@gitmeamalavinia
|
Turgay Merih - Çalsam Bir Gün Kapını
Yasemin ablanın düğününden sonraki her günüm dağda bayırda bisiklet sürmeyi öğrenmeye çalışmakla geçti. İlk zamanlar Barış'ın yardımı olmadan ayaklarımı yerden kesmeyi bile beceremezken şimdi an geliyordu sürüyü Barış'a bırakıp ağaçların etrafında tur atıyordum. Barış haklıydı. Yere düşmeden bisiklet öğrenilmiyordu. İlk gün olmasa da ikinci gün sertçe yere kapaklanmıştım ve dizimde kocaman bir yara oluşmuştu. O günden sonra elbise giymeyi bir süreliğine bıraktım. Pantolonla sürmeye başladım.
"Sen kaptın bu işi!" demişti Barış, ilk kez yokuş aşağı sürme deneyimimi izlerken. Ardından beni alkışlamış ve ıslık çalmıştı. O böyle tezahürat yaptıkça kendimi olimpiyatlarda yarışıyormuş gibi hissediyor, havalara giriyordum. Saçlarımın rüzgarla savruluşuna bayılıyordum en çok. Filmlerdeki artistlere benziyor muyum, demiştim Barış'a. Sen onlardan daha artistsin, demişti. Gülmekten bisikletten düşecektim az kalsın.
Birkaç kez sürü yanımızda olmadan bisiklet sürmeye gittik. Bunun için henüz gün doğmadan evden çıkmamız gerekmişti. O saatten başka evden kolayca ve çaktırmadan çıkabileceğim bir zaman dilimi yoktu. Sürüyü ahırdan almak için aynı yolu tekrar yürümem gerekeceği için üzülmüştüm, Barış da beni bisikletin önüne bindirmişti. Tıpkı düğün günü olduğu gibi. Kalbim yerinden çıkacakmış gibi atmıştı yine.
"Ya senin hiç işin gücün yok mu?" dedim bir gün, bisikletin önünde kollarımı iki yana açmış gülümserken. "Var." dedi, rahat bir sesle. "Sana bisiklet sürmeyi öğretmek."
"Benimle karşılaşmasaydın peki?" dedim, gözlerimi açarken. "O zaman neyle meşgul olacaktın?" Bir süre sessiz kaldı. Arkamı dönüp yüzüne baktım. "Sahi, o zaman ne yapacaktın gün boyu?"
"Fotoğraf çekecek başka yerler arayacaktım. Dağ bayır gezecektim."
"Yine dağ bayır geziyorsun." dedim, gülerek.
"Evet ama yalnız değilim." dedi. Bisikleti yavaş yavaş durdurdu. Bir ayağını pedaldan çekip yere koydu. "Güzeller güzeli bir hanımefendi bana eşlik ediyor." Öyle çok utandım ki, yüzüne bakamadım. Bu utancım onu güldürdü. Böyle süslü laflara bayılırdı Barış! Prenses derdi bazen, hanımefendi derdi, köylü kızı derdi; nerede güzel bir kelime var, onu seçerdi. Bu güzel kelimelerden bir tanesi vardı ki onu duyduğumda midemde kelebekler uçuşuyordu. Köylü güzeli!
İstanbul'daki kızlara da böyle mi hitap ediyorsun diye sormuştum bir gün. Durup düşünmüştü kısa bir süre. "Bilmem," demişti, omuz silkerek. "Bugüne kadar kimseye köylü güzeli demediğime eminim ama diğer kelimeleri kullanmış olabilirim." Ondan önce kimse bana köylü güzeli dememişti. Bunu ona söylemedim.
Barış'la beraber gizlice yürüttüğümüz bisiklet sürme maceramızdan kimseye söz etmemiştim. Hayatımdaki en özel ve en güzel anıyı kendime saklamak istemiştim belki de. Sanki Barış benim kendi kafamdan kurduğum hayali bir arkadaştı ve köydeki kimsenin ondan haberi yoktu. Bunun böyle olmadığını bir ikindi vakti Mukaddes teyzenin ağzından Barış'ın adını duyduğumda anladım. Mukaddes teyze kendi kafasından Barış için bulduğu gelin adaylarını sıralarken ağzımdaki çayı püskürtmüş, bahçedeki bütün kadınların gözlerinin üzerime dönmesine sebep olmuştum. "Özür dilerim." dedim, peçeteyle ağzımı silerken. Bir yandan da öksürmeye devam ediyordum.
"Bu da güzel kız ama küçük daha. Vermezler bunu." dedi Mukaddes teyze, gözleri hazır beni bulmuşken lafını yapıştırmayı ihmal etmeyerek. Kulaklarıma kadar kızardım. Öfke ve utanç birbirine girdi içimde. Yanaklarım alev aldı. Ablamla göz göze geldik. Bir şey söylememem için gözleriyle bana telkinde bulunurken yanımda oturan Zeynep kolumu tuttu. "Gökçe." dedi, kısık ve yatıştırıcı bir sesle. Anneme baktım. Mukaddes teyzeye hiçbir şey söylemedi. Kadınların üzerimde olan bakışları dağılırken Mukaddes teyze de kendince uygun bulduğu gelin adaylarını saymaya devam etti. Kadınlardan biri Barış'ın evlenme niyetinde olup olmadığını sordu. Mukaddes teyze kadına sanki mahalledeki bütün gençlerin evliliği kendi vazifesiymiş ve gençlerin bu konuda hiçbir söz hakkı yokmuş gibi baktı. Gözlerimi devirdim. Neden her şeye burnunu sokuyordu ki? Ayrıca Barış henüz okuyordu! İnsanlar okurken de pekala evlenebilir dedi içimden bir ses. İçimdeki sese de sinir oldum.
"Toplanıp şu kadının saçlarını neden yolmuyoruz?" dedim, kendi kendime. Zeynep beni duymuş olacak ki gülmeye başladı. "Sen seversin normalde Mukaddes teyzeyi. Sana attığı laflardan da gocunmazsın." Ne demek istiyorsun dercesine yüzüne baktım. "Barış'ı evermeye çalışıyor diye mi sinirlendin?" dedi, yüzünde imalı bir sırıtışla. Mukaddes teyzeye olan sinirimi Zeynep'ten çıkarmak istedim. Şöyle bir tane geçirseydim suratına çok güzel olurdu fakat bir kez daha kınayan bakışların kurbanı olmak istemiyordum. "Saçmalama." dedim, kaşlarımı çatarak. "Kim kiminle evleniyorsa evlensin, banane."
"Aynen aynen." dedi Zeynep, gıcık bir ifadeyle sırıtışını sürdürerek. "Eminim öyledir." Bacağına çimdik attım. Sırıtmayı sürdürdü. Sabır dilenircesine derin bir nefes aldım ve önüme döndüm. Çaprazımdaki sandalyede oturan Sevda'ya kaydı bakışlarım. Elindeki çay bardağının ağzında parmağını gezdiriyor, dalgın dalgın etrafı izliyordu. Ağlamayı bırakmıştı artık. Eski sevgilisi olacak dingil aklına geldikçe beddua etmeyi ihmal etmiyor, bizi de duasına ortak ediyordu. Zeynep'le biz de doğru düzgün tanımadığımız çocuğa gözümüz kapalı beddua ediyorduk. Üçümüzü beddua ederken gören ablam suratımıza yastık fırlatıp azarlamıştı bizi. Beddua sahibine geri döner, demişti. Sevda da ellerini beline yerleştirerek başını dikleştirmiş, mazlumun ahı zalimin burnundan çıkarmış Sedef abla, demişti. Ben yandım, o da yansın.
O an bunun gerçek bir sevgi olmadığını düşünmüştüm. Ne kadar doğru ne kadar yanlış bilinmez, - dediğim gibi aşk hakkında çok cahildim - Sevda'nın o çocuğa olan aşkının yalnızca bir heves olduğuna kanaat getirmiştim. İnsan sevdiğine beddua edemezdi. Ne kadar kötü de olsa, kalbini paramparça da etse sevdiğinin üzülmesini istemezdi. Aslında bu da biraz hastalıklı bir şey diye geçirdim içimden. Kendinden çok başkasını düşünür mü bir insan? Aşk uğruna böyle bir fedakarlık yapılabilir mi? Aşık olma düşüncesi bile tüylerimi ürpertti böyle düşününce. Kesinlikle aşık olmak istemediğime kanaat getirdim.
Zeynep'in kolumu dürtmesi üzerine daldığım düşüncelerden uzaklaştım. "Nereye daldın kızım? Çay doldurayım mı diyorum. Bardağın bitmiş." Yarısını biraz evvel püskürttüğüm çay bardağıma takıldı gözlerim. Ardından başımı iki yana salladım. "Gideceğim ben." dedim, ani bir kararla ayaklanarak. "Anneme eve gitti dersin." dedim ve önce elimdeki bardağı mutfağa bıraktım, ardından da bahçe kapısına yöneldim. Henüz kapıdan yeni çıkmıştım ki Sevda'yı gördüm. O da benim peşimden dışarı çıkmıştı.
"N'aber?" dedim, koluma giren Sevda'ya bakarak. Omuz silkti. Beraber ağır adımlarla ilerlemeye başladık. "Haftaya karne günü. Son sınavlardan çaktım zaten. Sınıfta kalmazsam iyidir. Seneye de gitmesem mi diye düşünüyorum."
"Diploma al bari," dedim, derin bir nefes alırken. "Bu seneyi geçebilirsen seneye de git okula, diploma al. Yazık olmasın o kadar seneye."
"Aman Gökçe. Umurumda mı sence?"
Dönüp yüzüne baktım. Yüzünde dünya yansa umursamayacak bir ifade vardı. "İstemiyorum hiçbir şey. Okumak da çalışmak da istemiyorum. Zengin bir koca bulup evleneceğim. Şanslıysam aşık olurum, değilsem mantık evliliğinin ekmeğini yerim."
"Salaksın." dedim, kaşlarımı çatarak. "Diyelim zengin kocayı buldun. Anlaşamadınız, boşandınız. Ne halt yiyeceksin?"
"Çalışırım o zaman Gökçe. Onu o zaman düşünürüm. Bıktım artık. Kafam basmıyor zaten derslere. Şarkıcı olmak istiyordum kızım ben. Nasip oldu mu, olmadı. Okumamın da bir anlamı yok artık."
"Ne diyeyim, inşallah bulursun gönlüne göre bir zengin koca."
Bir süre aramızda sessizlik oldu. Dayımların evine çıkan sokağa gelene kadar konuşmadan yürüdük. Ardından Sevda'ya sıkı sıkı sarıldım. "Kafana takma şu gerizekalıyı. Evliliği de çıkar kafandan." dedim, her ne kadar beni umursamayacağını bilsem de. Başını onaylarca salladı.
Yolun geri kalanını tek başıma yürüdüm. Muhtar amcanın evinin önünden geçerken Elif bir anda önüme atladı. "Gökçe abla!" dedi, heyecanlı heyecanlı nefeslenerek. Elimi kalbimin üzerine koydum. "Ödümü kopardın." dedim sitemli bir ifadeyle.
"Beni Barış abim gönderdi." dedi. Gözlerimle etrafa bakındım, gören duyan oldu mu diye. Kimse yoktu. Ardından küçük kıza çevirdim gözlerimi. "Seninle konuşacakları varmış. Burada bekler misin? Gidip haber vereyim."
"Ne konuşacakmış acaba?" dedim, kendi kendime mırıldanarak. Elif'in hala suratıma baktığını görünce başımı salladım. "Tamam, bekliyorum. Git haber ver." Koşarak bahçeye girdi. Bahçe kapısının hemen yanındaki duvara oturup beklemeye başladım. Beş dakika sonra Barış çıktı evden. Gözleriyle beni aradığını fark edince, "Pişt!" dedim, elimi sallayarak. "Buradayım. Arkana bak."
Barış beni duvarın üstünde görünce yanıma geldi gülümseyerek. "Hayırdır?" dedim, göz kırparak. "Çocuklarla mı haber gönderiyorsun artık?"
"Kapına gelmemi mi tercih ederdin?" dedi, kaşlarını kaldırarak. Neşeliydi sesi. Neşesine ayak uydurdum. "Kapımı bilmiyorsun ki." dedim, sırıtarak.
"Biliyorum." dedi. Kaşlarımı çattım. "Nereden biliyorsun?"
"Esra'yla karşılaştık geçen gün." Yüzünde inanılmaz keyifli bir ifadeyle ellerini ceplerine yerleştirdi. "Sizin evin orada bir tanıdığım oturuyor, beraber yürüyelim dedim. Kabul etti hemen. Ablası gibi değil tabii, daha insancıl bir hanımefendi olduğu için-" ayağımla bacağına vurdum. Cümlesi yarıda kesildi fakat hala gülmeye devam ediyordu. "Öyle işte. Öğrendim artık evini. Çat kapı gelebilirim her an."
"Hele bir gel," dedim, ellerimi belime yerleştirerek. "Babam ikimizi de gömer o evin bahçesine."
"Geleceğim bir gün." dedi, kararlı bir ifadeyle. "Baban da hiçbir şey demeyecek." Barış'ın gelecek hakkındaki müthiş pervasız hayallerini artık az çok bildiğim için bu dediğini ciddiye bile almadım. Ona kalırsa şu dünyada yontulmayacak odun, eğitilmeyecek insan yoktu. Babamın bir kız ve erkeğin arkadaş olmasına sıcak bakma ihtimalinin mümkün olabileceğini düşündüğü için ona saf mı demeliydim enayi mi? Karar veremedim.
"Ee, ne diyeceksin bana? İşim gücüm var benim. Gitmem lazım." dedim, ellerimi oturduğum betona yaslayarak. İşim gücüm yoktu. Niye böyle dediğimi ben de anlamadım.
"Yarın sabah benimle değirmene gelir misin?" dedi. Şaşkın şaşkın yüzüne baktım? "Un mu öğüteceğiz?" dedim, hayretle gülerek. Başını iki yana salladı. "Hayır tabii ki, ne unu? Değirmenin orada çimenlik var ya, orada bisiklet süreriz diye düşündüm."
"Hata yaparsam dereye uçayım diye mi?"
"Felaket senaryosu yazmakta üstüne yok Gökçe. Naz mı yapıyorsun, gelmek mi istemiyorsun?"
"İstiyorum canım, niye istemeyeyim?" dedim, derin bir nefes alarak. "Kızma hemen." İşaret parmağımı havaya kaldırdım. "Ama güneş doğmadan buluşabiliriz ancak."
"Tamam." dedi, başını sallayarak. Ardından serçe parmağını bana uzattı. "O zaman anlaştık." dedi. Serçe parmağımı parmağına geçirdim. "Anlaştık."
•
1997 Kasım
"Her eylemin bir bedeli vardır delikanlı. Bunu en iyi sen bilirsin. Üzerine vazife olmayan hangi işe müdahele edersen, bedelini ödetirler sana. Ben ödetirim."
Cumhuriyet başsavcısı Suavi Kalender'in deri kaplamalı siyah koltuğunda otururken bana söylediği son cümle bu olmuştu. Geçen sene bu zamanlardı. Karşımda asılı duran takvime gözüm takılana kadar üzerinden bir yıl geçtiğini fark etmemiştim bile. Takvim yaprağını elime almak için ayağa kalkmışken vazgeçtim ve konsolun üzerindeki çerçeveye uzandım. Profesyonel çekim olsun diye diretilen fotoğrafın berbatlığı şimdi ilk kez gözüme batıyordu. Bu muydu profesyonel çekim? Nerede özenle ayarlanmış ışık, nerede çekim açısı, nerede halinden memnun, gözleri aşkla parlayan insanlar? İstihzalı bir gülüşle çerçeveyi yerine bıraktım. Suavi Kalender elbette haklıydı. Her eylemin bir bedeli olurdu. Aşkla parlayan bir çift yeşil gözü yalnızca fotoğraflarda görmeye mahkum olduğum gün ben bedel ödemeye başlamıştım zaten.
Yatak odasına çıkmak yerine bahçeye yöneldim. Bahçedeki koltuklardan birine oturup gözlerimi gökyüzüne çevirdim. Nereden geldiğini anlayamadığım bir tebessüm gelip yerleşti dudaklarıma. Yıldızlarla dolu bir geceydi bu gece. Gökçe'nin matematiğinin benden daha iyi olduğunu ispat etmek için yıldızları saydığı geceyi hatırladım. Beni alt edecek bir şey buldu mu çocuk gibi sevinir, kendini ispat etmek için çabalardı. Ben yapamazsın dedikçe nasıl da hırsla kızarmıştı yanakları.. Gerçekten gökyüzündeki bütün yıldızları saydığını düşünmüştüm o gece. Elleriyle görüş açısını genişletip kısaltıyor, göz yanılgısına düşmemek için bir gözünü arada kapatıp arada açıyor, benim kendisini izlediğimi fark edince heyecanlanıyor fakat gözlerini de hiç gökyüzünden ayırmıyordu. Tıpkı şimdi benim yaptığım gibi. Derin derin nefesler aldım. Tek gözümü kapatıp yıldızları saymaya çalıştım. Beceremedim. Kendi kendime güldüm. "Yaşlısın sen." dedim, Gökçe'nin sesini taklit ederek. "Matematiğim iyi diye böbürleniyorsun ama bak sayıları bile aklında tutamıyorsun. Baştan başlıyorsun hep."
Gözlerim kendiliğinden kapandı. Bir damla yaş yanağıma süzülürken gülümsemeye devam ettim. Gözyaşımı silmek için elimi yüzüme götürdüğümde sakallarımın epey uzadığını fark ettim. En son ne zaman traş olmuştum? Ajanstan çocuklar beni soruyordu kaç gündür. Telefonlara bakmış mıydım? Babam gelmişti, hesap sormuştu bana. Küçük bir çocuk gibi azarlamıştı beni herkesin önünde. Ne demiştim? Bir şey söylemiş miydim?
Bana ne olduğunu merak ediyorlardı. Bir yıl önce el birliğiyle boynuma astıkları pranganın bugün ne olup da ağırlaştığını, belimi neyin büktüğünü merak ediyorlardı. Öyle ya, bedel ödemeyi kabullenmiştim. O saatten sonra yan çizme ihtimalim kalmamıştı. Şimdi ne oluyordu da ringin ortasına beyaz havlu atıyordum? Yakışıyor muydu hiç benim gibi bir adama?
Bana yakışan şeyler yapmayı bırakalı tam bir sene oluyordu. Bir sene önce özgürlüğümü mesleğime tercih etmiş, parayla değil hürriyetimle satın alınmıştım. Yalnız mesleğimi değil, sevdiğim kadını da kaybetmiştim.
Bu yenilgiden daha ağır bir bedel olabilir miydi?
•
1Temmuz 1993
Henüz aydınlanmaya başlamamış havada dere kenarına doğru ilerlerken içimde tarif edemediğim bir heyecan vardı. Bugün benim doğum günümdü. Ben bugün reşit olmuştum! Henüz benden başka kimsenin umurunda olmasa da bugüne bugün ben yetişkin bir hanımefendiydim. O yüzden sabahın köründe evden çıkarken üzerime iki hafta önce Sevda'nın hediye ettiği asker yeşili elbisemi giydim. Bisikletten düşme ihtimalimi göz ardı ederek giydiğim elbiseyi bir haftadır ilk kez bugün giyiyordum. Doğum günümün şerefine!
Derenin durmaksızın akan su sesine ıslıkla tutturulan bir melodi sesi eklenince adımlarım yavaşladı. Yüzüme yerleşen gülümsemeyle ağır ağır sesi takip ettim. Değirmenin içerisinde bulunduğu binanın hemen yanındaki çimenlikte buldum Barış'ı. Gözlerimiz buluştuğunda hayretle elimi ağzıma kapattım. "Hoş geldin." dedi, elindeki mumu bırakıp yanıma koşarak. Ben hâlâ şaşkınlıkla karşımdaki manzaraya bakıyordum. Yerde beyaz çiçekli bir piknik örtüsü, onun üzerinde küçük bir yaş pasta, pastanın üzerine yerleştirilmiş mumlar ve örtünün üzerine bırakılmış bir kaset çalar!
Barış iki elini kollarıma koyarak beni piknik örtüsüne doğru ilerletti. Bir yandan da keyifli sesiyle bana hazırladığı sürprizi anlatıyordu. "Duydum ki dünyanın en güzel köylü kızının doğum günü varmış. Hem de on sekizinci yaşına giriyormuş." Pastayı yerden alıp cebinden çakmak çıkardı. "Ben de çam sakızı çoban armağanı bir hediye vermek istedim." Kaset çaların tuşuna bastıktan sonra mumları tek tek yaktı. Dereden gelen su sesine daha önce duymadığım bir şarkı sesi eşlik ederken gözlerine baktım. Gözleri ışıl ışıl parlıyordu.
"Doğum günün kutlu olsun köylü güzeli." dedi bana. Gözümden bir damla yaş akıp yanağıma süzüldü. Hayatımda ilk kez mutluluktan ağladığımı ona söylesem ne tepki verirdi? "Teşekkür ederim." dedim, titreyen sesimle gülümserken.
"Dilek tut ve mumları üfle. Yoksa rüzgar senin yerine mumları söndürecek."
Gözlerimi kapatarak derin bir nefes aldım. Mumları üflerken kendimi tutamayarak ellerimi çırpmış, sevinçle olduğum yerde zıplamıştım. Barış pastayı örtünün üzerine geri koyunca da kollarımı boynuna sardım. Bu ona ikinci sarılışımdı. İlkinde şaşırdığı gibi şaşırmamış, kollarını belime dolamakta gecikmemişti. "Çok teşekkür ederim." dedim, gözlerimi gökyüzüne çevirerek. Yüzümde minnet dolu bir gülümseme vardı. "Ben hayatım boyunca kendimi hiç bu kadar değerli hissetmemiştim." Aramızda oluşan sessizliğe kaset çaların sesi karıştı.
"Aşk oyunu, bunun adı Ayrılınca kalmaz tadı Her aklıma gelince sen Yüreğimde başlar acı"
"Erkin Koray'ın yeni şarkısı." dedi, bedenlerimiz ayrılırken. "Başka bir yerde dinlemiş olamazsın."
"İlk kez duyuyorum." dedim, gözlerimi kaset çalara çevirirken. Ardından tekrar pastamın güzelliğine baktım. Çocuk gibi sevinç çığlıkları atmak geliyordu içimden. "Hemen yiyebilir miyiz?" dedim, örtünün üzerine otururken. Barış gülmeye başladı. "Tabii ki yiyebiliriz. Pasta senin pastan, gün senin günün. Sen neyi nasıl istiyorsan öyle yapacağız." Saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırarak bıçağı elime aldım. İkimize de birer dilim pasta kestim. Kenarda plastik tabak ve çatallar vardı. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar düşünmüştü. Ne kadar teşekkür etsem az gibi geliyordu. Minnetimi ifade edecek kelime kalmamıştı sanki lügatımda.
Ağaç tepelerinde ötüşen kuşlar, hiç durmadan akan derenin sesi, kaset çalardan aramıza sızan şarkı sözleri ve gün doğumu.. Bütün bunların ortasında ise Barış'ın benim için hazırladığı minik doğum günü partisi!
"Bugünü hiç unutmayacağım." dedim, pasta tabağını bir kenara bırakırken. O da tabağını bir kenara bıraktı ve işaret parmağını dur dercesine kaldırdı. Ayağa kalkıp kenarda duran bisikletin sepetine uzandı. Elindeki kutuyu görünce kaşlarımı kaldırdım. "Yok artık." dedim, hayretle gülerek. "Var artık." dedi. Tekrar yanıma oturdu ve paketi bana uzattı. Ellerim titreyerek paketi açtım. İçerisinden çıkan mavi elbiseyi görmemle ise zaten zar zor zaptettiğim gözyaşlarım yanaklarıma süzülmeye başladı. Elbise bakmaya gittiğimizde beğendiğim fakat alamadığım elbiseydi bu. Hiçbir şey söyeleyemedim. Ne bir kelime, ne bir cümle. Sadece ağladım. Barış da gözyaşlarımı sildi.
"Ağlaman değil gülmen gerekiyordu. Hediyeyi mi beğenmedin?" dedi, parmakları yanaklarımı okşarken. Başımı iki yana salladım. "Nereden bildin bu elbiseyi-"
"Sevda'dan yardım almış olabilirim. Gerçi pek yardım etmeye istekli değildi, eşref saatine denk gelememiş de olabilirim. Bilemiyorum. Bir dayak yemediğim kaldı ama olsun." Dişlerini göstererek gülümsedi. "Sen mutlu olduysan mühim değil."
"Sen dünyanın en iyi kalpli adamısın." dedim, burnumu çekerek. Ardından elbiseyi kutunun içine bıraktım. Uzanıp Barış'ın yanağına varla yok arası bir öpücük kondurdum. "Teşekkür ederim." dedim, incecik bir sesle. Yüzüme dökülen saçlarımı kulağımın ardına iterken gülümsedi. "Ben teşekkür ederim." dedi, ışıl ışıl parlayan gözleriyle. Yeni doğan güneşin ilk ışıkları kumral saçlarına, buğday tenine vuruyor, kirpiklerinin gölgesini yanaklarına düşürüyordu. "Şu koca köyde senden başka kimsem yokmuş. Bana kimse olduğun için ben teşekkür ederim."
Ne o günü, ne de Barış'ın bana o gün söylediklerini ömrüm boyunca unutmadım.
•
|
0% |