@gizem_aden
|
L4.Bölüm: Muerte (Ölüm) İspanya/Günümüz İspanya'nın karanlık sokaklarından birinde ilerliyordu genç adam. Üzerinde siyahın hakim olduğu şık bir takım elbise vardı. Hafif yağmur çiseliyordu takım elbisesinin üzerine. Siyah takım elbisesi ıslanmaya başlamıştı ancak adam bunu umursamadan su birikintilerini pahalı ayakkabısıyla ezerek hızlıca yürüyordu. Kaçtığı yağmur değildi, hayır. Türkiye'den aldığı bir telefon doğru düşünmesini ve mantıklı kararlar vermesini engelliyordu. Peşindeki onca korumayı atlatmasının ve düşmanlarının peşinde olabileceği ihtimalini bile düşünmeden kendini sokaklara atmasının nedeni de buydu. Kendinden kaçmak, gerçekten kaçmak. Oysa nereye giderse gitsin kafasının içindekilerle beraberdi yolculukları. Burada bir imparatorluk kurmuştu genç adam. İspanya'da ilk geldiğinde babası ve annesi onu üniversite okuyor zannediyordu. Hâlâ da öyleydi gerçi. Babası oğlunun bu işlere karışmaması için Türkiye'den İspanya'ya yollamıştı ve herkesten gizlemişti bu gerçeği. Gel gör ki genç adam buraya geldikten bir süre sonra yer altının neredeyse tümünü elinde oynatır hâle gelmişti. Hem de çok basit bir şekilde. Hatta yöneticilerin bile ona çalıştığını duyanlar vardı. Elindeki kozlar azımsanacak cinsten değildi. Fakat bunu babasına nasıl açıklayacaktı bilmiyordu. Yirmi dört yaşında da olsa söz konusu babasıysa saygısızlık yapmak istemiyordu. Korumalarından biri olan Aida sonunda ona yetiştiği için sevinmişti. Ne olmuştu koskaca Muerte'ye? Gelen bir telefonun patronlarını bu hale getirmiş olması onları da tedirgin ediyordu. "Su avión está listo, señor. Se levantará en una hora. " (Uçağınız hazır efendim. Bir saate kalkacak. ) "Déjame acompañarte. Es mi deber protegerte." (İzin verin size eşlik edeyim. Sizi korumak benim görevim. ) Genç adam başını usulca salladığında siyah lüks bir araç önlerinde durdu. Çocukluk yapmanın manası yoktu. Genç adam araca bindiğinde Aida da araçta yerini almıştı. Genç adamın omzuna hasret denen yük binmişti çoktan. Türkiye'yi özlemişti. İstanbul'u özlemişti. Anne ve babasını özlemişti. Hatta salak arkadaşlarını bile özlemişti. Ömer'i bile özlemiş olabilirdi. Haylaz küçük kuzenini yani. Üzerindeki ceketi çıkardı genç adam. İçinde bir sıkıntı vardı. Siyah gömleğinin kollarını usulca dirseğine kadar katladı. Boğuluyormuş gibi hissediyordu. Sevdiği birine bir şey olduğunda böyle hissettiğinden annesini ve babasını bile aramıştı. Fakat ikisinin de iyi olduğuma emin olmuştu. Genç adam ise yıllardır arada oluşan bu hisse anlam veremedi. Bazen böyle olurdu. Çoğu kez ailesine bir şey olduğunda olsa da bazen sebepsizce de olduğu vardı. Bu yüzden çok da umursamadı genç adam. Araç yarım saatte hava alanında durdu. Genç adam ise hızlıca özel uçağına bindi. Koyu yeşil harelerini boşluğa kitledi. Her şeyin daha yeni başladığını hissediyordu. Yıllar sonra bu kez bambaşka biri olarak Türkiye'ye dönüyordu. Ölümden korkan bir çocuk olarak gittiği İspanya'dan ölüm lakabını hakkıyla yerine getiren bir adam olarak ayrılıyordu. Muerte ölüm kokan ellerine dikti gözlerini. Ölümün yakışmadığı yalnızca birini tanımıştı bu yaşına değin. Kendisine bile yakıştırdığı ölümü gördüğü bir kişiye yakıştıramamıştı sadece. Küçük yaşta kaybettiği birine. Kaybettiği hayatla kayıplara karışan kendisiydi oysa. Her anlamda. Türkiye/ Şimdi Mermilerden biri boşa giderken diğeri sol omzuma saplanmıştı. Omzumdan koluma doğru feci bir acı oluşurken belimdeki silahı sağ elimle sıkıca kavradım ve merminin nereden geldiğini çözmeye çalıştım. Omuzumdaki mermi doğru düşünmeme mâni oluyor ve gözümün kararmasına sebebiyet veriyordu. Normalde dayanıklıydım kurşun yaralanmalarına karşı ancak damara isabet etmiş olmalıydı ki çok fazla kan kaybediyordum. Silah sesleri durduğunda hızlıca etrafı taradım. Bardaki yüksek sesli müzik durmuş insanlar korku içinde masaların altına gizlenmişti. Ben de kapının hemen yanındaki masanın altında siper almıştım. Uyarı ateşi olmalıydı. Ama bu kadar işlek bir yerde de çok nadiren saldırıya uğrardım. Üstelik Alpler etrafı sarmışken nasıl olmuş da bana ulaşabilmierdi ki? Telefonum çaldığında insanlar masalardan kalkmaya ve korkuyla konuşmaya başladı. Silah sesleri kesilmişti. Etraftaki uğultuyu önemsemeden telefonu kulağıma götürdüm. "Kayla ses ver!İyi misin?" dedi Alp. Sesi oldukça yüksek geliyordu ve çatışma sesleri vardı çevrede. "Hayattayım Alp." dedim. İyi değildim fakat kötü olduğumu dillendirirsem daha da korkacak ve hata yapacaktı. Hataya yer yoktu. "Saldırı oldu burada. Bu yüzden gelen gideni kontrol edemedik. Oraya biri ulaşmış sanırım. Silah sesi oradan da geliyor. Buradaki çatışma devam ediyor. Kayla polisler gelmeden çık oradan hemen! Biz gelemiyoruz!" dedi soluk soluğa. Hâlâ sesler geliyordu. Çatışma devam ediyordu. "Buraya en yakın karakol iki kilometre ötede Alp. Yirmi dakikanız var. Çıkın o çatışmadan. Ben başımın çaresine bakarım. Arabada eskiden yaptığım bir oyuncak var. Otomatik ayarlı bir silah. Yere sabitle ve tetiğe bas. Kendi kendine beş dakika kadar ateş edecek sağa sola dönerek. O sırada siz kaçacaksınız. Buradan çıkınca sizi arayacağım. Hayatta kal! Ne olursa olsun!" dedim sertçe ve elimden geldiğince hızlı bir şekilde bardan ayrıldım. Doktor kapıdaydı. Gözleri hızlıca beni taradığında sol omzumdaki kurşun yarasında bakışları sabitlenmişti. Gözlerinden okunan saf mahcubiyet ve korkuydu. Beni kaybetmekten korkuyordu. Eğer ölürsem onca yıllık amacı boşa gitmiş olacaktı. Emir Sarmaşık'a olan borcu onu kalın zincirlerle benim hayatıma bağlıyordu. Eğer ben ölürsem boşlukta kalacaktı. Ve gözünde gördüğüm bu ifade eğer gerçekse-ki gerçek olduğu çok yüksek bir ihtimaldi zira bana rol yapmasına gerek yoktu- nefesim kesildiği saniye kafasına sıkıp benimle hayata gözünü yumacak gibiydi ifadesi. Hızla yanıma ulaşıp kolumu kendine çekti yarayı görmek için. Kolum hareket edince ağrısı daha da şiddetlendiğinden dişlerimi sertçe birbirine geçirip öfkeyle Doktor'a baktım. Acıdığını anladığında kolumu serbest bıraktı üzgünce. Beyaz tişörtünün eteğinden tutup bir kısmını yırttı ve hızla koluma sarıp sıktı . Dişlerimi mümkünmüşçesine daha da birbirine geçirdiğimde öfkelenecek gücüm bile kalmamıştı. Beyaz tişörtünün parçası saniyeler içinde kırmızıya boyandı. Kanım yine midemi bulandırırken gözümü yaradan çekip Doktor'a diktim. Belindeki gümüşi renkteki silahı çıkardı ve sağlam kolumu tutarak beni arkasına sakladı. Hala tetikteydi. Hızlıca dışarı çıkardı beni. Polisler gelmeden çıkmalıydık. Kaç dakika kalmıştı? Zaman kavramımı yitiriyordum. Doktor birden durduğunda hafifçe sırtına çarptım. Karşısında biri olmalıki ilerlemiyordu. Beni hafifçe sola ittip eş zamanlı olarak karşısındaki adamın yüzüne yumruğunu geçirdi. Karşısındaki adam benden biraz uzun ve hafif kilolu sarışın bir adamdı. Burnundan kan akarken bir küfür savurdu. Ardından bana yöneldiğinde doktor silahını terst tutup ensesine geçirdi. Bayılmıştı. Beni isteyenler cidden delirmişti artık. Polisi dahi umursamamış ve dibime girip işlek bir yerde ve onca masum insanın içinde bana ateş edip beni almaya birini göndermişlerdi. Tanrım, şaka gibiydi! Yerin ayaklarımın altından kaydığını hissettiğimde Doktor hızla sağlam kolumdan tutup beni doğrultmuştu. Gözlerim kayıyordu. Adım atacak gücüm yoktu. Bunu anlamış olan Doktor da bir elini belime yerleştirp diğerini bacaklarıma altından geçirdi ve beni kucağına aldı. Son hatırladığım kolumdan akan kanın Doktor'un omzundan başlayarak her yerini kana buluyor olduğuydu. Üç saat sonra Gözlerimi açtığımda hastanedeydim. Yıllardır buranın müdavimi olduğumdan Özel Edilgen Hastanesi olduğundan şüphem yoktu. Kolumu sargıya almışlardı. Bir de serum bağlıydı. Şerefsizler iyi vurmuşlardı. Allah'tan acı eşiğim yüksekti de çabuk toparlardım. Aklıma gelen şeyle hemen ayağa fırladım ve serumu bir hışımla çıkarıp üzerimdeki kablolardan kurtuldum. Teleşla telefonu aradım ancak ne bir telefon ne de bir Allahın kulu vardı lanet odada. Koşarak dışarı çıktığımda kısa bir an başım döndüğünden durup nefes aldım ve Kıraç'ın odasına doğru koşmaya başladım. Nefes nefese odaya daldığımda Kıraç bir hastayla konuşuyordu. Şaşırmasına fırsat vermeden kalan son nefesimle "Telefon ver bana Kıraç. Hemen!" dedim bağırarak. Başım döndüğünde hemen yerinden kalktı ve koluma girdi. "Sakin ol Kayla." deyip hastaya ithafen konuşup dışarıya çıkmasını rica etti. "Daha iyi misin? Sakinleştirici verdik sana. Yarına kadar uyanmamalıydın. Nasıl oldu da uyandın anlamadım. Dinlen biraz." dediğinde yüzümdeki bariz öfkeyle adeta tıslarcasına "Telefen vermen için yalnızca bir dakikan var Edilgen. Sonuçları çok ağır olur aksi takdirde." dediğimde ciddiyetimi kavrayarak bana beyaz önlüğünün cebindeki telefonun kilidini açıp uzattı. Ezbere bildiğim Alp'in telefonunu girdim. Çalıyordu. Çalıyordu. İkinci çalışta açıldı. "Ne oldu Kıraç? İşlerim var acil son-" diyen Alp'in sesiyle titrek bir nefes aldım. Cevap vermeden önce Kıraç'ın yardımıyla onun koltuğuna oturdum. "Sana diyorum?" diyen Alp'in sinirli sesiyle eski halime döndüm. Soğuk sesimle "İyi misin Alp? Zaiyat nedir?" dedim. "Şükürler olsun Kayla. Sensin." dedi. Bana ulaşamamış ve her yerde beni aramış olmalıydı. "Ölü yok. Arda yaralandı ama sadece bir sıyrık. Sorun yok. Hayattayız. Nerdesin sen? Kafayı yedik." dediğinde bariz rahatlamıştım. "Hastanedeyim. Edilgen'de. Evimin güvenliğini azalt. Oradaki korumaları şirkete gönder. Şirkete geçmem gerek. Bağış gecesi için. Bizim de bağış yapmamız gerek." dediğimde bağıştan kastımı anlayan Alp iyi olduğuma emin olmadan bağış gecesi için bile olsa kesinlikle gitmemi istemedi ancak en sonunda onu inandırmış olmalıyım ki onaylayıp telefonu kapatmıştı. "Sen hastana bak. Bana da kıyafet ayarlat Edilgen. Çıkmam gerek." dedim elimdeki telefonu Kıraç'a uzatıp kapıya yönelirken. "Dinlenmek gerek Kayla. Çok kan kaybetmiştin. Kim getirdi seni belli değil o da ayrı bir mevzu zaten.Kimse kameraların kör noktalarnı iyi biliyor olmalı. Kim saldırdı size ayrıca?" dedi tedirgince. Alayla güldüm. "Masaya oturmadan sana tek bir bilgi bile veremem ne yazıkki küçük Edilgen." dedim. "Kurallar." dediğimde sinirle bana bakıyordu. "O kuralları sen yazdın yalnız Kayla!" dedi öfkeyle. Küçük bir kahkaha atıp "İşte öncelikle benim uymam gerek ki herkes uysun." dedim. Trip atarcasına koltuğuna oturup telefonunu masaya sertçe bırakıp kollarını birbirine bağladığında gülerek başımı iki tana salladım ve dışarı çıktım. Az evvel uyandığım odaya geçtiğimde bir hemşire elinde kıyafet poşetiyle gelip elindekileri bana uzattı. Siyah bir eşofman altı ve kapişonlu bol beyaz bir sweatshirt vardı. Muhtemelen Kıraç kendi kıyafetlerini göndermişti acil olduğunu bildiğinden. Hemen üzerimdeki hasta kıyafetlerinden kurtuldum ve eşofman altını giydim. Bol geldiğinden paçalarını üç kez katladım ve iplerini sıkıca bağlağımda güzel durmuştu. Sweatshirtü de üzerime geçirdiğimde kapı tıklatıldı. Gel komutunda sonra Alp hızlıca içeri girip koluma dikkat ederek bana sarıldı. Ayrıldığında "Bunu yapanı bulup canını kendi ellerimle alacağım." dedi saf öfkeyle. Muhtemelen ondan önce bulurdum. Fakat yapanın da cesaretine hayran kaldığım da su götürmez bir gerçekti açıkçası.Tam da benim yapabileceğim bir delilikteydi. Yapanı merak ediyordum fakat bugün gündemim doluydu. Bir süre daha nefes alabilirdi yapanlar. "Sonra o işler Alp. Onun da sırası gelecek elbette ama önce sevkiyat." dedim. Mehmet Giray vurulup vurulmamamı hatta ölmemi dahi umursamazdı. Sevkiyat planlandığı gibi bu gün olmalıydı yoksa büyük zarara uğrardıj. Benim için o kadar büyük değildi meblağ fakat azımsanamayacak kadar para dönüyordu ortada. Düşmanlığını pekiştirmeye de gerek yoktu ayrıca. Alp ile birlikte araca binip deri koltuğa iyice yayıldığımda Alp de şirkete sürmeye başlamıştı. Şirketin parlak ışıkları az önce kapadığım göz kapaklarıma akın edince gözlerimi açtım. Şirket süslenmişti. Bir çok iş insanı bağış için içerde en şık kıyafetleriyle gösteriş yarışındaydı. Göz boyamak için yapacakları cüzi miktardaki bağışları için omuzları dik ve kendini beğenmiş bir şekilde birbirini süzen bir sürü insanla doluydu içerisi. Gerçekten bağış yapanlar da vardı gerçi ama çok azı öyleydi. Araçtan indiğimde Alp arkada ben önde şirkete giriş yaptık. Tüm bakışlar bana döndüğünde kısa bir şaşkınlık yaşamıştı çoğu. Sonuçta her gün davete sweatshirt ve eşofman altıyla katılan şirket sahibi görmüyorlardı. Umursamazca kürsiye çıkıp arabada son dakikalarda bağışlarla ilgili hazırladığım konuşmamı yaptım. Tanıdığım kişilerle ayaküstü birkaç muhabbet ettim dikkat çekmemek için ve lavobaya gitmek için izin isteyip lavobaya ilerledim. Lavabonun kapısına gelince etrafta göz gezdirdim. Kimsenin gelmediğini gördüğümde kapının solundaki duvarda asılı gül portresinin altındaki gizli düğmeye bastım. Duvara doğru ellerimi dayadım ve sertçe ittiğimde Alp de koridorun başında göründü. Bana şaşkınlıkla bakarken yanıma ulaşmıştı. Duvarın bir kısmı kapı gibi açılmıştı. İçeriye girdiğimizde kapı otomatikmen kapandı ve karanlık koridor tavana gömülü ledlerle aydınlandı. "Oha!" dedi Alp. "Hangi manyak şirketini yaptırırken içine gizli bir koridor yaptırırki?" dediğinde hafifçe dudaklarım yukarı kıvrıldı. "Zemheri farkı kardeşim. Alış bunlara artık ya. Ben şaşırmana şaşırıyorum artık. Ayrıca şirketi yaparken sadece planları vardı. Yeni tamamlandı içerisi." dedim ve ilerde beni bekleyen üç kişinin yanına adımladım. Mehmet Giray ve sadık koruması karşımdaydı. Yaklaşık bir saattir beni bekleyen Giray sinirle bana bakıyordu. "Nerede kaldınız Zemheri? Alıcılar bekliyor." dedi. "Ayrıca bu kılıkla mı geldin şirkete? Allah'tan dikkat çekmiyoruz dedik. Zaten düşmanlar yığılmış peşimize. Hemen halledelim bir de alıcıları düşman etmeyelim kendimize. Alıcılar baya nüfüslüymuş. Bekletilmekten de nefret ettiklerini duydum." dediğinde başımla onayladım ve sert adımlarla ilerledim. Elli metre kadar sonra durduğumda herkes de durmuş bana bakıyordu. Eğilip yerdeki sarmaşık logosuna baş parmağımla hafif baskı uyguladığımda "Kimlik taraması başarılı." sesi yankılandı koridorda ve yer altına uzanan merdivenler görüş açıma girdi. Dördü de garip bir şekilde bana bakarken merdivenlerden indim. Onlar da sessizce beni izliyordu. Son koruma da inmeye başladığında kapı hemen geri kapandı üstümüze ve biz yerin elli metre aşağısına yürüdük merdivenlerden. Biraz sonra önümüzde tüm silahlar vardı. Hepsi uzun siyah bir masada parlıyordu. Her biri Mehmet Giray ile yaptığımız son model ve harika silahlardı. Sarmaşık damgaları vardı herbirinin farklı bir yerinde ve her biri adeta parlıyordu. Karşımızda ise alıcılar vardı. İkisi erkek biri kadından oluşan üç kişi daimi müşterilerimdendi. Silahlara ilgi duyan bir çetenin lideriydi kadın olan. Diğer ikisi kardeşiydi. Helin Ergüven ve ikiz kardeşleri Güney ve Kuzey Ergüven. Dünyaca ünlü Ergüven Hotel'in sahipleri. Tabi beni ilgilendiren kısmı Emir Sarmaşık yani babamın da daimi müşterisi olmasıydı. Babaları Han Ergüven eski BigBang masasındandı. Bunlar artık masada yoktu ancak bazı işlerimde onları kullanıyordum. Masanın arşivleri sağolsun elime müthiş kozlar geçmişti. Bunu bilmeyen Mehmet Giray için onlardan korkmalıydık. Düşman olabilirlerdi. Fakat böyle bir şeye cesaret edemeyecekleri gibi bana da yardım etmek zorundaydılar. Kısa bir baş selamı verdim. Karşılık verdiler. "Hoş geldin Helin. Yeni oyuncaklar hoşuna gidecek." dedim. Bu yer altı tüneli epeyce uzundu ve onlar da diğer kapıdan gelip buraya epey yürümüştü fakat kesinlikle güvenliydi çünkü şirketteki kapı sadece benim parmak izimle onların geldiğı ormandaki kapı sadece Helin'in parmak iziyle açılıyordu. "Valla ne yalan söyleyeyim Zemheri tünel dahice. Silahlardan daha dikkatimi çekti bu gece tünel. " dedi. O da eğleniyordu. "Silahları görmedin daha da o yüzden. " dedim kendimden emin bir şekilde. Tüm silahları ve özelliklerini çocuğunu öven bir baba edasıyla anlattı Mehmet Giray önündeki masada dizili yeni silahlarını. Siyah mat bir masanın üzerindeki silahlar, gri beyaz karışımı duvarlar ve siyah deri koltuklar dışında herhangi bir şey yoktu labirenti andıran geniş odada. Mehmet ciddiyetle özelliklerini ve teknik bilgileri aktarmaya devam ediyordu. Silahlar onun için de büyük bir tutkuydu. Genelde fikirleri birlikte verirdik fakat yapım aşamasının çoğunda ben ilgilenirdim. Yapımı ve hayata dökmesi ise Mehmet'in işiydi. Silahların çizimlerini yapmak için bir sene kadar eğitim almıştım. Uyku problemlerim olduğundan bana da aktivite olmuştu. Hızlıca öğrenmiş ve kendimi geliştirmiştim. Diğer oyuncaklarımı yapmayı da o vakitlerde planlıyordum ve yapım aşamasını da öğreniyordum bir yandan. En nihayetinde şu an yapamayacağım bir cihaz olduğunu düşünmüyordum. Helin en son Mehmet'in gösterdiği siyah keskin nişancı tüfeğini eline aldı sakince. Namlunun sol yanındaki gümüş sarmaşık amblemi silahı kusursuz kılıyordu. Beğeniyle her birine bakan Helin'in en çok dikkatini çeken bu silah olmuştu. Helin'in keskin nişancı tüfeklerine olan zaafını bildiğimden bunu özellikle yapmıştık Mehmetle. "..ve bu da sonucuydu. Dediğim gibi benim gözbebeğim bu silah. Hafif ve el dengesi çok iyi. Aynı zamanda tam otomatik ve yarı otamatik haline getirebilirsin yanındaki şu düğmeden." dedi Mehmet Giray tetiğin yanındaki küçük siyah düğmeyi göstererek. Ben de ekledim hemen peşinden. "Zaten mermilerimizin özel yapım olduğunu biliyorsun. Alanında tek. Vücüda girdiği anda çok güçlü bir zehir salınımı yapan mermilerimiz de var fakat onlar gerçekten pahalıya patlar." dedim elimde dönderdiğim siyah sarmaşık amblemli gümüş mermilere bakarken ve ne yazık ki az sayıdalar. Bizden birine, BigBang'deki herhangi bir kişiye ateş etmekte kullanamayacağını da tekrardan hatırlatmak isterim." dedim. Helin bana gözleri parlayarak bakıyordu. İçindeki şeytanın uyandığını biliyordum. Bu kadının muhteşem bir öldürme dürtüsü vardı. Bunu geçmişte yaşamış olabileceği bir kaç tramvaya yoruyordum. Kardeşleri hariç tam bir erkek düşmanıydı. Babasını da onun öldürdüğünü düşünüyordum. Hatta bence erkeklere olan kininin de asıl nedeni babasıydı. Babası aynı zamanda organ kaçakçılığı ve kadın pazarlama yapıyordu. Bunu tüm yer altında gizli yaparak parasını katlıyordu fakat ben bunu öğrenmiştim ve bu yüzden masaya dahil etmemiştim. Ben öğrendikten yedi gün sonraysa vahşice katledilmiş şekilde kendi deposunda bulundu adamları tarafından. Valla ben işkenceleriyle nam salmış biri olarak işkencesine hayretle bakmıştım. Bence Helin öldürmüştü ve sadece kardeşleri biliyordu bunu. Zira cenazesinde tek damla göz yaşı dökmediler. Bir kadın canileştiğinde gerçekten her şeyi yapabiliyordu. Nedenini araştırmayacaktım. Haklı olduğunu hissediyordum Helin'in bu konuda. Karakterini çözmüştüm çoktan. "Kesinlikle alıyorum mermileri de. Kaça patladığı umurumda değil." dedi Helin hafif gülerek. Eğleniyordu. Mehmet Giray mallarını sattığı için sırıtarak Helin'e baktı ve işlemleri halletmeye başladı. O arada Helin'in yanındaki ikizlerden Güney konuşmaya başladı yanıma adımlayıp. "Saldırıya mı uğradın sen?" dedi. Kaşlarım çatıldığında açıklama yapma gereği duyarak kolumu işaret etti. Baktığımda biraz kan bulaştığını gördüm sweatshirte. Kıraç temizlerdi artık. Yapacak bir şey yoktu. "Hayırdır Güney, sen benimle konuşmazdın." dedim. "Vurulman işimize gelmez Zemheri. Senden sonra masanın başına gelecekler senden iyi değil." dedi ciddiyetle. Ben tek kaşımı kaldırıp "Öyle mi?" dercesine ona bakarken bu kez Kuzey buraya doğru adımladı ve nazikçe kolumu sıvayıp yarayı inceledi. Tıp son sınıf öğrencisiydi Kuzey. "Yaşayacaksın korkma." dedi alayla Kuzey. Sonra ciddiyetle ekledi. "Sadece dikişlerin patlamış buradan çıkınca Edilgen'e git bir işe yarasın şerefsiz." dedi. Masaya dahil olmadıklarından ikisi de masadaki ben dahil herkese öfkeliydi. Onlara göre en çok hakedenlerdendiler. Bence değildiki onlar masada yoktu. Masayı iyi bir teşkilat sanıyorlardı. Onlara göre bu cehennemin içindeki en iyi yerdi. Oysa en çok kana bulanan da o masaydı ve onlar her ne kadar o masaya gelince aklanacaklarını ve kendilerinin daha iyi olacaklarını düşünse de ben onları masaya almayarak daha temiz kalmalarını sağlıyordum. Helin de kısa bir hasar tespiti yapıp silahları alma işine döndü. Beni daha beter hallerde de görmüştü. İşleri bittiğinde onlar kendi çıkışlarından çıkarken biz de geldiğimiz yoldan aynen çıktık. Şirketten çıkacağımı bildirmesini istedim Alp'ten. Beni kanlı görmesinler diye arka çıkıştan araca binip hastaneye sürdüm. Kıraç kısa sürede dikişleri yenilediğinde saat gece yarısına geliyordu. Yine onun tişörtlerinden birini geçirdim üzerime. O arada bir mesaj gelmişti. Andıç Zemheri beni evlerine çağırıyordu. Önemli diye de eklediğinden ötürü ben de yola çıkmıştım. Gece çok serindi. Arabaya dolan soğuk havayı içime çekerken yağmur başlamıştı. Yağmuru pek sevmezdim. Yaz insanıydım fakat yağmur sonrası toprak kokusunu hiçbir şeye değişmezdim. Şimdiden buram buram toprak kokusu ciğerlerime doluyordu. İçimi titreten soğuk muydu yaşadıklarım mıydı yoksa yaşayacaklarım mıydı emin olamıyordum. Soğuk olmasını umdum. İçimi titreten bu sızının soğuk olmasını ummak gerçeklerden kaçmaya girer miydi? Saat gece yarısını çoktan geçmişken evin önüne varmış ve arabayı park etmiştim. Zili çalıp derin bir nefes aldım. İçeriden neşeli sesler geliyordu. Tek değillerdi galiba. Gece gece niye çağırıyordu ki sanki beni Andıç Bey? Kapıyı Serpil Hanım açtı. Bana sarılıp beni içeriye çekiştirmeye başladı neşeyle. Bu kadının çekiştirmekle ilgili takıntıları vardı bence. İçerideki renkli koltuklara Andıç Bey kurulmuştu. Yanında da misafirleri olduğunu tahmin ettiğim genç bir adamla okul hakkında konuşuyorlardı. Genç olanın hafif aksanı vardı ve çok naif konuşuyordu. Uzun süre başka bir ülkede yaşadığına emindim. Siyah bir tişört ve siyah kumaş pantolonu vardı üzerinde. Yapılı biriydi. Kumral 1,90 boylarında karizmatik birine benziyordu. Ben içeri girdiğimde ikisi de susmuştu ve bana dikkatlice bakmışlardı. Genç olan derin bir nefes çekti içine. Gözlerinin buğulanmasına anbean şahit oldum. Bana dikkatlice bakmasından rahatsız olduğumu belli edercesine hafif öksürüp Andıç Bey'e baş selamı verdim. Adamın gözleri koyu yeşildi. "Beni neden çağırdınız Andıç Bey? Biraz yorgunum da eve geçecektim." dedim. Ağrılarım artmıştı. Bir yandan kolum sızlıyor bir yandan başım zonkluyordu ve feci derecede bitkin hissediyordum. Masanın düşmanlarını bulmak için uğraşmak beni sandığımdan da fazla yoruyordu. "Kızım, hoşgeldin." dedi içten bir şekilde. Yanına otumam için iki kez avuç içiyle koltuğa vurdu. Canıma minnetti. Zaten yorgundum. Yanına oturduğumda kolunu omzuma atıp bana sıkıca sarıldı. O sırada Serpil Hanım çay dolduracağını söyleyip neşeyle mutfağa yöneldi. Karşımdaki genç adam yakın olduğundan elini uzattı. "Ayaz ben." dediğinde Andıç Zemheri biraz gerilmişti. Sanırım tanışmamızı istemiyordu. "Kayla." dediğimde yüzü gayri ihtiyari aydınlandı. İsmim hoşuna gitmiş olamazdı değil mi? Ona neydi yani? "Sizi bir yerden tanıyor gibiyim Ayaz Bey." dedim. "Zannetmiyorum Kayla uzun zamandır Türkiye'de yoktum." dediğinde özlemi gözlerinden okunuyordu. "Yok ben sizi bir yerlerde gördüğüme emini..." dediğimde hatırladıklarımla gözlerim irileşti. Hemen belimdeki silahı kavramış ve silahın namlusunu adamın kafasına dayamıştım. Bakışlarım Andıç Bey'e döndüğünde dehşetle bana bakıyordu. O arada elinde çay tepsisiyle içeri giren Serpil Hanım yerinde donakaldı ve ağzı açık bana ve Ayaz'a bakmaya başladı . Daha iki dakika önce mutlu mesut oturan kişilerin bu hale gelmesi afallatmış olmalıydı. "Siz bu manyak adamın kim oluğunu biliyor musunuz Andıç Bey? Evinize kadar sokmuşsunuz bir de. Sizi tek hamlede öldürür bu manyak. Sizi de kandırmış olmalı sizinle ne alakası olabilir bu adamın. Sen nasıl döndün İspanya'dan ya? Benim niye bundan haberim yok. O Alp'i işten atıcam artık ha!" dedğimde genç adam onu tanığımı anlayıp kaskatı kesilmişti. Ama sanki korkuyla bakıyordu bana. Konuşmamı istemiyor gibiydi. "Nasıl yani ?" dedi Andıç Bey biraz öfke biraz hayal kırıklığıyla Ayaz'a bakıyordu. "Kim ki o?" dedi sanki zaten anlamış gibiydi. "Bu adam namıdeğer Muerte. İspanya'nın en cani ve en büyük mafya çetesinin elebaşı." dediğimde büyük bir gürültüyle çaylar yere düşmüştü. Serpil Hanım dolu gözleriyle karşımdaki adama bakarken elleriyle ağzını kapatmıştı. Salonda büyük bir kahkaha koptuğunda bu kez ben dehşetle Andıç Bey'e baktım. Adam da kafayı yemişti galiba sonunda. Evinde bir cani var diyordum gülüyordu. Bu da bir garipti. Silahı yavaşça çekip adamın yüzüne sert bir yumurk attığımda daha da gülmeye başlamıştı. Yok ailecek tuhaftı bunlar. Adam karşılık veremeden sol karın boşluğuna sert bir yumruk vurduğumda önümde diz çökmüştü. Acı içinde inlerken arkadan Andıç Bey gülerek "Benim için de vur kızım şöyle yüzüne yüzüne." dediğinde gözlerini kocaman açan adama bir yumruk daha savurduğumda burnundan kırılma sesi geldi. Bir yumruk daha vuracakken kolumu eline hapsetti sakince ve Andıç Bey'e teessüf edercesine baktı. "Yok artık baba! Oğlunu kızına mı dövdüreceksin?" dediğinde elini ters çevirip arkada kilitledim. Dur! Ne! "Ben oğlumu bu işlerden uzak tutmak için okula göndereyim, herkesten saklayayım bir oğlum olduğunu ama kendisi orada dibine kadar bu işlere girsin." deyip Serpil Hanım'a baktı. "Hatun biz nerede hata yatık ya? Kızımız Türkiye'nin ve dünyanın en tehlikeli mafya masasının lideri. Oğlumuz İspanya'nın en cani mafya çestesinin kurucusu." deyip eliyle alnına vurdu yavaşça. "Üstelik ben ikisini de bu işlerden korumak için dönemin en güçlü mafya çetesini kapatmıştım." dediğinde bu kez Serpil Hanım trip atarcasına Andıç Bey'e bakıyordu. "Babaları ne ki çoçukları ne olsun!" deyip ellerini kavuşturdu birbirine. "Baba valla açıklayabilirim. Ben okuyordum sonra birden oldu." dediğnde benim hâla şokta olmamı fırsat bilip kanayan burnunu tuttu eliyle ve kanı kesti. Şey...Benim abim vardı galiba. Düzeltiyorum. Benim mafya lideri ve unvanı bile ölüm olan bir abim vardı galiba. Biraz hızlı olmuş gibi gözüküyor olabilir fakat abinin artık girmesi gerekiyordu. Muerte'nin abi olmasını bekliyor muydunuz? Bir sonraki bölümde biraz duygusala kaçmayı planlıyorum. Fikirlerinizi ve satır arası yorumlarınızı bekliyorum. Bir de beğendiyseniz yıldıza basmayı unutmayın:) |
0% |