@gitmeamalavinia
|
Sezen Aksu - Çocuklar Gibi
Kasım 1997
Pikabın iğnesini kaldırarak içindeki plağı çıkardı Gökçe. Salondakiler bu yaptığına bir anlam veremese de üzerinde durmadılar. Gökçe'nin elindeki plağa eski bir tanıdığa bakar gibi baktığını ise hiç fark etmemişlerdi. Genç kızın sırtı yemek masasında oturanlara dönük olduğu için yüzünü göremiyorlardı.
"İyi misin Gökçe?" dedi Sevda'nın ilgili sesi. "Uyuyabildin mi bu gece?"
"Uyudum." dedi Gökçe, belli belirsiz bir sesle. Ardından elindeki plağı kenara koyup masaya ilerledi. "Biz Demir'le şey düşündük.." dedi Sevda, sandalyesine oturan Gökçe'ye bakarak. "Yılmaz'la dışarı mı çıksanız acaba bugün? Geldiğinde önce hep beraber oturur çay içeriz, sonra siz dışarı çıkarsınız. Nasıl olur? Sen de bir hava almış olursun."
Gökçe boş tabaktan kaldırdığı gözlerini Sevda'ya çevirdi. "İstemiyorum." dedi, kısık bir sesle. Ardından boğazını temizlemek için öksürdü. "Benim için çabalıyorsunuz, anlıyorum. Ama bugünkü oturma planı bile benim için yeterince büyük bir şey. Israr etmeyin lütfen." dedi önce Sevda'ya, ardından Demir'e bakarak. O sırada Neriman elinde bebekle içeri girdi. Gökçe onu görünce ayaklandı. Zaten yemek yemek istemiyordu. Alperen onun için bir kaçış olmuştu. Neriman tam ağzını açmıştı ki Gökçe'nin yanına gelmesiyle sustu. "Ben alayım onu." dedi Gökçe, kollarını bebeğe uzatarak.
"Yemek yemeyecek misin?" diye sordu Sevda.
"Aç değilim." dedi. Oysaki midesinde kahvaltıda yediği iki dilim peynir ve bir parça ekmekten başka bir şey yoktu. Fakat yemek yiyecek hali de yoktu. Günden güne zayıflıyor, sağlığını kaybettiğini hissediyordu. Gözlerinin yeşili artık daha soluk, ten rengi daha beyazdı. Bir tek saçları vardı değişmeyen. Sarı, kıvırcık, unutmabeni çiçeğinin papatyadan daha çok yakıştığı uzun saçları aynıydı.
Kucağında bebekle birlikte havuzbaşındaki koltuklardan birine oturdu. Açık havaya çıkan bebeğin de huzursuz ağlamaları yerini keyifli mırıltılara bırakmıştı. Bebeği sırtı kendisine yaslanacak şekilde kucağına oturtup gözlerini karşıya çevirdi. Baştan başa inceledi bahçeyi. İki yıl önce hayatının en güzel gününe şahitlik eden bu bahçe şimdi acıdan kavruluşuna şahitlik ediyor, belki de kendisine acıyarak bakıyordu. Eliyle havuzun hemen yanı başında bir yeri gösterdi. "Şurayı görüyor musun?" dedi, bebek kendisine cevap verebilecekmiş gibi. "Orada dans etmiştik. Hayatımda ilk defa dans etmiştim; becerememiş, hep ayaklarına basmıştım." Gülmeye başladı. "Koca bahçede dans edemeyen tek ben vardım. Ayaklarımız birbirine dolanmıştı belki ama çok mutluyduk." Gözünden bir damla yaş aktı. "Çok güzel günlerdi Alperen. Bir daha hiç o kadar mutlu olmadım." dedi, gözlerini yumarak. Bebek sanki söylediklerini anlamış gibi dönüp yüzüne baktı. Yanaklarından kayıp kucağına düşen yaşlarla gülümsedi Gökçe. Ardından gözlerini açtı.
"Nerede yanlış yaptım ben?" diye sordu. Gözyaşlarının peşini bir hıçkırık takip etti. Alperen yüzüne şaşkın şaşkın bakarken ağlamaya başladı. "Ben böyle olsun istememiştim."
Haziran 1993
Çimenlerin üzerine yuvarlandığımız günden sonra üç gün Barış'ı hiç görmedim. Bu üç gün içerisinde nişan alışverişine çıktık. Sevda sevgilisinin kendisini aldattığını öğrendi. Gece gündüz ağladığı için bizimkilerden izin alıp bir gün dayımlarda kaldım. Zeynep'le her gün buluştuk. Anneannemlere oturmaya gittik ve ablam babamdan gizli Ferhat'la buluştu. Yani dünya olağan akışında devam ederken ben Barış'ı hiç görmedim. Onu görmek istediğimden değildi merakım. Son yaşananlarda biraz fazla mı çirkefleştim diye düşünüyordum sadece. Çocuk benimle olan arkadaşlığını sonlandırmaya mı karar vermişti?
Barış'ın bana küsüp küsmediğini düşünmediğim zamanlarda yaklaşan doğum günümü düşünüyordum. Geçen senekinden hiçbir farkı olmayacak olan on sekizinci yaşıma da diğer yaşlarım gibi olağan bir şekilde girecektim. Ablam benim için tatlı yapacaktı, her sene olduğu gibi. Anne ve babam ise hangi ay doğduğumu bile hatırlamayacaktı. Esra da dışarıdan benim için çiçek toplayacak, ablamdan geçen sene öğrendiği şekilde papatyadan taç yapacaktı. Gökçe'nin doğum günü böyle geçerdi. Sedef'in de ondan farkı olmazdı. Esra'nın doğum gününde ise herkes özenirdi. Babam bile söylenmeden sofraya oturur, kimsenin keyfini kaçırmadan yemeğini yer, şanslıysak espri yapar, gülerdi. Hayatta en çok Esra'nın yerinde olmak isterdim. Fakat daha önce de dediğim gibi; sevgisizliğe alıştığım için artık canım yanmıyordu. Aksine kardeşim için mutlu oluyordum. Biz onun yaşındayken babam çok daha farklı bir insandı çünkü.
Sekiz yaşımdayken bir kez babam eve elinde pastayla gelmişti. O günün özelliği neydi, kimin doğum günüydü, veya hangi takım şampiyon olmuştu, babama bu fikir nereden gelmişti, neyi kutlamıştık bilmiyorum fakat o gün benim on yedi yıllık hayatımın en güzel günüydü. O gün babam ablamı da beni de yanına oturtmuş, pastanın üzerine iki tane mum dikmiş, hangi gün olduğunu bile hatırlamadığı doğum günümüzü kutlayacağımızı söylemişti. Hâlâ daha bu fikrin babama nereden estiğini merak eder dururum.
Bir keresinde de annem sattığımız tereyağından kazandığımız parayla bize elbise almıştı. Hem de hiç haberimiz yokken. Hediye paketi de yaptırmıştı. Ablama da bana da, ayrı ayrı. Küçük dünyamda kendimi en değerli hissettiğim anlardan birisi de kesinlikle o andı.
Hayatın kendimi değerli hissetmeme müsaade ettiği anlar sınırlıydı. Fakat bazı anlar vardı ki, değerli hissetmek için hediyeye ihtiyaç olmadığını hissediyordum. Annem yoğurdun kaymağını Esra'ya verirken, o yokken de ablamla aramızda bölüştürürken veya babam dışarıda bulduğu cevizleri cebine koyup kendisi tadına bile bakmadan bize getirirken hayat böyle hissettiriyordu. Güzel anılar kötü anıları silebiliyor muydu, bilmiyorum. Babamdan yediğim dayakları unutmuyordum, veya annemden yediğim azarları. Hepsi beynimin bir köşesinde duruyordu fakat an geliyordu ki hepsini unutmak için çrpınıyordum. Kötü anılarımı güzel olan anılarımla değiştirmek, kötü olan ne varsa unutmak istiyordum. Küçük bir sevgi kırıntısı nefreti alıp duvardan duvara vurabiliyordu.
Sevmek ve sevilmek asli ihtiyaçlar arasında zikrediliyordu. Sevmeyen insan bulunduğu yerden keyif alamaz deniyordu. Sevmediğin insana tahammül edemezsin, sevmedin işte çalışamazsın, sevmediğin yemeği yiyemezsin, sevmediğin kitabı okuyamazsın... Bir şeye karşı tutkuyla bağlanma isteği sevgiden geliyordu, onu anlıyordum. Peki ya sevilmek? Sevilmek de asli ihtiyaç sayılabilir miydi? Her sevdiğimiz insan bizi sevecek diye bir kaide var mıydı? Öyle bir kaide yoksa, sevilmediğimiz için üzülmenin bir anlamı var mıydı? Üç gündür Sevda'nın döktüğü gözyaşları kime ne fayda getiriyordu? Aşk için ağlamaya değer miydi? Uğrunda gözyaşı dökecek kadar birine sevgi beslemek mümkün müydü?
Sevmek ve sevilmek hakkında öyle cahildim ki, bu cahilliğim beni büyük aptallıklara sürüklüyordu. Büyük konuşmak gibi mesela. Bir erkeğe kendimi yıpratacak kadar sevgi beslemenin mümkün olmayacağını, her acıya alıştığım gibi buna da kolay alışacağımı düşünüp büyük büyük konuşuyordum. Oysaki ben nereden bilecektim Sevda'nın ne hissettiğini? Veya sevdiği kıza kavuşamadığı için deliren, o gün bugündür de köyde mecnun diye anılan Mümtaz amcayı ben nasıl anlayacaktım? İnsan başına gelmeyen derdi küçük görür müydü? Ben görmüştüm. Aptal olma Sevda, demiştim kuzenimi omuzlarından tutup sarsarken. Bir erkeği nasıl kendinden fazla sevebilirsin?
Büyük konuşmamam gerektiğini öğrendiğim gün ağzımın sütten yandığı gündü. Yoğurda üflemek de o günden sonra boynumun borcu olmuştu. Fakat dedim ya, on yedi yaşımdayken ne sevmekten, ne de sevilmekten bihaberdim ve aşkın yalnızca talihli insanların başına konan bir kuş olduğuna inanıyordum. Hayatta aşka en yakın hissettiğim an ne zamandı diye sordum kendime geçen gün ve aklıma gelen şeye çok şaşırdım. İnsan cahili olduğu bir hastalığa teşhis koyamazdı evet ama ben kendime sorduğum soruya kendimce doğru cevabı vermiş, nasıl bir hastalık olduğunu bilmediğim aşka en yakın olduğum anı okulda yaşadığımı düşünmüştüm. Şimdi ismini bile hatırlamadığım bir çocukla kantinde yan yana oturuşumuz gelmişti gözümün önüne ve o gün kalbimin nasıl çarptığını anımsamıştım. Aşk bu değilse de buna yakın bir şey olmalı demiştim. İnsan bunu nasıl ayırt edebilirdi ki?
İnsanları, isimleri, kokuları, sesleri unutabileceğimiz fakat hislerimizi unutamayacağımız hakkında bir şey duymuştum radyoda. Okulda o çocukla yan yana oturduğumda hissettiğim heyecanın bir benzerini de sabahın köründe ağacın dibinde Barış'ı beklerken yaşamıştım. Demek ki Barış'ı da yıllarca görmesem, onun da adını unutacaktım. Adını, yüzünü, gülüşünü, sesini, boynuna astığı fotoğraf makinesini..
Barış'a karşı kızların iddia ettiği gibi bir şey hissetmediğime karar vermem zaman aldı. Fakat sonunda kendimi ikna ettim. Dayandığım en büyük nokta, ilkokuldaki çocuğu unuttuğum gibi Barış'ı da bir gün unutmamın mümkün olduğuydu. Bir de insanın bu kadar çabuk aşık olabileceğine inanmıyordum sanırım. Bana anlatacağını bilsem Mümtaz amcaya sorardım aşkın inceliklerini. Aşkı uğruna aklını feda etmiş birinden daha iyi kimden öğrenebilirdim aşkı, öyle değil mi?
Sonra bunları düşündüğüm için de kızdım kendime. Bir kız ve erkeğin yalnızca arkadaş olabilecekleri hakkında çektiğim nutukları ne çabuk unutmuştum da, kızların aklıma soktuğu çomaklara pabuç bırakır olmuştum? Aşk gerçekten dermanı bulunmayan bir hastalıktı belki de ve ben bu hastalığa yakalanmadan hayatımı sürdürecektim. Su çiçeği de olmamıştım mesela hiç. Kardeşlerim olmuştu ama ben olmamıştım. Kendi kendime güldüm sonra. Aşkla su çiçeğinin ne alakası vardı? Ayrıca su çiçeği dermanı olan bir hastalıktı.
Ağzımı açsam tek kelime edemeyeceğim meseleyi zihnimde o kadar evirip çevirmiştim ki, aklıma her Barış geldiğinde ister istemez moralim bozulmaya başlamıştı. Moralimin bozulduğu iki mesele vardı. Birincisi, Barış'ın bana küsmüş veya benden soğumuş olma ihtimali. İkincisi ise, Barış'a aşık olacak kadar gerizekalı olma ihtimalim. Barış'ı küçümsediğimden değil, yanlış anlamayın. Barış her kızın ilgi duyabileceği bir erkek. O konuda hemfikiriz. Ona aşık olma ihtimalimin beni gerizekalı yaptığı kısım henüz tanışalı bir hafta olması. Tamam bir haftayı birazcık geçmiş olabilir fakat bu yine de yeterli bir süre değil.
Zeynep ve Sevda, yani benim saz arkadaşlarım yaptıkları zevzekliğin aklımı bu denli bulandıracağını tahmin etmemişlerdi muhtemelen. Fakat ortada bir gerçek vardı. O da üç gündür kendimi salak gibi hissettiğimdi. Bu salaklığa bir son verme isteğiyle dolup taştığım sırada Yasemin ablanın düğünündeydik. Bizimle birlikte köyün yarısı da düğüne iştirak etmişti fakat Barış yoktu. Yasemin ablanın düğün fotoğraflarını kim çekecekti? Sevda'ya düğünden önce fotoğrafları kimin çekeceğini sorduğumda burnunu çekerek bilmediğini ve ilgilenmediğini söylemiş, ağlamaya devam etmişti. Etraftaki herkes Sevda'yı ablası evleneceği için ağlıyor sanıyordu. Fakat o bir hayırsızın peşinden ziyan ediyordu gözyaşlarını.
Barış'ı bulma isteğiyle kendimi dışarı attığımda düğün başlayalı yarım saat olmuştu. Belki de beklesem zaten gelecekti Barış. Fakat bekleyememiştim. Muhtar Ahmet amcanın evine doğru hızlı adımlarla yürürken bir yandan da hatırlamaya çalışıyordum; Ahmet amcayı, Leyla teyzeyi veya küçük Elif'i düğünde görmüş müydüm diye. Görmüştüm. Hatta bizim yan masamızda oturmuşlardı. Fakat Barış yoktu. Onu görmediğime emindim.
Barış'a ne diyeceğimi düşünerek hızlı adımlarla ilerlerken ne kadar zaman geçtiğinden haberim bile yoktu. Muhtar amcanın evinin önüne geldiğimde yalnızca bir odanın ışığının yandığını fark ettim. Yerden bir taş alıp odanın camına fırlattım. Fakat taşı atar atmaz pişman oldum. Kaçıp gitsem ne olur diye düşünürken pencere açıldı, Barış'ın yüzü göründü. Yanaklarımın içini ısırdım. Baştan ayağa utançla dolmuştum. Ne diyecektim şimdi? "Gökçe?" dedi Barış, şaşkın gözlerle bana bakarken.
"Düğüne gelmeyecek misin?" dedim, dan diye. Birkaç saniye şaşkın şaşkın yüzüme baktı. Ardından güldü. "Davet edilmedim ki. Kınada olduğu gibi fotoğraf çekmem için ısrar eden de olmadı. Gelmeyi düşünmedim o yüzden."
"Kişiye özel davetiye göndermeyiz biz. Köyde düğün varsa herkes davetlidir." dedim. Bir şey demeden sessizce yüzüme baktı. Lafı nereye getireceğimi anlamaya çalışıyor gibiydi. Lafın nereye geleceğini ben de bilmiyordum ki. "Geleyim mi? Ayıp mı olur gelmezsem?" dedi. Dalga geçer bir hali yoktu. Ciddiydi. "Ayıp olur herhalde." dedim, omuz silkerek. "Gelsen iyi olur. Fotoğraf çekersin belki."
"Sen bunun için mi geldin buraya?" dedi. Bir şey diyemedim. Bunun için mi gelmiştim? Tek derdim Yasemin ablanın düğün fotoğrafları mıydı? Başımı dürüstçe iki yana salladım. Bunun için gelmemiştim. "Aşağı gelsen?" dedim, bir adım gerileyerek. "Boynum ağrıdı."
"Doğru. Kusura bakma." dedi ve içeri girdi. Beklediğimden daha uzun sürdü aşağı inmesi. Bahçe kapısından çıkarken üzerini değiştirdiğini fark etmiştim. Siyah bir pantolon, asker yeşili bir gömlek giymişti ve fotoğraf makinesini de almayı unutmamıştı. Demek ki düğüne gelecekti.
"Gidelim mi?" dedi, eliyle yolu göstererek. Başımı salladım. "Sen niye geldin asıl? Onu söyle." dedi, yan yana yürümeye başladığımızda.
"Sen bana küstün mü?" dedim, direk konuya girerek. Ardından elimi kaldırdım. "Ya da dur. Küsmek değil de.. Ne bileyim.. Soğudun mu benden? Ya da pişman oldun değil mi benimle arkadaş olduğuna? Çok çirkef olduğumu düşünüyorsun, değil mi?" dedim, gözlerimi sıkıca yumarak. Barış'tan ses gelmeyince bir gözümü açtım. Yüzünde şaşkınlıktan başka bir şey yoktu. "Nereden çıkardın bunları?" dedi, birkaç saniye sonra.
"Şeyden," dedim, derin bir nefes alırken. Yanaklarımın kızarmaya başladığını hissedebiliyordum. "Üç gündür hiç karşılaşmadık." dedim. Gözlerimi kısa bir süre kapatıp açtım. "Bir de en son şey olmuştu."
"Pantolonumda leke kalmadı." dedi, neşeli bir sesle. "Çimen lekesi olmamış, şansıma. Toz toprak sadece." Beni utandırmamak için konuyu istediği yere çevirmiş, beni de kendisine alet etmiş, ne diyeceğimi unutturmuştu. "Makinem arızalandı. Onunla uğraşıyordum üç gündür. Fotoğrafçı buldum kasabada ama uzak bayağı. Yürüyerek gittim ilk gün. Çok yoruldum." Gülmeye başladı. "Tüm günüm yolda geçti. Eve gelince Ahmet amca çok güldü bu halime. Gelip geçenden rica etsem yarım saate bırakırlarmış kasabaya, öyle dedi." Tekrar ağır ağır yürümeye başlamıştık. "Sonraki gün bisikletle gittim." Olduğum yerde durdum. "Bisiklet?" dedim, heyecanla.
"Evet, bisiklet." dedi. Yüzüne keyifli bir gülümseme yerleşti. "Senin için aldım. Yani sana hediye etmek isterim tabii ama kabul etmeyeceğini biliyorum. O yüzden bende kalsın diye düşündüm. Zaten birlikte olduğumuz sürece sen süreceksin. Ben arada sırada kasabaya giderken kullanırım." Cümlesinin bitmesini zar zor bekleyerek sevinçle boynuna sarıldım. Barış da bu hareketime şaşırmış olmalı ki, birkaç saniye öylece durdu. "Teşekkür ederim." dedim, defalarca kez. "Çok teşekkür ederim."
"Rica ederim," dedi Barış. Ardından ellerini sırtımda hissettim. "Bu kadar sevineceğini bilsem aldığım gün gelirdim yanına."
"Ne zaman bineceğim bisiklete?" dedim, geri çekilirken. İçimden çocuklar gibi zıplayıp ellerimi çırpmak geliyordu. Barış birkaç saniye düşündü. Ardından bir şey söylemeden geri döndü ve biraz evvel çıktığı bahçe kapısından içeri girdi. Az sonra elinde siyah bisikletle dışarı çıktı. "Şimdi bineceksin." dedi, bisikletin üzerine oturarak. Boynundaki fotoğraf makinesini de çıkarıp bisikletin önündeki sepete koydu. Ben nereye bineceğimi düşünürken eliyle önünü gösterdi. Heyecanla yanına koştum. Barış'ın yardımıyla hemen önüne, demirin üzerine çapraz bir şekilde oturdum. "Düşmem değil mi?" dedim, bacaklarımı yandan sarkıtırken. Soruma cevap alamadan Barış'ın pedallara asılmasıyla ağzımdan minik bir çığlık kaçtı. Düşeceğim sandım!
"Düşmezsin, merak etme." dedi Barış'ın kulağımın hemen yanından gelen sesi. Heyecanlandım. Kalbim öyle hızlı atıyordu ki, kanatlanıp uçmaya hazırlanan bir kuş gibi hissediyordum. "Ellerini bırakmayı dene." dedi Barış, biraz yavaşlayarak. Bir elimi demirden çektim. Dengemin bozulmadığını fark edince diğer elimi de çektim. Tam o sırada Barış pedallara tekrar asıldı ve geriye doğru yaslanmak zorunda kaldım. Saçlarım Barış'ın yüzüne, sırtım da göğsüne çarptı fakat kollarımı iki yana açmayı başardım. "Bu," dedim, yüzüme çarpan rüzgarla gülümseyerek. "Bu çok güzel."
"Dolaşalım mı biraz? İstersen yani. Dikkat çekmeyelim dersen düğüne de gidebiliriz hemen. Hiç fark etmez." dedi Barış. Başımı ona doğru çevirmeye çalıştım. Göz göze geldik. Gözlerimdeki mutluluğu okumuş olacak ki, içten bir gülümsemeyle iki yana kıvrıldı dudakları. "Nereye istersen." dedim, tereddüt etmeden.
"Hay hay." dedi gülerek. Ardından yarı karanlık, yarı aydınlık sokaklardan rüzgar gibi geçtik birlikte. Düşeceğimden hiç korkmadım. Sırtımı da yaslandığım yerden çekmedim. Saçlarım Barış'ın yüzüne çarpıp durdu, elbisemin etekleri uçuştu, kahkahalarım pervasızca yollara döküldü. "Sen bu dünyada tanıdığım en iyi kalpli adamsın!" dedim, sesimi yükselterek. Abartılı övgü cümleme abartılı bir kahkahayla karşılık verdi. Kulağımın dibinde işittiğim gülüşü içime doldu sanki, gülümsedim. "Çok mutluyum." dedim, gözlerimi kapatarak.
"Biraz sonra yolu tarif etmeni isteyeceğim." dedi Barış, kestirme bir sokağa girerken. Onun yabancısı olduğu sokakları ben ezbere biliyordum. Zaten ezberimde bir tek bu kasabanın sokakları vardı. Oysa Barış İstanbul'un sokaklarını ezbere biliyordu. "Olur da bir gün İstanbul'a gelirsem," dedim, başımı arkama çevirerek. "İstanbul'da da bisiklete bindirir misin beni böyle?"
"O zaman kendin sürmeyi öğrenmiş olursun." dedi, emin bir ses tonuyla. Başımı iki yana salladım. "Hayır." dedim. Saçlarım uçuştu. Rüzgar aramıza girdi. "Böyle istiyorum."
"Bindiririm." dedi, gülümseyerek. "Bütün İstanbul'u bisikletle turlarız, gıkım çıkarsa adam değilim."
• |
0% |