@gitmeamalavinia
|
Nesrin Sipahi - Ankara Rüzgarı Sabah henüz gün doğmadan çalan alarmın sesiyle yataktan kalktım. İçimde garip bir heyecan vardı. Yatağımı topladım, duş aldım ve sanki bir randevum varmışcasına hazırlanmaya başladım. Randevu fikri kendi kendime gülmeme sebep oldu. Aslında pek de yalan sayılmazdı. Sonuçta güzeller güzeli bir köylü kızıyla kırların ortasında kurabiye yemek üzere sözleşmiştik. Bu randevu değil de neydi? Aklıma Gökçe'nin sarı saçları gelince gülümsedim. Kendi güzelliğinin farkında mıydı, bunu ona daha önce söyleyen birisi olmuş muydu, bu tarz iltifatlardan hoşlanır mıydı bilmiyordum. Hakkında bilmediğim bir çok şey vardı. Zaten tanışalı bir hafta ya olmuştu, ya olmamıştı. Fakat sanki onu senelerdir tanıyormuşum gibi bir hisse kapılmıştım. Yabancı değil gibi bakıyordu yeşil gözleri. Senelerce görüşmemişiz, sonra tesadüf bizi tekrar bir araya getirmiş gibi. Benim yıllar sonra durup dururken memlekete gelme isteğiyle yanıp tutuşmam da tesadüf değildi bu bakımdan. Babamı buraya gelmeye ikna etmem zor olmuştu. Bir ay sonra geleceğim demiştim. Bir ayın iki haftası gitmişti. Yalnızca iki haftam kalmıştı ve ben İstanbul'a dönmek istemiyordum. Bir ay daha kalmak için babamı ikna edebilirdim ama sonra mecburen gitmek zorundaydım. Bu sene mezun oluyordum. Dersleri aksatmam söz konusu dahi olamazdı. Siyah hırkamı, fotoğraf makinemi ve dün kınada çektiğim fotoğrafları elime alarak evden çıktım. Hazırlanırken vakit kaybetmiş olmalıydım ki gün yavaş yavaş ağarmaya başlamıştı. Aklıma dün akşam gelince elimdeki fotoğraflara çevirdim bakışlarımı. Birinde şarkı söylerken çektiğim, saçları etrafa dağılmış, yanakları pembe pembe olmuş Gökçe vardı. Diğerinde ise Gökçe'nin çektiği, benim kameraya uzanırken yakalanmış bir fotoğrafım. Fotoğraf çekmeye merakım daha ilkokulda başlamıştı. Annemin eski fotoğraf makinesini alır bulduğum her şeyin fotoğrafını çekerdim. Annem ve babamın habersiz çekildiği bir sürü fotoğraf vardı albümümde. Annem yemek yaparken, babam arabasını yıkarken, kardeşim aynanın karşısında aktörlük denemeleri yaparken... Zamanı durdurmak mümkün değilse de, yavaşlatmak mümkündü. Dün fotoğraf çekiminde teyzeler beni biraz zorlamıştı ama bir yandan eğlenmiştim de. Profesyonel çekimle daha yeni tanışan insanlar ışığın, açının, duruşun neden önemli olduğunu sorguluyor, benim tatlı olmasına özen gösterdiğim üslubuma da karşı çıkamıyorlardı. Ben buradaki insanları çok sevmiştim aslında. Babam cenaze ya da herhangi bir yakınımızın düğünü olmadıkça buraya ayak basmamakta dirense de ben onun gibi düşünmüyordum. Bana kalsa tası tarağı toplar buraya taşınırdım. Mesleğimi icra edemezdim muhtemelen ama fotoğraf çekerdim. Herkesin, her yerin fotoğrafını çekerdim. En çok da Gökçe'nin. Ona da bir fotoğraf makinesi alırdım. Ailesi görmesin diye gizli gizli eve sokardı muhtemelen makineyi. Böyle düşününce kendi kendime güldüm. Belki de hesap sorardı bana. Ne diye bana hediye alıyorsun derdi. Cevap veremezdim. Duyduğum hayvan seslerinin artmasıyla düşüncelerimden sıyrıldım. Gökçe oradaydı. Bir ağacın altına oturmuş, ellerini yanaklarına yaslamış gülümsüyordu. Üzerinde çiçekli bir elbise vardı. Bugün hırka giymemişti. O an ben de havanın soğuk olmadığını, hırkayı boşuna yanıma aldığımı fark ettim. Tam ona doğru bir adım atacaktım ki sesini duydum. "Sen ne düşünüyorsun Çilli? Nasıl olacak ablamdan sonra? Siz zaten benimdiniz ama o gidince tarla da bana kalacak." dedi. Ardından sırtını ağaca yaslayıp bacaklarını ileri uzattı. "Ama ablam çok mutlu biliyor musun? Onun adına ben de mutlu oluyorum. Ablamla iki kişilik sıkıcı dünyamızda ben artık tek başımayım çünkü ablam çok mutlu! Bu yüzden de sıkılmıyor. Aşık olmak böyle bir şey mi? Aman Çilli! Üç günlük dünyada bir de aşık olmayıverelim. Ölür kalırız sonra kavuşamadan." Kendimi tutamayıp güldüm. Ben gülünce o da bir anda arkasını döndü. "Hey! Sen laf mı dinliyorsun oradan?" dedi, beni fark edince. "Cık cık cık. Ayıp değil mi? Sana şehirde öğretmediler mi adabı muaşeret kurallarını." "Kusura bakma." dedim, ellerimi arkamda bağlayarak. Yanına ilerledim. "Böldüm konuşmanızı." "Geç kaldın," dedi, istifini bozmadan. "Senin dedikodunu da yapmıştık. Az daha erken gelsen duyardın." "Ne dediniz benim hakkımda?" dedim, yanına otururken. Gökçe elimdeki fotoğrafları görünce sorduğum soruya cevap vermeyi unutarak fotoğraflara uzandı. "Bakayım fotoğraflara." dedi fotoğrafları eline alırken. Kendi fotoğrafına yüzünü buruşturarak baktı. Neresini beğenmedi acaba diye ben de fotoğrafa doğru eğildim. O sırada arkadaki fotoğrafı gördü ve büyük bir kahkaha attı. "Çok komik çıkmışsın! Bunu bana ver lütfen, ileride torunlarıma gösteririm. Bakın bu benim ilk ve tek fotoğraf deneyimim. Bu gördüğünüz abi de o zamanlar fotoğrafçılık yapıyordu şimdi ölmüştür herhalde derim." Kaşlarımı çattım. Yüzüme muzur bir ifadeyle bakıyordu. Küçük bir çocuk gibi. "Ben neden ölüyorum? Belki sen benden önce öleceksin." "Sen benden yaşlısın ya, o yüzden öyle söyledim. Yani ben de önce ölebilirim tabii, belli olmaz." dedi, gülüşü artarken. "Yaşlı falan değilim ben." dedim, istifimi bozmadan. Ben başımı sürünün olduğu tarafa çevirince kolumu dürttü. "Pişt, küstün mü bana?" Cevap vermedim. Tekrar dürttü. "Kaç yaşındasın ki sen, niye bozuldun bu kadar? Aramızda beş yaştan az fark varsa bir daha sana yaşlı demeyeceğim, söz. Kaç yaşındasın?" dedi. "Fazla varsa?" dedim, gözlerine bakarak. Güldü. "Abi diyeceğim." dedi. Tam ayağa kalkacağım sırada bu sefer koluma yapıştı. "Şakaydı. Vallahi." dedi, ciddiyetle. "Yirmi bir," dedim, yerime geri otururken. Yüzüme boş bir ifadeyle baktı. "Yaşımı sordun ya." dedim, açıklama ihtiyacı hissederek. "Hee," dedi, arkasına yaslanarak. "Hadi yine iyisin, yaşlı demeyeceğim bundan sonra sana." "Sen kaç yaşındasın?" dedim. Büyük bir heyecanla doğruldu. "Haftaya on sekizime gireceğim." dedi, çocuksu bir sevinçle. "Haftaya doğum günün yani?" dedim. Başını salladı. "Hangi gün?" diye sordum. Bir süre düşündü. Doğduğu tarihin hangi güne denk geldiğini hesaplamaya çalışıyordu. "Pazartesi." dedi, başını kaldırarak. "On yedisin yani şu an?" dedim, muzur bir ifadeyle. "Evet ama sonuçta bir hafta kaldı." dedi, istifini bozmadan. Reşit olmaya bu kadar istekli olması şaşılacak şey değildi. Hepimiz on sekiz olduğumuzda hayatımıza sihirli bir değneğin değeceğini zannetmiyor muyduk? "Ne yapmak isterdin reşit olunca?" dedim. Dudaklarını büzdü. Düşünürken kenarda duran kabı eline aldı ve ortamıza koydu. Eline bir kurabiye aldı. Önüne düşen saçını geriye itti ve derin bir nefes verdi. "Bilmiyorum ki." dedi. "Burada yapacak hiçbir şey yok." "Peki başka bir şehirde olsan," dedim, ben de bir kurabiye alırken. "İstanbul'da mesela. O zaman ne yapmak isterdin?" "Lunaparka gitmek isterdim. Bir de bisiklet sürmek. Gerçi bunları yapmak için reşit olmama ya da İstanbul'a gitmeme gerek yok, cevabım sorudan bağımsız oldu biraz ama." "Bu kasabada lunapark var mı bilmiyorum ama bisiklet bulurum. Bisiklet sürebilirsin." dedim. Heyecanla oturduğu yerde doğruldu. "Gerçekten mi?" Ardından yüzü düştü. "Yani bisiklet bulunur tabii ama, ben sürmeyi bilmiyorum." "Ben öğretirim sana." dedim. "Ya düşersem?" dedi. "Düşmeden bisiklet öğrenilmez." dedim. Güldü. "O da doğru. Çok uzun sürüyor mu bisiklet sürmeyi öğrenmek?" diye sordu bu sefer de. "Acelen mi var?" dedim. Başını iki yana salladı. "Yok senin için söyledim. İşlerin vardır, bütün gün benimle uğraşacak halin yok." "İşim gücüm yok benim," dedim, kurabiyemden bir ısırık alırken. "Tatildeyim ben şu an. Okulun açılmasına da hatırı sayılır bir zaman var sayılır. Vaktimiz bol. Endişe etme." "Ne zaman gideceksin?" dedi. Kaşlarımı çattım. "Nereye?" "İstanbul'a." "Bilmiyorum." dedim, derin bir nefes alırken. "İki hafta sonra gitmem gerekiyor normalde ama biraz daha uzatabilirim." "Bir daha gelecek misin?" diye sordu. Gözlerinde merak vardı. Bir süre cevap vermeden düşündüm. Sahi, bir sonraki sene bu zamanlarda nerede, ne yapıyor olacaktım ve herhangi bir rüzgar beni buraya atacak mıydı? "Geleyim mi?" dedim. Kaşlarını çattı. "Bilmem. Bana mı soruyorsun? İstersen gel, istemezsen gelme." "Sen ister misin gelmemi?" dedim, başımı ona doğru eğerek. Gözleri uzaklaşmaya başlayan sürüde gezindi, ardından tekrar gözlerimi buldu. "Ben buradayım," dedi, derin bir nefes alarak. "Yaz, kış. Uzun yıllar boyunca da burada olacakmışım gibi hissediyorum. Gelirsen konuşuruz, gelmezsen merak ederiz." dedi. "Belki sen İstanbul'a gelirsin?" dedim. İmkansız bir şey söylemişim gibi güldü. "Ben ve İstanbul'a gelmek? Ben hayatımda hiç başka şehire gitmedim ki İstanbul'a gideyim." "Her şeyin bir ilki vardır Gökçe." dedim, ciddi bir sesle. "Eğer olur da İstanbul'a gelirsen, haber ver bana. İstanbul'u bensiz keşfetmeni istemem." "Üçüncü dünya savaşı falan çıkarsa, ben de savaşa katılır da İstanbul'da cepheye düşersem, haber veririm." dedi. Birkaç saniye yüzüne baktım. Ardından ikimiz de güldük. "İllaki çıkacaksın bir gün buradan." dedim, derin bir nefes alırken. "Farz et ki beş yıl, on yıl, hadi on beş yıl sonra bir rüzgar attı seni İstanbul'a. O zaman İstanbul'da olur muyum, nerede ne yapıyor olurum bilmiyorum ama, neredeysem çıkar gelirim senin için." Yüzüne inanmadığını belirten bir ifade yerleşti. "Hadi be oradan. Daha dün bir, bugün iki. Sen böyle her tanıştığın kıza sözler verir misin?" "Sen her tanıştığın adama kurabiye getirir misin?" dedim. Sustu. Yüzüne öfkeli bir ifade yerleşti. Dudakları aralandı, kapandı. Tekrar aralandı ve "Eşek." dedi, öfkeyle ayağa kalkmadan önce. Kurabiye kabını bana bırakıp sürünün peşinden gitti. Birkaç tane daha kurabiye yedikten sonra kabın kapağını kapatıp peşine takıldım. Yüzüme bakmıyor, hiçbir şey söylemiyordu. Elimde hırka, kurabiye kabı ve boynumda fotoğraf makinesiyle askılık gibi gezmekten hoşlanmıyordum fakat yapacak bir şey de yok gibiydi. "Küstün mü bana?" dedim, biraz evvel onun da bana sorduğu gibi. "Ne münasebet?" dedi, hışımla başını bana çevirerek. Sarı kıvırcık saçları uçuştu bu hareketiyle. Öfkeyle kızarmış yanakları, alev çıkan yeşil gözleriyle üzerime saldıracak diye düşünmedim desem yalan olur. Fakat tehlikeli olduğu kadar çekiciydi de. Bu halinin ne kadar çekici olduğunu ona söylesem muhtemelen elindeki bastonu kafamda kırardı. Bastonla üzerime saldırdığını hayal edince güldüm. Ben gülünce daha çok sinirlendi. "Ne gülüyorsun?" "Bastonu kafamda kırdığını hayal ettim de bir an, ona güldüm." dedim. Gözleri bastona kaydı. "Baston değil bu." dedi, aksi bir tavırla. "Her neyse işte." dedim. "Kafanda kıramayacağım kadar değerli." dedi. "Ne değerli, kafam mı?" diye sordum sırıtarak. "Hayır, bastonum!" dedi. "Hani baston değildi?" dedim. Bu sefer gözlerinden öyle bir ateş çıktı ki beni öldürecek sandım. Bu dağ başında beni öldürse kimse izimizi de bulamazdı. "Sen beni çıldırtmak mı istiyorsun?" dedi, kıpkırmızı olmuş yanaklarıyla. Ardından elimdeki kurabiyelere baktı. "Ver kurabiyelerimi." "Verilen hediye geri alınmaz ama, sana hiç adabı muaşeret öğretmediler mi?" dedim. Sanırım bam teline basmıştım. Çünkü bastonu kenara fırlatıp üzerime atladı. Onu gören koyun ve keçiler de nereye kaçacaklarını şaşırdılar. Onlar kaçtı ama ben kaçamadım ve çimenlerin üzerine düştük. Kurabiyeler bir tarafa, hırkam bir tarafa düşerken olan fotoğraf makineme ve bana olmuştu. Kafamı da yere vurmuştum bir güzel. "Kafam," dedim, acıyla inleyerek. Gökçe'ye bir şey oldu mu diye bakmak aklıma bile gelmemişti. Çünkü yumuşak bir bedenin üzerine düşmüştü, benden fazla hasar görmesi imkansızdı. Fakat üzerimden kayıp yanıma uzandığında dudağının kanadığını fark ettim. "İyi misin?" dedim, doğrularak. Eliyle dudağındaki kanı sildi. Fakat sildiği yer anında tekrar kan doldu. "Fotoğraf makinesi mi geldi dudağına? Gökçe? Kalk, bakayım ben bir." "Acımıyor." dedi. Yalan söylüyordu. Başımın ağrısını unutmuş, Gökçe'nin derdine düşmüştüm. Elinden tutup doğrulmasına yardım ettim. Saçlarına yapışan çimen ve tozları temizledim. Çenesini tutup dudağına yakından baktım. Kanın duracak gibi olmadığını fark edince kaşlarım çatıldı. "Pansuman yapmamız lazım." dedim. "Gerek yok." dedi. Uzanıp saçlarımdaki tozları temizledi o da, benim yaptığım gibi. "Çirkef olduğumu düşünüyorsun değil mi?" dedi, yaptığı işe devam ederken. "Yaptığım şey gerçekten utanç verici, kabul ediyorum. Ama sen de damarıma bastın Barış. Hayır susmuyorsun da. Sussan belki sinirim geçecek. Güzelim kurabiyeler de ziyan oldu. Hırkana çimen lekesi bulaşmamıştır inşallah. Bu anı unutabilir miyiz? Ben unutamam da, en azından sen unut yani. Bir şey söylesene Barış, niye susuyorsun?" Ellerinin hâlâ saçlarımda olduğunu fark edince durdu. Bir gözlerime, bir de kendi ellerine baktı. Ardından ellerini saçlarımdan çekti. "Dudağın acıyor, değil mi?" dedim. "Yalan söylüyorsun." "Off Barış. Bebek miyim ben? Ufacık bir kesik altı üstü. Makineye bir şey oldu mu, ona bak sen. Kıymetlidir senin malın." Laf sokma yetisi hâlâ yerinde olduğuna göre canı zannettiğim kadar çok yanmıyor diye düşünüp güldüm. Ardından kendimi tekrar çimenlerin üzerine bıraktım. "Battı üstün başın." dedi. Omuz silktim. Gözlerini kendi çiçekli elbisesine çevirdi. "Benim elbisem de battı ama önemli değil." dedi. "Hayvanlar da neye uğradığını şaşırdı. Bu anı onlar da unutmayacak, eminim." dedim. Karnıma sertçe vurmasıyla yerde iki büklüm oldum. "Elin de bayağı ağır ha." dedim, ince beyaz tenli parmaklarına bakarak. "Öyledir," dedi, elini açıp göstererek. "İyi de tokat atarım." "Aman, kalsın." dedim. Elbisesindeki tozları silkeleyip ayağa kalktı. Yerdeki kurabiye kabını alıp açılan kapağını kapattı. Hırkamı da savrulduğu yerden alıp üzerime fırlattıktan sonra gelip başımda dikildi. "Ben gidiyorum. Uyuyakalma burada, lütfen. Sonra hasta oluyorsun. Fotoğrafları da alıyorum. Seninki de bende kalacak. Çok istersen çıkartırsın aynısından." "Bak bak, o niyeymiş?" dedim. Sırıttı. "Dedim ya, torunlarıma göstereceğim diye." Üzerimdeki hırkayı top yapıp fırlatmak için hamle yaptım fakat kaçtığı için sırtına isabet etti. Yeterince uzaklaştıktan sonra da el sallayıp dil çıkardı bana. "Pansuman yapmayı unutma!" diye seslendim arkasından. Beni duymuştu fakat ne kadar umursamıştı, bilmiyorum. Başımı tekrar çimenlere yasladığımda kafamın arkasındaki ağrı yüzümü buruşturmama sebep oldu. "Kafam kırıldı galiba." dedim, kendi kendime. • Fotoğraf makinesiyle dudağımı yardıktan sonra eve dönene kadar elimdeki fotoğraflara bakıp durmuştum. Ailecek çekildiğimiz fotoğraflar hariç üç tane fotoğrafım olmuştu. Barış'ın fotoğraf makinesinden çıkan üç tane Gökçe. Onların yanında da benim beceriksizce çektiğim Barış'ın fotoğrafı vardı. Her ne kadar kafasını kırmaya kalkışsam da fotoğrafına baktıkça gülümsüyordum. Çok tatlı çıkmıştı. Fakat bunu ona söylemeyecektim. Eve gidince annemlere yere düştüğümü ve taşa çarptığımı söyledim. Yalan söylemek konusunda mahir miydim, yoksa şansım mı yaver gitmişti bilmiyorum. Fazla sorgulamadılar. Evdekileri ikna etmem kolay olmuştu olmasına ama kızları ikna edememiştim. Sevda yalanımı duyunca kocaman bir kahkaha atmış, ardından gözlerini kısarak yüzüme bakmış ve, "Yalan söylüyorsun." demişti. "Başka bir şey var sende. Dökül hemen." Sevda öyle dikkatli dikkatli bakınca Zeynep de başını eğip yüzüme bakmış, bir şey göremeyip geri çekilmişti. "Bir şey anlamadım ben ama Sevda yalan diyorsa yalandır." dedi Zeynep. Koluna vurdum sertçe. "Ne yalanı ya? Düştüm işte." dedim, inandırıcı olmaya çalışarak. Fakat inanmadılar. Mecburen her şeyi anlatmak zorunda kaldım. Esra'nın peşinden Ahmet amcalara gittiğim ilk günden bu sabaha kadar her şeyi anlattım. Sevda'nın yüzü ben anlatırken şekilden şekle girmiş, en sonunda ise garip bir tebessüme evrilmişti. "Ben zaten fark etmiştim kına gecesinde. Öyle bir samimi haller, bir şeyler.. Kız sen benden de hızlı çıktın ha!" "Ben senin gibi gördüğümle sevgili olmuyorum canım. Arkadaşız biz." dedim kaşlarımı çatarak. "Üstüne atlamışsın çocuğun, nasıl arkadaşlık bu?" dedi Zeynep. Sevda da onu tasdiklercesine başını salladı. "Ya savaşırkan ya se-" Sevda'nın cümlesini elimi ağzına kapatarak susturdum. "Arsız!" dedim, sinirle. "Ne edepsiz kızlarsınız ya siz!" "Biz edepsiz değiliz canım. Anlattığın aşırı normal (!) arkadaşlık hikayesine yorum yapıyoruz sadece. Sabahın köründe dağda bayırda elalemin üzerine düşersen olacağı bu." dedi Zeynep. Tam oturduğum merdivenden kalkıp gidecektim ki kolumu tuttu. "Otur şuraya." "Ne var be? Size bir şey anlatanda kabahat." dedim, ikisine de öfkeyle bakarak. "Hadi hadi," dedi Sevda, sırıtarak. "Bir şey dedi mi sen düşünce? Bir laf, söz?" Zeynep de kolumu dürttü diğer taraftan. "Filmlerdeki gibi mi düştün çocuğun üstüne?" Ardından imalı bir ifadeyle güldü. "Bana bak, öpmedi değil mi seni?" "Yok artık!" dedim, gözlerimi kocaman açarak. "Arkadaşız diyorum. Vallahi bak, zannettiğiniz gibi bir şey yok aramızda." İnanmayan bakışlarla yüzüme bakıyorlardı hâlâ. Sıkıntılı bir nefes verdim. Dilimi eşek arıları soksaydı da anlatmasaydım. Ömür boyu dillerinden kurtulamayacaktım. "Yakışıklı çocuk," dedi Zeynep. Bir şey demedim. "Öyle öyle." dedi Sevda, sırıtarak. Ellerimle yüzümü kapattım utançla. "Susun lütfen." dedim, yanaklarımın içini ısırarak. "Tamam, tamam." dedi Zeynep, kolunu omzuma atarak. "Boş ver sen şimdi İstanbulluyu. Sedef ablanın nişanında ne giyeceksin, onu söyle. Ben elbisemi hazırladım bak. Ayakkabım da hazır." "Bilmiyorum." dedim, başımı kaldırırken. "Alışverişe gideceğiz güya ama ayakkabı almayacağım. Ablamın taşlı siyah ayakkabıları var ya, Yasemin ablanın nişanında giydiği. Onları giyeceğim. Giderken bana bırakacak zaten çoğu ayakkabısını." "Şu Ferhat da zengin çocuk ha," dedi Sevda. Başımı salladım. "Sana bile hediye göndermişti annesi, değil mi?" dedi Zeynep. "Kız istemede giydiğim elbiseyi o hediye etmişti." dedim. "Onların gönderdiği elbiseyi niye giyiyorsun kızım istemede? Başka elbise giyseydin." Sevda'nın sözü üzerine gözlerimi devirdim. "Ne fark eder ya? Ha onların gönderdiği elbiseyi giymişim, ha başka elbiseyi. Ne olacak?" "Senin kadar gamsız olsam hayatım daha güzel olurdu." dedi Zeynep. Omuz silktim. Elbiseyi beğenmiş, giymiştim. Ne olacaktı? Arkamdan mı konuşacaklardı görmemiş diye, konuşsunlardı. Söylenen sözleri duymak için kulak vermek lazımdı. Ben duymamayı tercih ediyor, kulak vermiyordum. Canım da sıkılmıyordu böylece. "Allah sana da nasip etsin o zaman Zeyno." dedim, gülerek. • |
0% |