan da onlara kafa sallıyordu. Beyaz bir kapının önünde durdu, cebinden çıkardığı anahtarla kilidi açıp içeriye girdiğinde dışarıdan odaya baktım, onun odasıydı.
Kokusu yüzüme denizden gelen ferahlık gibi nefes aldırdı. Kalbim çırpındı halsizce, her seferinde bu adama yenilmekten yorulmuştu.
“Gitmem gerek diyorum, al getirdik işte kekini.” Elimle poşeti gösterdim. Ne zaman bileğimden avucuma indiğini bilmediğim parmakları avuç içimi okşuyordu fark etmeden. Üzerime doğru bir adım atıp mesafeyi azalttı, çıkardığı rüzgar yeniden ciğerlerime bayram ettirdi.
“Ne işin var, ben bırakırım istediğin yere seni.” Onunla bir yerlere gitmek, yan yana bulunmak, görmek, sesini işitmek olmaması gereken hisleri kalbime konduruyordu. O, bana iyi gelmiyordu.
“Gerek yok, giderim kendim.” Elimi bir kez daha kendisine çekip odaya soktu. Kapıyı da kapatıp bana döndü tekrardan.
“Bana emanetsin Âla, başına bir şey gelsin istemiyorum. O şerefsiz dışarıda hala senin peşinde, güvende olduğunu bilene kadar yanındayım.” Biliyordum, güvende hissetmiyordum bende ancak onun bana verdiği güven zehirdi, zarardı.
Alparslan, yalnızca babamın emanetiyim diye korumak istiyordu beni. Aklıma düşen sorulardan birisi de babam emanet etmemiş olsaydı yine de canından öte korur muydu beni?
Gözlerim onun mavilerinin ağırlığını kaldıramadığı için bakışlarım üzerindeki tişörte dönmüştü, o da benden bir yanıt bulamayınca dolabına ilerledi, kıyafetleri çıkartıp odada beklememi söyleyip çıktı.
Yarım saat sonra gelmişti ancak ben geç kalacaktım. Gelmemesi konusunda daha fazla tartışmak istemiyordum, uzatmayıp sessizce işinin bitmesini bekledim.
Yeni duş aldığı için saçları hala ıslaktı ve o kurutmayı düşünmüyordu sanırım. Üzerindeki lacivert tişörte sular tek tek damlıyordu, altındaki siyah kotla tamamiyle sade, uğraşılmamış ama düşünülmüş gibi özenli duruyordu. O yokken odasını incelemiştim, odası da onun gibi sade, az eşyalı ve tertemizdi.
“Çıkabiliriz.” Koluna saatini geçirip dolaptan ceketini aldı. Telefonunu da arka cebine atıp bana dönmüştü ancak benim gözlerim hala ıslak saçlarındaydı. Hasta olabilirdi ve üstüne görev emri çıkarsa hiç düşünmeden giderdi. Daha da kötü olabilirdi, dolabında gördüğüm saç havlusunu alıp ona doğru uzattım.
“Saçlarını kurula, hasta olacaksın.” Mavinin en koyusu muydu yoksa derin bir karanlık mı bilmiyordum ancak o hep beni bu bakışlarıyla boğuyordu. Ellerimdeki havluda dolanıyordu, yüzündeki donukluk hiç silinmedi.
“Gerek yok, alışığım.” Bana ardını dönüp gidecekken kolundan tutup yatağa sürükledim. Sözleri itirazlarla dolu olsa da vücudu tam tersiydi. Sakince takip etti beni, omuzlarından bastırıp yatağa oturttum. Şimdi fark ediyordum, bu yatak tek kişilikti. Ben yatsam bile rahat edemezdim, bu adam nasıl sığıyordu buraya?
Katlanmış havluyu açıp saçlarına bıraktım, yavaş yavaş sürtüp ıslaklığını aldım saçlarından. Kısacıktı saçları zaten, hemen kuruyordu. Gözlerinin ağırlı yüzümdeyken nefesimi tuttum, ben yaptığım işe odaklıyken o bana odaklıydı ve beni geriyordu.
Gözlerim güzel yüzüne düştüğünde ellerim dondu, yüreğim ise canlı olduğumu göstermek istercesine göğsümü dövüyordu.
Mavilerinde ışıltı vardı, ışık vardı.. çok iyi bildiğim bir şey daha vardı bu irislerde.. umut.
Bin parça umutlarım.
Saçlarına son kez havluyu sürttüm ki kısa eteğimin uçlarından çekiştirdi. Bakışlarım tekrardan ona döndü ancak o bu sefer bana değil üzerimdeki elbiseye bakıyordu.
“Mavi.. yakışmış.” Yüzüm yine allığa bırakıyordu kendini. Kızarıklığımı fark etmemesi için havluyu alıp ona ardımı döndüm, sandalyenin üzerine koyup kurumaya bıraktım.
Kafamda dolanan düşüncelerden birisi hadsizce geldi gerçeğime;
En mavi sendin Alparslan, en çok sen yakışırdın bana. Bin ton mavinden birisini bile bana layık görmedin ya!
“Teşekkürler.” Onun yanında aldığım oksijenim zehir oldu, gözlerim hafif bulanıklaşsada ona ardım dönük olduğu için görmüyordu. Çantamı koyduğum masadan alıp ayaklandım, ona yüzümü tekrardan dönmeden kapıya ilerleyip açtım.
Hemen ardımdan sert adım seslerini duyuyordum, bu yüzden dönüp ona bakmadım. Askeriyeden çıkmıştık, ben taksiye bineriz diye düşünürken lüks bir arabanın yanında durduk. O cebinden çıkarttığı anahtarla kapıyı açıp kafasıyla diğer tarafı işaret etti binmem için.
Şaşkınlığımı görmüştü ancak ses etmedi, ben edecektim.
“Askerlerin bu kadar kazandığını bilmiyordum.” Tavanda parıldayan yıldızlarla ayrı bir şaşkınlıkla baktım. Son model olduğu belliydi, arabalardan pek anlamazdım ancak oturduğumuz kaliteli bordo deri koltuklar bile ben pahalıyım diye bağırıyordu.
O umursamıyormuş gibi omuzunu hafifçe silkip direksiyonu çevirdi, dönerken bana doğru bakmıştı.
“Para harcayacak bir hayatım yok.” Birikimle alınacak bir araba değildi bu, üstelemek istemediğim için sustum. Söylemek istese söylerdi zaten. Gideceğimiz yeri navigasyonan göstermeye çalışsam da biliyorum demiş kapatmıştı ekranı.
Eli dokunmatik ekrana gitti, müziklere baksa da güzel bir şeyler bulamamış olacak ki yoldaki bakışlarını tekrar bana döndürdü.
“Sen baksana, ben yola döneyim.” Sessizce kafamı sallayıp öne eğildim. Bir sürü şarkı vardı ancak parmaklarım bu sıra en çok dinlediğim şarkıya gitti, Yok Bana Bu Cihanda. Öyle garip, öyle düşündürüyordu ki bu şarkı beni bazen saatlerce dinliyordum fark etmeden. İnsan gibi hissettiriyordu.
Geriye yaslanırken ona döndüm hafifçe. Dikkatiyle araba sürerken bazen bana dönüyor kısaca bakıyor sonra tekrar yola dönüyordu. Telefonumun çalışıyla çantamdan çıkarıp baktım, Murat arıyordu. Şimdi açmasam açana kadar darlar, kafamın etini yerdi.
Açıp kulağıma koydum ama artık sanırım bir sağ kulağım yoktu. E Deccal diye demiyorum ben boşuna, aptal kuzenim telefonun hoparlörüne doğru bağıra bağıra ağlıyordu.
“Kuzeen!”
“Ne var Murat?” Burnunu çekti.
“Bu nasıl tepki lan? İnsan bir ne oldu kardeşim iyi misin, nasılsın der!”
“Ne oldu söylesene, müsait değilim.”
“Dedem beni evden attı.” Kahkaha atacaktım ki dudaklarımı birbirine bastırıp durdurdum ama gülmemi tutamadım.
“Çok bile dayandılar, iyi olmuş.”
“Şuna bak şuna! Zil takıp oyna bir de istersen?!”
“Oynardım ama müsait değilim dedim, hadi kapatıyorum.”
“Bir de bana Deccal diyorlar, senden alası mı var kızım?! Ben burada güvendiğim dağlar kayak merkezi olmuş diyorum sen bana müsait değilim diyorsun!” Söylediklerine gülerken parmaklarımı dudaklarıma bastırdım.
“Eve gidince ararım ben seni, kapatmam lazım.”
“Ne bok yiyorsun sen bensiz, yoksa o Alparslan’la mısın lan?! Ne yapıyorsunuz, dur görüntülü arayacağım. Amcaaa açın kapıyı!!” Bunlar her zamanki aptal kuzenimin halleriydi ancak şu an olmaması gerekenlerden bir şey olmuştu.
Şarkı bitmiş, araba sessizliğe gömülmüştü ve Murat son söylediklerini son ses söylediği için Alparslan da duymuştu. Telefonu yüzüne kapatıp utançla cama çevirdim yüzümü, Allahtan saçlarım uzundu da görmüyordu.
Murat ciddilisinden beni görüntülü arıyordu şu anda! Utanç üstüne utanç yaşarken telefonu komple kapattım. Bu çocuğu kromozom tedavisine götürecektim, ya bir fazlası vardı ya da azı!
“Açsaydın, çocuk merak etmesin.” Çenesinin hafifçe kıpraşıp dudağını sıkmasından gülmesini sakladığını görebiliyordum saçlarımın arasından.
“Ne güzel şarkıymış bu da ya demi?!” Ses kısmına dokunup birbirimizi duyamayacağımız kadar açtım. Arabadan yükselen güzel ses Sen Bir Aysın türküsünü söylüyordu.
‘Sen bir aysın, ben kara gece
Gel derim, gel derim, gel derim’
Allah biliyordu ya ne çok dua etmiş, ağlamış, hayaller kurmuştum. Bir çok kez bu türkü bana değmişti, her çaldığında onu hatırladıklarımdandı. Sözleri acı da olsa tatlı da olsa yakmıştı kora dönen yüreğimi. Derler ya insan mutluyken şarkıyı üzgünken sözlerini dinlermiş diye, doğru.
‘Bu can senin, sersebil ettin
Al derim, Al derim, Al derim’
Kırmızı ışıkta dururken onun camını bir çocuk tıklattı, kucağında bir sürü kırmızı gül vardı. Alparslan merhametle gülümseyip cüzdanını çıkarttı, camını açıp çocuğa baktı.
“Alır mısın abi bedewiya gule, kırmızı gül?” Dediğini anlamamıştım ama çocuk o kadar tatlıydı ki yanaklarını sıkmak istiyordum. Çantama koyduğum çikolatayı hemen çıkartıp ona doğru uzatmak için eğildim, sevinçle aldı elimden, yanağından bir tane makas aldım gülerek.
‘Sorsan bağın yaresini de
Gül derim, Gül derim, Gül derim’
“Alırım tabii.” Sıcak sesini de nefesini de tenimde yakından hissettim. Ona doğru döndüm hafifçe, saçlarım onun omuzlarına, ellerine düşmüştü. Yüzü de çok yakınımdaydı..
Boğazımı temizleyip hemen geri çekildim. Çocuğa bütün çiçeklerin parasını verip koca bir demeti kucağıma bıraktı. Işık yeşile dönerken o tekrardan yola dönmüştü ancak dudaklarında asılı kalan bir gülümseme vardı. Bu sefer gizlemiyor, saklamıyor, yok etmiyordu.
‘Şerbet diye zehir de versen bal derim’
“İdil’e götürmek istersin belki, bırakıyorum arkaya.” Nazikçe dirseğimden tutup önüme döndürdü beni, yüzüme biraz kızgınlıkla baksa da gülümsemesi gözlerimi aydınlatıyordu.
“Onlar senin.” Hayatımda aldığım ilk çiçek.. hep beklediğim insandan, hiç beklemediğim bir anda, durumda, kalpte gelmişti.
“Çocuk, ne söyledi biliyor musun?” Mavileri ilk yüzüme sonra tekrar kucağımda ki güllere döndü, biliyor olacak ki dudakları tekrardan kıvrıldı.
“Gül güzeli.” Gözlerim büyürken dudaklarım şaşkınlıkla açıldı. Alık alık yüzüne baktığımın farkındaydım ancak söylediği.. ben mi abartıyordum bazı şeyleri?
“Efendim?” Anlamayarak sordum.
“Gül güzeli, öyle söyledi.” Göğsümün tam ortasında büyüyen hisler nefes almamı zorlaştırıyordu. Dudaklarımdaki gülümsemeyi ne kadar silmeye çalışsam da becerememiştim. Önüme dönüp önümdeki camdan dışarıyı izleyip kafamı dağıtmaya çalışıyordum ancak aklım bir türlü ondan gitmiyordu.
Arabayı otoparka park edip indi, ardından bende kemerimi çözüp hemen indim. Kafenin cam kenarındaki masada Cemre ve Emre oturuyordu, onlara doğu gidecekken ardımdaki adama döndüm.
“Sen ne yapacaksın?” Arka cebine telefonuyla anahtarını yerleştirirken bir Cemrelerin masasına baktı bir bana. Kaşlarının çatıldığını an be an görebiliyordum, huzursuzluğunu sakınmadan dudakları düz bir çizgi oldu az önceki gülümsemesinin aksine.
“Bu kim?” Başıyla oturacağım masayı gösterdi.
“İş arkadaşlarım.” Kaşları yukarıya yavaş yavaş kalktı, mavileri üzerimde tüm dikkatiyle öyle bir dolanıyordu ki değdiği yerde vücudum alev alıyordu sanki.
“Buralardayım, geç sen hava soğuk.”
“Bana soğuk sana değil mi? Sen de gel içeriye.” Gergin havası bir anda dağılırken dudaklarında yine çok hafif bir gülümseme belirdi. Daha çok sırıtıyor gibiydi.
“Madem ısrar ediyorsun, girelim hadi.” Bir adımlık önünde olan bedenime eğilip sıcak elini belime koyup kafeye doğru ittirdi. Sırtım dokunduğu yerde dimdik olurken şaşkın şaşkın yan profiline baktım. Kısacık saçları, kemikli yüzü ve ah… o kokusu var ya!
“Âla! Hoş geldiniz!” Cemre hızlıca oturduğu yerden kalkıp bana sarıldı. Alparslan kısaca baş selamı verip ayağa kalkan Emre’ye döndü. Emre ikimiz arasında mekik dokurken belimde hala varlığını sürdüren ele gitti gözleri. Alparslan hala çekmemişti elini, Emre elini uzatınca kısaca sıkıp bırakacaktım ki belimdeki elin varlığı daha da bastırıldı. Şimdi daha yoğundu o.
“Merhaba, Emre ben.” Alparslan kendisine uzatılan ele kısaca bakıp boştaki elini uzatıp sıktı. Ortamdaki garip gergin hava beni boğarken Cemreye baktım, onun da benden bir farkı yok galiba ki karşımızda gergin duran adamlara şaşkınca bakıyordu.
“Alparslan.” Sesiyle, adıyla baskı kurmak istemişçesine yukarıdan baktı. Emre ondan bir beş santim kısa olabilirdi.
“Otursanıza.” Cemre eliyle boş sandalyeleri gösterirken Emre yanındaki sandalyeyi çekip yüzüme gülümseyerek baktı.
Çektiği sandalyeye benden önce Alparslan oturdu. Ceketinin önünü çekiştirip Emre’ye güldü ancak bu gülümsemenin mutlu bir tarafı yoktu.
“Saol Emir.” Yanındaki sandalyenin kolundan tutup oturmamı bekledi. Sessizce oturup yalandan öksürüp Alparslan’a baktım. Umursamazca yüzüme bakıp geriye yaslandı.
“Emre, Emir değil.” Emre bozulmuştu ancak kendini hemen toparlayıp ters ters Alparslan’a baktı.
“Fark etmez.” Elime menüleri alıp hepsine dağıttım. Herkes elindekine dönerken yanımda oturan Alparslan’ın bacağına vurdum. Gözlerini menüden kaldırıp bana baktı, kaşlarım çatılmış ‘ne yapıyorsun?’ Anlamında dudaklarımı oynatmıştım.
O cevap vermek yerine bacağına vurduğum bacağıma doğru kendi bacağını yasladı. Vücudunun sıcaklığını pantolonundan bile hissediyordum, yanaklarım daha da kızarırken bir an nefesimi tuttum.
“Ben bir latte alacağım, siz ne alıyorsunuz gençler?” Cemre ortamı neşelendirme amaçlı konuşmaya çalışıp bize baktı ancak ben iptaldim.
Garson yanımıza gelirken beyler Türk kahvesi istemişti bende limonata isteyip konuyu kapatmaya çalıştım çünkü aklım tamamen tenime temas eden bacağın sahibindeydi.
Ne o çekiyordu ne de ben.
Kafenin kapısı bir kez daha açıldı, içeriye timden birisi girdi ancak bizi görmedi söylene söylene kasaya doğru gidiyordu. Dirseğimle yanımdaki adam dürtüp kaşlarımla Gökhan’ı işaret ettim. Arabada tanışmıştık ancak ismi sonradan aklıma geldi.
“Gökhan değil mi o?” Gözleri oraya dönerken sessizce kafasını sallayıp ayağa kalktı, Gökhan kasadaki kıza doğru eğilmiş gülerek bir şeyler söylüyorken Alparslan yanında durdu. Gökhan başını çevirdiği gibi komutanını gördü, yüzündeki gülümseme hemen kaybolup hazırola geçti.
“Koruman mı Âla?” Emre konuştuğunda tekrar masaya döndüm. Cemre sabah öyle söylediği için aklında kalmıştı sanırım. Gülerek kafamı iki yana salladım.
“Eski bir arkadaş, başımdaki dertleri biliyorsunuz. Beni korumaya çalışıyor yalnızca.” Söylediklerimi kendime tekrar ettim. Yalnızca beni korumaya çalışıyor, evet!
“Anladım, sen nasılsın bu arada? Yüzün kızarmış, hasta mısın yoksa?” Ellerim istemsizce yanaklarıma gitti. Umarım Emre, umarım hastayımdır.
“Soğuk çarptı heralde.” Cemre yüzüme imayla gülümseyip bize doğru gelen Alparslan’ı başıyla işaret etti.
“Çarptığı belli.” Gülerek kahvesinden içti, masanın altından bacağını cimcirip yalandan öksürdüm.
“Oha taş!” Cemrenin gülen yüzü büyük bir hızla şaşkınlığa düştü, baktığı yere baktığımda Alparslan’la konuşa konuşa yürüyen Gökhan’a bakıyordu. Az önce sırtı bize dönük olduğu için görmemişti sanırım.
Gökhan Alparslan’a son kez bakıp bizim masaya döndü, elini kaldırıp gülümseyerek bana selam verdi, aynı şekilde karşılık verdim. Kafeden çıkarken Cemre kolumu tuttu, diğer eli kalbini tutuyordu.
“Kim bu Âla?” Cemre gözlerini giden Gökhan’ın ardından alamıyordu. Konuşup aralarını yapmak çok isterdim ancak yanımızda Emre varken olmazdı. Telefon çalarken masaya dönmüştüm ki Emre telefonunu açıp ayağa kalkmıştı. Konuşması kısa sürerken yanımdaki sandalyeye Alparslan tekrar oturdu.
“Benim gitmem gerek kızlar, acil bir işim çıktı.”
“Nereye gidiyorsun ama yeni gelmiştik?” Cemre itirazını dile getirdi ancak benim için iyi olmuştu sanırım. Zaten çok gergindi ortam, evlere dağılsak daha iyi olurdu.
“Başka bir zaman çıkarız tekrardan, telafi ederim söz!” Emre gülümseyerek vedalaştı.
Onun gitmesinin ardından ben konuştum.
“Biz de kalkalım mı? Cemre bugün bende kal, kız gecesi yaparız?” Arkadaşımın bozulan morali yerine gelirken gülümsedi kocaman.
“Çok güzel olur, hadi gidelim.” Toparlanıp kalktık, Alparslan biz toplanırken kasaya gitmişti itiraz edecektik ancak ben konuşamadan gitmişti.
Limonatamdan son fırtını çekip arabaya ilerledik. Yolculuk sessiz geçerken yanıma, sürücü koltuğuna doğru döndüm. Yüzü gergin görünüyordu. Kaşları çoktan çatılmış, dalgınca yola bakıyordu. İnince soracaktım, Gökhan’ın söyledikleriyle ilgili olduğunu düşünüyordum.
Araba lojmana girdi, çantamdan anahtarlarımı çıkartıp Cemreye uzattım, o evime geçerken bahçede sessizce beni bekleyen adama ilerledim.
“Teşekkür ederim, her şey için.”
“Bir şey yapmadım Âla, teşekkür etme.” Ona doğru bir adım attım, şimdi biraz daha yakınındaydım. Yerdeki bakışları yüzüme dönmüştü, cüssesi öyle büyüktü ki sokak lambasının ışığı bana vurmuyor önümde set oluşturuyordu.
“Huzursuz gözüküyorsun.” Mavileri gözlerimden ayrılmadı, bazen öyle bir bakıyordu ki sonu gözükmeyen bir girdaba dalıyordum sanki. Şimdi olduğu gibi, etraf siliniyordu gözlerinde.
Derin bir nefes aldı, göğsü inip kalkarken bir anda aramızdaki mesafeyi hiç acımadan yok etti. Bir kolu belime sıkıca sarılırken diğeri yüzümde yerini ezbere biliyormuş gibi konmuştu. Alnı alnımı bulurken baş parmağı yanağımı okşadı. Dudaklarından çıkan sıcak nefes dudaklarıma vuruyor, beni ölüme sürüklüyordu.
Kalbim uçup kondu nazlı yerine, sanki hep yeri orasıydı, hiç kovulmamış gibi süzüldü onun yüreğine.
“Yapma.. bakma bana öyle Âla.” Fısıltısı aramızda kayboldu. Burnunu yavaşça soğuktan kızarmış burnuma sürttü. Sırtımda gezinen parmaklarının arada saçlarımın uçlarına uğramasını, okşamasını hissediyordum.
“Nasıl bakıyorum?” Kapalı gözleri aralandı, sanki bana anlatabilmek için en karasından baktı mavileriyle.
“Derdimi çekip alacakmış gibi..” Aramızda kalan ellerim onun göğsünde yer edinmiş ve parmak uçlarımda duyduğum kalp atışları ona aitti. Öyle hızlı atıyordu ki adeta gör beni diyordu. Duymamak imkansızmış gibi, daha da sokuldu ruhuma da, bedenime de.
“Alparslan?” Büyüsüne sardığı ruhum dışarıdan gelen kalın erkeksi sesle bölündü. Bir kaç saniye önce bırakmayacakmış gibi tutunan eller büyük bir hızla çekildi bedenimden.
Boşluğa düştüm. Soğuk geldi vurdu her bir yanımı.
Alparslan belimdeki elini çekmeden beni hızlıca ardına, sırtına sakladı.
“Oğlum?” Yüzümün saklı olduğu sırt gerildi, dikleşti. Ben göremiyordum ancak karşımızda kimin olduğunu çok iyi anlamıştım.
Alparslan’ın, ölmeleri için keşke dediği babasıydı..
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |