@gizemyenikler
|
İÇ SIKINTISI.
Son zamanlarda ülkemizde yaşanılan olaylar canımı sıkıyordu. Minik, bir kıvılcım gibiydi, umudum. Karanlık odanın tek ışığı. Pencereden sızan loş ışıkta, ellerim titreyerek şu anda defterime yazıyordum. Kelimeler, içimden yükselen umutsuzluğun karşısında çaresiz kalıyor gibiydi. Yaşadığım her hayal kırıklığı, umudumu biraz daha söndürüyordu.
Bir zamanlar gençken hayallerimle doluydum. Geleceğe dair büyük planlarım vardı. Oysa hiçbiri gerçekleşmemişti. Gene de içimdeki yaşam sevinci, ve umudu kaybetmemiştim. Sadece son zamanlarda biraz umutsuz hissediyordum, o kadar. Korkuyordum.
Ah hayat dedim içimden. Umutlarımı bir bir yerle bir etmişti. Artık neye inanacağımı bilmiyordum. Gözlerin, defterimdeki boş sayfaya takılı kaldı. Belki de bir mucizeye ihtiyacım vardı. Belki de umudumu yeniden alevlendirecek bir kıvılcım.
Mucizelere inanmıyordum.
Aranızda inanan var mı cidden? defterime bu satırları yazmıştım. O an, kapı çaldı. İçeriye, sıcak bir gülümsemeyle annem girdi. Benim gözlerimdeki umutsuzluğu fark etti. Bana sımsıkı sarıldı. “Bebeğim” benim dedi. Otuz yedi yaşındaydım. Koskaca kadındım, belki, ama, annemin gözünde halen daha küçük bir çocuktum. Bebektim. Bu bütün anne, ve babalar için gerçerliydi, bence. Kaç yaşına gelirsen gel, yaşlansanda onların gözünde sen daima çocuk olarak kalacaktın. Öyleydin.
“Unutma” dedi annem. “ En karanlık gecenin ardından en güzel şafak söker”. Annem haklıydı. Annemin sözleri, benim kalbimde küçük bir kıvılcım yaktı. Belki de annem doğru söylüyordu. Umudum yeniden yeşerebilirdi.
İçindeki umudu yitirme, diyerek not aldım.
“Haydi yemek zamanı. Balkona” dedi annem.
“Geliyorum” dedim. Arada salonda yerdik. Bazen de, balkonda kahvaltı yapar, ya da akşam yemeği yerdik. Yerken aynı zamanda karşımdaki denizi seyrederdim. Deniz manzaralı bir evde oturmak, balkondan denizi görmek, izlemek bizi mutlu ediyordu. Evimiz konusunda şanslıydık.
Kardeşimde geldi.
“Abla ne yapıyorsun?” diye sordu.
“Yazı yazıyordum”.
“Ne güzel. Onları bir gün bastırsana. Belki bir gün yazar olursun. Kalemin güçlü. İyi yazıyorsun”.
“Hım bir gün olabilir” dedim kardeşime gülümseyerek. Kırk yaşından sonra iyi bir yazar olurdum, belki.
Kim bilir?. Belki bir gün...
Son kelimelerimi de noktaladıktan sonra yemek yemek üzere odamdan ayrıldım. Huzur üzerine yazmıştım.
Şöyleydi; “ Her sabah, günün ilk ışıklarını yakalamak için pencereme koşardım. O an, dünyanın henüz uyanmadığı, her şeyin sakinleştiği bir zamandı. Kahvemi yudumlarken, kuşların cıvıltılarını dinler, rüzgarın ağaç yapraklarında yarattığı melodileri dinlerdim. İşte o an, huzurun en saf halini hissederdim.
Kendimi doğanın kollarına bırakmak, içimi huzurla doldururdu. Ormanda uzun yürüyüşler yaparken, ayaklarımın toprağa değdiği her adımda dünyadan kopar, kendi içime doğru yolculuk ederdim. Ağaçların arasında kaybolmak, yaprakların arasından süzülen güneş ışınlarının tenimi okşaması, ruhuma iyi gelirdi. Bazen de sessizliğin içinde kaybolurdum. Kitaplarımın arasında, sıcak bir çay eşliğinde saatlerimi geçirirdim. Harflerin dans ettiği sayfalar, beni başka dünyalara götürürdü. O an, tüm sorunlarım ve endişelerim geride kalır, sadece hikaye ve kahramanlarıyla baş başa kalırdım.
Huzur, benim için bir seçim değil, bir yaşam tarzıydı. Her anı dolu dolu yaşanaya çalışır, küçük şeylerden mutluluk bulurdum. Bir fincan çayın sıcaklığı, sevdiklerimle sohbet etmek, gün batımını izlemek... işte huzurun basit ve en güzel hali buydu.
Bir diğer huzur bulduğum yer ise hayvanların yanıydı. Köpeklerimin, kedilerimin, atımın, kuşlarımın, balıklarımın yanıydı. Evlatlarım benim dedim içimden. Ben atla büyümüştüm. Çocukken anneannemin köyüne giderdim. Atımla birlikte tarlalarda koşar, ormanda gezintiye çıkardım. Beyaz güzellikteki canım atım benim en yakın dostumdu. Sırdaşımdı. Ben doğayla iç içe yaşamanın ve özgürlüğün tadına doya- doya doymuş, bir kadındım.
|
0% |