@gitmeamalavinia
|
"Düşünmedim ne başını Ne sonunu Düşünmedim ne kendimi Ne de senin kim olduğunu Yalnız Senin için çok güzel rüyalar gördüm Uyandım Karşımda seni buldum Dosttan daha dost Güzelden daha başka İçimden sevdim"
Asaf Halet Çelebi Sezen Aksu - Kusura Bakma Keyifli okumalar ✨️ Haziran, 1993 "Neymiş efendim, evlilik lüzumlu değilmiş, bir erkeğin emrine girmeye ne hacetmiş? Okuyup kendi ayakları üzerinde duracakmış. Kurtulacakmış buradan." Emine teyzenin gür sesi salondan çıkıp evin her köşesine yayılıyor, odamızdaki karşılıklı çekyatlarda uzanıp merakla konuşulanları dinlediğimiz ablam ve bana kadar ulaşıyordu. Liseyi yeni bitiren kızı Emel'den bahsediyordu Emine teyze. Yakınıyordu daha doğrusu. "Ben hemen evlensin demiyorum zaten ama İstanbul'a okumaya gitmek ne demekmiş? Bu kız beni kahrımdan öldürecek Ayşe abla." "Sen daha çok kahrolacaksın Emine teyze," dedi ablam, bana göz kırparak. "Kızının sevgilisi olduğunu öğrense inme iner herhalde kadına." "Aman abla." dedim, çekyatta sol tarafıma doğru dönerken. "Ferhat için de aynısını demiyor muyduk? Bak ne anneme ne de babama inme inmedi?" "Yediğim dayağı hatırlamıyorsun herhalde Gökçe?" dedi ablam. Omuz silktim. Hatırlıyordum elbette. O gün ablamla birlikte ben de dayak yemiştim, ablamın işbirlikçisi olduğum için. "Değmez mi yani aşk için?" dedim. Ablam parmağındaki yüzüğe bakarak gülümsedi. "Değer." dedi. "Beni yalnız mı bırakacaksın abla ya?" dedim, çekyatta doğrularak. "Evleniyorsun resmen." "Merak etme, seni de yakında evlendirirler. Yalnız kalmazsın." dedi ablam. Yanaklarımı şişirdim. Haklıydı. Ama en azından ablam sevdiğiyle evleniyordu. Beni kim bilir kiminle evlendireceklerdi? Şimdi yaşım küçük olduğu için hayır diyebilirdim belki ama birkaç sene sonra kurtuluşum olmazdı. "Balayı diye bir şey diyordun sen geçen gün. Gidecek misiniz gerçekten?" Ablam oturduğu yerden kalkarak yanıma geldi. "Düğünde takılan altınları bozduracağız. Nereye gideceğimizi bilmiyorum ama Ferhat nereye istersen oraya götürürüm diyor." "Ne güzel." dedim, gülümseyerek. Ablam adına gerçekten çok seviniyordum. Beni burada bir başıma bırakacak olması canımı sıksa da en azından birimiz mutlu olacağız düşüncesiyle kendimi avutuyordum. "Tarlaya da mı gitmeyeceksin artık? Hanım mı olacaksın?" dedim. Başını onaylarca salladı. İkimiz de güldük. Ferhat bize göre durumu iyi olan bir ailenin oğlu olduğu için, vaatlerini yerine getirmekte zorluk çekmeyeceğine itimadımız tamdı. "Gökçe! Gel kızım!" Annemin seslenmesi üzerine aceleyle odamdan çıktım. Kahve yapmamı isteyeceğini anladığım için Emine teyzeye hoş geldin dedikten sonra mutfağa yöneldim. Cezvenin başında kahvenin pişmesini beklerken mutfağın penceresinden dışarı baktım. Esra da köydeki çocukların arasına karışmış top oynuyordu. Benimkilere benzeyen sapsarı saçları tokasından kurtulmuş, üzerindeki çiçekli elbisenin üzerine güneş gibi dağılmıştı. Gülümsedim. Esra benim küçüklüğüme çok benziyordu. Kahve piştikten sonra büyük bir özenle fincanlara döktüm ve salona götürüp servis ettim. Salonda çok oyalanmadan mutfağa geçtiğimde dışarıda bir karmaşa olduğunu fark etmiştim. Dikkatle penecereye bakınca Esra'nın ağladığını gördüm. Elimdeki işi bırakıp koşarak dışarı çıktım. Çocuklar kendi aralarında yüksek sesle tartışıyor kardeşim de içli içli ağlıyordu. "Ne oldu Esra?" dedim, yanlarına vardığımda. "Senin kardeşin benim saatimi düşürdü! Hediyeydi o saat bana." "Yanlışlıkla olmuştur." dedim, karşımdaki çocuğa gözlerimi çevirerek. Esra kollarını belime dolamış, ağlamaya devam ediyordu. "Ben anlamam!" dedi küçük kız, kollarını önünde birleştirerek. "Saatim kırıldı benim." "Bakayım saatine." dedim, elindeki saate uzanarak. Gerçekten de kırılmıştı. Kordonu pembe, çiçekli desenleri olan hoş bir saatti. Pahalı olduğu her halinden belli oluyordu. "Barış abimin hediyesiydi." dedi kız, ağzının ucuyla. "Barış abin kim?" dedim, saati geri uzatırken. Buralarda hiç duymadığım bir isimdi. "İstanbul'dan geldi. Siz tanımıyorsunuz." Kızın kibirli tavrını her ne kadar yaşına verip görmezden gelmek istesem de başarılı olamayacağımı anlamıştım. "Tamam sorarsın Barış abine, fiyatı neyse öderiz. Değer mi bunun için arkadaşının kalbini kırmaya." Kız umursamazca omuz silkti. Bezgin bir nefes verdim. Ailesiyle mi konuşmam gerekiyordu? Ne laftan anlamaz kızdı yahu! "Muhtar amcaya söyle, sana başka saat alsın." dedi çocuklardan biri. Kız tekrar omuz silkti. "Leyla teyzenin kızıydın sen, değil mi?" dedim, gözlerimi kısarak. Kız başını onaylarca salladı. Eğilip Esra'nın yüzünü ellerimin arasına aldım. Ben daha bir şey söylemeden Esra gözyaşları içinde konuşmaya başladı. "Ben bakmak için elime almıştım abla, sonra bir anda düştü. Hemen de kırılmış. Özür de diledim ama bana kıskanç dedi." Ağladığı için kelimeler ağzından zor çıkıyor, cümleleri hıçkırıkla son buluyordu. "Tamam, ağlama ablacığım." dedim, gözyaşlarını silerek. Ardından ayağa kalktım. "Gel bakalım küçük kız," dedim, kibirli bücüre dönerek. "Gidelim konuşalım ailenle. Bakalım saatin kopardığın yaygaraya değecek kadar değerli miymiş?" "Yaygara ne demek?" dedi kız, gözünün ucuyla bana yandan bir bakış atarak. Ağzına bir tane çarpma isteğiyle yanıp tutuşsam da kendimi tuttum ve hiç bir şey demedim. Muhtarın kızı, Esra ve ben ağır adımlarla kızın evine doğru ilerliyorduk. Esra elime sıkıca yapışmış, arada sırada burnunu çekiyordu. Yanlışlıkla düşürdüğüne adım kadar emindim. Kötülüğe aklı ermezdi benim kardeşimin. Ama bu bücür için aynısını söyleyemeyecektim. Muhtara ait olduğunu bildiğim mavi boyalı müstakil eve yaklaştığımızda küçük kız koşarak bahçe kapısını açtı. Biz de ağır adımlarla içeri girdik. Fakat evin girişinde bir hareketlilik vardı. Küçük kız merdivenleri tırmanırken ben olduğum yerde kaldım. Elimi tutan Esra da durmak zorunda kaldı. Köyümüzün muhtarı Ahmet amca ve karısı Leyla teyze kapının önünde birisiyle konuşuyordu. Küçük kızın geldiğini fark edince muhabnetlerini sonlandırdılar. "Barış abi!" dedi kız, ağlamak üzere olduğu belli olan sesiyle. Merdivenlerin başındaki uzun boylu genç başını kıza çevirdi. Arkası bize dönük olduğu için bizi görmemişti. "Saatim kırıldı." Kapıda öylece dikildiğimizi fark eden Ahmet amcanın seslenmesiyle başımı kaldırdım. "Gökçe! Hoş geldin kızım. Niye orada bekliyorsun?" "Ben şey için gelmiştim.." Ben konuşunca bütün gözler bana döndü. İsmini bilmediğim genç de arkasını dönmüş, göz göze gelmiştik. Onu buralarda hiç görmemiştim. "Esra yanlışlıkla arkadaşının saatini düşürmüş. Saat kırılmış." Konuşmakta zorluk çekiyordum. Yanaklarım kızarmaya başlamış olmalıydı. "Ben şey için geldim..." Ben bir türlü sadede gelemeyince küçük kız ağlamaklı sesiyle konuya müdahil oldu. "Kırılan saatimin fiyatını soraca-" Ahmet amcanın gür sesiyle küçük kızın cümlesi yarıda kaldı. "Elif! O ne biçim laf öyle?" Kız olduğu yerde kalakalırken gözlerinin dolduğunu fark etmiştim. Gözlerini babasından çekip yanındaki genç oğlana sarıldı. "Barış abimin hediyesiydi baba." dedi, varla yok arası bir sesle. "Barış abinde hediyeler biter mi prenses?" dedi, isminin Barış olduğunu öğrendiğim genç. Ardından Elif'le birlikte ağır ağır merdivenleri indi. Ahmet amcayla göz göze geldik. "Kızım altı üstü bir saat. Kıymeti yok. Boşuna zahmet etmişsin buraya kadar." "Elif öyle ısrar edince... Pek kıymetli bir şeye benziyor Ahmet amca, gerçekten parası neyse-" Ahmet amca bu sefer benim de sözümü kesti. "İtiraz istemiyorum güzel kızım. Böyle şeylerin lafını edecek insanlar mıyız biz?" Bir şey diyemedim. Tam dışarı çıkmak için hamle yapacaktım ki genç oğlan kardeşime yaklaştı. "İsminizi bana bağışlar mısınız hanımefendi?" dedi, kardeşimin önünde eğilerek. Esra yanağını elbiseme yaslayarak benden onay almak istercesine başını kaldırdı. Ben başımı sallayınca da varla yok arası bir sesle, "Esra." dedi. "Memnun oldum." dedi, genç adam. Kardeşimin elini tuttu, sıktı. "Ben de Barış." Ardından elini pantolonunun cebine götürdü. Aradığını bulamamış olacak ki diğer cebine yöneldi. Ardından eline gelen şekerleri kardeşimin avucuna koydu. "Hani bana?" dedi Elif, başını uzatarak. Ona da şeker verdi. Ardından ayağa kalktı. "Biz gidelim artık." dedim, demir kapıyı açarken. "İsminiz neydi?" dedi, genç adam. "Gökçe." dedim, bahçeden çıkmadan hemen önce. "O abi kimdi abla?" dedi Esra, bahçeden uzaklaşmaya başlar başlamaz. "Bilmiyorum ablacığım." dedim. Esra ağzındaki şekeri evirip çevirirken tatlı tatlı gülümsedi. "Bana hanımefendi dedi abla. Sen bana prensesler gibisin diyorsun ya, o da anlamış benim prenses olduğumu. Prenseslerle böyle konuşulur, değil mi abla? Ben gerçek bir prensesim değil mi abla?" Olduğum yerde durarak eğildim. Kendimi tutamayarak yanaklarını öptüm. "Sen benim prensesimsin. O da anladı tabii senin prenses olduğunu, eğilip elini bile sıktı, görmedin mi?" "Bir daha görür müyüz o abiyi?" dedi Esra, gülümseyerek. "Bilmem." dedim, ayağa kalkarken. Ağır adımlarla eve doğru ilerlerken güneş yavaş yavaş batmaya başlamıştı. Günün en sevdiğim saatleri bu saatlerdi. Güneş batmaya başlar, insanlar evlerine çekilir, sokaklarda yalnızca kuş cıvıltılarıyla çocukların son kahkahaları kalırdı. Çocukken bu saatlerde dışarıda olmamızdan babam hoşlanmasa da evin etrafından ayrılmadığımız sürece çok sorun çıkarmazdı. Ablam sokakta oyun oynamaktan nefret ederdi. Ben de onun tam aksine akşam ezanı olmadan eve girmezdim. Arada hâlâ çocukların arasına karışıp top oynadığım olurdu. "Babam gelmiş." dedim, evin önündeki ayakkabılara bakarak. "Hatta sadece babam değil, başkaları da gelmiş." Esra ayakkabılarını çıkarmaya çalışırken zile bastım. Kapıyı ablam açtı. Gözlerimle ayakkabıları gösterdim. "Dayımlar geldi." dedi ablam. Fazla ses çıkarmamaya çalışarak eve girdim. Fakat salonun önünden geçerken tam karşıda oturan babam beni fark etmişti. "Gökçe." dedi, yaslandığı yerden doğrularak. "Neredeydiniz kızım?" Salon kapısına yaklaşarak içeri bir göz attım. Teyzemler, dayımlar, anneannem, dedem... Herkes salondaydı. Uzaktan hepsine hoş geldin dedikten sonra babama döndüm. O sırada Esra da içeri girmişti. "Esra sokakta bir arkadaşının saatini düşürmüş, kız ağlayıp sızlayınca ailesiyle konuşmaya gittim." dedim, kısaca özetleyerek. "Ahmet amcanın kızı." diye de ekledim. "Hallettiniz mi meseleyi?" dedi babam, Esra'yı kucağına alırken. Başımı onaylarca salladım. Esra kollarını babamın boynuna dolayarak yanağına bir öpücük kondurdu. Daha fazla orada durmayarak mutfağa geçtim. Babam Esra'ya hiç kıyamazdı. Bazen ikisine bakarken içimin sızladığını hissetsem de genel olarak buna alışmıştım. Ne ablamın ne de benim babamla hiç böyle samimi bir ilişkimiz olmamıştı. Esra da bizde olmayan ne vardı da babam onu bu kadar çok seviyordu, bilmiyorum. Çocukken bu sebepten ağladığım çok an olurdu. Artık ağlamıyor, sızlamıyor, sevilmeyen çocuk oluşumu göz ardı edebiliyordum. "Abla, ne hazırlıyorsun?" dedim mutfağa girerken. Ablam elindeki paketi bıçakla açmaya çalışıyordu. "Dayımlar gelirken getirmiş bir şeyler. Onları tabaklara koyuyordum. Çikolatalı bisküvi de var, sen seversin." "Gerçekten mi?" dedim, heyecanla masaya yaklaşırken. Bisküvilerden bir tane aldım. "Sen ne yaptın?" dedi ablam, göz kırparak. "Babama anlatırken duydum bir şeyler." "Ahmet amcanın şımarık kızı yüzünden bir ton yol yürüdük. Saati düşmüşmüş, çok önemliymişmiş, hediyeymişmiş." "Ne dedi Ahmet amca?" "Bir şey demedi canım, ne diyecek? Lafı olmaz böyle şeylerin dedi." "İyi bari." dedi ablam, çay bardaklarını tezgahın üzerine indirerek. Yanına yaklaştım. "Abla." dedim, tezgaha yaslanırken. Ablam ses tonumdan bir farklılık olduğunu anladığı için duraksadı. Gözümle kapıya baktım kimse geliyor mu diye. Ardından kısık sesle konuşmaya devam ettim. "Ahmet amcanın bahçesinde yabancı bir genç oğlan vardı." dedim, sesimi iyice kısarak. "İstanbulluymuş, adı Barışmış. Esra'ya şeker verdi. Bana da adımı sordu." "Konuştunuz mu?" dedi ablam, kaşlarını kaldırarak. Başımı iki yana salladım. "E nereden biliyorsun nereli olduğunu?" "Küçük cadı söyledi. Saat de onun hediyesiymiş." "Ahmet amcanın akrabası falandır." dedi ablam, işine geri dönerken. Benim hala sırıtarak ona baktığımı fark edince kolumu dürttü. "Salak salak sırıtmasana kızım, gören de bir şey oldu aranızda zannedecek. Aklın kaymasın öylelerine. Şehirli oğlan sana bakar mı sanıyorsun? İstanbul'da binlerce güzel kız var. Güzel, bakımlı, eğitimli." Ablamın her cümlesinde yüzümdeki gülümseme perde perde düştü. Haklıydı. Ama ben belki arkadaş oluruz diye düşünmüştüm, arkadaş olmak için de böyle saçmalıklara gerek var mıydı? Şehirliler yalnızca şehirlilerle mi arkadaşlık yapardı? "Bana bakacak demedim zaten abla." dedim, ablamın doldurduğu çayları tepsiye dizerken. Ardından cevap vermesine fırsat bırakmadan tepsiyi de alıp salona gittim. Bir süre sonra ablamın da peşimden gelmesiyle salon çok kalabalık olmuştu. Sesler birbirine karışıyor, Yasemin ablanın anneme anlattığı çeyiz alışverişini kesik kesik duyabiliyordum. Bir süre sonra babam ve dayımlar sigara içme bahanesiyle salondan çıkıp balkona geçtiler. Anneannem de namaz kılmaya gidiyorum diye kalkınca salon nüfuzunda azalma meydana geldi ve ben de kıçımı ağrıtan sandalyeden kalkıp koltuğa geçme fırsatı yakalayabildim. "Gökçe, televizyonu aç bakayım. Dizim başlayacaktı. Onu bekliyorum ne zamandır." Ablamın isteği üzerine yeni oturduğum koltuktan sızlanarak kalkıp televizyonu açtım. "Bayılıyorum ben de şu diziye." dedi Nermin teyzem, eline bir avuç çekirdek alırken. "Kız Yasemin sessiz ol, duymuyoruz televizyonu." dedi yengem de. Yasemin abla çeyiz macerasını anlatmayı yarıda keserken salona bir sessizlik hakim olmuştu. Karşı koltukta oturan kuzenim Sevda'yla göz göze geldik. Gözleriyle mutfağı işaret ediyordu. Bizimkilere çaktırmadan kalkıp mutfağa geçtik. "Ne var kız? Kaş göz yapıp duruyorsun annemlerin yanında." "Biz yarın çarşıya gideceğiz annemlerle. Yasemin ablamın düğünü için elbise bakacağız. Sen de gelsene." "Bilmem. Babam izin verir mi ki?" "Niye vermesin ya? Ben sorarım. Hem Sedef ablanın nişanı da yaklaşıyor. Elbise bakacağız falan dersin işte." "Ablamın nişanı için alışverişe gideceğiz zaten haftaya. Babam bir daha çarşıya gelmeme izin vermeyebilir." Sevda oflayarak ellerini beline koydu. "Ben söylerim enişteme. Sana kızar ama bana bir şey diyemez. Babamın yanında sorarım. Babamdan çekinir." "Dayımdan ne kadar çekindiğini gördük canım(!)." dedim, babamla dayımın en son yaptığı tartışmayı hatırlatarak. Sevda omuz silkti. "Kızım biz hiç beraber gezemeyecek miyiz? Ne yapıp edip ikna edeceğim eniştemi, görürsün. Sonra annemleri atlatır birlikte gezeriz çarşıda." "Aman Sevda, ne yaparsan yap. Benden bir şey bekleme ama. Uğraşamam babamla." "Senin bu gamsızlığın öldürüyor beni. Hiç eğlenmek, gezmek tozmak gelmiyor mu içinden Allah aşkına? Yaşıtlarımız gününü gün ediyor." "Biz onlar gibi değiliz ki." dedim, sandalyeye otururken. "Okula gidiyor onlar. Bak ben okula da gitmiyorum. Birkaç seneye de evlenirim. Düğünüme gelirsin." "Ben okuyorum da ne oluyor? Zorla gidiyorum okula." Omuz silktim. Benim de okumaya çok hevesli olduğum söylenemezdi. Belki de okuyup meslek sahibi olmanın hayattaki önemini henüz kavrayamadığım için bu meselenin üzerine pek düşmüyordum. İki yıldır evde boş boş oturuyordum. Bu iki yılda öğrenmediğim iş, yemek, tatlı, el işi kalmamıştı. Tarlaya da gidiyor, yemek de yapıyor, örgü de örüyordum. Hayat bunlardan ibaret değil miydi? Hayatın bunlardan ibaret olmadığını bana kim ispatlayabilirdi? "Ne oldu senin görüştüğün oğlana?" dedim, masadaki elime başımı yaslarken. "Bilmem." dedi, dudaklarını büzerek. "Sinirlendiriyor beni. Bir görünüp bir kayboluyor. Dersleri de asıyor sürekli. Nereye gittiğini soruyorum, söylemiyor." "Ben sana gözüm tutmadı o çocuğu demiştim." dedim, gözlerimi kısarak. "Beyaz atlı prensin o değildir belki, olamaz mı?" "Haklısın." dedi, dudaklarını büzerken. "Derslerim de kötü zaten. Babam alacak herhalde beni okuldan." "Madem okula gidiyorsun, ders çalış." dedim, derin bir nefes alırken. "Ya da otur evde iş öğren. Nasılsa birkaç yıla sana da talip gelmeye başlayacak." "Başka türlü şu köyden kurtulmanın yolu yok mu Allah aşkına?" dedi Sevda, sinirle. Başka yolu yoktu. Ya okuyup Emine teyzenin kızı Emel gibi İstanbul'a gitmek için uğraşacak, ya da kendisini buralardan kurtaracak birini bulup evlenecekti. Başka türlü bu köyden kurtulmaya imkan mı vardı? ● Yeni doğmaya başlayan güneş gözlerimi kamaştırırken esen serin rüzgar saçlarımı uçuşturuyordu. Evden çıkarken hırkamı almadığım için pişman olsam da artık geri dönemezdim. Elimdeki çubuğu yere yaslayıp sürüye kısa bir göz attım. İnekleri, kuzuları daha doğrusu kuzucuklarımı çok seviyordum. Ablam uykusunun bölünmesini hiç sevmediği için sabahın köründe sürüyü otlatma işini hep ben yapardım. Ablam bu işe bu kadar heveslenmeme anlam veremese de üstelemiyor, dönüp arkasını yatmaya devam ediyordu. Ben sürüleri otlatmadan döndüğümde de tarlaya gidiyorduk genelde. Bugün Sevda sağolsun, izinliydim. Çarşıya gidecektik. O yüzden sabah da, akşam çarşıdan döndüğümde de sürüyle ben ilgilenecektim. Ablamla anlaşmamız böyleydi. Kuzulardan bir tanesi gelip elbisemin eteklerine süründü. Eğilip çimenlerin üzerine oturdum ve kuzunun başına bir öpücük kondurdum. Bu kuzu daha geçen yıl doğmuştu. İlk doğduğu zaman o kadar küçüktü ki, sütünü biberonla içiriyorduk. "Anneni de bıraktın ha iyice. Hep benim eteklerimde dolanıyorsun?" Bir kez daha başını öptüğüm sırada arkamdan gelen bir ses dikkatimi dağıttı ve başımı arkaya çevirdim. Elinde fotoğraf makinesi olan bir genç oğlan, kuzu ve bana bakıyordu. Ben ne olduğunu anlamaya çalışırken bir kez daha fotoğrafımızı çekti. "Sen kimsin?" dedim, kaşlarımı çatarak. "Ne yapıyorsun?" "Barış ben." dedi, makineyi boynuna asıp yanıma ilerlerken. "Dün tanışmıştık aslında." Yeni doğan güneşin aydınlattığı yüzü yakınlaştıkça tanıdık gelmişti. "Neden çektin fotoğrafımızı?" dedim, başımı kaldırıp yüzüne bakmaya çalışırken. Onunla konuşmaya çalışırken kuzu ellerimin arasından kayıp gitmişti. Barış giden kuzunun arkasından gülen gözkerle baktı bir süre. Ardından gelip yanıma oturdu. "Çok güzel görünüyordunuz. Rahatsız olduysan silerim fotoğrafları." "Bilmem. Olmadım galiba. Kimse görmeyecekse kalabilir. Sileceksen de silmeden bana göster. Benim hiç fotoğrafım yok öyle. Yani çok az var." "Gösteririm." dedi. Başımı sallayarak önüme döndüm. Gözüm sürüyü takip ediyordu. "Buralı değilsin sanırım." dedim, gözlerimi sürüden çekip ona çevirirken. "Hiç görmedim seni buralarda." "Babam buralı ama ben doğma büyüme İstanbul'luyum. Buraya da daha önce bir kez falan geldim. Babamı tanır mısın gerçi, onu da bilmiyorum. Muhtar Ahmet amcanın kuzeni oluyor babam." dedi, benim anlayabileceğim şekilde. Başımı onaylarca salladım. "Bu saatte burada ne işin var peki?" diye sordum. Boynundaki fotoğraf makinesini gösterdi. "Sabahın ilk ışıklarında uyumak aptallıktır der dedem. Aptallık etmemek için gezintiye çıkmıştım. Fotoğraf çekmeye değer bir şeyler arıyordum." "Ve beni buldun." dedim gülerek. Başını onaylarca salladı. "Seni buldum." "E sen öyle burnu havada falan değilsin, normal muhabbet ediyorsun benimle." dedim, kollarım dizlerime sarıp çenemi kollarıma yaslarken. "Neden burnu havada olacakmışım?" dedi kaşlarını kaldırarak. "Ne bileyim, öyle İstanbul'larda doğdun büyüdün ya, kendini köydekilerden üstün görürsün falan.. Genelde öyle olur." "Üstün görülecek bir şeyim var gibi mi görünüyorum? Bir baksana bana." dedi. Gözlerimi kısarak üzerini inceledim. Kıyafetleri gayet sade görünüyordu. Siyah bir pantolon, oturduğumuz yeşil çimenlerin anında mahvedeceği bembeyaz bir tişört ve gri bir hırka giyiyordu yalnızca. Ben önüme dönünce o da boylu boyunca çimenlerin üzerine uzandı. Hiçbir şey söylemeden birkaç dakika sessiz kaldık. Sonra konuşan o oldu. "Sen de buradaki kızlara benzemiyorsun." dedi, kısa sessizliğin sonunda. "O nedenmiş?" dedim, yüzünü görmek için bedenimi ona döndürerek. "Buradaki kızlar biraz çekingen. Az önce fotoğrafını çektikten sonra elindeki sopayı başıma geçirmeni falan bekliyordum mesela. Geldim yanına oturdum, ses etmedin. Sen de farklısın diğerlerinden." "Kışkışlayayım mı seni?" dedim, sopamı göstererek. "Yok, kötü anlamda söylemedim." dedi. Ardından bir elini başının altına yerleştirdi. "Farklı olmak kötü bir şey midir?" dedim. Başını iki yana salladı. "Bence değildir." dedi. Sürünün bizden uzaklaştığını fark edince ayaklandım. "Ben gidiyorum." dedim. Gözlerini kısarak bana baktı. Güneş yüzüne vuruyordu. "Sen de sakın uyuyakalma yattığın yerde. Buranın ayazı sert olur." Başını sallamakla yetindi. Kenara bıraktığım sopamı da alarak sürünün peşine takıldım. |
0% |