@gizemyenikler
|
ANTİK YUNAN.
DÜŞÜNCENİN LABİRENTİ.
Eğer bir dönemde yaşamak isteseydim, sanırım bu Antik Yunan olurdu. Nedeni ise ruhumun dünyayı anlamak ve sorgulamak gibi düşüncelerle dolu olmasıydı. Bilge ve felsefi şeylere kafa yoruyordum. Antik Yunan döneminde Sokrates, Platon, ve Aristoteles gibi filazoflarla aynı zamanda yaşamak bana büyük bir ilham verirdi. Felsefi derinlikler , bilimsel buluşlar, ve demokratik tartışmalar adeta benim için bir tür yaşam kaynağıydı. Felsefeyi gerçektende seviyordum. Buda benim için bir tür tutkuydu. Öğrenme merakım ve sorgulama yeteneğim felsefeden kaynaklıydı.
Ben, her akşam aynı köşede, loş ışıklı lambanın altında otururdum. Elimde, felsefe kitapları olurdu. Gözlerim satırlarda kaybolurken, zihnim ise derin soruların labirenti dolaşırdı. Varoluş, bilinç, ahlak... bu kavramlar, benim için sadece kelimeler değil, yaşamın ta kendisiydi.
Çocukluğumdan beri sorular sorardım. Neden varız? Evrenin bir amacı var mı?.İyi ve kötü nedir?. Bu sorular, beni felsefeye yöneltmişti. Kitaplar, benim için birer rehber, filazoflar ise yol göstericilerim olmuştu. Sokrates'in sorgulayıcı tavrı, Descartes'in şüpheciliği, Nietzsche'nin isyanı... Her filazof, benim zşhnimde yeni bir kapı açmıştı.
Ancak felsefe, bana sadece bilgi vermemiş, aynı zamanda derin bir yalnızlık duygusu da yaşatmıştı. Çevremdeki insanlar, benim bu tutkumu tam olarak anlayamıyorlardı. Benim için felsefe, soyut ve anlamsız bir uğraştı. Ben, bu yalnızlığı seviyordum. Çünkü aynı zamanda düşüncelerimin dolaşabildiği bu yalnızlık bana huzurda veriyordu.
Düşüncelerim bitmek bilmeyen bir okyanus gibi olduğunu söylemiştim.
Bazen akşamları kitap okurken, dışarıdan hafif bir rüzgar sesi gelirdi. Yağmurun ritmi, benim düşüncelerime eşlik ederdi. Birden, bir soru zihnimde belirdi; mutluluk nedir? sorusuydu, bu. Felsefe, bu sorunun cevabını vermeye çalışmıştı yüzyıllar boyunca. Ama hala tam olarak tatmin olmamıştım.
Belki de mutluluk, sorulara cevap bulmak değil, sorular sormaya devam etmekti.Belki de hayatın anlamı, bu sonsuz arayışta yatıyordu. Kitabı kapattım ,ve pencereden dışarı baktım. Yağmur, hala yağıyordu. Bende, bu yağmur gibi, durmadan akıp giden bir düşünce nehrinin içindeydim.
İçimden bu hissin bitmemesini diledim. Fakat biliyordum ki, her güzel şeyin bir bitişi vardı. Tıpkı her başlangıcında bir bitişi olduğu gibi.
İŞ.
Koyu, dalgalı saçlarım omuzlarıma dökülmüş, bakışlarım ise derin ve anlamlıydı. Siyah elbisem, zarif vücudumu sararken, boynumdaki gümüş kolye, ay ışığında parıldıyordu. Dudaklarımda hafif bir gülümsemeyle, evden çıkmak üzere çantamı hazırlıyordum. Pembe rujumu sürmeyi de ihmal etmemiştim. Hafif makyajımı yapmış, yeni bir güne hazırdım. Ve işe gitmek üzere evden ayrıldım. Kardeşimle aynı saatte evden çıkmıştık. Oda okula gidecekti.
“Abla işlerinde çok kolay gelsin” dedi kardeşim.
“Sağol kardeşim. Sanada okulunda, derslerinde başarılar diliyorum”.
“Çok sağol abla”.diyerek uzaklaştı, kardeşim.
Bu esnada otobüsü beklerken yürümekte olan yaşlı bir adam gördüm. Adam düşmek üzereyken onu kaldırdım. Son anda düşmekten kurtardım.
“Allah senden razı olsun kızım” dedi yaşlı adam. Seksenli yaşlarda gibiydi. Çok yaşlıydı.
“Rica ederim amca”. Adam ağır adımlarla bastonuyla ağır- ağır yürümeye başladı. Cildi kırışmış, yüzünde derin çizgiler vardı. Gözleri, yılların ağırlığını taşıyan, donuk bir mavilikteydi. Elleri titrek, kemikleri çıkıntılıydı. Omurgası kamburlaşmış, yürüyüşü yavaş ve ağır adımlarla ilerliyordu. Ama gözlerindeki parıltı, yaşlılığın getirdiği yorgunluğa rağmen, hala yaşam sevinci taşıyordu. Birden “ dede” diyerek bir çocuk ona doğru koştu. Dede- torun birbirlerine sevgiyle sarıldılar. Ne güzel diye düşündüm.
|
0% |