Yeni Üyelik
5.
Bölüm

Bölüm 4- Oyun

@gokcekaracao

Tekrardan uzunca bir aradan sonra Merhaba. Her üç günde bir güncel bölüm gelecek. Oy vermeyi unutma, iyi okumalar.

***************************************

 

 

Günlerden hangi gün bilmiyorum, saat kaç bilmiyorum. Zaman kavramım tamamen kaybolmuş durumda. Kapkaranlık, küf kokan bir odada geçirdiğim gün sayısını unuttum; belki de dördüncü gündeyim. Yemek yememiş olmamın üzerinden geçen süreyi saymaya çalışıyorum, sanırım 60 saat kadar oldu.

 

Komiserin beni buraya getirişi ve yasal olmayan bir şekilde burada tutuşu bana bir suçlama yönelttiklerinden. Üç insanı öldürmekle suçlanıyorum. Oysa ben değildim, olamam. Bunu kaç kere bağırarak, defalarca söylemiş olmama rağmen kimseye sesimi duyuramadım. Yalnızca duvarlar çığlıklarımı dinledi, haklılığımı ise bir tek kendi ruhum biliyor.

 

Nemli ve loş odada çaresizce volta atıyorum. Üstüm başım pislik içinde, turuncu saçlarım düğüm düğüm, her şey darmadağın. Her üç saatte bir komiser kapıyı aralıyor, "Konuşacak mısın?" diye sorup çıkıyor, cevabımı bile beklemeden. Yalnızca beni yıldırmaya çalışıyor, biliyorum. Buradan çıkar çıkmaz yapacağım ilk iş onu şikayet etmek olacak. Adalet dediğimiz şey, bir insanı bu şekilde yerin dibinde bekletmek mi? Sanki bir seri katil muamelesi görüyorum; bana ne su veriliyor ne de yemek, tam üç gündür bu cehennemde çıkış yolu arıyorum.

 

Bazı anlarda, yan odadan Tuğçe’nin bağırışlarını duyuyorum. Sesini işitmek bir an için beni güçlendirse de, ne kadar yakında olursa olsun ona ulaşamıyorum. Avukat talep ettim, ama her defasında talebim görmezden gelindi. Ne yapabilirim ki? Söyleyebileceğim tek şey, “Ben yapmadım!” Başka ne gelir ki elimden? Yapmamıştım, yapamazdım. Ailem hâlâ toprağın altındayken, onların kanı hâlâ ellerimdeyken nasıl bir başkasını hayattan koparırdım?

 

Kapı yeniden açıldı ve komiser Karan elinde bir bardak suyla içeri girdi. Adını nereden mi biliyorum? Tabii ki lütfedip söylemedi; sadece masasındaki isimliğinden. Hitap etmem gerektiğinde bu adı kullanmaya karar verdim. O da bir tepki göstermedi.

 

“Bu suyu istiyor musun?” dedi, gözlerini üstüme dikerek. Yutkundum; boğazım o kadar kurumuş, dudaklarım öyle çatlamıştı ki o suya muhtaç durumdaydım. Fakat içimdeki öfke daha ağır basıyordu. Gözlerimi kaçırarak,

 

“İstemem,” dedim. Üç gün boyunca bana ne su ne de yemek vermek aklına gelmişti; şimdi getiriyorsa kesin bir planı vardı.

 

Komiser yüzünde alaycı bir gülümsemeyle bardağı ters çevirdi ve suyu ayakkabısının üstüne döktü. Bana bir ders vermek istiyordu, belki de pes edeceğimi, sonunda suçlamaları kabul edeceğimi sanıyordu. Bu, ona göre bir zayıflık testi gibiydi. Ama beni küçümsemesine ve gözlerimin önünde o suyu dökmesine rağmen, hiçbir şey söylemedim. Sabrettim, direnmeye devam ettim. “Ne zaman buradan çıkacağım?” Sorumu duymamazlıktan geldi.

 

Beyaz gömleğinin kollarını yavaşça yukarı sıyırdı. Dövmeli kolu ortaya çıkmıştı. Karşımda bulunan boş sandalyeye oturdu. Gözlerini üstüme dikti.

“Sen ne zaman suçunu itiraf edersen, o zaman çıkacaksın buradan,” dedi komiser, yüzünde alaycı bir gülümsemeyle. Gözlerinde küçümseyici bir ışık belirmişti. “Ama çıkacağın yer sadece sorgu odası olacak; buradan doğruca cezaevine gideceksin ve oradan bir ömür boyu çıkamayacaksın.”

 

Bu sözlerin, bu ithamların ağırlığını taşıyacak ne yapmış olabilirdim ki? Hiçbir şey. Tek suçum, acılarımı yazarak insanlara duyurmak, haber yapmak olmuştu. Gerçekleri söylemek, hayatın karanlık yüzünü yazıya dökmek suç mu şimdi?

 

“Ben yapmadım diyorum! Neden anlamak istemiyorsunuz?” Gözlerim yaşlarla doldu; artık kendimi tutamıyordum. Üç gündür aynı şeyi tekrar edip duruyordum, ama bir sonuç elde edememiştim. Muhtemelen asla da edemeyecektim.

 

Komiser, alaycı bir ifadeyle kaşlarını kaldırarak, “Bunları geçmemizin zamanı gelmedi mi sence de?” dedi. Yüzünde ikna olmayacağını belirten bir ifade vardı. İçimde bir an için kabullenme fikri belirdi, ama hemen sildim. Gerçekten suçsuz olduğumu biliyordum, pes edemezdim.

 

O sırada sorgu odasının kapısı çarparak açıldı. İçeri giren kişiyi gördüğümde bütün vücudum rahatladı; günlerin yorgunluğu üzerimden bir anda silindi.

“Ben Avukat Savaş Demir,” dedi. Gözleri bir süre üzerimde gezindi, iyi olup olmadığımı kontrol eder gibi. Bu kısa bakışta bile kendimi güvende hissetmiştim.

 

“Siz ne yaptığınızın farkında mısınız? Bu yaptığınız, tüm etik değerleri hiçe saymak demek!” dedi Savaş, öfkeyle komisere dönerek. “Müvekkilimi burada gözaltı süresini aşarak tutuyorsunuz. Eğer bana savcılıktan aldığınız emir kağıdını göstermeyecekseniz, şimdi müvekkilimi de alıp buradan çıkıyoruz.” Gözlerindeki kararlılık odayı dolduruyordu, komiserin karşısında dimdik duruyordu.

 

Komiser, pis bir gülümsemeyle araya girdi. “Gördün mü Sarmaşık? Beyaz atlı prensin geldi,” dedi alaycı bir sesle. Onun küçümseyici bakışları içimi ürpertiyordu. Ben masumdum, bunu neden anlamıyordu? Neden bana inanmıyordu?

 

“Bir katili savunarak avukatlığını yerine getirdiğini düşünüyorsan çok yanılıyorsun avukat,” dedi komiser, soğuk ve sert bir tonla. O an odadaki hava keskinleşti, sanki iki insan değil iki kutup birbiriyle çarpışmak üzereydi.

 

“Katil mi?” Savaş, inanmaz bir ifadeyle güldü. “Neye göre böyle bir ithamla müvekkilimi suçluyorsunuz? Kanıtlarınız nerede? Deliller nerede? Savcının iddianamesi nerede? Ayrıca, müvekkilimin avukat talebi neden karşılanmadı?” Savaş’ın sesi sert ve kendinden emindi. Komiser Karan’ın yüzü gerildi, beyaz gömleği ellerini yumruk yapacak kadar sıkmasına engel olamıyordu. Karan’ın bu denli öfkelenmesinin altında ne yatıyordu? Katil olmadığımı anlamasına mı kızıyordu yoksa bir avukatın gelip beni savunmasına mı?

 

“Seni şikâyet edeceğim,” dedim, titrek bir sesle. Bedenim yorgun ve bitkindi; günlerdir ne su, ne yemek almıştım. Komiser yüzündeki alaycı ifadeyle bana döndü. Küçümser bir bakışla gülümsedi.

 

“Elinden geleni ardına koyma. Çünkü ben de öyle yapacağım,” dedi soğuk bir şekilde. Eli havada, çıkabileceğimi işaret etti. Oturduğum sandalyeden hızla kalktım ve Savaş’la birlikte odadan çıktık. Koridorun sonunda, Tuğçe bizi bekliyordu. Yüzündeki endişeli ifade, beni görünce rahatladı. Kollarını açtı; hızlıca ona doğru koştum, kolları arasına girip sıkıca sarıldım. Sonra hafifçe geri çekildi, yüzünde hüzünle karışık bir öfke vardı.

 

“Şuna bak! Sadece üç günde yüzün çökmüş, resmen mahvetmişler seni. Mahvedeceğim onları!” dedi sinirle. Kaşlarını çatmış, dişlerini sıkmıştı. Adımları hırslı ve kararlıydı, hemen bir şeyler yapma isteğiyle doluydu.

 

Savaş, Tuğçe’nin kolundan hafifçe tutarak ona baktı. Yüzünde derin bir gerginlik olsa da gözlerinde kararlı bir ifade vardı. “Bir de seni sorgu odasının köşelerinden toplamak istemiyorum Tuğçe, lütfen sakin ol,” dedi. Sesi yumuşak, ılımlıydı; ancak içindeki çatışmanın bu kadar basit olmadığını tahmin edebiliyordum.

 

“Hadi arabaya,” dedi Tuğçe, ve sesi önceki tavrına oranla daha neşeli çıkmıştı. En azından benim çıkışıma oldukça sevinmiş gibi görünüyordu. Gözleri arada bir beni buluyor, sonra önüne bakıyordu. O garip, havasız polis karakolundan dışarı çıkana kadar bu sevinçli hali sürdü.

 

Arabaya bindiğimizde derin bir nefes aldım. Saçlarım birbirine karışmıştı, tam bir kuş yuvasını andırıyordu. Hapsolduğum rutubetli, küf kokan sorgu odasından kalan izler saçlarıma sinmiş, yüzümü buruşturmama neden oluyordu.

 

Savaş sürücü koltuğuna oturdu, bana dönüp hızlıca göz gezdirdi. İç çekişi duyulabiliyordu. Konuşmamız gerektiğini biliyordum; yıllardır bana vermediği nasihatı, bu sefer sabırlı bir ama sert bir ses tonuyla verecekti. Neden böyle bir işe bulaştığımı, onu habersiz bıraktığımı soracaktı. Haklıydı, belki de bu yola baş koymamalıydım.

 

Beş yıl önce ailem, bir gecede katledilmişti ve dosyaları hâlâ kapanmamıştı. Polis bazı deliller bulmuştu ama izler sürekli bir çıkmaza giriyordu. Sonuç, davanın zamanaşımıyla kapanmıştı. O zamandan beri içimde yanıp duran ateş, bana bu yolu çizdirmişti. Ailem toprağın altındayken o katilin elini kolunu sallayarak dolaşıyor oluşu her geçen gün beni daha çok yakıyordu. İşte bu yüzden buradaydım, bu yüzden haber yapıyordum. Susup beklemeyecektim; hem ailemin katilini bulacak hem de sesini duyuramayan insanlara ses olacaktım.

 

Gazetecilik ise önüme çıkan en iyi fırsattı. Ankara’nın en prestijli haber ajanslarından birinde çalışıyordum. Üniversitemi bölüm birincisi olarak bitirmiş, kendi çabalarımla bu ajansa girmiştim. Bu durum, her ne kadar gururlandırsa da, bazen endişelendiriyordu. Acaba ailem de benimle gurur duyuyor muydu? Görüyorlar mıydı beni?

 

Haberini yaptığım her olayda yaşadığım içsel çatışmaların sebebi de buydu aslında; bir yandan doğruyu anlatmaya çalışırken, bir yandan bu işin beni daha da tehlikeye sokacağını biliyordum.

 

Araba bir anda durdu ve camdan dışarı bakarak Savaş’ın evine geldiğimizi anladım. Yorgun ve kırılgan bir hâlde olduğum yetmezmiş gibi, şimdi onun karşısında yaptıklarımın hesabını vermek üzereydim.

 

“İn, Sarmaşık,” dedi sert bir ses tonuyla. Hemen kapıyı açıp arabadan indim, ve eve doğru adımlamaya başladım. Savaş, Ankara’nın en iyi avukatlarından biriydi. Bazen, hayatımda onun gibi birisinin bulunmasının ne kadar büyük bir şans olduğunu düşünüyordum. Evet, bana verdiği desteği, arkamı kollamasını, sorgusuzca yanımda olmasını asla hafife almıyordum. Beni gerçekten kurtaran, belki de “atsız bir prens” edasıyla arkamda dimdik duran biriydi o.

 

Evde, Savaş’ın birazdan konuşmaya başlayacağını, sorgusuz desteğini bu sefer bana bir ders vermek için kullanacağını biliyordum. Ancak buna da hazırdım. Çünkü bu sefer, doğruyu savunmak adına yaptığım şeylerin bedelini bile bile ödüyordum..

 

Merdivenleri ağır adımlarla çıkarken Savaş, cebinden çıkardığı anahtarla kapıyı açtı ve içeri geçti. Yorgun vücudumu zar zor sürüklüyordum; bir yere otursam hemen uyuyacakmış gibi hissediyordum. Günlerdir süren bu yıpranmışlık beni çoktan teslim almıştı.

 

“Daha ne kadar ayakta dikileceksin?” Tuğçe’nin sesiyle irkildim. Salona doğru ilerledim ve Savaş’a zorla aldırdığım gri L koltuğa kendimi bıraktım.

Bedenimi kaplayan rahatlama, kısa süreliğine de olsa tüm yorgunluğumu unutturdu. Savaş, sert adımlarla salona girdi. Üstündeki resmi takım elbiseyi çıkarıp rahat bir eşofman takımı giymişti; sert ve mesafeli havası yerini yumuşak bir rahatlığa bırakmıştı.

 

“Anlat Sarmaşık.” Gözleri benden Tuğçe’ye kaydı, sonra tekrar bana döndü. Sahi, neyi anlatacaktım?

 

“Anlatacak çok bir şey yok. Zaten haberdarsın diye düşünmüştüm. Değil misin?” Savaş, bu cevap karşısında yüzünü ekşitmişti. Tuğçe’nin zaten her şeyi ona anlatmış olduğuna emindim.

 

“Ben senden duymak istiyorum.” Sesi gergin ve kesin bir tondaydı. İçimdeki gerilimin yeniden yükseldiğini hissettim. Yerimde doğruldum, kendimi savunmaya hazırdım.

 

“Bir haber yaptım, ve işte buradayım,” dedim basitçe. Savaş, tatmin olmamış bir ifadeyle yüzünü sıvazladı.

 

“Ağzından kerpetenle mi laf alacağız? Ben seni karakol köşelerinden toplamaya mecbur muyum? Ya bana her şeyi anlatırsın ya da defolur gidersin evimden!” Sinirle parlayan gözleri, sanki bir anlık öfkeyle beni sildiğini anlatıyordu. İçimi kaplayan acı ve çaresizliği gizleyemedim.

 

“Bir tiyatro salonu… üç cinayet. Tanıdık geldi mi?” Kelimeler dökülürken yüzümdeki ifade acı ve hatıralarla buruştu, gözlerim doldu. Savaş'ın sert bakışları bir an yumuşadı, ama benim kimsenin acımasına ihtiyacım yoktu. Boğazımda bir yumru büyüdü, yutkunmakta zorlandım.

 

“Üç cinayet işlenmişti; Tuğçe arayınca haberdar oldum. Cinayetlerin ailemin davasıyla bir ilgisi olabileceğini düşündüm, bu yüzden hemen olay yerine gittim. Haberi yaptım ve ajansın müdürü ismimi de haberde yayınlamak istedi,” dedim, güçlükle nefes alarak. “İsmim yayınlanınca bir anda tüm dikkat üzerime çevrildi. Polisin neden benden şüphelendiğini bilmiyorum. Karan mıydı, her kimse, bana hiçbir delil göstermedi. Sadece katil olduğumu söyleyip durdu.” Sesimdeki acı titreşimi durduramıyordum.

 

“Ben nasıl yapmış olabilirim, Savaş, söylesene!” Boğazıma dolan gözyaşları artık tutamayacağım kadar ağırlaşmıştı. Savaş yanıma gelip sıkıca sarıldı, başımı göğsüne yasladım. Eli saçlarımı okşarken, sessiz bir "geçecek" fısıltısı gibi bir rahatlama verdi.

 

“Yapmadın, yapamazsın. Bunu biliyorum, Sarmaşık,” dedi. Ancak sesinde ufak da olsa bir belirsizlik vardı. Emin olmadığı şey neydi?

“Olay yerine yalnızca bilgi almak için gittim. Orada bile uzun süre kalmadım,” dedim, gözlerimi kaldırarak ona baktım. Sadece bu şekilde gerçekte ne düşündüğünü anlayabilirdim.

 

“Tamam, tamam,” dedi sonunda. “Ben sana inanıyorum.” Gözleri yüzümde dolanırken hâlâ kafasının karışık olduğunu görebiliyordum. Bu sırada Tuğçe’nin adım sesleri salonda yankılandı. Üçümüz için kahve yapmıştı; elinde bir de benim için hazırladığı sandviç vardı.

 

“Günlerdir yemek yememişsin, bunu ye. İyi gelecektir, balım,” dedi. Şefkat dolu sesi, annemin yıllardır eksik kalan sıcaklığını bir nebze de olsa tamamlıyordu. Sandviçi ve kahveleri sehpanın üzerine bıraktı, gözlerim bir süre sandviçe takılı kaldı. Her ne kadar aç olsam da, midemin bir şey kabul edecek durumda olmadığını biliyordum.

 

“Neden cinayetlerin bir bağ olduğunu düşünüyorsun? Aradan beş sene geçti, Sarmaşık,” dedi Savaş, düşünceli bir ses tonuyla. Bu sözleri üzerine gözlerimi ona çevirdim.

 

“Haklısın, beş yıl geçti,” dedim öfkeyle. “Ama ailemin katili hâlâ dışarıda değil mi? Aradan yıllar geçse de, her geçen gün içimde büyüyen bir öfke var ve bunu bastıramıyorum. Aralarında bir bağ olduğuna nasıl inanmazsın?” Savaş, ellerini birbirine kenetleyip düşünceli bir şekilde ovuşturdu. Onun bu kararsız tavrı içimde bir belirsizlik yaratıyordu.

 

“Bağ olabilir, evet,” dedi sonunda. “Ama bunu bulmak senin işin değil, Sarmaşık. Bunu sana senelerdir anlatmaya çalışıyorum.” Ellerimi saçlarımın arasından geçirdim; gerginlikten başım ağrımaya başlamıştı.

 

“Balım, lütfen sakin ol. Savaş bu sefer haklı olabilir,” dedi Tuğçe yumuşak bir sesle. Onun da aslında aradaki bağı gördüğünü biliyordum; sadece ortamın gerginliğini azaltmak istiyordu.

 

“Polise gideceğiz, anlatacağız ne anlatacaksak,” dedi Savaş, bakışlarını bana doğrultarak. Gözleri, kararlı bir ifade ile beni onaylamaya davet ediyordu. Polis mi? Senelerdir polis bu davada neyi çözebilmişti ki şimdi çözeceklerdi?

 

“Evet, hemen bulurlar değil mi?” dedim alaycı bir sesle.

 

“Peki sen ne yapacaksın?” diye sordu sertçe, yerinden kalkarak odanın ortasında ileri geri yürümeye başladı. “Polisin bile çözemediklerini nasıl çözeceksin, söyle?” Sinirliydi, ama bu umurumda bile değildi. İkisi de aslında haklı olduğumu biliyordu.

 

“Ailemin katillerini bulmadan bırakmayacağım,” dedim kararlılıkla. “İster arkamda dur ister durma, ama gerekirse o katili kendi ellerimle öldüreceğim. Onun yanına bırakmayacağım!” Sert ve sarsılmaz çıkan sesim, Savaş’ın bir anlık duraksamasına sebep oldu. Bana hayal kırıklığı ve şaşkınlıkla baktı.

 

“Ailen böyle mi olsun isterdi, Sarmaşık? Onların senin için yaptığı tüm fedakârlıkları, hayallerini nasıl hemen unuttun?” diye çıkıştı. Ailemle ilgili konuşarak canımı yakmaya mı çalışıyordu? Söyledikleri her bir kelime sanki bir bıçak gibi yüreğime saplanıyordu.

 

“Annen şu hâlini görseydi, belki yüzüne bile bakmazdı. Mezarda kemikleri sızlamıştır kadının!” Savaş’ın bu acımasız sözleri, sırtımda derin bir hançer yarası açtı. Gözyaşlarımla dolan gözlerimi yere indirdim. Dayanamayıp hızla koltuktan kalktım ve kapıya doğru adımlarımı sertleştirdim.

 

“Nereye gidiyorsun, katili mi bulacaksın?” Alay dolu sesi arkamdan yankılandı, Tuğçe’nin onaylamaz mırıltıları ise hafifçe duyuluyordu. Kapıyı açtım ve arkamdan hızla kapattım.

 

Binadan hızlı adımlarla ayrıldım. Gidecek bir yerim yoktu, ama tek bildiğim, bu olayın ardındaki gerçekleri bulmam gerektiğiydi. Bu durumu kendi başıma çözmenin bir gazeteci olarak çok zor olacağını farkındaydım. Tuğçe bazı bilgileri elde etse bile, cinayet dosyasının gizli olduğunu bildiğim için yeterli bilgiye ulaşamayacaktık. Basit bir polis memuru bile dosyanın detaylarını aktaramazdı.

 

Sokakta yavaşça ilerlerken, üzerimdeki kazak Ankara’nın soğuk ayazına karşı hiçbir şey yapmıyordu; soğuk, derinlerime işliyordu. Kaldırım kenarında park etmiş siyah bir arabanın kapısının açıldığını fark ettim. Gözlerimi dikkat kesilerek arabaya odakladım. İçinden Komiser Karan çıktı ve hızlı adımlarla yanıma yöneldi.

 

“Yine tutuklamaya geldiysen, lütfen daha sonra gel,” dedim, yorgun sesim titrerken. Bu hâlimi fark eden Karan yüzünü buruşturdu.

 

“Alaycılığın sırası değil,” dedi Karan, etrafı gözleriyle tarayarak. Bir şeyden emin olamıyor gibiydi; içindeki belirsizlik neredeyse dışarıdan görülebiliyordu.

 

“Ailenin nasıl öldürüldüğüne dair bilgilere ulaştım,” dedi nihayet. Merakla yüzüne baktım, her bir sözünü sorgulayan gözlerle takip ediyordum.

 

“Ve?” dedim sabırsızca.

 

“Aralarında bir bağ olabileceğini düşünüyorum.” Karan’ın ağzından çıkan bu kelimeler içimde bir rahatlama yaratmıştı; yıllardır peşinde olduğum ipucu ayağıma gelmişti.

 

“Evet, ben de aynı şeyi düşünüyorum,” dedim kararlılıkla. Haklı çıkmam, içimdeki şüphelerin yerini bir tür rahatlamaya bırakmıştı.

 

“Son cinayetlerin birinde,” dedi Karan, sesi daha da ciddileşerek, “kurbanlardan birinin vücuduna bir iz çizilmiş. K harfi… Bunun senin soyadınla bir ilgisi olabilir mi diye düşünmeden edemedim.” Derin bir nefes aldı, ardından yüzümdeki şaşkınlığı izledi.

 

Bu harfin benimle olan bağlantısı midemde tuhaf bir düğüm yarattı. Karan sözlerine devam etti: “Bu olayı çözmeme yardım et. Karşılığında, şüpheleri senin üzerinden çekmeye çalışacağım.”

 

Yüzümde bir onaylama ifadesiyle hafifçe gülümsedim. Savaş’ın sözleri hâlâ içimi acıtıyordu, ama bu teklifi kabul etmem gerektiğini biliyordum. Şimdi oyunun başlangıç noktasına ulaşmıştım. Bu davada izlediğim her adım, yıllardır aradığım cevaplara bir adım daha yaklaştığım anlamına geliyordu.

Loading...
0%