
Sert ve çatallı sesi, karakolun avlusunda yankı buldu. Çamura bulanmış postalların altında titreyen toprak, karlarla karışık yağmurun ağır kokusunu hâlâ taşıyordu. Rüzgâr Timur’un sesiyle birlikte tüm karakolun damarlarına işlerken, göz göze geldiği her asker bir an için başını yere eğdi. O kelimeler, bir yandan yürekleri sızlatırken bir yandan da boğazlarda büyüyen yumruya dönüşüyordu.
Timur: “Bazılarınıza komutanlık ettim, bazılarınızla bugün ilk kez karşılaşıyorum… Ama aranızdan hanginiz var ki bu topraklara ter dökmedi? Hanginiz geceyi sabah etmedi, hanginiz silah arkadaşının kanını omzunda taşımadı? Acılarınızı birlikte sakladınız. İsimlerinizi bilmeme gerek yok; çünkü hepinizin alnında aynı yazı var: VATAN.”
Kalabalığın içinde sessizce duran bir asker gözlerini silmeye çalıştı. Bir başka koruyucu yumruğunu sıktı ama Timur’un sesi yine devreye girdi, öfke yerine dizginsiz bir disiplinin sesiyle:
Timur (Kaşlarını çatıp sesi biraz daha yükselterek):
“Dışarıda terörist kovalarken, burada bir hain, aramıza köpek gibi sızdı. Komutan kılığına girmiş bir hain, omuzlarımızdaki şanlı al bayrağı sırtımızdan bıçaklayarak kirletti. Biz düşmanla savaşırken, o bizim gözlerimizi kör etti, güvenimizi zehirledi. Ve evet... bu ihanetin bedelini Mete Yüzbaşı ödedi. Tanıdığınız, birlikte eğitime çıktığınız, omzunuza elini koyup moral veren Mete’miz… Şehit düştü.”
Timur’un sesi titremedi. Ama dudaklarının kenarındaki kasların seğirmesi, içinde tuttuğu öfkenin bir işaretiydi.
Timur (Derin bir nefes alarak):
“Hâlâ oradalar. Cesedini bile vermediler. Mete orada… Bizim kardeşimiz, komutanımız, yoldaşımız… Cesedi hâlâ o katillerin gölgesinde. Bunu bilmek sizde öfke yaratıyor, gözlerinize bakınca görüyorum. Ben de öfkeliyim. Ama asker öfkeyle hareket etmez. Asker görevle hareket eder!”
Timur birkaç adım ileri atar. Gözlerini kalabalıkta gezdirerek devam eder.
Timur:
“Bu dağlarda onlarca koruyucu asker, onlarca sivil, bu ihanetten dolayı şehit oldu. Dört arkadaşımız daha sessizce gitti… Ama bu yitip gidişin, sizin görevinizi kirletmesine izin vermeyeceğim. Öfkenizi kılıcınız yapamazsınız. O öfkeyi, disiplinin çeliğine dövüp komutanlarınızın emrine vereceksiniz.”
Kalabalık sessizliğe bürünür. Hiç kimse hareket etmez. Hatta rüzgâr bile Timur’un sözlerine saygı duruşuna geçmiş gibidir. Artık gözlerde yalnızca hüzün yoktur. Onur, görev bilinci ve intikam değil ama adalet arzusu parlar.
Gece, dağların üzerinde kara bir yorgan gibi ağırlaşıyordu. Karakolun önünde toplanmış onlarca asker, karla kaplı toprağın üzerinde dimdik ayakta duruyordu. Yüzlerinde suskun bir öfke, gözlerinde bastırılmış bir hüzün vardı. Birkaç adım önde, eldivensiz elleri soğuğa meydan okur gibi açıkta olan Timur Yüzbaşı, çatık kaşlarıyla kalabalığı tarıyordu. Telsiz sessiz, rüzgar kesilmişti. Herkes sadece onun ağzından çıkacak sözleri bekliyordu.
Timur'un tok, gür ve titremeyen sesi yeniden geceyi yardı:
Timur:
“Bu akşam görevimiz... General Selim’in doğrudan emriyle, o hainlerin inini basmak. Şehitlerimizin cesetlerini ve onların kanlarıyla savunduğu karakolu... Geri alacağız.”
Toprak sarsılmasa da yürekler titredi. Hiçbir silah sesi, bu kelimeler kadar delip geçemezdi askerin içini. Timur bir adım daha attı, bastığı yerden bir kar yığını ufalandı.
Timur:
“Karşımızdakiler bizden daha kalabalık olabilir. Ellerinde anti-tank tüfekleri, patlayıcıları, ölüm kusan makineler olabilir. Ama unutmayın: Bu bayrağın gölgesinde savaşanlar sayıyla değil, yürekle ölçülür. Bedeli ne olursa olsun… Ya o cesetleri ve karakolu alacağız... ya da şehit olacağız!”
Askerler birbirine baktı. Sanki her birinin kalbinden aynı şey geçiyordu: “Hazırım.” Ama hiçbir şey söylemediler. Çünkü o sözün bir yeri ve zamanı vardı.
Timur, yutkunmadan devam etti:
“Bu karakol… Mete Yüzbaşı gibi nice komutanlar, kahramanlar, adam gibi adamlar yetiştirdi. Bu gece, onların hepsi... gözlerini gökyüzüne dikip, Mete’ye ve arkadaşlarına selam duracak. Çünkü onlar bu karakolun... bu ordunun... namusu ve şerefi için şehit düştü.”
O an rüzgâr tekrar esmeye başladı. Kar taneleri, ağır ağır yere düşerken, sanki gökyüzü de bu törene sessizce katılıyordu.
Timur’un sesi bir nebze kısıldı ama daha da toklaştı:
“Ve şimdi... Mete Yüzbaşı orada, buz gibi toprağın altında, o karakolun önünde... yapayalnız yatıyor. Cesetlerini yakmasınlar, umutlarımızı küle çevirmesinler diye... yapayalnız bekliyorlar.”
Tam o sırada, ön saflardan genç bir koruyucu öne çıkıp, sesinde titrek ama kararlı bir çığlıkla konuştu:
Koruyucu:
“Yalnız değiller Komutanım!”
Timur, başını kaldırdı. Bakışlarını kalabalığın üzerine bir kez daha gezdirdi. Gözleri koruyucunun gözlerine kilitlendi.
Timur:
“Ne dedin evlat? Mete Yüzbaşı... ve arkadaşları... yalnız değiller mi?”
O an bir sessizlik oldu. Ardından birden fazla ses, sonra onlarca... sonra tüm birlik, tek bir ses gibi haykırdı:
“YALNIZ DEĞİLLER KOMUTANIM!!!”
Karakolu sarsan bu haykırış, sadece ses değildi. Bu, öfkenin disipline dönüştüğü, sadakatin ete kemiğe büründüğü andı.
Timur, başını eğip gözlerini kapattı. Birkaç saniye sonra gözlerini açtı ve dimdik durdu.
Timur (yumruğunu sıkarak):
“O zaman... gidip alalım onları!”
Nasıl olmuş ?
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |