@gokcekaracao
|
Ölüm bazen bir nefes gibi ensende dolaşırdı. Bir adım yakınında, tam sol yanında duruverirdi; amansızca atan o kalbi durdurabilmek için. Bazen nefesini keser, bazen canını yakardı. Sessizliğin beraberinde getirdiği o saklı ölüm, hep beklerdi bir adım sonrasını. Ölüme yaklaşacağın o anı beklemek, derin bir nefes almak gibiydi: nefesini al ve bırak. Ölüm dibinde. İşte, ölüm o son nefesinde.
Bazen kendimi düşünmekten alıkoyamıyordum. Her şey farklı olsaydı, ben bu noktada olur muydum? Bilemiyordum. Seçimlerim ve aldığım kararlar, beni bu noktaya getirmişti. Bu acınası hayata tutunmamı sağlayan tek şey, sonuna kadar pes etmememi söyleyen o sesten başka bir şey değildi. Derin bir nefes aldım. Göz bebeklerimin titreyişini hissedebiliyordum. Korku muydu bunun adı? Yoksa günlerdir yaşadığım stresin vücuduma olan etkisi miydi?
Yaklaşık altı gün önce gelen mesaj hâlâ gizemini sürdürüyordu. Mesaj atan numaraya defalarca ulaşmaya çalışmış olsam da, herhangi bir cevap alamamıştım. Sessizlik, bir ölüm gibi pençelerini geçirmiş; her geçen saniye, canımı almayı bekliyordu.
Başıma gelecek olanları kabullenmiştim. Belki bir belaya bulaşmıştım, belki de hayatımın hatasını yapmıştım. Fakat yaptığım şeyler, benim seçimlerim değil miydi? Neydi beni bu kadar korkutan? Başımın derde girecek olması mıydı? Hayır, değildi.
Tuğçe, bu süre zarfında ısrarla aramış, bana ulaşmaya çalışmıştı; ama ne onunla konuşacak halim, ne de mecalim vardı. Kendimi son altı gün içerisinde yeterince kötü hissettiğim yetmezmiş gibi, bu bilinmezlik beni farklı bir psikolojiye sürüklemişti. Her an, o mesajı düşünmekten kendimi alıkoymaya çalışıyor, ama derin bir huzursuzluğun içimde yankılanmasına engel olamıyordum.
Bir şeylerin yanlış gittiğini biliyordum. Bu belirsizlik içinde kaybolmuşken, zaman sanki duruyordu. Ölüm değil ama belirsizlik, hayatımdaki her anı zehirliyor gibiydi. Kar yağışı durmuş olsa da havalar yeterince soğuktu. Odamın açık penceresi nefes almam için değil tüm iliklerimi üşütmek için açılmıştı. Esen her rüzgar yeni bir düşünceyi beraberinde getiriyordu. Kendimi neden bu kadar hapsetmiştim?
Neydi beni bu kadar zora sokan? Neydi kendimi bu derece korkutmamı sağlayan? Yıllar önce yaşadığım anıların beynimi işgal edişi 6 gündür devam ediyordu. Bu muydu beni bu denli hırpalayan? Yanlızlığım bir duvar gibi serilmişti önüme. O zamanlardaki gibi elim kolum bağlanmıştı. Masamın üzerindeki kahvemden bir yudum aldım. Sıcaklığı gitmiş, yerini buz gibi bir soğuğa bırakmıştı. Gazete kağıtları masanın üstüne serilmişti; odanın çoğu yerinde rüzgardan dağılmış kağıt yaprakları duruyordu. Yayımlanan o gazete, büyük bir ses getirmiş ve beni istemediğim bir şekilde ilgi odağı haline getirmişti.
İnsanlar, ne kadar vicdansız olduğumdan bahsedip duruyordu. Telefonlarım, günlerdir haber ajansları tarafından susmuyordu. Vicdansızlığım, tüm ülkenin ağzına yerleşmişti. Herkes, ne kadar canavar olduğumdan, korkunç kişiliğimden bahsediyor ve mesleğimden ayrılmamı istiyorlardı.
Seneler önce de buna benzer bir haber yapılmıştı. Fakat o zaman, ses getirmek bir yana, üzerine dahi durulmamıştı. İnsanlar umursamamışlardı. Neden şimdi bu kadar büyük bir tepki vardı? Herkesin gözünde katil ben miydim yoksa sadece bir muhabir miydim? Kalemimle yazdığım kelimelerin ağır yükü, içimde bir yerlerde yankılanıyordu.
Her gün, yüzlerce insanın gözünde canavar olmaktan korkuyordum. Ama bu iş, sadece haber yapmaktan ibaret değildi. Üzerimdeki suçluluk duygusuyla nasıl başa çıkacağımı bilemiyordum. Hayatım boyunca haberleri takip ettim, insanları anlama çabası içinde oldum. Ama bu sefer, olayın öznesi ben olmuştum. Ve her geçen gün, bu durumdan daha fazla sıkılmaya başlamıştım.
5 SENE ÖNCE
“Teyze, anneme ulaşamıyorum. Ulaşırsan beni arar mısın?” Bir sesli mesaj daha bıraktım. Annem, ablam ve babamın dışarı çıkışının üzerinden saatler geçmişti. Ablamın okul kaydını yaptıracak ve daha sonra eve döneceklerdi. Ablamın heyecanı yüzünden ikisinin de telefona bakacak vakitleri yoktu, bunu anlıyordum. Büyük kızları üniversiteye başlamıştı ve bu gerçekten güzel bir gelişmeydi. Ama evde kalan beni de hatırlamaları gerekmez miydi?
“Sarmaşık! Kendi kendine kuruntu yapmayı kes.” Diye mırıldandım. Kendimi avutma yöntemim gerçekten takdire şayandı. Evde tek kalmaktan korktuğumdan değildi bu çabam; içimdeki sıkıntı gittikçe büyüyordu ve adeta kötü şeylerin geleceğini çağrıştırıyordu. Tuğçe’nin saçma enerji inançları bana da geçmiş olmalıydı. Bunun başka bir açıklaması yoktu. Bütün gün kafamı bu tür şeylerle dolduruyordu.
Yemek masasının üzerindeki telefonum titredi. Tuğçe arıyordu.
“Sarmaşık neredesin?” Sesinde tedirgin bir ton vardı.
“Evdeyim Tuğçe. Ne oldu?” Tuğçe’nin aldığı derin nefes, ahizenin diğer ucunda yankılandı.
“Tamam, ben size geliyorum. Bekle evden ayrılma.”
“Neden bize geliyorsun ki? Daha çok erken akşam buluşacaktık.”
“Sadece bekle, olur mu? Geliyorum.” Israrcı olmasının sebebini anlayamamıştım.
“Tuğçe, ne olduğunu söyleyecek misin? Teyzemlere gideceğim yoksa, anneme ulaşamadım hala.” İçimdeki sıkıntı giderek büyüyordu.
“Öncelikle senden sadece sakin olmanı istiyorum Sarmaşık. Bana söz ver.” Tuğçe’nin ağlamaklı sesi beni daha da tedirgin ediyordu.
“Sakin olacağım, ne olduğunu anlatırsan. Anlatmadığın her dakika beni daha da endişelendiriyorsun. Ne oldu, yoksa Ömer’le ayrıldınız mı?” Minik bir kıkırdama dudaklarımdan firar etti.
“Lütfen bana Ömer’le ayrıldık bu yüzden üzgünüm deme Tuğçe!” Sitemkar ses tonum boş evin içerisinde yankılandı.
“Sarmaşık. Ailen bir tiyatro salonunda bulundu.” Ailemin tiyatro salonunda ne işi vardı? Ne saçmalıyordu? Ailem ablamın okul kaydını yaptırmak için gitmişti.
“Ne saçmalıyorsun? Sana bahsetmiştim ya, Eliz’in okul kaydını yaptırmaya gitti onlar.” Tuğçe’nin hıçkırıkları telefonun diğer ucundan duyuluyordu.
“Çok üzgünüm!”
“Çok üzgünüm Sarmaşık! Sana bunu söyleyen ben olmak istemezdim.” İçimdeki sıkıntı kor bir aleve dönüştü.
“Sarmaşık, onlar ölmüş! Öldürülmüşler!” Telefon elimden kayıp düştü. Zaman anlamını yitirdi. Gözyaşları zehir oldu, kelimeler ise çıplak kaldı. Ölüm gibiydi ama öldürmemişti. Bir zehir gibi yayılmış olduğu yerde dağılmayı bekliyordu acı.
Parmaklarım uyuştu. Aldığım nefes boğazımda düğümlendi. Yavaşça telefonumu yerden aldım ve annemin numarasını tuşladım.
“Anne lütfen aç! Lütfen aç!” Acılı sesim duvarlara çarptı ve paramparça olmuş harfleri ruhuma battı. Giden geri gelmeyecekti. Telefonlar hiç açılmayacaktı. Sesim ise duyulmayacaktı. Acı her zerreme yayılacak, yavaş yavaş kanıma işleyecekti. Bu cinayet, 3 değil, 4 kişiyi öldürmüştü. Fakat kalanlardan birisi nefes almak zorundaydı. Acıyla bezenmiş ruhunu nefes alarak itham etmek zorunlu kılınmıştı.
ŞİMDİKİ ZAMAN
Daldığım düşünceler zihnimi bulandırmıştı. Çektiğim acı göğsümde sızladı. Masanın üzerindeki telefonum titredi. Ekranda beliren mesaj, kalbimin hızla çarpmasına neden oldu:
053* *** **** “Yüzleşmeye hazır mısın canavar?”
Bir anda içimde bir şeyler kırıldı. Düşüncelerim çığlık atarken, bu bilinmeyen numaranın ardındaki kişinin kim olduğunu merak ediyordum. Korku, öfke ve çaresizlik iç içe geçmişti. Boğazımı sıkan bir yumru haline dönüştü. Nefes almakta zorlanıyordum. Yanıt vermek istedim ama parmaklarım klavyenin üzerinde donakalmıştı.
Bir adım atmam gerektiğini biliyordum. Kimdi bu “canavar”? Kendimle mi yüzleşmeliydim, yoksa başka bir canavarla mı?
Hızla mesajı yanıtlamaya karar verdim. “Kimsin sen?” yazarken parmaklarım titriyordu. Gelen cevap, içimdeki belirsizliği daha da artıracak gibi görünüyordu.
Aldığım son mesajın üzerinden dört gün geçmişti. Haberlere sızdırılması istenilmeyen olay, yaptığım haber sayesinde artık gündemden düşmüyordu. Tabii ki haber değil, ben de gündemdeydim. En büyük soru ise benim kim olduğumdu. Sahi, ben kimdim? Türkiye'yi yaklaşık iki haftadır sallayan o gazeteci kızdım. O canavar ve o katildim. Onlara göre…
Sarmaşık Kara, canavarca işlenen cinayeti duygusuzca kelimelere döktü, demişlerdi. Ama yapmamıştım. Ellerim titremiş, ruhum daralmıştı. Fakat öyle görmezlerdi, değil mi? Katil hala dışarıda gezerken, tek yapılan şey benim kim olduğumu konuşmaktı.
Nasıl bir canavar olduğumu, duygusuz olduğumu ve bir kalbim olmadığını haykırıyordu herkes. Odamda kapanmış, yapılan yorumları okuyordum. Kendim hakkında duyduğum her cümlede daha çok kabulleniyordum.
Ben katildim. O cinayete ortaktım. Çünkü ben açıklamıştım.
Hayır, bu yanlıştı. Ben suçluydum fakat katil değildim.
Telefonumun zil sesi düşüncelerimi böldü. Hızla yanıtladım. “Günlerdir sana ulaşmaya çalışıyorum!” Tuğçe sinirle haykırdı.
“Farkındayım, fakat biraz kafamı dinlemem gerekiyordu.”
“Farkındayım da ne demek, Sarmaşık!”
“Özür dilerim, lütfen uzatmayalım olur mu?” Kafamın içi bu kadar doluyken Tuğçe’nin sitemlerini dinlemek bir o kadar bunaltıyordu beni.
“Tamam, seni anlamaya çalışıyorum fakat ben? Ben ne yaptım sana, Sarmaşık?” Derin bir nefes aldı. “Beni böyle yüzüstü bırakamazsın.” Haklıydı ve diyecek hiçbir şeyim yoktu. Para için girdiğim bu yolda yaptığım bu iğrenç ötesi haber yüzünden aldığım ithamların öfkesini çevremdeki insanlardan çıkartmaya hakkım yoktu. Yapamazdım.
“Bugün karakola gideceğim. Gelmek ister misin?” Tuğçe’nin cümlesi kafamı karıştırmıştı. Sahi, her şeyden o kadar uzaklaşmıştım ki arkadaşımın neden karakola gideceği hakkında hiçbir fikrim yoktu.
“Neden gidecektin?”
“Bir arkadaşı görmem gerekiyor. Yarım saate seni evinin önünden alıyorum ve sen itiraz etmiyorsun.”
Derin bir nefes aldı. “Sen kötü bir şey yapmadın, Sarmaşık. Sen gazete yapraklarının arasına bir kül daha sıkıştırdın.” Yanık kokusu burnuma doldu. Üç can, gazete kağıdının arasındaki birer külden ibaretti artık.
Rüzgar gelince yok olacak küllerden. Esintiyle birlikte hiç var olmamışçasına iz bırakmadan gidecek olanlardandı. Hayat buydu ve bundan ibaretti. Gidenler geri gelmezdi. Kaybedilenler ise tekrar kazanılamazdı.
Düşüncelerimin arasında belli belirsiz bir korna sesi kulağıma ilişti. Tuğçe’nin bu kadar hızlı bir şekilde burada olması beni şaşırtmamıştı. O her zaman benim yardımıma koşardı.
Çantamı aldım ve evden çıktım. Binadan çıktığım an bedenimi bir soğukluk kapladı. Rüzgar tüm acılarımı almak istercesine tenime nüfuz etti. Hızlı adımlarla arabaya doğru yürüdüm ve sağ ön kapıyı açarak koltuğa oturdum. Arabanın içi kahve kokuyordu. Geçen bu kötü günlerin ardından tek iyi hissettiren şey bu olmuştu.
“Hoş geldin bebeğim, bak yüzünü gördüm, gözüm gönlüm açıldı ya.” Tuğçe adeta bülbül gibi şakıdı. Neşeli ses tonu kulaklarımı tırmaladı. Yüzümü buruşturdum. Sadece bir şeyleri ben mi bu kadar kafaya takıyordum?
“Hoş buldum.” Derin bir iç çektim. “Sahile doğru gitsek olur mu? Yollardaki şu insan kalabalığını gördükçe içim daralıyor.” Tuğçe onaylar biçimde mırıltılar çıkarttı ve arabasını hızlıca çalıştırarak yola koyuldu. Sahil evime yaklaşık beş dakikalık bir mesafedeydi. Özellikle bu evi seçmiştim çünkü huzuru ancak denizin dalgalarının sesinde bulabileceğime inanıyordum.
İnançlarım beni yanıltmıyor ve adeta tek güvenli alanımın orası olduğunu fısıldıyordu. Deniz sırdaşımdı ve dalgalar beni hiç yanıltmayacak tek arkadaşlarımdı.
Yolda giderken aklımdaki düşünceler bir türlü yerli yerine oturmuyordu. Her şeyin üstüne gelen bu yük, içimdeki huzuru da alıp götürmüştü. Tuğçe’nin neşesi, benim karamsarlığıma karşı sanki bir antitez gibiydi. Ama onun yanında, belki de bu yük biraz hafifleyecekti. Kısa bir yolculuğun ardından sahile vardığımızda, Tuğçe arabasını park etti ve kahvelerimizi alarak arabadan indi. Hızlıca inerek yanına adımladım.
Denizin o tuzlu kokusu bile şimdiden huzur vermeye yetmişti. Tüm acılarımı ve tüm sancılarımı söküp almıştı benden. Masmavi deniz içerisinde acıları barındıran koca bir karadelikti; oysaki nasıl böyle huzur verebilirdi?
“Düşüncelere dalmışız gene, bakıyorum.”
“Ne zaman dalmıyorum ki?” Tuttuğumu fark etmediğim nefesimi bıraktım.
“İçim daralıyor, Tuğçe. Katlanamıyorum olanlara. Her şey o kadar ağır geliyor ki.” Tuğçe’nin hüzünlü gözleri üzerimde dolaştı. Belki de beni şu an anlayabilecek tek insan oydu.
“Anlıyorum seni, güzel arkadaşım. Fakat elimizden bir şey gelmez.” Yutkundu. “Önümüze bakmamız gerekiyor, aynı seneler önce yaptığımız gibi.”
Bu konuyu açmak istemiyordum. “Nasıl önüme bakabilirim, söyler misin? Ailem de o insanlar gibi bir tiyatro salonunda katledildi. Söyler misin, nasıl önüme bakayım?” Tuğçe’nin çenesi titredi. Her an ağlayacak gibi duruyordu.
“Bunu hatırlattığım için çok özür dilerim.”
“Özür dilemene gerek yok, Tuğçe. Fakat bu işin peşini bırakamam. Aralarında bir bağ olduğuna eminim.”
“Emin misin? Yani böyle bir şey nasıl olabilir?” Derin bir nefes aldım.
“İnan bilmiyorum, keşke bilebilsem.”
Adım sesleri kısa sohbetimizi böldü. Başucumda duraksadı.
“Sarmaşık Kara, bizimle emniyete kadar gelmeniz gerekiyor.” Duyduklarım beynimde adeta bir patlama etkisi yarattı. İşte şimdi bitmiştim!
Ayağa kalktım ve başımda dikilen polis memurlarına doğru döndüm. “Ne sebeple gelmem gerektiğini söyler misiniz?” Polisler kendi aralarında gülüştü.
“Karakolda öğrenirsin, kelepçe takmadan kendi isteğinle ekip arabasına bin.” Bu ukala tavırları onlara teker teker yedirecektim.
Arkalarından hızlı adımlarla yürümeye başladım. Tuğçe arkamdan telaşlı bir şekilde sesleniyordu. Dönüp bakmak istemedim, çünkü ona bakarsam içimdeki tüm kin ve öfkeyi ona dökmekten korkuyordum. Günlerin patlamasını Tuğçe’den çıkartmak istemiyordum.
Ekip arabasına bindim, polis memuru arabaya binerek çalıştırdı ve hızlı bir şekilde karakola doğru yol aldı. Benim sahilde oturduğumu nereden bilemişlerdi? Yoksa takip mi edilmiştim? Emin olamıyordum ve bu paranoyaklık beni sadece bir boşluğa sürüklüyordu.
Nihayet karakola geldiğimizde, arabadan indim ve içeriye doğru ilerledim. Polis memuru kolumdan tuttu. O kadar sıkı tutuyordu ki, sanki her an kaçacağımı düşünüyordu. Yanılıyordu.
Beni içerisi beyazla döşenmiş bir odaya götürdü ve koltuğa oturttu. “Burada bekle, başkomiser birazdan gelecek.”
“O gelene kadar kıpırdadığını bile görmek istemiyorum.” Masaya göz attım. İsimlik kısmında "Karan Yaralar" yazıyordu. İsmi bir yerden tanıdık geliyordu fakat çıkartamıyordum.
Odada sert postal sesleri duyuldu. Aceleci adımlar odaya girdi ve kapıyı sertçe arkasından kapattı. Siyah saçları ve keskin bakışları olan bir polis memuru karşımdaydı. O siyah gözler adeta beni yok etmek istercesine bakıyordu.
“Evet Sarmaşık, sen mi konuşmak istersin yoksa ben mi seni konuşturmalıyım?” Kalçasını masaya yasladı ve bakışlarını üzerimden bir an olsun bile ayırmadı.
“Suçumun ne olduğunu tam olarak anlayamadım. Arkadaşlar da herhangi bir açıklama yapmadı.” Yüz ifadesi sinirli bir tonda kırıştı. Gözlerinden adeta alev fışkırıyordu.
“Tiyatro salonunda bulunmuşsun. Söyle bakalım cani, o üç adamı nasıl öldürdün? |
0% |