@gokcekaracao
|
Bazı yaralar asla kapanmazdı. Bazı yaralar ise, hiç var olmamış gibi silinip giderdi, ama acısı derinden bir iz bırakırdı bedenimizde. Varlığını göremesek de, orada oluşunu her aldığımız yeni bir yaradan dolayı sızladığında hissederdik. Acılara alışmanın bir yolu var mıydı? Bunu bilmek zorundaydım. Vücudumuzun onları kabullenişi ne kadar sürerdi? Kaç ayımızı, kaç yılımızı alırdı, benliğimizi her seferinde acıyla dolduran bu yaralar? Dikiş izleri, çekilen acının üzerini örtebilir miydi? Yaşanan her zelzeleyi ört pas edebilir miydi? Bilemezdik. Bunu sadece her an acı çeken biri anlayabilirdi.
Acıları vücudunun bir parçası haline getiren ben, bunu şu an anlayabilecek tek kişiydim belki de. Belki de böyle yaşayabilirdim; belki de acılarım bana nefes aldırabilirdi. Beni bu dünyada tutan tek şey acılarım ve onları var edenlerdi. Gazete yapraklarının arasında solmuş bedenlerin vücuduma bıraktığı bir hatıra vardı. Tutunacak tek dalım, tek mal varlığım, vücudumdaki en büyük geçmeyen yaramdı. Kalıcı olacağını sandığınız insanların bıraktığı yaralar daima hatırlanırdı; bazen öylesine çıktığınız bir yürüyüşte, bazen bir arabanın sol koltuğunda, bazen de onlarla anılarını hatırlatacak yerlerde.
İlerleyen otobüste, başımı camdan kaldırdım. Kafamın içi o kadar doluydu ki, bulunduğum mekan ve zamanda değilmiş gibi hissediyordum. Yavaşça ayaklandım ve düğmeye bastım. Tiyatro salonunun olduğu sokağa yaklaşmıştık. Kapılar açıldığında hızlı adımlarla otobüsten indim ve tiyatro salonunun olduğu sokağa girdim. Tuğçe’yi, tiyatro salonunun köşesinde sıkılmış bakışlarla insanları seyrederken gördüm. Kafası dolu olsa gerek, ben yanına yaklaşana kadar beni fark etmemişti.
Her insanın kendine göre bir sancısı vardı. Beni nihayet fark ettiğinde baştan aşağı süzdü. Siyah eteğim, siyah kazağım ve siyah eldivenlerim, soğuk karlı bir kış gününde üzerime yakışabilecek tek şeydi. Tuğçe bu kadar siyahlara bürünmemden memnun olmuyordu; siyahın kötü enerji barındırdığına, kötü ruhları çekeceğine ve hayatımızın olağan akışını bozacağına inanıyordu.
“Gizlice haber yapacağız dedim, ajanlık değil,” diye mırıldandı, sesinde memnuniyetsizlik vardı. Giydiği buz mavisi dar kot pantolon, bej rengi kazak ve başındaki beyaz şapka, bizim adeta zıt kutuplar olduğumuzu bağırıyordu. Ben siyahsam, o beyazdı. İçimdeki çatışmayı, dışarıdan gelen bu zıtlıkla yeniden yaşamak zorunda kalmak canımı sıkıyordu. Ama belki de bu zıtlık, birbirimizi tamamlamamıza yardımcı olacaktı; belki de karanlık ve aydınlık arasında bir denge kurabilirdik.
"Siyah giyinmekte bir sakınca görmedim." Tuğçe gözlerini devirdi. “Başka bir renk giyiyor musun sanki, Sarmaşık?” Sanırım sözlerinde biraz haklılık payı bulunuyordu. Hayatıma adeta yıkımı getiren o olaydan sonra, üzerime siyahtan başka bir rengi yakıştıramamıştım. Renkli giyinirsem, olanlara ihanet edeceğim gibi hissediyordum. Olanlar, bu yaraları bana armağan etmiş olsalar dahi, ben yaralarımı unutup yoluma devam edemiyordum. Yaralarım kapanmış olsa da, her aldığım yeni darbede dikiş izleri oradaki varlığını sürekli olarak hatırlatıyordu.
Tuğçe, dalgın bakışlarımı fark etmiş gibi elini omzuma attı ve şefkatle sıvazladı. “Senin için buraya gelmenin zor olduğunu biliyorum, fakat artık girmeliyiz. Polisler içeride hala, onlar çıkmadan tanıdığımı bulup birkaç bilgi alalım. Daha sonra buluşursak, çok dikkat çekeriz.” Tuğçe, sorun çıkmayacağına o kadar emin görünüyordu ki, güven vermek istercesine bakışlarını yüzümde dolaştırdı.
Usulca ona onay verdiğimi belli etmek istercesine kafamı salladım. Tuğçe, elimden tutup beni dar bir sokağın içine doğru çekiştirmeye başladı. Adımları yakalanmak istemiyorcasına hızlı, bakışları ise oldukça temkinliydi.
Tiyatronun arka kapısına yaklaştığımızda son kez etrafı kolaçan etti ve cebinden bir anahtar çıkararak kapıyı açtı. Anahtarı nereden bulduğunu sorgulamak dahi istemiyordum; muhtemelen içerideki tanıdığından gizlice girmek için almıştı.
İçeri adım attığımızda kendimizi kutularla dolu bir deponun içinde bulduk. Tozlu depo, küf kokuyordu. Tuğçe, kokuyu almamak için eliyle burnunu kapatıyordu. Kutulardan adım atacak yer yoktu adeta. Yavaş ve sessiz bir şekilde ışıkların altından süzüldüğü paslı demir kapıya doğru adımladık.
Tuğçe, kapıdan kafasını çıkarıp baktı; etrafta kimsenin olmadığına emin olmuş olacak ki, eliyle gel işareti yaptı. Minik adımlarla onu takip ettim. Önümüzde uzun bir koridor açılıyordu. Köşede bir polis memuru bekliyordu. Tedirgin bakışları üzerimizde dolaşıyor, etrafı kolaçan ediyor ve arada sırada da bize bakıyordu. Yanına ulaştığımızda, Tuğçe’nin eline bir kağıt tutuşturdu. Tuğçe, kağıda hızlıca baktı ve pantolonunun cebine sıkıştırdı.
“Ee, anlat çabuk, çıkıp gidelim yakalanmadan.” Tuğçe’nin heyecanı sesine yansımıştı. Yeşil gözlü polisin gözlerinin içinde bir ışık parıldadı.
“Üç kurban var, cinayet silahı yok. Manyak, seyircilerin karşısında işlemiş cinayeti; kimse de fark etmemiş. Kesikler bıçak kesiği değil. Ne olduğunu şu an adli tıp bilmiyor. Muhtemelen otopside ortaya çıkacak. Tanık yok; kimler gösteriyi izledi, bilmiyoruz. Yüksek sosyeteye davet gittiğini biliyoruz sadece.” O kadar hızlı ve panik dolu konuşmuştu ki, derin bir nefes almak zorunda kaldı. Yeşil gözlü polis memurunun alnında ter damlacıkları oluşmuştu. Elleri terliydi; pantolonuna siliyordu, muhtemelen çok gergindi. Tabi yakalanırsa alacağı cezayı hepimiz tahmin edebiliyorduk.
Tuğçe daha fazla bilgi bekliyor gibi görünüyordu, ama yüz ifadesinden adeta hayal kırıklığı saçılıyordu. “Bu kadar mı? Daha fazlasını öğrenmeliyiz!” diye fısıldadı. İçimde bir huzursuzluk belirmişti; bu olayın sır perdeleri ne kadar derin olursa olsun, aydınlatmaya kararlıydım. Artık yalnızca hayatımı değil, bu lanet olası gizemi çözmek zorundaydım.
“Başka bir şey yok mu Emir?” Beklenti dolu tiz sesi boş koridorda yankılandı.
“Şuanlık yok fakat sana verdiğim kağıttaki mail adresine mail at , oradan sana birkaç görüntü yollayacağım. Daha sonra sana gelişmeleri aktarırım.” Demek verdiği kağıtta bir mail adresi yazılıydı. Tuğçe’nin dediği gibi gerçekten de bu haber bize fena para getirecekti.
“Teşekkür ederim Emir. Bu iyiliğini unutmayacağım.” Yüzündeki tebessüm , Emir’e de bulaştı.
“Benimle bir kahve içsen her şey hallolur aramızda.”
“Yer ve saati mesaj atarsın. Yakalanmadan kaçalım biz.” Tuğçe cümlesini bitirir bitirmez hızlıca arkasını döndü ve kolumu tuttuğu gibi koşar adım ilerlemeye başladı. Geldiğimiz yerden çıkacaktık , hızlıca kutuların bulunduğu odaya doğru adımladık. Arkamızda bulunan koridordan telsiz ve adım sesleri geliyordu. Polislerin ayak sesleri boş koridorda yankılanıyordu. Sessiz bir şekilde girdiğimiz depo artık zifiri karanlıktı. Yanıp sönen floresan ışık da sönmüş yerini karanlığa bırakmıştı. Tuğçe telefonundan el fenerini açtı ve kapıya doğru adımladı. Anahtarı cebinden çıkardı ve kapıyı açtı. Kapıda herhangi bir kulp olmadığı için sadece anahtarla açılabiliyordu. Tuğçe’nin elindeki eldivenler parmak izi bulunmasını önleyecekti.
Bulunduğumuz odanın sessizliğini kapının gıcırtısı böldü. Sesin tüm koridorda yankılandığından neredeyse emindim. Polisler çok yakındaydı ve bizim buradan bir an önce çıkmamız gerekiyordu.Adım sesleri hızlı bir şekilde yaklaşıyordu.
Tok bir ses koridorda yankılandı. “Kim var orada!?” Tuğçe’nin korkudan gözleri irileşti. Açtığı kapıdan koşar adımlarla çıktı. Yakalanmak ikimizi de yakardı. Başımızı büyük belaya soktuğu yetmezmiş gibi bir de nezarethanede vakit geçirmemize sebep olurdu.
Fısıldar bir ses tonuyla “Tuğçe! Bekle!.” Kapıdan çıkar çıkmaz koşmaya başladım . Sokağın sonuna kadar , izimizi kaybettirdiğimizi düşünene kadar ara vermeden koştuk. Karanlık dar ve tenha sokaklardan geçtik. Korku bedenimize adeta yapışmıştı.
Nihayet yakalanmayacağımızdan emin olabildiğimizde durduk. Polisleri atlatmış olsak dahi bizi gören birileri olmuş olabilirdi. Her ne kadar karanlık ve tenha yerlerden geçmeye çalışsak dahi izlerimizi o sokaklar örtemezdi.
Tuğçe sokağın köşesindeki duvara yaslandı ve ellerini dizlerine koydu. Nefes nefese kalmış soluklanmaya çalışıyordu. Göğsü şiddetle inip kalkıyor , nefesi birbirine karışıyordu.
“Tuğçe, ya yakalanırsak, gören birileri olmuş mudur sence?” Tedirgin sesim, Tuğçe’yi kendine getirdi. Yüzünde önce minik bir tebessüm belirdi.
“Manyak bir şeydi, kızım bu!” Tebessümün ardından kahkahalarla gülmeye başladı. Adrenalini seviyordu; o yüzden böyle işlere girmek onun için her zaman heyecan verici olmuştu. Benim tedirginliğim şu an bir sorun bile olamazdı onun için.
“Ne demezsin…” Başımı, "sen iflah olmazsın" dercesine salladım. Tuğçe’nin kahkahaları tüm sokağı dolduruyordu. Sinirleri mi bozulmuştu yoksa yaşadığımız bu koşuşturma hoşuna mı gitmişti, emin olamıyordum. Demiştim ya, gerçekten de birbirimizden çok zıt karakterlere sahiptik.
“Hadi gidelim artık da şu haber üstünde çalışayım. Sen de bana fotoğrafları yollarsın.” Daha fazla burada durup dikkat çekmek istemiyordum. Tuğçe’nin kahkahaları kesildi ve nihayet kendine geldiğinde onaylar şekilde başını salladı. Bu acı, bu vahşet benim dönüm noktam olacaktı.
****
Yaklaşık bir saat sonra eve gelmiş, duşumu almış ve o deponun küf kokusunu üzerimden atmıştım. Belki de sadece ruhumu temizlemek istemiştim. Küf kokusu bir yana dursun, ruhumdaki o kanın kokusunu geçirmek istemiştim.
Haberi yazmak ve yayına vermek için sadece bir günüm vardı. Bu gece bitirecek, yarın sabah ise basım için şirkete gidecektim. Gözümü karartmıştım; bütün olacaklara razı gelmek zorundaydım.
Beyaz çalışma masamın karşısına geçtim ve sandalyeyi çekerek oturdum. Bu cinayetin detayları az çok gözümün önünde canlanıyordu, fakat bu insanların aileleri ne olacaktı? Üzülecekler miydi gördüklerinde? Yazdıklarım bulandırmayacak mıydı midelerini?
Düşüncelerim kafamda dönerken, masanın üzerindeki kalemle kağıda bir şeyler karalamaya başladım. Cümleler bir türlü şekil almıyordu; kelimeler kayboluyor, anlamları birbirine karışıyordu. İçimdeki sancı, yazdıkça daha da büyüyordu. Bu sadece bir haber değil, insanların hayatlarına dokunan bir hikayeydi.
Yazdıklarımın ağırlığını düşündükçe, içimde bir sıkıntı oluşuyordu. Ama bunu yapmalıyım; gerçeği söylemek zorundaydım. Hem de tüm acısıyla… Kalemimi kağıda her koyduğumda, yaşananların ağırlığını hissetmeye devam ettim. Gözlerim dolarken, parmaklarım kelimeleri oluşturmakta zorlanıyordu. Ama bu haberi yazmak, bir nevi intihar gibiydi; hem kendimi hem de onların acısını içime alıyordum.
Bazı şeyler için risk almak gerekirdi ve ben artık gözümü karartmıştım. Her ne kadar doğru olmadığını düşünsem de, bu haberi yapmak zorundaydım. Her ne kadar ruhuma alacağım yaranın bedenimde kocaman bir iz bırakacağını bilsem de, kendimi düşünmek zorundaydım.
Olayın korkunçluğunu düşündükçe, içimdeki korku ve tedirginlik daha da büyüyordu. Ama cesaretimi toplamalıydım; gerçeği söylemek, belki de bu vahşet karşısında yapabileceğim en önemli şeydi.
“ÜÇ KURBAN VAHŞİCE TİYATRO SALONUNDA KATLEDİLDİ.” Bu cümle, belki de benim için bir dönüm noktası olacaktı. Hayatım boyunca unutmam gereken bir anı, şimdi benim kalemimden çıkacak, herkesin gözü önünde duracaktı. Bu gerçekle yüzleşmek, beni hem özgürleştirebilir hem de derin bir karanlığa sürükleyebilirdi. Ve ben, bu karanlığın neresinde olacağımı bilmiyordum. Ama bir şey kesindi: Bu haberi yazmak, artık kaçış yoktu.
ÜÇ KURBAN VAHŞİCE TİYATRO SALONUNDA KATLEDİLDİ
Adalar Sokağı, Kuzey Tiyatro Salonu – Dün gece, Kuzey Tiyatro Salonu’nda işlenen bir cinayet, kan dondurucu detaylarıyla tüm şehri sarstı. Kimlikleri henüz belirlenemeyen üç kurban, seyircilerin gözleri önünde, bilinmeyen bir cisimle vahşice katledildi.
Polis yetkilileri, olay yerinde herhangi bir delil bulamadıklarını ancak araştırmaların sürdüğünü açıkladı. Yüksek sosyete mensubu izleyiciler, yaşanan olayın bir cinayet olduğunu fark etmeden gösteriyi izlemeye devam ettiler.
Olayda hayatını kaybeden üç kurbanın kimliklerinin tespitine yönelik adli tıp çalışmaları devam ediyor. Ayrıca, gösteri sırasında işlenen cinayeti izlettiren seri katilin kimliğinin belirlenmesi için polis tarafından yoğun bir araştırma başlatıldı.
Polis kaynakları, cinayetin ardında yatan motivasyonun ve katilin amacının henüz netleşmediğini belirtiyor. Tiyatro salonunda yaşanan bu dehşet verici olay, toplumda büyük bir korku ve belirsizlik yaratırken, yetkililerin hızlı bir şekilde bu sorunu çözme çabası içinde olduğu vurgulanıyor.
Gelişmeleri yakından takip etmeye devam edeceğiz. **********************************************************************************
Telefonuma bir mesaj geldi. Tuğçe, cinayetle ilgili fotoğrafları yollamıştı. Yazdığım haberle birlikte gelen mesajdaki bu korkunç görüntüleri, flash belleğe aktardıktan sonra bilgisayarımı kapattım. Biraz daha bu görüntüye maruz kalırsam dayanamayacak ve yaptığım haberi silecektim. Her şeyi göze almama rağmen ruhumun böyle bir iğrençliğe bezenmesini istemiyordum.
Ben canavar olmak istemiyordum. Ben katil olmak istemiyordum. Ben bu kadar iğrenç olmak istemiyordum.
Hayır, bu kadar basit olmamalıydı. Olamazdı. Ölüm, bu kadar kolay gelip derinden izler bırakmamalıydı. Gözlerimin önünde canlanan görüntüler, kafamda dönüp duruyordu. Bu, sadece bir haber olmaktan çok daha fazlasıydı; yaşananların ağırlığı, içimde bir yerlerde yankılanıyordu. Kendimi bu karanlık dünyanın içinde kaybolmuş hissediyordum.
Düşüncelerim bir çırpıda geçmişe döndü. Acılarım, yaşadıklarım ve ruhumdaki yaralar, bu iğrenç olayla birleşince bir kabusa dönüşüyordu. Bir nefes aldım ve odanın karanlığında biraz daha derin düşünmeye çalıştım.
Bu hikayeyi anlatmanın bir bedeli olacaktı. Ama artık kaçış yoktu. Kendimi, bu acımasız gerçeğin bir parçası haline getirmiştim. Artık, içimdeki karanlığı kabullenmeli ve onunla yüzleşmeliydim.
ERTESİ GÜN
“Mükemmelsin, Sarmaşık. Bir gün elime böyle bir şey getireceğini biliyordum. Bugünkü basıma hemen ekletiyorum bunları.” Flash belleği şirkete getirerek teslim ettiğimde, müdürüm bu habere bayılmıştı. Üstüne bir de sürekli övgüler yağdırıyordu. Ama ben, bu övgülerin ardında bir gerçek olduğunu biliyordum: Bir insanın ailesinin ne hale geleceğini bilmeden yapılan bu haber, can yakmaz mıydı? Biz ne zaman bu kadar canavar olabilmiştik?
Kendime sormadan edemiyordum; ben ne zaman bu kadar gözümü karartabilmiş, ne zaman bu kadar bencil olmuştum? Masanın üstündeki kahvemden büyük bir yudum aldım, ama tadını alamıyordum. Müdürün sevinç dolu yüzüne sahte bir tebessüm sundum. İçimdeki çığlık atan tarafımı susturmak zorunda kalmak, başımda bir ağrıya neden oldu. “Ben artık kalkayım,” dedim.
“Ödemeni almadın, Sarmaşık. Merak etme, bu haberin karşılığını sadece parayla almayacaksın. Bizzat senin ismini geçireceğim haberde!” Ellerim tedirginlikle titredi. Kimliğimi resmen açık edecekti. Ben de o insanların ailelerinin umutlarını, hayallerini yok eden katillerden biri olacaktım. Ben canavar olacaktım. Ben hiç olacaktım.
“Buna hiç gerek yok gerçekten. Sadece ödememi alsam yeterli,” diye yanıtladım.
“Hiç olur mu öyle şey! Ben söyledim bile kızlara, basım 15 dakikaya bitmiş olur. Hemen dijital olarak yayınlayacağız.”
Kendimi köşeye sıkışmış hissediyordum. O an, içimdeki karanlığın daha da derinleşeceğini, her geçen saniyede daha fazla bir şeyler kaybedeceğimi biliyordum. Ama müdürümün gözlerinde gördüğüm heyecan ve beklenti, beni bir adım daha ileriye itiyordu. Yavaş yavaş, bu kararın sonuçlarıyla yüzleşmem gerektiğini anlıyordum.
Kasasından çıkarttığı zarfı bana doğru uzattı. Zarfı yavaşça elinden aldım ve sırt çantamın içine koydum. Ödemenin ne kadar olduğunu bilmiyordum ama zarfın kalınlığı, yüklü bir miktar olduğunu gösteriyordu.
“Teşekkür ederim, ben artık çıkayım,” dedim. Müdür onaylar şekilde başını salladı.
Ofisten çıkmam yaklaşık iki dakikamı aldı. İçerisi beni boğuyordu; belki de yaptığım şeyin suçluluğu, bana böyle hissettiriyordu. İçimdeki huzursuzluk, boğazıma bir yumru gibi oturmuştu. Gazete yapraklarına peydahlanacak o haber, şimdiden beni yavaş yavaş yaralıyordu. Tanıdık bir hissiyattı bu. O tanıdıklık, nefesimi kesiyordu.
Cebimdeki telefon titredi. Tuğçe merak edip mesaj atmış olmalıydı. Ancak gelen mesaj, Tuğçe’den değil, bilinmeyen bir numaradan gelmişti. Mesajı gördüğümde telefonum elimden kaydı ve sert beton zemine düştü. Ellerim panikle titredi; aldığım derin nefes bile yetmedi.
053* *** **** Ne yaptığını biliyorum.
Kalbim hızla çarpmaya başladı. Mesajın içeriği zihnimde yankılanıyordu. Korku ve belirsizlik, bir anda bedenimi ele geçirdi. İçimdeki huzursuzluk, bir kabusa dönüşmüştü.
Hızla yere eğilip telefonumu alırken, aklımda düşünceler birbirini takip ediyordu. Acaba haberimin peşine mi düşmüştü? Yavaş yavaş geri çekilmem gerektiğini hissettim; ama ne kadar geri çekilsem de bu karanlık dünyadan kaçış yoktu. Belki de artık bu işin bir parçasıydım. |
0% |