Yeni Üyelik
3.
Bölüm

3. Bölüm: Küller

@girlthedragon

Asırlar birbirini kovalasa da anlaşılamayacak ruhlar vardır. Ama ben hep bu ruhların onları anlayabilecek olanlarla karşılaşmadığını düşünürdüm. Şimdi ise tam bunun doğruluğundan neredeyse emin olmuşken kafamın karıştığı gerçeğini kendimden bile saklayamıyorum. Drake ile olan rahatsız edici karşılaşmamızdan sonra saray yakınlarındaki bir köye kadar düşünme fırsatı buldum. Düşüncelerimi, ağaçların karanlık gölgeleri üstüme düşerken bile toparlayamıyordum. Karanlık orman beni ele geçiriyordu, ay gökyüzünden kaçmıştı ve beni buna mahkum etmişti. Ateş Prensi'ne neden bu kadar sinirli olduğumu hala çözemiyordum. Ona bağırırken bilincim elimden alınmış gibiydi ve tamamen ilkel bir şekilde hareket etmiştim. Açıkçası pişmandım, ona bağırmış olmak beni garip bir şekilde rahatsız ediyordu. Ancak bunu düşünmek daha da fazla rahatsız ediyordu.


En yakın yerleşim yerine yaklaşık bir saat uzaklıkta bulunan tarlada, karşıma genç bir kız çıktı. Köylü halktan olduğunu belli eden açık gri ve gümüş arası uzun, bol bir etek giymişti. Üstünde ise kollarını ve boynunu kapatan ve incecik belini öne çıkaran koyu gri pejmürde bir kazak vardı. Beni gördüğünde afallamıştı, sonuçta prenses her gün karşısına çıkmıyordu. Aslında ilk karşılaştığım kişinin o olması benim için büyük bir avantajdı. Ay ışığının devreye girme zamanı gelmişti ve yıllardır üzerinde çalıştığım numaraları kullanacağım için ellerim titriyordu. Kafamın içinde fısıldadım "Acemi değilim, kendimi bunun için hazırladım. Şu an pes etmeyeceğim, edemem. Etmemeliyim." İlk engelden pes etmeyecektim, tek korkum kıza zarar vermekti. Büyüyü çağırmaya başladığımda ay bulutların arasından çıktı ve dudaklarımdan dökülen tılsıma eşlik etti. Kızın korkusu bir sis gibi havada asılıydı. O an bir daha hissettim, korku her zaman kontrol altına almamı kolaylaştırıyordu. Işığı yanıma çağırmıştım, tılsım başlamıştı. Bir adım daha yaklaştım, yerden iki karış kadar yukarı havalandı. Elimi havaya kaldırdım ve bir kez şıklattım, üzerinde ay ve takım yıldızı işlemeleri olan zarif bıçak elimde belirdi. Kızın bileğinden tuttum ve yavaşça avucunun içine bir kesik açtım. Aynı şeyi kendine de yaptıktan sonra kıza döndüm, avucundan akan kan toprağa karışmıştı ve benim işlediğim günah ruhuma mühürleniyordu. Vücudunu kontrol etmem için kanını bilmem gerekiyordu. Kesinlikle yasaklı bir büyüydü ve yapanın lanetleneceğine inanılıyordu, ama daha fazla batamayacağımı hissediyordum. Avucunu avucuma bastırdığımda kızın düşünceleri zihnime akın etti, vücuduna bağlı ipler ellerimdeydi ve artık onun kader şarkısı benim tılsımım olmuştu. Kızın anılarını görüyordum, ormanın içinde nehrin hemen yanındaki ailesinden miras kalmış mütevazı bir kulübede küçük erkek kardeşi ile beraber yaşıyordu. Adının Jessica olduğunu öğrendiğim kızın annesi kız henüz 9 yaşındayken bir kurttan kaçmaya çalışmış ve evin yanındaki nehre düşüp kafasını kayaya çarptığı için bilincini kaybedip kendini kurtaramamıştı. Jessica'nın yardım çığlıkları kulağımı doldurdu, annesi için döktüğü göz yaşları zihnimin içindeki gölün suyuna karışıyor ve büyük bir ızdırap veriyordu. Düşüncelerinde daha geriye gittim. Babasını neredeyse hatırlamıyordu görüntüler bulanıktı. Çünkü 4 yaşında iken annesi kardeşine hamile kaldığında -annesi o dönemde hastaydı- hem çocuğu hem de eşini kaybetme endişesinden delirmiş ve kendini asmıştı. Jess annesi ile babaannesi konuşurken duymuştu bunu. Kapı aralığından izlediği odada yaşlı kadın bir berjere oturmuş annesi ise kadının ayaklarına kadar eğilmiş durumda ağlıyordu. Babaannesi tamamıyla annesini suçluyordu "Senin aptallığın ve burada kalmak istemen yüzünden oğlumu kaybettim! Nasıl yaşayacaksın? Senin oğlun da ölecek, bunu biliyorsun." Annesi yalvarıyordu ama ne dediklerini anlayamıyordum, Jess tam bu anda bayılıyordu. Kadınların kızı fark ettiğinde ona doğru yaklaşan ayak sesleri son duyduğu şeylerdi. Trajik, diye geçirdim içimden...


Üzücü bir hikayesi olduğu doğruydu fakat ne yazık ki beni etkilemeyi başaracak kadar değildi. Kardeşi için yaşayan bir kızdı Jess, nedeni büyük ihtimal ile şu an onun duygularını hissetmemdi ama kardeşi Jadon'u korumayı her şeyden çok istiyordum. Anladığım kadarı ile annesi oldukça ince düşünceli ve inançlı bir kadındı, oğlunun adını Jadon koymuştu. Anlamı minnet dolu demekti. Belli etmemeye çalıştığı korkusunun her zaman farkında olmuştu Jess, bu da onun çok erken olgunlaşmasına sebep olmuştu. Kardeşini yetiştirmek ve hayatta kalmaktan başka bir şey istememişti. Kardeşi ile olan ilişkisi beni garip bir şekilde üzmüştü, yabancı değil çok tanıdık bir acıydı. Kızın, artık ruhu tarafından kontrol edilmeyen bedenini sürükleyerek kulübeye yöneldim.


Derme çatma bir çatısı vardı ama Jessica ve Jadon için yeterliydi. Yarısı yıkılmak üzereydi, burada yaşamaları acınasıydı. Onlara yardım edecektim, bu birkaç dakikamı alırdı. Kızın havada süzülen bedenini orada bırakarak eve girdim. Küçük çocuk kapıyı açar açmaz bağırdı "Ablaa! Yardım et!". Koşarak sesin geldiği odaya girdim. Jadon eve giren bir selollisden korkmuş ve yatağın üzerine çıkmıştı. Selollisler genellikle zararsız olan hayvanlardı fakat pulu parlak yeşil  derileri onları korkutucu gösteriyordu. Elimi hafifçe salladım ve çocuktan daha fazla korkmuş olan hayvanı ormana gönderdim. Yatağın üzerine sinmiş olan küçük çocuğa döndüm. Kapkara saçları ve alev kırmızısı gözleri ile bana bakıyordu. Şaşırmıştım, bunu beklemiyordum. Çocuk ateş halkındandı, bu babasının da ateş halkından olduğunu gösteriyordu. Kızın zihninde bunu atladığıma inanamadım. Jadon'a yaklaştım "Sakin ol, beni ablan gönderdi. Korkmana gerek yok." küçücük bir çocuğa bu kadar rahat yalan söylemem vicdanımı etkileyecek bir şey değildi ama ilk defa yanlış bir şey yaptığımı hissetmiştim. Kendi vicdanımla olan savaşımı devam ettirirsem kaybedeceğimi biliyordum. "Çünkü şeytanı oynasam da hiçbir zaman bir canavar olmadım."(HGOİ3 -Deliler ve Cellatlar alıntısı- N. G. Kabal)


Drake'i saymazsak ilk defa ateş halkından birini bu kadar yakından görüyordum. Yüzünü dikkatlice incelemeye başladım, o anda Ateş Prensi'ne ne kadar benzediğini fark ettim. Küçük bir kopya gibiydi hatları. Ama o iblisin gözleri çok daha dikkat çekiciydi. Tıpkı benimkiler gibi. O an aklımdan bir düşünce geçti "Acaba o da dünyayı benim gibi mi görüyordu?". Jadon ağlamaya başladı. İnanılmazdı, muhteşemdi, korkunçtu ve gördüğünüzde aklınıza gelen ilk şey bunun cehennemin bir çağrısı olduğuydu. Çocuğun gözlerinden kan akıyordu. Ateş halkından tamamen masum ve temiz kalpli biri ağladığında böyle olurdu ve kehanetler kanlı bir gözyaşı ne zaman diyarın toprağına değse bir krallığın yanmaya mahkum edildiğini söylerdi. İnançlı biri değildim, kehanetleri çoğunlukla saçma bulurdum ama karşımda ağlayan çocuk bütün kehanetleri doğruluyordu. Koşarak çocuğu kucağıma aldım, elbisemin kırmızı kumaşından bir parçayı yırttım ve Jadon'un göz yaşlarını silmeye başladım. Sadece korktuğu için ağlaması imkansızdı, ateş halkını kolay kolay ağlatamazdınız. Sakin bir melodi mırıldanmaya başladığımda gözlerini açtı. Sesi bir çocuğa ait olamayacak şekilde garip çıkıyordu "Tuzağımı buldun prenses, bakalım ateşten de o kızdan bir an acımadan kurtulduğun kadar kolay kurtulabilecek misin?" Düşünmeme gerek yoktu, Ateş Prensi'nin notuydu. Ama bunları nasıl bilebilirdi? Aptal aptal etrafıma bakındığımda onu burada görmeyi beklemenin ne kadar saçma olduğunu fark ettim. Görünmek istemiyorsa bunu yapması zor olmazdı. 


Ne demek istediğini düşünmeye başlayacaktım ki kucağımdaki çocuk havalandı. Sanki bir çakmakla yakmışlar gibi alev aldığında ise ağzım açık bir şekilde izlemekten başka bir şey yapmıyordum. Küle dönüştü, rüzgar esti ve küller uçuştu. Arkasında iz bırakmadan kayboldu. Geriye doğru bir adım attım fakat neyden kaçmak istediğim hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu. Nefesimin kesildiğini hissettim, sanki az önce ışığı sönen ruhun ardında kalan küller benim ciğerlerime doluşmuştu. Koşarak evden çıktığımda kızın yerde yattığını gördüm. Baygındı. Jadon sandığım çocuk ile kardeş olma ihtimalleri dahi yoktu. Çocuk bile değildi gerçi. Sadece kötü ruhlar, sahipleri onların görevlerini bitirdiklerini düşündüklerinde yanarak ebediyete kavuşurdu. Bunun o iblisin işi olduğu aşikardı. Sadece nedenini anlayamıyordum. Neden benimle oynuyordu ve bu ruh ile kızın asıl amacı neydi, bana ateşten de kurtulabilecek misin derken ne anlatıyordu?


Kızın yanına yanaştım ve nabzını kontrol ettim, hala yaşıyordu.  Dereden bir avuç su getirdim ve yüzüne çarptım, ay büyüsü şu an onu kötü etkileyebilirdi çünkü çok hassastı. Kucağıma alıp içeriye taşırken kızın tüy kadar hafif olması beni bir kere daha şaşırttı. Eski koltuğun üzerine yavaşça bıraktığım kız gözlerini aralarken parmağımı şıklattım, meyveler ve hamur işleri ile dolu bir tepsi koltuğun yanında belirdi. Jess henüz tamamen ayılmadığı için yaptığım şeyi anlamamıştı ki bu benim için daha iyiydi. Kızın beni görmesinde ciddi bir sorun yoktu, hafızası ile oynayabilirdim. Bu ay büyüsünün en gizli özelliğiydi, zihinleri kontrol edebilmek diğer krallıkların asla sahip olamayacağı kadar yüce bir güçtü.


Parmağımı bir kez daha şıklattım ve üzerimdeki toprağa bulanmış elbiseden kurtuldum, onun yerini oldukça rahat olan bir tane aldı. Dizlerimin üzerinde biten gömlek gibi bir elbiseydi, kolları bilek hizasına geldiğinde oldukça genişliyordu. Üzerindeki siyah korse olmasaydı tamamen çıplak olduğumu düşündürecek kadar hafifti. V şeklinde uzanan yakasının ucunda annemin bana küçükken verdiği ve önemli bir armağan olduğunu söylediği ay şekilli kolye sallanıyordu. Kolye sıradan, gümüş bir kolyeydi. Ucunda sallanan ay modelinin üzerinde lacivert ve parlak bir taş bulunuyordu, kenarları yıldız motifleri ile süslenmişti.


Jess'in mırıldanmaları artmıştı, kendine geliyordu. Evin arka tarafında mutfak olacağını düşündüğüm bir odaya girdiğimde sadece bir dolapla karşılaştım. Bardak arıyordum, dolabı açtığımda ise içinde çeşit çeşit silah olduğunu gördüm. Hançerler, kılıçlar, baltalar, kamalar hatta uzun samuray kılıçları bile vardı. Bunun normal olmadığı belliydi, hangi hastalıklı manyağın evinde böyle bir dolap olurdu? Aklımda bir cevap vardı ama bu düşünceyi zihnimin derinliklerine ittim. Lacivert kılıflı kamalardan birini elime aldım, kullanışının kolay olduğu belliydi. Oldukça hafif ve detaylı yapılmıştı. Birkaç kez çekmeyi denedikten sonra yanıma almaya karar verdim. Dolabın altında bulduğum kemerlerden birini kalçamın hemen altına sıkıca bağladım ve kamayı oraya sıkıştırdım.


Odadan çıktığımda kafam dağılmıştı, salona yöneldim ve Jess'in koltukta doğrulmuş olduğunu gördüm. Bana döndüğünde ufak bir çığlık attı ve ayağa fırladı. "Sen- prensessin!" Valla de. "Sakin ol, korkmanı gerektirecek bir şey yok. Sana zarar vermeyeceğim." kızın yüzü dehşet içindeydi. Gözleri masum bir geyiğin gözleri ile aynıydı, her an ölebileceğini biliyordu ve bu korku onu çoktan öldürmüştü sadece farkında değildi. Bir adım daha yaklaştım, "Ormanda yürüyordum, karşıma çıktığında bayıldığını gördüm. Yardım için seslendim ama kimse gelmedi. Tam o anda evin bacasından çıkan duman dikkatimi çekti. Yardım bulma umudu ile seni buraya getirdim. İstersen hemen giderim ama burada tek kalman akıllıca olmaz, lütfen sakin ol." Kızı uzun uğraşlar sonucunda sakinleştirmeyi başarmıştım fakat söylediğim her yalanı sanki hissediyormuş gibi garipsiyordu. Kızda kesinlikle yanlış bir şeyler vardı. Onunla beraber yaşadığı köye doğru yola çıktım. Ormanda sakince yürürken Drake'in neyden bahsettiğini anlamıştım. Köylülerin çığlıkları bunun kanıtıydı. Beni değil kalbimin bağlı olduğu şeyi yakıyordu. Lunerian'ın ormanları alev ve küller içindeydi... 


Nefes alamıyordum, kül ve is rüzgarla beraber boğazıma yapışıyordu. İnsanlar çıkğlık çığlığa bağırıyor ve yangına müdahale etmeye çalışıyordu. Kıpırdayamıyordum, bacaklarımı hareket ettirmek hiç bir zaman olmadığı kadar zordu. Ruhuma bağlı parçalar kopuyor ve kopan yerler alev alıyordu. Krallığıma olan bağlılığım ormanlar ile beraber yanmama sebep oluyordu. Başım dönmeye başlamıştı. Gözlerimi köye sıçramaya başlamış yangından alamıyordum. O anda eteğimin ucunda hissettiğim hareketlilik ile aşağıya baktım, bunu yapan beş veya altı yaşında olduğunu tahmin ettiğim küçük bir kızdı. Luneranlı olduğuna emindim, tombul yanaklarından süzülen göz yaşları ışıl ışıl parlıyordu. Gri kısa saçları ve gri diz boyunda kısa kollu bir elbisesi vardı. "Annem ve babam, yardım et lütfen! Evimizin içinde kaldılar." Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu, ve kolumu çekiştirmeye başlamıştı. "Sakin ol, yardım edeceğim. Hangi evde olduklarını göster bana." kız elimi tuttu ve köy meydanından diğer evlere göre daha uzak olan bir evin önüne kadar da bırakmadı.


Evin çatısına bir ağaç devrilmişti, yangın da ağaçtan bulaşmıştı. Evin her yeri yanıyordu ve kızın ailesini kurtarmak için büyü yapmaktan başka çarem yoktu. İçeriye girmeye çalışmak tam anlamıyla delilik olurdu. Ne yazık ki insanların  içinde ay ışığı kullanmak da pek akıl işi değildi. Biraz daha düşünürsem kızın ailesinin ölebileceği hatta belki şimdiden geç kaldığım gerçeği  aklıma geldiği anda hemen tılsım sözlerini fısıldamaya başladım. Ateş yavaş yavaş sönüyordu ama yeterli değildi. Gölgesinde kaldığım ağacın altından çıktım ve ay ışığının beni hissetmesini sağladım. Gücüm şiddetlendi, alevler tamamen yok oldu. Kız ağzı bir karış açık bir şekilde bana bakıyordu ve ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. "Adın ne?" dizlerimin üzerine eğildim ve elini tuttum. "Lia..." mırıltı gibi ağzından bu sözcükler dökülmüştü. "Tamam Lia, burada bekle ve sakın bir yere ayrılma aileni içeriden çıkaracağım." kız başını aşağı yukarı salladığında eve doğru yürümeye başladım. İçeriye girdiğimde is kokusu neredeyse boğulmama sebep olacaktı. Bütün odaları gezdim ve sonunda iki ceset ile karşılaştım. Yanarak ölmüşlerdi...


Yeniden kızın yanına döndüğümde ona evinde yanmayan tek şeyi getirmiştim. Annesinin olduğunu tahmin ettiğim küçük bir kolye. Kolyenin ucunda bir çiçek bulunuyordu ve arkasında ise şunlar yazıyordu. "Küçük kızıma sevgilerimle. Ne kadar karanlık olursa olsun ay hep yolunu aydınlatır." Kolyeyi verdiğimde kız başka bir açıklamaya ihtiyaç duymamıştı, kolyeyi boynuna taktı ve uç kısmını avucunun içinde kalbine bastırdı. O anda gözlerinden saf gümüş suyu akıyordu. Bir günde ne kadar çok masumu ağlatmıştı, ateşe fazla yaklaşmamamı söyleyen kehanet kesinlikle haklıydı. Bir gün içinde hem ölmüş masum bir çocuğun üzgün ruhunu ebediyete kavuşturmuştu hem de küçük bir kızın ailesini elinden alarak ruhunu hapsetmişti. Gerçekten şeytanın kendisi olduğu açıktı. Kızı kucağıma aldım ve oradan uzaklaştım, köyün dış tarafında dere kenarında yüzünü yıkarken Jess de oraya gelmişti. İki kızın da aileleri ölmüştü, belki de kaderleri birbirinin ailesi olmaktı. Jess'e durumu anlattıktan sonra Lia ve onun için bir ev ayarlayabileceğimi söyledim. Genç bir umuda tutundu, hiçbir zaman bir ailesi olmamıştı. Anne babasını kaybetmesinin üzerine bir de kardeşi lanetli bir ruha dönüşüp ölmüştü. sonucunda ise geçmişine dair anılarından bile olmuştu. Belki de bu küçük kız onun ailesi olurdu.


Köyden biraz uzaklaştım ve ormanın içine girdim, birkaç dakika içinde tılsımları kullanarak onlar için bir ev yarattım. Jess ve Lia için bir gelecek umudu vermiştim ve bu beni gerçekten sevindirmişti. Halkıma bağlı değildim ama onlar ile aynı özü paylaştığım gerçeği bakiydi. Onlar ile beraber geçirdiğim bir kaç günde görünüşüm ile ilgilendim. İnsanlar beni gördükleri anda tanıyorlardı ve bunun sebebi hem saç hem de göz rengimdi. Bunu nasıl değiştireceğimi  bileceğini düşündüğü yaşlı bir bilge olduğunu söylemişti Jess. Kadının tılsım deneyiminin çok olduğunu ve bana yardım edecek kadar sıcak kanlı olduğunu öğrendiğimde bir çözüm bulduğum için mutluydum. Jess kadının nerede yaşadığını öğrenmek için çok uğraştı, bana karşı bir mahcubiyet hissettiğini açıkça belli ediyor ve çekingen davranıyordu. Bana Gloria demesini defalarca kere söylemiştim ama varisim veya majesteleri demekte ısrar ediyordu. Küçük kız ise yeni duruma alışmaya başlamıştı. Ancak korktuğum tek şey bana gereğinden fazla bağlanmasıydı. Kimse ile arkadaşlık veya sevgi bağı kurma lüksüm yoktu, gerektiğinde gözümü kırpmadan hepsinden vazgeçmem gerekecekti.


Sonunda o gün geldiğine Jess bana gitmem gereken yeri tarif etti. Bir daha buraya dönmeyecektim bu yüzden ihtiyacım olmadığını söylesem de yanıma birkaç elma bir sandviç ve su almam için zorlamıştı. Kendi hayatım ile ilgili gerçekleri öğrendikten sonra onlara yardım edecektim. Özellikle Lia ile değişik bir empati kurmuştum, tamamen yalnız hissetmenin ne olduğunu biliyordum. Kısa süre içinde birbirini anlayabilecek iki ruhu buluşturmuştum.


Yola çıktıktan yaklaşık dört saat sonra hava kararmaya başlamıştı, gölgeler kaçmam gerektiğini açıkça söylüyordu ama onları dinlemiyordum. Amacıma ulaşmak için korkularımdan vazgeçmek zorundaydım. Hep öyle olmuştu ve yine öyle olacaktı. Gerçekleri öğrenmek asla kolay olmazdı. Ciğerlerimi çok tanıdık olan kül ve is kokusu doldurdu, kıyamet geldiğini söylüyordu. Dinlememek benim seçimimdi.


Burada karşılaştığımız neredeyse her karakter için özel olarak hazırladığım modeller var ancak paylaşamıyorum bilgisi olan bana açıklayabilir mi?


Şimdiden teşekkür ederim oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın.


Loading...
0%