Yeni Üyelik
9.
Bölüm

9. Bölüm

@gizemyenikler

Süleyman İbin'in bir sözü vardı. Şöyle diyordu, “beklentilerinizi düşük tutarsanız, daha az hayal kırıklığına uğrarsınız”. Haklıydı. Arada bir düşüncelerimi, duygularımı, birde beğendiğim sözleri günlüğüme, not defterime yazıyordum. Yazmayı severdim. Hem beni rahatlatıyor, hem de mutlu ediyordu. Daha ne olsun?. Bazen fazla düşündüğümü biliyordum. Fakat bu elimde olan bir şey değildi. Kafamdan sürekli bir şeyler geçiyordu. Bunlar taktığım şeyler değildi. Sadece arada bir öyle gözlerim uzaklara dalıveriyordu, işte. Keyfim yerindeydi.Bazen hayallerimi yazıyordum. Çünkü hayallerim ,tıpkı bitmek bilmeyen bir tür okyanus gibiydi. Ve yazmak benim için öylesine büyük bir tutkuydu ki, tıpkı huzur bulduğum bir denizin yakınında yürümek gibiydi.

 

Canım baklava çekmişti. Hemen mutfağa gittim. Dolabı açtım. Daha sonra kendime bir tane aldım. Güzelce tabağıma koydum. Annem dün yapmıştı. “ Eline sağlık anne” dedim. Oda bana “ afiyet olsun güzel kızım” diyerek yanıt verdi. Yanınada çay aldım. Daha sonra afiyetle yemeye başladım. Hımmmm dedim içimden. Çok lezzetliydi. Yemek keyfi gibisi yoktu. Yemek bir kültürdü. Her şeydi. Ve güzeldide.

 

Hayattan, çok fazla bir beklentim, isteğim yoktu.olmamıştıda. Kendimi mutlu etmem yeterliydi. Ben bu hayatta, kendi kendime yeten güçlü bir kadındım. Kimseyede ihtiyacım yoktu. Hayatı yaşamak gerekiyordu. Fazla sorgulamak yersizdi. Gereksizdi. Süleyman İbin beklentilerinizi düşük tutarsanız, daha az hayal kırıklığına uğrarsınız demişti. Doğru söz diye düşündüm, içimden. Can Yücel'in, şu sözünü bir başka seviyordum. Diyordu ki; en uzak mesafe, iki kafa arasındaki mesafedir. Birbirini anlamayan. Oysa birbirini anlıyorsan mesafeninde, uzaklığında, ırkında, dininde hiç bir şeyin bir önemi yoktu.

 

Kendimden başka kimseye sırılsıklam güvenmemeyi öğrenmiştim. Bunu arada bir kendimede hatırlatıyordum. Soner Arıca'dan “ Beni bırakma” adlı şarkıyı dinlemeye başladım. Çok güzel bir ayrılık parçasıydı. Şarkı resmen sevgiyi anlatıyordu. Aşık olmayan, hayatında birisi olmayan ben bile, şarkıyı dinlerken kendimi aşıkmışım gibi hissediyordum. Bu çoğu kişiye belki tuhaf gelecekti, ama, birisini uzaktan ve derinden sevmenin esas aşk, bağlılık olduğuna inananlardandım. Kim ne derse desin, uzak aşk en güzel olanıydı. En saf, masum, derinden, ve özlemden yaşanılandı. İmkansız aşk güzeldi. Çünkü aşkın kendisi zaten imkansızdı. İmkansız olandı. Kavuştuğun, evlendiğin, yuva kurduğun kişi aşk değildi. O tanım gereği sevgiydi. Ve sevgi, aşktan kesinlikle daha kalıcıydı. Aşk ise tutkuyla gelen, yakıcı, acı veren, geçici bir histi.

 

İlişkiler diye düşündüm. Aman- aman benden uzak olsun. İlişkinin sadece kendisi bile yeterince zorken, bir insanla anlaşabilmek bana imkansızmış gibi geliyordu. Bunun nedenini bilmiyordum, ama, bu bence çok zordu. Bir kadınla, erkeğin anlaşabilmesi zordu. Bir kadının ayrıca bir erkeğede ihtiyacı yoktu.

 

Ben eski sevgilimide denize benzetirdim. Ne alaka? diyenler olabilirdi. Onu bir zamanlar o kadar çok seviyordum ki, huzur bulduğum bir denizin yakınından yürümek gibiydi, onu sevmek. Bana öyle hissettirmişti.

 

Tabi bir zamanlar. Oysa şimdi sadece geçmişte kalmış birer anıdan ibaretti. Silinmiş, unutulmuş, bir tür maziydi.

 

KIŞ.

 

Kışın kokusu burnuma kadar gelmişti. Kışında tadı bana göre, farklı oluyordu. Kış mevsiminde, özellikle dizi- film, kahve keyfi beni mutlu ediyordu. Mutluluğu ufak şeylerdede bulan bir kadındım. Yetinmeyi biliyordum. Bana yetiyordu. Nasılki kendi kendime yetiyorsam, hayatın ufak zevkleride beni tatmin etmeye yetiyordu.Zaten önemli olanda buydu.

 

Kışları bazen Edirne'de, geçirirdim. Orada çocukluk arkadaşım Buse oturuyordu. Kar taneleri gökyüzünden yavaşça inerek bembeyaz bir örtü örüyordu, her yere. Buse'nin evinin yanı ve bahçesindeki ağaçlar, karla kaplanmış dallarıyla snaki uyuyor gibi görünürdü. Pencereden bu güzel manzarayı seyretmek oldukça hoşuma giderdi. Orada çocukken kartopu yapıp arkadaşlarımla eğlenirdim. Kardan adam yapıp, burnuna havuç, gözlerine düğme takardık. Yüreğimde güzel anılar biriktirmiştim. Komşunun küçük kızı Esra, “abla kış neden bu kadar güzel?”. diye ablasına sormuştu. Ablasıda gülümseyerek, “ Kış, doğanın dinlediği ve yenilendiği bir mevsimdir. Kar taneleri, dünyayı bembeyaz bir örtüyle kaplayarak her şeyi temizler. Bahar geldiğinde de her şey yeniden yeşerecek”. Yanıtını vermişti. Bu yanıt benimde o zaman hoşuma gitmişti. Esra, ablasının sözlerini dinlerken, kışın aslında ne kadar özel bir mevim olduğunu daha iyi anlamıştı. İşte, böyle güzel bir anıydı, yaşadığı. Bazı anılar vardır, onları kalbinde yaşatırdın ya ,buda tıpkı bunun gibiydi. Bazı anılar özeldi, ve unutulmazdı.

 

Ben hayatın renkli yüzünü görmeye seven, enerjisi yüksek bir insandım. Güneşin, her gün doğuşunda yeni bir umut buluyor, bardağın dolu tarafını görmeyi tercih ediyordum.

 

Mesleğimi, Türkçeyi, Edebiyatı sevmemin bir diğer nedeni ise dilin öz türkçenin önemini bilmemden kaynaklanıyordu. Öğretmenlik benim için zevkliydi. Edebiyatı icat ettik çünkü gerçek yeterince yaratıcı değildi ve birde yalnız kalmak istedik, bir süreliğine de olsa demişti, Mehmet Murat İldan. Ne kadarda doğruydu.

 

Bu yaşa tecrüberle, deneyimlerle, gelmiştim. Ve böyle- böyle olgunlaşmıştım. En sevdiğim yazarlardan birisi olan Tolstoy'a, göre olgunlaşmanın beş belirtisi varmış. İlki cahil insanlardan tartışmaktan kaçınmakmış. Ben bunu yıllardır hayatımda uyguluyordum. Diğeri başa gelen talihsizliği çabuk kabullenmekmiş. Kişiler ve olaylar hakkında daha az konuşmaksa bir diğeri diyordu, yazar. Ben zaten gerek kendi hayatım, gerekse özel yaşamımla ilgili kimseye bir şey anlatmazdım. Arkadaşlarımla, ailemle, işimle, özel hayatımla ilgili yaşadıklarım benim özelimdi. Ve kimseyi ilgilendirmezdi. Sorunlara üzülmek yerine çözüme odaklanmak diyen Tolstoy'a katılıyordum. Üzülmek bir işe yaramazdı. Önemli olan o işi çözmek için çaba sarf etmek, çalışmaktı. Ve Tolstoy son madde olarak başkalarının hatalarını daha az yargıla diyordu. Ben hayatım boyunca kimseyi yargılamamıştım. Herkesin hataları, kusurları olurdu. Önemli olan, yaptığımız hatalardan ders çıkarmaktı. Ben ünlü yazarların, düşünürlerin, filazofların, felsefecilerin, bilim adamlarının, sanatçıların, yada başarılı kişilerin yaptığı röportajları bazen okurdum. Onların ilham dolu başarılı hayat hikayeleri ilgimi çekerdi. Bazen onların hayata dair olan sözlerindende ders alır, bu tarz sözleri bazen yazar, okur, hayatımada uygulamaya çalışırdım. Ünlü yazar Victor Hugo, “öldükten sonra yaşamak istiyorsanız, ya okumaya değer şeyler yazın ya da yazılmaya değer şeyler yaşayın” demişti. Ne kadarda doğru bir söz diye düşündüm. Ben bunu hayatta uygulayanlardandım. Çünkü arada kısa- kısa öyküler yazıyordum. Hem mutlu oluyor, hem de anılarımı biriktiriyordum. Henüz yazılmaya değer şeyler yaşadım mı? bilmiyordum, ama, şu anda otuz yedi yaşında bir kadın olarak hayatımdan gayet memnundum. Güçlü, başarılı kadınlar bana daima ilham verirlerdi. Çünkü bende böyleydim.

Loading...
0%