Yeni Üyelik
8.
Bölüm

8. Bölüm

@gitmeamalavinia

Bora Ayanoğlu - Güller ve Dudaklar

 

Temmuz 1993

 

"İncirin var mı abi?"

 

"Daha mevsimi değil ki evladım. Şehirde vardır incir, burada bulamazsın. Ama iki ay sonra gel, kasalarla getiririm sana inciri."

 

"İki ay sonra burada değilim abi." dedi Barış, gülerek. Kollarımı önümde birleştirmiş, Barış'ın manavla yaptığı sohbeti dinliyordum. Kasabanın çıkışına yakın bir yerdeydik. Buranın esnafı beni tanımıyordu. "Hanım kızımız için mi bunlar?" dedi manav amca, Barış'ın elindeki poşetlere bakarak. Ondan önce ben cevap verdim. "Yok, benim için değil." Barış cüzdanını çıkarıp aldıklarının parasını öderken manav amcayla şakalaştılar.

 

"Tanımadığın insanlarla nasıl böyle sohbet edebiliyorsun?" dedim, manavdan çıktığımızda. Barış elindeki poşetleri bisikletin önündeki sepete yerleştirirken bana baktı. "Onlar benimle sohbet ediyor." dedi, gülümseyerek. "Sen meveler benim için değil dedin diye soru sormadı, yoksa eminim sorardı bir sürü soru. Evli misiniz, çocuğunuz var mı, varsa kaç tane, kız mı erkek mi..."

 

"Yok artık." dedim, önüme gelen saçlarımı geri iterken. Barış'ın gözleri saçlarıma değdi. Ardından tekrar gözlerimi buldu. "Evli bir kadına benziyor muyum ben hiç? Parmağımda yüzük yok bir kere."

 

"Evli olan herkes yüzük takmıyor." dedi, bisikletin selesine oturarak. Ardından benim de oturmama yardım etti. "Haklısın." dedim. Ellerini gidona yerleştirip pedallara yüklenirken ben de ellerimi onun ellerinin yanına koydum. Eğilip ellerimize baktı. Güldüğünü duydum. "Nereye gidiyoruz?" dedim. "Çok vaktimiz yok, biliyorsun. Her nereye gideceksek iki saat içerisinde dönmemiz lazım."

 

"Ferhat iyi birine benziyor. Bizi idare eder bence." dedi.

 

"Onun elinden bir şey gelmez ki. Baksana, nişanlanmalarına üç gün var ama hala gizli saklı buluşuyorlar ablamla."

 

"Neden? Baban mı kızıyor?"

 

"Evet." dedim doğrudan. Ardından derin bir nefes aldım. "Buralar böyledir işte Barış Efendi. Laf söz olur, elalem ne der, millet ne düşünür diye rahat dolaşamazsın. İstanbul'a hiç benzemez." dedim, i harfini uzatarak. Barış'ın gülüşünü saçlarıma değen nefesiyle hissettim.

 

"Sana göre değil mi demek istiyorsun?" dedi Barış, tenha bir yola girerken. Yolun bir tarafı çiçeklerle doluydu. "Öyle değil mi?" dedim, başımı ona doğru çevirerek. "Yaşayabilir misin burada?"

 

Bisikleti çiçekli yolun kenarında durdurarak yüzüme baktı. "Sevdiğin, sevildiğin yerde yaşarsın Gökçe. Değerlerine uysun, uymasın.. Önemli olan sevmektir."

 

"Sevdin mi burayı?" dedim, bisikletten inerken. Dudakları iki yana kıvrılırken bisikleti bir ağaca yasladı. "Sevmesem dönüşümü uzatır mıydım?"

 

Dönüş kelimesini duyunca yüzüm düştü. "Ne zaman döneceksin?" dedim, çimenlerin üzerine doğru ilerlerken. Sepetten çileklerin olduğu poşeti alıp yanıma geldi. "Bir ay doldu geleli. İki hafta daha kalabilirim ancak. Gitmem lazım. Okulun başlamasına var aslında biraz daha ama babam bırakmıyor beni. Bana kalsa okul başlamadan bir gün önce İstanbul'da olsam yeter."

 

"İstanbul nasıl bir şehir?" dedim, poşetteki çileklerden birini alırken. "Bunları götürmeyecek misin eve bu arada? Ben böyle yiyorum ama.." dedim, çilekleri kastederek. Başını iki yana salladı. "Bunları bize aldım. Sepettekileri eve götüreceğim. Elif Hanım'ın özel siparişleri."

 

Elimdeki çileği ısırırken çimenlerin üzerine boylu boyunca uzandım. "İstanbul nasıl bir şehir?" dedim, sorumu tekrar ederek. Çilekleri benim tarafıma doğru iterek o da yanıma uzandı. Ellerini karnının üzerinde birleştirdi. "Güzel bir şehir." dedi, yumuşak bir sesle. "Ben de çok güzel hatıralar bırakan bir şehir."

 

"Nasıl hatıralar mesela? Biriyle mi ilgili bu hatıralar?" dedim, yattığım yerden ona bakarak. Asıl sormak istediğim şeyi anladığı için güldü. Sessiz kalınca üzerine gittim. "Hiç aşık oldun mu?" dedim sonra, yüzündeki gülümsemeden cesaret alarak. Tepemizde parlayan güneşin ışıkları tenine vururken yattığı yerde bana doğru döndü, dirseğini çimenlere, başını da eline yaslayarak yüzüme baktı. Ben bu sefer ona bakmıyor, gökyüzüne bakıyordum. Ne cevap vereceğini de deli gibi merak ediyordum. "Sen aşık oldun mu?" dedi, sorumu bana iade ederek. Dönüp yüzüne baktım. "İlk ben sordum."

 

"Olmadım." dedi. Kaşlarımı şaşkınlıkla kaldırdım. "Hiç sevgilin olmadı mı yani?" dedim, hayretle.

 

"Sevgilim olmadı demedim. Aşık olmadım dedim."

 

Kaşlarım çatıldı. "Aşık olmadıysan nasıl sevgilin oldu? İnsan sevmediği birinin elini tutar mı?" Bu lafım onu düşündürdü. "Haklısın," dedi, başını tekrar çimenlere bırakıp benim gibi sırtüstü uzanırken. "Sevmediğin insanın elini tutmazsın." Ardından tekrar başını bana doğru çevirdi. "Fakat herkes sevdiğinin elini tutmuyor bu hayatta. Bak, insanlar sevmedikleri insanlarla evleniyor, bir ömür paylaşıyorlar. Bu sevgili olmaktan daha ciddi bir şey."

 

"Sevmediğin biriyle evlenmek işkence olmalı." dedim, derin bir nefes alırken. "Mantık evliliği yapan herkes mutsuz oluyor diye bir şey de yok tabii." dedim ardından. Başını salladı. "Aşk evliliği yapan herkesin mutlu olmadığı gibi." Gözlerimi gözlerine çevirdim. "Annen ve baban," dedim, yanağımın içini kemirerek. "Aşk evliliği mi yaptı?" Başını onaylarca salladı. "Belli." dedim, gülümseyerek. Kaşlarını kaldırdı. "Nereden belli?"

 

"Aşkı görmüş gibi konuşuyorsun bazen. Yakından şahit olmuş gibi." Gözlerime bakarken ne gördü bilmem, uzun uzun izledi yüzümü. "Bir de sevmeye meyillisin sen. Çilli'ye de en az Elif'e, Esra'ya, diğer çocuklara gösterdiğin kadar sevgi gösteriyorsun. Baksana, benim kuzular bile alıştılar sana iyice. Benden çok seni seviyorlar."

 

"Bunun ailemle ilgisi var mıdır ki?" dedi, uzun sessizliğinin sonunda. "Yani sevgi aileden miras kalan bir şey midir?"

 

"Bence öyledir. Sevgi dolu bir evde büyüyen çocuklar sevmeyi de sevilmeyi de bilirler." dedim, hüzünlü bir gülümsemeyle. Gözlerinden geçen soruyu gördüm. "Ben bilmiyorum." dedim. Hemen sonra ekledim. "Ya da yeterince bilmiyorum. Aşkı zaten hiç yakından gözlemlemedim. Cahiliyim yani bu meselenin."

 

"Bir nevi kimya ki, alimi yoktur. Tecrübe ettikçe biriken cahilliktir aşk." dedi, gözlerime bakarak. Neden bilmem, içimde bir yerlerde kelebekler kanat çırptı, kalp atışlarım hızlandı. Bana seni seviyorum Gökçe dese bu kadar etkilenmezdim herhalde. Yüzüne bakakaldığımı fark edince gülümsedi. O böyle gülümseyince bembeyaz dişleri ortaya çıkmış, sağ yanağındaki gamzesi huzuruma serilmişti.

 

"Nereden buluyorsun böyle afili lafları?" dedim. Kahkahayla güldü bu dediğime. "Bakkaliyeden." dedi. Ben de gülmeye başladım. "Beni de götür o zaman. Ben de öğreneyim." dedim. Şaka yapmıştım fakat duraksadığını fark edince ben de durdum. Düşünceli bir ifadeye büründü yüzü.

 

"Gökçe," dedi, gözlerimin içine bakarak. Merakla yüzüne odaklandım. "Telefonun var mı?" dedi. Başımı iki yana salladım. "Kişisel telefonum yok ama ev telefonu var. Neden sordun?"

 

"Ben İstanbul'a gittiğimde nasıl görüşeceğimizi düşünüyorum. Mektup yazarım ben sana ama sen her zaman kasabaya gelip postaneden mektupları alamazsın muhtemelen. Zor olur senin için. Ev telefonunu arasam, başkası çıkabilir."

 

"Sen bana numaranı ver, ben seni arayayım." dedim. Başını onaylarca salladı. "Bir daha ne zaman geleceksin?" diye sordum. Sesime hüzün bulaşmıştı. "Bilmiyorum." dedi.

 

"Ablamın düğününe gelir misin? Yılbaşında olacak düğünü." dedim, umutla gözlerine bakarak. Yüzümde ne gördü bilmiyorum, derin bir iç çekişle hüzünlü bir tebessüm yerleşti dudaklarının kenarına. Ardından bir elini yanağıma uzattı. "Çok mu istiyorsun gelmemi?" dedi. Parmaklarının tersi tenimde gezindi. "Sen istemiyor musun?" dedim, kaşlarımı kaldırarak.

 

"İstiyorum elbette." dedi. Ardından elini yanağımdan çekti. "İstersen gelirim."

 

"Okulun ne olacak?" dedim. Omuz silkti. Kaşlarımı çattım. "Derslerinden geri kalmanı istemem." dedim, rahat tavrına karşılık.

 

"Okula gitmek istemiyorum Gökçe." dedi, ciddi bir sesle. "İstanbul'a gitmek de istemiyorum. Bana ne yaptın bilmiyorum ama yanından ayrılmayı hiç istemiyorum. Keşke seni de yanımda götürebilsem." dedi. Gülümsedim. "Ben meşgul bir iş kadınıyım." dedim, gülerek. "Sürümü bırakıp hiçbir yere gidemem."

 

"Doğru." dedi, başını çimenlere bırakarak. "Ama isterdim benimle gelmeni. Yani şimdi değilse de bir gün. İstanbul'u gezdirmek isterdim sana. Her bir köşesini. Moda sahilinde kahve içerdik, Beyoğlu'na giderdik, Galata'nın önünde fotoğraflarını çekerdim." Gökyüzünde gezinen gözlerini kısarak gülümsedi. "Maçka parkında bisiklet sürerdik. Yeni açıldı orası. Bizim için yapılmış sanki Gökçe, bir görsen." Gözlerimiz buluştu. Farklı bir dünyadan bahsediyormuş gibi dinliyordum her bir cümlesini. Kendimi hiç bilmediğim İstanbul sokaklarında Barış'la hayal ettim. El ele. Sonra bu düşünce yanaklarımın kızarmasına sebep oldu. Gözlerimi ondan kaçırdım.

 

"Tekneyle açılırdık." dedi. Heyecanla yerimde doğruldum. "Senin teknen mi var?"

 

"Yok," dedi, gülerek. "Arkadaşımın var. Rica ederdim senin için birkaç günlüğüne, ne olacak?"

 

"Gazetede görmüştüm bir kere tekne. Çok güzeldi." dedim, gazete kupürünü gözümün önüne getirirken. "İstanbul boğazında çekilmişti fotoğraf. Yani öyle yazıyordu. Işıl ışıldı tekne Barış." Dirseğimin üzerinde kaykıldım. "Sen hiç gördün mü gerçek tekne?" Sorumun saçmalığını fark ederek cevap vermesine fırsat kalmadan ekledim. "Arkadaşımın teknesi diyorsun, elbette görmüşsündür. İçine bile girmişsindir."

 

"Babam kiralıyordu biz küçükken." dedi. Yüzüne merakla baktığımı fark edince devam etti. "Kardeşim çok sever denizi. Beni küçükken deniz tutardı, ben çok sevmezdim ama sırf Eylül istiyor diye tekne kiralardı babam, açılırdık öyle. Anneannemler Muğla'da yaşıyor. Okullar tatil olunca Muğla'ya giderdik bazen de. Muğla'da kiralamamıza gerek kalmazdı. Dedemin teknesi var. Eylül, annem, babam, dedem hep birlikte giderlerdi tekneye."

 

"Sen?" dedim, merakla.

 

"Ben mecbur kalmadıkça gitmezdim. Dedim ya, deniz tutuyordu beni. Neme lazım, orta yere kusup insanların keyfini batırırım falan.. Oturur evde anneannemle sarma sarardım."

 

"Sarma mı?" dedim, kahkaha atarak. Barış başını salladı. "Sen ciddisin." dedim.

 

"Niye ciddi olmayacakmışım? Elim lezzetlidir benim. İyi yemek yaparım."

 

"Şaşırdım." dedim, gülümseyerek. Anlatmaya devam etti. "Aslında anneannemi de deniz tutuyor. Dedem ısrar ederdi bazen, zorla gelirdi anneannem de ama ikimiz de hiç keyif almazdık tekneden."

 

"Şimdi de aynı mısınız?" dedim. Gözlerinden ince bir hüzün geçti. "Anneannem rahmetli oldu." dedi. Gülümsemem yüzümde soldu. "Allah rahmet eylesin." dedim.

 

"Beni de deniz tutmuyor artık." dedi.

 

"İki kardeşsiniz, değil mi?" dedim, konuyu değiştirmeye çabalayarak. Gözlerindeki hüzün canımı yakmıştı.

 

"Evet," dedi, başını sallayarak. "Bir tane kardeşim var. Canımın yarısı Eylül." dedi. Kardeşinden bahsederken gözlerinde parlayan ışıltıya hayranlıkla baktım. Barış'ın kardeşi ne şanslıydı kim bilir..

 

"Bir abim olsa nasıl olurdu acaba diye düşünmüşümdür hep." dedim.

 

"Kişiden kişiye göre değişir elbette ama benim şahsi hayatımda başıma gelen en güzel şey Eylül'ün abisi olmaktır." dedi.

 

"Gerçekten mi?" dedim, hayranlığa bulanmış bir hayretle. Başını onaylarca salladı. "Ahmet amcanın küçüğü Elif'i bu yüzden çok seviyorum. Eylül'e çok benziyor." dedi.

 

"Merak ettim kardeşini." dedim. Aklından ne geçti bilinmez, dudakları iki yana kıvrıldı. "Tanışsanız çok iyi anlaşırsınız, eminim." dedi. Dudaklarımı büzdüm. "Sana benziyorsa anlaşırız." dedim. Sırıttı. Nasıl güzeldi gülüşü. "Bunu bir iltifat olarak mı kabul etmeliyim?" dedi.

 

"Nasıl canın isterse." dedim.

 

"Buraya gelirken çok takıldı bana Eylül; dönüş biletini de alalım istersen abi, kırsal yaşamdan bunalırsan haber ver abi.. Neler neler. Şimdi dönmek istemediğimi duyunca şaşkına döndü. Birine mi gönlünü kaptırdın diyor." Son cümlesiyle dudaklarım bir parça açıldı. Şaşkınlığa bulandı yüzüm. Öylece baktım gözlerine. O da bir şey demedi. Oysaki deseydi bir şey, bir kelime, bir cümle; anlasaydım aklından ne geçtiğini. Ne mümkün gözlerinden geçenleri okumak. Sonunda gözlerini kaçıran ben oldum. Dilimin ucuna kadar gelen kelimeleri yutup gökyüzüne çevirdim bakışlarımı.

 

 

Ablamın şoför koltuğunda oturan Ferhat'la vedalaşmasını izlerken yüzümde kocaman bir sırıtış vardı. Önceden manasız gelen göz süzmeleri, gizli saklı el ele tutuşmaları, mektuplaşmaları yeni yeni bir mana kazanıyordu gözümde. İnsan aynı şehirde olduğu insana da mektup yazabilirdi, aynı mahallede olduğu insana da.

 

Ablam gülümseyerek yanıma doğru gelirken dönüp son kez Ferhat'a baktı. El salladılar birbirlerine. Ferhat'la göz göze geldik. Görüşürüz manasında bir hareket yapınca ben de el sallayarak karşılık verdim. Ardından ablam koluma girdi ve mahalleye doğru ilerlemeye başladık.

 

"Ne yaptınız?" dedim, kolunu dürterek.

 

"Dolaştık çarşıda. Tatlı yedik. Asıl siz ne yaptınız?"

 

"Abla bugün bana öyle büyük bir iyilik yaptın ki, sana anlatamam." dedim, ablamın sorusunu görmezden gelerek. Ablam gözlerini kısarak baktı yüzüme. "Siz ne zamandır buluşuyorsunuz böyle? Benim niye yeni haberim oluyor?"

 

"Fırsat olmadı abla." dedim. Yalandı. İstesem pekala anlatırdım. Bugün dışarı çıkmak için yardımı gerekmese anlatacağım da yoktu ama mecbur kalmıştım.

 

"Piknik yaptık çimenlerde, o kadar." dedim, ablamın bir şey demesine fırsat vermeden. O kadardı ama değildi de. Yani bakıldığında çok küçük bir kaçamakmış gibi görünse de benim için öyle değildi. İçimde çiçek açıyormuş gibi hissediyordum, normal miydi bütün bunlar? Veya azımsanabilecek kadar sıradan mıydı? Değildi. Ayrıntıya girmedim. Ablam da başka bir soru sormadı. Kendi buluşmasını anlattı. Çarşıda gördüğü ayakkabılardan bahsetti. Hangi tatlıyı yediğinden, Ferhat'ın balayı hakkında söylediklerinden, evlenince nerede oturacaklarından bahsettiklerinden.. Uzun uzun konuştu ablam. Ben dinledim. En sonunda ayaklarımız Zeynep'lerin evinin önünde durdu. Anneme söz vermiştik, çarşıdan dönünce Şengül teyzeye yardıma gidecektik. Mehmet'in müstakbel sözlüsü ile ailesi gelecekti ve bir sürü hazırlık vardı. Zeynep'in tek başına onca hazırlığın altından kalkması ise imkansızdı. Bu yüzden çarşıdan mahalleye döner dönmez soluğu Zeynep'lerde aldık. Annem çarşıya Sevda'larla gittiğimizi zannediyordu, Ferhat'la gittiğimizi bilmiyordu. Yalan ağzımıza yuva yapmıştı. Başımıza söylediğimiz yalanlar yüzünden bir çorap örülmemesini umuyordum.

 

"Hoş geldiniz canlarım." dedi Şengül teyze, ikimize de sarılırken. Ardından Zeynep elinde toz bezleriyle kapıya geldi. Sarılırken sırtına vurdum. "Yengenle tanışacaksın bugün, heyecan var mı?" dedim. Dalga geçtiğimi bildiği için gözlerini devirdi. Dalga geçiyordum çünkü yengesi olacak kızla aynı okulda okuyorlardı. Ve kızı hiç sevmiyor desem, yalan olmazdı. Ben tanımıyordum kızı. Zeynep'in anlattıklarıyla biliyordum yalnızca. Anlattığına göre kız abisine büyü yapmış bile olabilirdi. Mehmet'in merdivenlerden indiğini görünce hah dedim içimden. İti an çomağı hazırla.

 

"Oo, hoş geldiniz hanımlar." dedi Mehmet, üzerindeki gömleğin kollarını düzeltirken. O sırada ablam ve Şengül teyze içeri geçmişti. "Ne bu hal?" dedim, üstünü başını göstererek. "İki dirhem bir çekirdek olmuşsun. Kravat da mı takacaksın yoksa?"

 

"Yok be kızım, ne kravatı? Dilek istedi diye böyle giyindim. İyi olmuşum ama değil mi? Çok yakışıklı olmuşum." Zeynep elindeki toz beziyle Mehmet'in sırtına vurarak kapıya doğru çekiştirdi abisini. "Çok iyi olmuşsun, çok. Hadi git, dolaşma ayak altında."

 

"Zeynep dua et eşref saatimdeyim, yoksa yedirirdim o toz bezini sana." dedi Mehmet, Zeynep'e ters ters bakarken. Araya girdim. "Dilek duymasın ettiğin lafları. Büyüsü bozulur soğur senden falan, mazallah." Zeynep'le avuçlarımızı birbirine vurup kahkaha attık. Mehmet gözlerini devirdi. Sonra işaret parmağını sallayarak tehdit etti bizi. "Sakın kızın yanında da büyü müyü demeyin, asabımı bozmayın benim."

 

"Demeyiz, demeyiz." dedim, geçiştirerek. Ardından kapıyı suratına kapattım. Mehmet'i küçükken de sevmezdim. Bütün oyunlarımızı bozar, oyuncak bebeklerimizin saçlarını koparır, yakar top oynarken topumuzu alıp kaçardı. Şurada üç dört senedir anca iki laf edebiliyorduk. Ondan öncesi anca hır gür. Zeynep'le de çok kavga ederlerdi. Aklıma sabah Barış'la konuştuklarımız gelince güldüm. Hayalimdeki abi tabii ki Mehmet gibi bir külhanbeyi değildi.

 

"Sevda geldi mi?" dedim Zeynep'e, oturma odasına doğru ilerlerken. Başını onaylarca salladı. "Ağlıyor içeride." dedi.

 

"Yine mi ağlıyor?" dedim, adım attıkça artan şarkı sesini takip ederken. Radyo açıktı ve kulaklarıma Bergen sesi doluyordu. Sevda'yı koltuğun üzerinde peçetelerle görünce kendimi tutamayarak güldüm. "Salak mısın kızım sen?" dedim, yanına otururken. "İki gün önce beddua etmiyor muydun sen bu çocuğa, şimdi ne diye ağlıyorsun?"

 

"Ama şarkının sözlerine bak Gökçe! Gel de sen ağlama." dedi Sevda, burnunu çekerken.

 

"Yaşamayı sen'le anladım

Sende öğrendim ben sevmeyi

İnan aşk nedir bilmiyordum

Sende tanıdım bu duyguyu"

 

Bergen'in gür sesi en gamsız insanları bile dertlendirebilecek nitelikte olduğu için uzanıp radyonun tuşuna dokundum. Neşeli bir radyo istasyonu ararken saniyeler içinde aradığımı buldum ve Sevda'yı kolundan tutarak ayağa kaldırdım. Erkin Koray'ın sesi yayıldı odaya. Radyoya bakarak gülümsedim. Barış'ın sesi doldu kulaklarıma. Erkin Koray'ın yeni şarkısı. Başka bir yerde dinlemiş olamazsın. Doğum günüme dair bütün hatıralar peş peşe zihnime üşüşürken yüzümdeki gülümsemeye mani olamamıştım.

 

"Şu koca köyde senden başka kimsem yokmuş. Bana kimse olduğun için ben teşekkür ederim."

 

Doğum günümden sonra günlerce, gecelerce aynı cümleyi düşünmüştüm. Odada kimse olmadığı zamanlar Barış'ın hediye ettiği mavi elbisemi uzun uzun izlemiş, Zeynep'in kaset çalarını ödünç alıp aynı şarkıyı defalarca dinlemiştim. Bugün aynı şarkının radyoda denk gelmesi ise tesadüften başka bir şey değildi.

 

Hazine gibi sakladığım fotoğraflarımın arasına bir yenisi daha eklenmişti o gün. Barış kamerayı ayarlamış ve uzak bir yere koymuş, gelip bir de kolunu omzuma atmıştı. Tam o sırada bir kuş piknik örtüsünün üzerine pislemiş ve ikimiz de kahkaha atarken flaş patlamıştı. Yeşilçam artistleri gibi çıkmıştık fotoğrafta. Yeni doğan güneş üzerimize serilirken dudaklarımızdan kahkahalar dökülüyor, dünyada hayat bitse, fırtınalar kopsa biz kaldığımız yerden devam edecekmişiz gibi gülüyorduk.

 

O fotoğrafı hep göğsümde saklıyordum. Ta ki bir gün üzerimi değiştirirken yere düşene kadar. O günden sonra ise içimi büyük bir korku kapladı. Farkında olmadan bir yerde düşürürsem, biri görürse diye dolabımın en altına sakladım fotoğrafı. Fotoğraf dolabın en altında olsa ne yazar, hatırası göğsümün üzerinde duruyordu. Sonra olur olmadık zamanlarda aklıma geliyor, kalbimi yerinden hoplatıyordu. Tıpkı şimdi olduğu gibi. Şarkı değişene kadar durmadan gülümseyişimin tek sebebi buydu.

 

Bu halim kızların gözünden kaçmadı tabii ki. Temizliği bitirir bitirmez aralarına aldılar beni. Sorgu memuru gibi sıraladılar peş peşe soruları. Yalan söylemeye yeltenmedim bile. Anında anlayacaklarını bildiğim için ne sorarlarsa cevap verdim. Kendime sakladığım kısımlar olmadı değil, yalan yok. Fakat ablama bile anlatmadığım çoğu şeyi kızlara anlatmış bulundum. Sorguya çekildiğim dakikalar son bulduğunda Zeynep'in yüzüne hülyalı bir gülümseme yerleşirken Sevda'nın gözleri yine yaşlarla dolmuştu. "Biz de böyleydik." dedi, ağlamaklı bir sesle. Zeynep'le aynı anda, "Sevda!" dedik.

 

"Tamam be, tamam." dedi, akmaya yeltenen gözyaşlarını geri gönderirken. Sertçe burnunu çekti. "Acısını da yaşayamıyor ki insan sizin yanınızda."

 

"Vay be Gökçe!" dedi Zeynep, kolumu dürterek. Sevda'nın sitemini umursamamıştı bile. "Sen de ne yere bakan yürek yakanmışsın."

 

"Ne yürek yakanı Allah aşkına?" dedi Sevda, benden önce davranarak. "Bir aydır görüşüyorlar daha öpmemişler bile birbirlerini."

 

Dirseğimi sertçe Sevda'nın bacağına geçirdim. "Beni kendinle karıştırma istersen." dedim, kaşlarımı çatarak.

 

"Yalan mı?" dedi, omuzlarını dikleştirerek. "Yarın bir gün İstanbul'a gittiğinde unutmayacak mı seni? Ne olduğunuz belli değil daha. Sana seni seviyorum dedi mi? Sen ona seni seviyorum dedin mi? Yok. Erkek milleti kızım, bir çift göze kanar, unutur seni."

 

Zeynep kolunu dürtmese Sevda'nın susacağı yoktu. Bir çift göze kanıp kendisini unutan sevgilisinin acısı ona bu sözleri söyletiyordu. Farkındaydım. Fakat yine de bu sözler içimde bir yere dokunmadı desem yalan olur. Suskunluğum uzayınca Sevda elime uzandı. "Özür dilerim." dedi, sakinleşen sesiyle. "Seni üzmek için söylemedim."

 

"Önemli değil." dedim, ayağa kalkarken. Derin bir nefes alarak gülümsemeye çalıştım. "Hadi kalkın. Börek yapacağız daha."

 

Akşama kadar kızlarla tek kelime etmedim. En fazla yufkayı ben açtım, en fazla sarmayı ben sardım. Komşulardan gelip giden oldu. Hallerini hatırlarını sordum, işime devam ettim. Nihayet güneş batarken evden çıkabildim. Ağır adımlarla eve doğru ilerlerken kafamda dönüp duran düşünceleri kovmaya çalışıyordum fakat mümkün olmuyordu. Sevda'nın sözleri bana unutmak istediğim bir gerçeği hatırlatmıştı yalnızca. Yeni bir şey değildi. Ben düşünmüyor muydum sanki Barış'ın İstanbul'a gittiğinde beni unutma ihtimalini? Beni unutmak.. Kendi kendime güldüm. Ben kimdim de beni unutacaktı? Hayatında ne kadar yer kaplıyordum sanki?

 

Eve girer girmez annem tekrar dışarı gönderdi beni. Esra Hanım'ın peşine. Okul bahçesine oyun oynamaya gitmiş, orası eve uzakmış, yolda başına bir şey gelirmiş. Öfkeyle çıktım evden. Öfkem ne anneme, ne de Esra'ya değildi, bunu biliyordum. Fakat kime karşı olduğunu bilmiyordum.

 

Annemin uzak dediği yol on dakikada aktı geçti ayaklarımın altından. Okulun bahçe kapısının önünde duyduğum kahkaha sesleriyle duraksadım. Başımı içeri uzatınca gördüğüm manzara içimdeki öfkenin rüzgar olup uçmasına vesile oldu. Bahçedeki bütün çocuklar yerde küçük bir halka oluşturmuş, kendilerine bir şeyler anlatan Barış'ı dinliyor, o anlattıkça gülüyor, belli belirsiz şaşkınlık nidaları göstererek birbirlerine bakıyorlardı. Hepsinin elinde birer gofret, yüzlerinde tarifi imkansız bir mutluluk vardı.

 

"Barış abi sen ne dedin sonra?" dedi hafif kilolu olan, ismini hatırlayamadığım çocuk. "Ben ne diyeceğim, dondum kaldım olduğum yerde."

 

"Kardan adam gibi mi?" dedi başka bir çocuk. Barış'ı bir gülme aldı. O gülünce diğer çocuklar da güldü. Farkında olmadan ben de gülmüşüm. Barış'ın gözleri bana dönünce anladığım sesli güldüğümü. "Havuçtan burnum yoktu ama ben de bir kardan adam sayılırdım. Korkudan titreyen bir kardan adam." dedi, gözlerime bakarak. Çocuklar gülüştüler. Ağır adımlarla bahçeye girdim.

 

 

Gökçe'nin geldiğini görünce yanımda oturan Esra ayaklandı. "Ablam gelmiş!" diye şakıdı, ablasının yanına koşarken. Yarısını bitirdiği gofreti ablasına uzattı. "Abla bak, Barış abim bize gofret almış. Yarısını da sen ye."

 

"Ablana da verelim prenses." dedim, ayağa kalkarken. Ardından Gökçe'ye göz kırptım. Hemen kaçırdı gözlerini. Bisikletin önündeki sepetten bir gofret aldığım sırada Gökçe konuştu. "Ben Esra'yı eve götürmeye gelmiştim." dedi, sebebini anlayamadığım bir şekilde açıklama yaparken.

 

"Akşam ezanı okundu mu?" dedi çocuklardan biri. Gökçe başını iki yana salladı. "Okunur birazdan." dedi. Çocuklar hep birden, "Eyvah!" diyerek ayaklandılar. "Eve kadar yarış yapalım o zaman." dedi başka bir tanesi. "Mahalledeki camiye ilk varan kazanır!" dedi Elif ve hep beraber koşmaya başladılar. Esra'nın da koşan çocuk sürüsüne katılmasının ardından Gökçe de dönüp gidecekti ki elini tuttum. "Nereye?" dedim, ona doğru bir adım atarken.

 

"Eve gitmem lazım." dedi.

 

"Azıcık kalsan, olmaz mı?" dedim. Nazlanır gibi başını iki yana salladı. "Annem bekliyor."

 

"Lütfen." dedim, gözlerinin içine bakarak.

 

"Bekle o zaman." dedi. Arkasını dönüp çocukların peşinden koşmaya başladı. Köşeyi dönmek üzereyken Esra'yı yakaladı ve çocuğu iki kolundan tutup sıkı sıkı bir şeyler tembihledi. Esra'nın gözleri beni bulunca elini çocuğun çenesine koyarak başını kendisine çevirdi. Ardından her ne dediyse Esra hevesle başını salladı ve arkasını dönüp diğer çocukların arasına karıştı.

 

Gökçe gerisingeri yanıma, okul bahçesine döndüğünde akşam ezanı okunmaya başlamıştı. Demir kapıyı kapatırken gözlerimi Gökçe'ye çevirdim.

 

"Ne dedin Esra'ya?" dedim, yanına yaklaşırken.

 

"Annem beni sorunca ne demesi gerektiğini." dedi.

 

"Ne diyecekmiş?" dedim gülerek.

 

"Ablam kolyesini düşürmüş, onu aramaya gitti diyecek. Aklıma ilk bu geldi."

 

"İnanır mı buna annen?" dedim, gözlerimi kısarak. Omuzlarını kaldırdı. "Sayende yalan ağzıma yuva yaptı zaten Barış Efendi. İnanır herhalde diye umuyorum. İnanmazsa ablamı gönderir peşimden."

 

"Sayemde mi? Ben ne yapmışım?"

 

"Buluşalım diyorsun, güneş doğmadan evden çıkıyorum, soranlara uyku tutmadı diyorum. Zavallı hayvanlar da teheccüt vakti kalkıyor benimle birlikte." Ben gülünce o da güldü. Gülerek devam etti konuşmaya. "Piknik diyorsun, binbir yalanla kasabaya geliyorum, senin için. Kal diyorsun, el kadar çocuğa yalan söyletiyorum. Daha sayayım mı?"

 

"Lüzumu yok." dedim, derin bir nefes alırken. Ardından elimde kalan gofreti ona uzattım. Gülümseyerek gofreti elimden aldı. "Fena mı bak, aynı günün sabahında ayrı, akşamında ayrı buluşuyoruz." dedim, ellerimi ceplerime yerleştirirken. Sessiz kalıp elindeki gofrete çevirdi bakışlarını. Ardından tekrar gözlerime baktı. Bir şey söyleyecekmiş de söyleyemiyormuş gibi bir hali vardı. "Ne geçiyor aklından?" dedim, gözlerimi kısarak.

 

"Barış," dedi, derin bir nefes alırken. Yanakları yavaş yavaş kızarmaya başlıyordu. Bu halini biliyordum. Ya bir şey soracak, ya da bir şey isteyecekti. "Hım?" diye bir ses çıktı dudaklarımdan. Dinlediğimi belli etmekti amacım. Gökçe'nin dudakları yeniden aralandı. "Ben bir şey merak ediyorum aslında." dedi fakat saçlarına değen parmaklarım aklını karıştırdı, devamını getiremedi. "Neyi merak ediyorsun?" dedim, saçlarını nazikçe kulağının arkasına iterken. Bir kez daha derin bir nefes aldı. Bu hali öyle tatlı, öyle sevilesiydi ki, onu öpmemek için kendimle savaşmak zorunda kalıyordum.

 

"Sen İstanbul'a gittiğinde," dedi, yeşil gözlerini gözlerime dikerek. Duraksadım. Devam etti. "Beni unutmazsın, değil mi?" İncecik çıkmıştı sesi. İnce, nazik, kırılgan. Farkında bile olmadan gülmeye başlamışım, o bana şaşkın şaşkın bakınca farkına vardım. Ah Gökçe, dedim içimden. Ben seni de yanıma katıp götürmek istiyorum, sen unutmaktan bahsediyorsun!

 

"Sen beni unutur musun?" dedim. Kaşları çatıldı. "İlk ben sordum." dedi, aksi bir tonda. Sinirli yüz hatlarına bakarken gülmek istesem de tuttum kendimi. Ardından derin bir nefes aldım. Bir elini avucumun içine aldım. Götürüp kalbimin üzerine yerleştirdim. "Burada bir hareketlilik var, bir aydır. İsmini cismini bilmediğim, daha önce hiç tanık olmadığım, çat kapı uğrayıp ansızın yoklayan bir sızı." Dilimi dudaklarımın üzerinde gezdirdim. "Ben düşündüm taşındım.." Kulaklarını dört açmış beni dinliyordu. Gülümseyerek devam ettim. "O sızıya senin adını vermeye karar verdim. Bu sızı burada durduğu sürece benim seni unutmam mümkün mü?"

 

"Peki.." dedi, gözlerini ellerimizin üzerine çevirirken. Ardından yutkunup tekrar gözlerime baktı. "Ya geçip giderse buradan o sızı?"

 

"Ya ölürsen diyorsun yani?" dedim, kendimden emin bir sesle. Bu sözüm üzerine gözleri ışıl ışıl parladı. Fakat hemen sonra yine aynı tona büründü. "Henüz tanışalı bir ay-" diye söze başlayacak oldu, iki elimi yanaklarına yerleştirerek sözünü kestim. "Zamanın ne kıymeti var Gökçe?" dedim, sitem eder gibi. "Doğup büyüdüğün çevredeki insanları, akrabalarını düşün. Yaz kış birliktesiniz diye onlara duyduğun sevgi artıyor mu? Veya biriyle arkadaşlık kurmak istesen önce tanışıklığınızın aylar bulmasını mı bekliyorsun? Zamanın ne önemi var?"

 

Gökçe sessiz kalınca ellerimi yanaklarından çekip bir adım geriledim. "Sen böyle düşünmüyorsan-" diyecek oldum, hızla başını iki yana salladı. "Korkuyorum sadece Barış." dedi, benim açtığım mesafeyi kendisi kapatarak. "Gelip geçici bir heves olmaktan, öyle hatırlanmaktan, ya da en kötüsü hiç hatırlanmamaktan korkuyorum." Araya girmek istedim, müsaade etmedi. "Sen beni unutur musun dedin ya bana. Ben seni unutmam Barış, unutamam. Çünkü sen bir tanesin. Ben on sekiz yıllık hayatımda senin gibisini hiç görmedim. Bu yüzden ben seni unutamam. Ama senin hayatında, İstanbul'da benim gibi yüzlercesi var."

 

Hiddetle başımı iki yana salladım. "Ben senin gibi düşünmüyorum." dedim, net bir sesle. "Benim ne fevkaladeliğim olabilir senin yanında? Sen kendini neye dayanarak diğer kızlarla kıyaslıyor veya küçük görüyorsun, anlamıyorum. Her insan bir tanedir Gökçe. Senin gibisi benim gibisi yok. Sen ve ben varız."

 

Öfkelendiğimi anlayıp ürkebileceğini düşünerek sustum fakat o beni şaşırtarak uzanıp elimi tuttu. Sıcak parmakları parmaklarıma dolanırken öfkenin vücudumu yavaş yavaş terk ettiğini hissettim. Uzanıp yanağıma bir öpücük kondurdu. Fakat doğum gününde yaptığı gibi hemen geri çekmedi kendisini. Aramızda birkaç santimlik mesafe bırakarak baktı gözlerimin içine. Yutkunmak hiç o kadar zor olmamıştı. Ne o geri çekildi, ne de ben. Kuş sesleriyle bezeli sessizliğimiz ise benim ağzımdan çıkan soru cümlesiyle bozuldu. "Seni öpebilir miyim?" dedim ona. Kulaklarım o sesin benden çıktığını inkar ederken Gökçe'nin yeşil gözleri dudaklarıma çevrildi. Sessizliğini ikrar olarak kabul ettim ve kadifeden daha yumuşak olan yanağına değdi dudaklarım. Boynundan yayılan koku burnuma doldu, mest oldum. Gözkapaklarım kapandı.

 

"Gökçe," dedim, neden sonra geri çekilmeyi başarabildiğimde. Bir şiir gibi tekrar ettim adını. "Gökçe..." Yeşil gözlerinin titreyişini, dudaklarının hızla alıp verdiği sıcak nefesin yüzüme vuruşunu, parmaklarının elimi bırakmak istemezcesine tutuşunu anbean izledim. Ardından Gökçe kızaran yanaklarıyla birlikte bir adım geri çekildi. "Ben gideyim." dedi, ellerimiz ayrılırken. Teninin sıcaklığından uzaklaşan elimi cebime yerleştirdim.

 

Gökçe elindeki gofreti sımsıkı tutarak okul bahçesinden çıktı.

Loading...
0%