Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1. BÖLÜM

@gokcelly

1. Ay’lı Yara Bandı

‘’Zihni zehir, gecesi zifir kadın.

Kuzey Yıldızları, Gökyüzünün Külleridir.’’

 

Nazım Hikmet’e ‘Ağlasa da gizliyor gözlerinin yaşını;/ Bir kere eğemedim bu kadının başını’ mısralarını yazdıracak kadar güçlü bir kadın. Piraye... Bu yaşıma kadar zihnimde belli başlı yer edinen, en etkilendiğim paragraf. Kitabı okudum. Nazım’ın yaptıklarını, şiirlerini, başına gelenleri. Bir de Piraye’yi.

Acısını.

Aşkını.

Gücünü.

Duyulan en güzel duygunun aşk olmasına karşın hissedilen acı tüm güzelliği bastırabiliyordu yani, öyle mi?

Bir insanın göğüs kafesi en güçlü bağı kurduğu insan tarafından enkaz altında bırakılabilirmiş.

İnsan insana yettiği gibi, yetmek istememeyi tercih de edermiş.

Kalbinin pası duygularını körelterek deprem yaratabilirmiş.

Miş, miş, miş.

Aşk... üç harf, bir kelime.

Aşk. Mutluluk. Aşk. Acı. Aşk. Karma.

Aşk. Aşk. Aşk.

 

Aklın olduğun yeri reddetse de ayakların hala o zemine basabilir, Afra. Bir duygu zamanla körelerek sana zarar verebilir ve bir insan sevdiği yalanını atarak seni öldürebilir.

Gecenin zifiri, gerçekleri görmeye engel değildir.

Sarar yaraları bantlar.

Ay’lı yara bantları.

Hatta... neyse.

Ama bazen yaradır yara bantları.

 

Küçüktüm.

Dört yaşında. Piknikte. Sinek. Tatarcık sineği.

Ailemle gittiğim bir piknikti. Çimene tatarcık sineklerinden habersiz yayılmış; sepetimizdeki yiyecekleri midemize indiriyorduk. Bileğimde hissettiğim sızı ile ısırığı gördüm.

Ormandaydık.

Orman ile hastane arası iki saatten fazlaydı. Geç kaldık, belki de.

Pansuman yapıldı. Uyandım.

Yara bandını yapıştıran mor kıyafetli hemşire sıkılmıştı. Benim yüzümdendi ve zihninden geçenleri kendim yüksek sesle söylüyorcasına duyuyordum.

‘’Mesaim bitti hala hasta bakıyorum, ne şanssız bir kadınım!’’ Başıma giren ağrı ile kaşlarımı çattım. Anlamamıştım. Dudakları oynamıyordu.

‘’Efendim?’’ Şaşırarak bana baktı.

‘’Bir şey mi dedim?’’ Ardından kafasında geçenleri duydum.

‘’Dışarıdan mı söyledim ben ya?’’ Dudakları oynamadı.

‘’Yara bandımı kendim yapıştırabilirim, mesainiz bitmiş bana bakmak zorunda değilsiniz.’’ Hemşire aniden kaşlarını çatarak gözlerini kocaman açtı.

‘’Ne? Nasıl?’’

O günden sonra dilediğim kişilerin zihnini okuyabildim ve insanların hakkımda çokta iyi şeyler düşünmediğini anladım.

Gerçekleri duymak kötü belki de. Yalanlarla avutulmak hoşuma gider mi de bu durumdan rahatsızım? Galiba bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğim çünkü her zaman bilmemem gereken şeyleri öğrenerek kendime zehir ettiğim bir kafam var.

Her neyse.

Kimse bilmedi. Annem, babam, olmayan arkadaşlarım. Kimse.

Güneşliğin inceliği güneş ışınlarını odama yansıtırken gözlerimi açtım.

Zehir gecelerin ardından da güneş doğardı. Sokak lambalarının sönüşü yeni bir gün yaratırdı size işte, daima. Kuşlar uçar, martılar bağırır, yıldızlar inerdi erken saatlerde gökyüzünden. Elinizde kalan tek şey buzdan bir surat ile zihninizdi.

Tek salise susmayan zihniniz.

Korkunç.

Her zamanki saatte uyanmış, kahvaltımı yapmış üzerimi giyiyordum. Önce beyaz, belden bağlamalı bir bluz, sonra beyaz bir jean geçirdim üzerime. Saçlarımı tepeden toplayarak sadece rimel sürdüm. Siyah ceketimi askısından alarak giydim ve çantamı da alarak odamdan çıktım.

Üzerimde inanılmaz bir rahatlık vardı çünkü sınav haftam yeni bitmişti ve hepsi güzel geçmişti. Kulaklıklarımı takıp şarkı dinleyerek okul yoluna girdim. Yürümek için güzel bir gün olmasa da üniversite yarım saat kadar uzaklıktaydı. Hava alabilirdim.

Neşeli bir yarım saatin ardından ilk günden herkesin gruplaştığı, tek arkadaş dahi edinemediğim tuhaf sınıfıma girdim. Arkadaşsızlık hiçbir zaman benim için bir problem olmamıştı çünkü ortaokul zamanlarımdan beri kendimle vakit geçirmekten eğlenen biri olmuştum. Beni asıl sıkan kalabalıktı. Her türlü kalabalık. Arkadaş, aile, akraba... Kaldı ki biriyle üç dakikadan fazla aynı ortamda bulunamıyordum çünkü benim hakkımdaki düşüncelerini bilebiliyordum. Kimi benim takıntılı biri olduğumu, kimi korumacı, kimi ise ruh hastası olduğumu düşünüyordu.

Yaklaşık 3 dersin ardından öğle arasına girmiş, birçoğumuz kantine inmiştik bile. Yemek sırasının en arkasındaydım ve bağcığımın çözüldüğünü fark ettim. Tek dizimi kendime doğru çekerek bağcığımı bağlarken tek ayağımın üzerinde zor duruyordum ki başıma gelen sert cisimle hemen yanımdaki duvara çarptım. Acıdan başımı tutarak yere eğildim ve kendimi ağlamamak için tutmaya çalıştım. Canım o kadar yanıyordu ki gözlerim dolmuştu bile.

Sıradaki herkesin bana döndüğünden eminken tanıdık bir ses duydum.

‘’İyi misin?’’ Önce ayakkabılarını ardından yanıma eğildiği için kokusunu duydum. Başımı kaldırdığım an koyu kahvelerini gördüm. Çok sinirliydim çünkü başım çok acıyordu.

‘’İyi mi?!’’ Sert çıkıştığım için yüz hatları sertleşti. Bana sinirlenmemişti ancak karşımda yumuşak bir ifade sergilemek istemiyordu.

‘’Bilerek atmadım.’’ Bize bakanlara sırayla bakarak resmen gözleriyle kızdı. Etrafımızdakiler onun bakışı ile önlerine dönerken o ayağa kalkarak elini uzattı. Karşılık vermeyerek kalktım ve dün gece gördüğüm keskin yüz hatlarını sinirle inceledim.

‘’Kalabalık içinde top ile oynanmayacağını bu yaşına kadar öğrenmen gerekiyordu.’’ Elini çekerek saçlarının arasına daldırdı ve şampuan kokusu burnuma indi. Kesinlikle aromalı bir şampuan, duş jeli kullanıyordu.

‘’Ukalaca konuşmanın sana bir şey katmayacağını bu yaşına kadar öğrenmen gerekiyordu, korkak.’’ Son kelime beni sinirlendirirken başımın zonklaması bir yana kolum da acıyordu ama burada onunla laf dalaşına girdiğim için bakamadım.

‘’Korkak?’’

‘’Dün gece aniden kaçmadın mı?’’ Ne?

‘’Ne kaçmasından bahsediyorsun sen ya? Tanışmıyoruz. Gelip koala gibi sarılmasaydın muhatap olmak zorunda kalmayacaktık.’’ Sırıttı.

‘’Seni sevgilim sandım.’’ Kolumun acısı ile yüzümü buruşturdum ve tişörtümü sıyırdım. Dirseğimi duvara çarpmış olmalıydım, çok kötü görünüyordu. Kan tişörtümün üzerine işlediği için iyice kıvırmak istedim ancak acı ile bağırdım.

Kolumu temizlemek için yanından ayrılacaktım ki omuzuma dokunarak gözlerime baktı.

‘’Revire gidebilir miyiz? Benim yüzümden oldu ve oraya sargı sarmazsak seni rahat bırakmam.’’ Gözlerimi devirerek ofladım. Kararlı olduğu her halinden belliydi kendimi boşuna yormak istemedim. İşimi halledip hemen çıkacaktım. Bir daha da onunla görüşmek isteyeceğim son şey bile değildi.

Beraber revire geldiğimizde doktor yerinde değildi. O doktoru buralarda arayıp hiçbir yerde bulamadıktan sonra yanıma geldi ve çekmeceleri sırayla açarak sargı ve birkaç parça şey çıkarmaya başladı.

‘’Ne yapıyorsun sen?’’ Kafasını kaldırdı ve bana baktı.

‘’Her zaman bir yol vardır.’’ Anlamayarak kaşlarımı çattım.

‘’Yani?’’ Eşyaları eline aldı ve oturduğum revire bırakarak bana baktı.

‘’Yaranı saracağım, koca gözlü kız.’’ Bu kez cevap vermedim. Bana dün geceden beri aynı şekilde hitap ediyordu ve bu beni düşündürüyordu.

Tişörtümü iyice yukarıya sıyırdı ve tentürdiyotu pamuğa koyarak bana baktı.

‘’Acırsa söyle.’’ Başımı salladım. Yarama pamuk uzatan elinin titrediğini gördüm o an. Ardından zihninden geçenler dudaklarından dökülüyormuş gibi yankılandı bu boş odada.

‘’Hayır, ellerim titriyor.’’ Yutkunamadım. Duymamış gibi davranmalıydım.

Yaramı temizlemeye başladığında acısını unutmak için konuşmak istedim. Evet, bu uyuz adamla. Neydi o söz, denize düşen yılana sarılır.

‘’Hep böyle misindir?’’ Gözünü yaramdan ayırmadan yanıtladı.

‘’Nasılmışım?’’ Gözüme çarpan dövmesi aydınlıkta daha güzel görünüyordu. Peki neden ay?

‘’Soğuk.’’

‘’Soğuk olan sensin. Ben sadece yaptığım hataları düzeltmeye çalışıyorum.’’ Temizlemeyi bitirmiş sargıyı açarken bir anlığına gözlerime baktı.

‘’Seni sadece iki kez gördüm, ikisinde de bana zarar vermekten başka bir şey yapmadın.’’ Durdu ve tuhaf bir kırgınlıkla baktı. O an hissettiği burukluğu kalbimde hissettim.

‘’Sarılmam sana zarar mı verdi?’’

‘’Bir ilişkin varken evet.’’ Sırıttı.

‘’İlişkim olmasaydı vermez miydi?’’ Sargıyı açıp yaramın etrafına dolarken sırıtkan dudakları asla kapanmıyordu. Sargı koluma iyice sarıldığında revirden kalkarak yere indim. Artık onun göğsüne zor geliyordum.

‘’Çok soru soruyorsun, Reha.’’ Elindeki şişeyi bıraktı ve şaşkınlıkla kafasını kaldırdı.

‘’Adımı kimden öğrendin?’’ Sonra tekrar soru sorduğunu anlayarak sesli bir nefes verdi. ‘’Yani tanışmıyoruz.’’ Kapıya doğru ilerledim ve soracağı son soruyu dinledim. ‘’Adın ne?’’

‘’Teşekkürler, Reha Arslan.’’ Oradan ona yaramı temizlediği için teşekkür ederek ayrıldım. Başım hala zonkluyordu ama az önceye göre çok daha iyiydi. Akşama geçerdi elbet.

Günün son dersinde sınıfa girmiş hocayı bekliyordum. Diğerleri yıl sonu yapılacak parti hakkında konuşurken kulak misafiri oluyordum.

Hoca sınıfa girerek masasına geçti. Çok gergin bir adamdı ve girer girmez yoklamayı alır, gelemeyene acımazdı. Yoklama kağıdını alarak listeyi saymaya başladı.

‘’Rüya,

Eylül,

Doğa,

Aleda,’’

Adını dün gece de duyduğumdan sesin geldiği yere baktım. Reha’nın hemen çaprazında oturan kızıl bir kızdı Aleda. Sonradan gelerek flörtöz hareketler sergileyen kız. Sevgilisi miydi de ben sanarak sarılmıştı? Yakın arkadaşı? Kuzeni?

‘’Emir.’’ Sınıf oldukça kalabalıktı ve ben listenin sonlarındaydım. Adım gelene kadar kalem ve defterimi hazırlayarak telefonumu sessize aldım. Hocanın söylediği isim ile kafamı kaldırdım ve tanıdık sese baktım.

‘’Reha.’’

‘’Buradayım.’’ Ona bakmam ile göz göze geldik.

‘’Afra.’’ Hocanın sesi ile önüme döndüm.

‘’Buradayım.’’ Reha’ya döndüğümde sırıtıyordu. Adımı öğrendiği için gülüyor olmalıydı, uyuz.

Kaşlarımı çatarak gözlerimi kıstım ve onu öldürecek gibi baktım. Önüme dönüp hocaya odaklandım ve kısa süre içinde derse odaklandım.

Yarım saatlik bir dersin son on dakikasında artık tamamen uykum gelmişti. Elimi saçlarımın arasına daldırıp esnemeye başladığımda arkadan birinin dürttüğünü hissettim. Arkamda esmer bir kız oturuyordu ve pek anlaştığımız da söylenmezdi. Söyleyeceği şeyi beklerken ukala bir tavırla küçük bir kağıt uzattı bana. Tedirginlikle kağıdı aldım ve önüme dönerek hocanın bana bakıp bakmadığından emin oldum.

Küçük beyaz kağıdın içinde inci gibi bir yazı vardı. Notta ise şöyle diyordu:

‘’Koca gözlü kız, Afra.’’

-R

Arkama döndüğüm an gülerek bana baktığını gördüm. Minik burnu, şekil verilmiş kaşları, benimki kadar iri gözleri ve kalın, konuşurken ya da öylece dururken dahi mükemmel dudakları vardı. Yüz hatları birleştiğinde o kadar güzel bir tablo oluşuyordu ki, gözlerinizi çekmeniz imkansıza yakındı. Kahverengi, sürekli dağınık saçlarını düzeltti eliyle. Gözlerim boynundaki dövmesine indiğinde daha fazla kafamı karıştırmadan önüme döndüm.

Bazen hiçbir şey olmaz ve siz kendinizi berbat hissedersiniz. Ya da... çok şey olmuştur ama bilmiyormuş gibi yaparsınız. Bilmiyorum. Ben hangisindeyim. Ne yapıyorum. Hayatıma kim girerse girsin hep bir nedenden ötürü çıktı. Ben hep yalnızdım. Alışmıştım da buna ama bazen hissederdim işte eksikliğini.

Bildiklerini yutmak kendinden kaçmak mıydı?

Okul bittiğinde eve gelmiştim ancak annem daha gelmemişti. Babamı kaybettikten sonra iş çıkışları kafa dağıtmaya gider oradan gelirdi eve. Bilirdim ama ses çıkarmazdım çünkü bu dünyada acıyı geçirecek tek şey yoktu. Acını başka bir acıyla bastırabilir daha fazla dert sahibi olurdun ama hiçbirinden kurtulamazdın. Böyleydi işte.

Gerçi annemin beni sevdiği de pek söylenmezdi. Eskiden beri. Bebekliğimden.

Doğmam şans eseri miydi o zaman?

Yemeğimi yiyip odama geçeceğim an zil sesi ile kapıya ilerledim. Annemin geleceğini sanmıyordum; saat henüz erkendi. Kapıyı açtığım an neşeleri ile irkildiğim üç kız gülümseyerek bana baktı. Bir tanesi komşumuzun kızıydı ve diğer ikisi büyük ihtimalle arkadaşlarıydı.

Elindeki saç kurutma makinesini uzatarak güldü. ‘’Dün işim bitmişti ama veremedim. Teşekkür ederim, Afra.’’ Ona saç kurutma makinemi vermiştim ve o bunu getirmişti. Kapıyı kapattığım an yalnız bir kız olduğumu iliklerime kadar hissettim. Diğerleri gibi yakın bir arkadaşım olmamıştı hiç. Ne çocukken, ne şimdi. Beni aralarına almazlardı. Böyle büyümüştüm.

Evet dediğim gibi, kuru kalabalık gereksizdi ama yalnızdım ve hissediyordum işte. Geçmezdi.

Buruk bir halde evin duvarını inceledim, ardından tavanını. Ben her gece o ikisine anlatırdım çünkü günümü. Tavanlar arkadaş, duvarlar seni saran kollardır bazen.

Askılıktan ceketimi alarak evden çıktım ve sadece yürümek istedim. Sadece. Yürümek. Oksijen.

Evin beş dakikalık yürüme mesafesinde bir park vardı. O parkın sonunda, geniş bir bahçeye bakan tek bir bank vardı. Kendimi ne zaman kötü hissetsem oraya gider saatlerce otururdum.

Banka vardığımda ilk defa orada birinin oturduğunu gördüm. Geniş omuzlarını siyah bir sweatshirt kaplamış, bacaklarını siyah bir eşofman sarmıştı.

Portakal çiçeği.

Bankın önüne geçtiğimde gözlerini gözlerime çıkartarak gülümsedi.

‘’İyi akşamlar, koca gözlü kız.’’

Ona bu gece ilk defa gülümsedim.

‘’İyi akşamlar, kuzey yıldızı.’’

Yanına oturdum. Olduğumuz yerden net görünen gökyüzünde o kadar parlak bir yıldız vardı ki onun da ona baktığına emindim. Sessizliğin içinde rüzgarın sürekli olarak burnuma getirdiği kokusu ciğerlerime iniyordu. Ben ona dalmışken kusursuz sesini duydum.

‘’Seni gecenin bu saati buraya getiren şey ne?’’ dedi tok bir sesle, içimi okuyordu sanki. Halbuki zihin okuyan bendim, ne tuhaf. Böyle dediğine göre kendisi de buraya ilk kez gelmemişti. Ama onu daha önce burada hiç görmemiştim.

‘’Asıl seni getiren ne?’’ Sırıttı.

‘’Derdim olduğunu nereden çıkardın?’’

‘’Sen nereden çıkardıysan.’’ Bu sefer daha sesli güldü.

‘’Afra,’’ dedi. Ama öyle hoş dedi ki adım dudaklarında ilahlaştı. Sanki daha önce kimse adımla seslenmemişti bana. ‘’O koca gözlerin var ya, onlar seni ele veriyor.’’ Gözlerimi gözlerinden kaçırıp gökyüzüne çıkardım. ‘’Kuzey yıldızı, öyle mi?’’ Bana baktığını biliyordum ve ona bakmamak için kendi içimde savaş veriyordum.

‘’Evet.’’

‘’Neden kuzey yıldızı?’’ Çünkü dün gece bu şarkı çalıyordu, Reha.

‘’Öğrenirsin elbet.’’

Kısa bir sessizliğin ardından kendi kendine mırıldandığını duydum.

‘’Bir şubat akşamında, unuttum hüzün neydi?’’

‘’Efendim?’’

‘’Şubat akşamında,’’ dedi bana doğru dönerek, artık bedeni de bana dönüktü. ‘’Unuttum. Hüzün neydi?’’ Gözlerim dudak kenarlarındaki gamzelerine indi.

‘’Doğum günüm.’’

‘’Ne?’’

‘’Şubat.’’ Anlamışçasına başını yana yatırdı.

‘’Kaçı?’’

‘’24.’’

‘’Hmm.’’ Ardından aklıma gelen soru ile dudaklarımı ıslattım.

‘’Gözlerim çok mu iri?’’ Güldü.

‘’Öğrenirsin elbet.’’ Güldüm.

 

Hiçbir zaman masallarla uyuyan çocuklardan olmadım. Tilkilerin kurnazlığı, çobanların yalancılığı, kurtların saldırganlığı...

Ama babamdan başkası da okumadı bana masal.

O gittikten sonra büyüdüm.

Yedi yaşımda.

 

Gözlerimi araladığımda bugün okula gitmek istemediğimi fark ettim ancak sorumluluklarımdan kaçamazdım. Dün geceyi anımsarken gözlerimi kapattım ve sesli bir nefes verdim. Sahi, onun orada ne işi vardı?

Hızlı bir duşun ardından penceremi araladım ve havanın nasıl olduğuna baktım. Soğuktu ve esiyordu. Kahverengi kazak ve kahverengi bir jean giyindim. Kazağımın üzerine beyaz bir gömlek giyerek önümü açık bıraktım. Bel hizamda toplayarak bağladım ve bir kolye taktım. Saçlarımı dağınık bir topuz yapıp rimel ve allık ile hafif bir makyaj yaptım. Dudak tonlarımda bir ruj sürerek çantamı hazırladım ve beyaz bir ceket giyinerek aşağı indim.

Annem hala evdeydi. Bugün geç gidecek olmalıydı. Parmakları bilgisayar klavyesi üzerinde dolanırken kalem etek ile sarılı bacaklarını üst üste atmıştı. Üzerinde ise tıpkı benimki gibi beyaz bir gömlek vardı. Annem hep bakımlı bir kadın olmuştu.

Yanına koşarak yanağına kocaman bir öpücük kondurdum. Dudakları şaşkınlıkla açılırken bilgisayardan geri çekildi. Muhasebeci oluşu gece gündüz bilgisayara bağlı yaşamasına sebepti. Ne yazık.

‘’Günaydın. Okula mı?’’ Başımı salladım. ‘’İyi dersler tatlım. Ben bugün evden çalışacağım, akşam güzel bir yemek yeriz.’’ Onu tekrardan öperek onayladım ve geç kalmamak için evden çıktım.

 

İlk dersler çabucak geçmiş; günün ortalarına gelmiştik. Ders çıkışı adımlarım bahçeye yönelmişken omuzumda hissettiğim el ile arkamı döndüm. Bu kızı okulun takımlarından birinde gördüğümü hatırlıyordum ama sadece sima olarak. Tanışmıyorduk.

‘’Afra, Hale Hoca seni çağırıyor.’’ Kızın peşine takılarak hocanın odasına girdiğimde o katı suratını gördüm. Hale Hoca yüzme takımına bakıyordu ve oldukça katı kuralları vardı.

‘’Hoş geldin, Afra.’’ Gülümseyerek başımı salladım.

‘’Merhaba hocam, beni çağırmışsınız.’’ Elini önümdeki sandalyeye doğru salladı.

‘’Gel otur.’’ Onaylayarak oturdum ve diyeceklerini bekledim.

‘’Senden okulumuz adına bir şey yapmanı istiyorum, Afra. Biliyorsun ki üniversiteler arası yüzme yarışması olacak ve biz de katıldık. Ancak bir sorunumuz var.’’ Dudaklarını ıslattı ve devam etti: ‘’Zeren sakatlandı. O aynı zamanda dans kursuna gittiği için orada talihsiz bir kaza yaşamış. Takıma senin katılmanı istiyorum.’’

‘’Yani.’’ dedim kararsız bir seste. O an zihninden geçenler bir bir kulaklarıma doldu.

‘’Afra takıma katılmazsa asla o yarışmaya katılamayız. Bu sene birincilik yalan olacak.’’ Onun şampiyonluğu öğrencilerinden daha çok istediğini biliyordum ve kendimden beklenmeyen bir anda onayladım.

‘’İsterim.’’

‘’Yani şimdi seni de zorlam-’’

‘’Hocam.’’ Lafını kestim. Beni anlamamış olmalıydı. ‘’Katılıyorum.’’ O sert kadının bir anda gözlerin içi parladı. Dışarıdan ne kadar kuralcı görünse de özünde çok iyi biriydi ve bunu sadece ben biliyordum.

Zihin okuyarak.

‘’Teşekkür ederim, Afra. Okul çıkışı takımın yanına git olur mu? Alıştırma yapacağız.’’ Başımla onayladım ve bahçeye çıkmak için odadan ayrıldım.

Kabul etmekle iyi bir şey mi yapmıştım, kötü bir şey mi bilmiyorum ama, umarım iyi bir sonucu olurdu. Bir anda nasıl da kabul etmiştim? Kıyımsızsın Afra. Belki de salaksın.

Takım kaptanı okula yeni gelen kızdı, o tuvaletteki, Reha’yı soran sarışın kız. Geldiği gün almışlardı onu çünkü geldiği okulda tam dört kez yüzme şampiyonu olmuş birçok turnuvaya katılmıştı.

Umarım, diye geçirdim içimden. Umarım dışarıdan göründüğün gibi ukala değilsindir sarışın.

Saatlerin ardından tüm dersler bitmiş; takımlara giren öğrenciler dışında herkes okulu boşaltmıştı. Birkaç kez girdiğim yüzme havuzuna indim ve takımın yanına ilerledim. Hale Hoca oradaydı. Beni gördüğü an koca bir gülümseme ile eliyle çağırdı. Herkes Hale Hoca’nın bana gülmesine şaşırırken yanlarına vardım.

‘’Takıma hoş geldin, Afra.’’ O an herkesin gözü benim üstümdeydi. Bir kişi hariç. Sarışın. ‘’Beren, Afra’yla tanışmak ister misin?’’ Beren.

Renkli gözlerini kahverengi gözlerime çıkardığında beni öldürecekmişçesine baktı ve istemeyerek elini uzattı. Elimi eline uzatırken kafasından geçenleri duydum.

‘’Bu ezik nasıl bu takıma girebilir ya?’’ O an ona tiksinerek baktım ve elimi hemen geri çektim.

Hocanın işareti ile herkes birden dağılmaya başladı. Onları takip ettiğimde nereye gittiklerini tahmin edebiliyordum.

Takımla soyunma odasına geçerek mayo ve bikinilerimizi giymeye başladık. Hepimiz hazırlanarak havuzun yanına dizildiğinde Hale Hoca hepimizi izledi ve benim üzerimde biraz daha durarak öğretmeye çalıştı. Yüzebiliyordum ama takımı iyiye taşıyacak kadar iyi değildim. Ama zaten hiçbir zaman yüzme gibi bir isteğim de olmamıştı. Benim bildiğim bana yetiyordu.

Hale Hoca gelen telefon ile salondan çıkarak Beren’ e el işareti yaptı. Beren o gece tuvalette konuştuğu kıza gülerek bir şeyler fısıldadı ve aynı anda bana bakarak kahkaha attılar. Saniyeler içinde yanıma yaklaşarak bana komut vermeye başladı.

‘’Sol kolunu kullansana kızım.’’ Ona ters ters baktığımda, ‘’Hadi hadi oyalanma bir an önce öğren, turnuvaya çok az bir zaman kaldı.’’ dedi. Yanındaki kızlar sesini çıkarmadan onu dinliyordu. Resmen gelir gelmez takıma hükmetmişti. Dişlerimi sıkarak bir şey demedim ama ileride mutlaka başına patlardı yaptıkları.

‘’Ben Hale Hoca’dan izin almıştım, çıkmam gerek.’’ dedi ve bir kız takımdan ayrılarak soyunma odasına ilerledi. Ardından takımdaki diğer herkes o kızın peşine takılarak gittiğinde Beren ile yalnız kaldık. Ben havuzda, o ise hemen kenarda.

‘’Sen fazladan bir saat daha duracaksın, ben de gidiyorum.’’ Suyun altında olduğumdan sonradan anladım fakat gidişini pek de umursamadım. Suyu sevmiştim.

Hocanın gösterdiği birkaç taktik üzerinde çalıştım ancak bir süre sonra suyun beni çok fazla yorduğunu fark ettim. Alışık değildim. Denize ne zaman girsem bir saat yüzer çıkardım, şimdi tenim bile buruşmuştu.

Havuzun yüzeyine çıkarak duvar saatine bakındım. Bir değil, tam bir buçuk saat geçmişti. Biraz daha geç kalsaydım okulu kapatır giderlerdi ve burada kalırdım. Hızla havuzdan çıktım ve soyunma odasına geçerek dolabımı açtım.

Gördüğüm manzara ile gözlerim kocaman açıldı. Dolabım bomboştu ve kıyafetlerim yoktu. Havlumu bile almışlardı! Bu Beren’in işi olmalıydı. Sürtük.

Islak ıslak ortadaki sandalyelerden birine geçtim ve ne yapacağımı düşünmeye başladım. O an kulaklarıma tanıdık bir ses geldi.

‘’Beni mi bekliyorsun?’’ Kafamı kapıya çevirdim ve onunla karşılaştım. Havlum bile olmadığından panik yaparak elimi vücuduma kapadım ve kaşlarımı çattım.

‘’Çıkar mısın lütfen?’’ Gözlerimi ondan çekerek yere indirdim ve utanarak öylece kaldım. Çok üşüyordum ve dişlerim birbirine çarpmaya başlamıştı bile.

‘’Üşüyorsun.’’ dedi tuhaf bir tonda, ardından bana bir havlu uzattı. Sanırım kendi havlusuydu. Almadım.

‘’Üşümüyorum.’’ Tüylerim ürperirken hala kafamı kaldırmıyordum. Yanıma oturdu ve havluyu omuzlarımın üzerine bıraktı. Koca havlusu tüm vücudumu kapatmıştı.

Kafamı yavaşça kaldırdım ve ona baktım. Bana o gece ki gibi bakıyordu. Sanki her yaptığı şeye güveniyordu ve emindi.

‘’Teşekkür ederim.’’ Önüme döneceğim an parmaklarını çeneme yerleştirdi ve yüzümü kendisine doğru çevirdi.

‘’Rica ederim, Afra.’’ dedi adımın üstüne bastırarak. ‘’Afra Kaner.’’ Yutkundum.

‘’Öğrenmişsin.’’ Kolumu önüme alırken havlu açılarak düştü ve utanarak gözlerimi çektim. Gözlerini yerden ayırmadan havluyu aldı ve kollarıma tekrar sardı.

Düşüncelerini duyabiliyordum.

‘’Gitmeliyim.’’ O an ayağa kalkacaktı ki çalan telefon ile kaldı. Benimki çalıyordu. Ani bir refleks ile ceketimi bana uzattı. Telefonumu çıkartarak aramayı yanıtladım ve konuşmaya başladım. O ise bakışlarını benden çekmiş konuşmamı bitirmemi bekliyordu.

Annem okul çıkış saatimi bildiğinden neden geciktiğimi soruyordu. Ona evde anlatacağım diyerek kısa kestim ve aramayı kapattım.

Reha elindeki ceketimi bana doğru uzatırken açık cebimden kibrit kutusu düştü. Çatılı kaşlarla aldı ve bana baktı.

‘’Cebinde taşıyacak kadar seviyor musun kibrit kutularını?’’ Bana babamdan kalan tek şey o kibrit kutusu, Reha. Kibrit, yani babam.

‘’Benim en büyük yenilgim, kibrit kutuları.’’ Elinden ceketimi alarak telefonumu koydum ve kibrit kutumu ondan alarak gözlerine baktım. ‘’Gitsene sen. Havlunu da vereyim git.’’ Kaşları çatıldı. Aklından geçenleri duyuyordum.

‘’Kötü bir şey mi dedim?’’ O an cevap vermek istedim ancak benden ürkmemesi adına sessiz kaldım. Kim kafasında sorduğu soruya yanıt verilmesinden korkmazdı ki?

‘’Havlu kalsın, Afra. Ben giderim.’’ Bana kırılmış mıydı? Bana kırılacak kadar değer vermişti yani?

Ayağa kalktı ve soyunma odasının kapısına doğru ilerledi. Çıkacağı an dilime hakim olamadım.

‘’Kıyafetlerimi almışlar.’’ Ayağa kalkmış gözlerimi sımsıkı kapatmıştım. Bana döndüğünü hissettiğimde ise hala açmıyordum gözlerimi.

‘’Ne yapmamı istiyorsun?’’ Tavırlıydı. Ona git dememe kırılmış olmalıydı. Gözlerimi açtığımda karşımda dikilmiş olduğunu gördüm.

‘’Hiç. Hiçbir şey, tamam.’’ Arkamı dönüp telefonumu alacakken kolumu tutarak beni kendisine çevirdi. Yakındık. Çok yakın.

O an onun zihnini okumayı unuttum ve sadece gözlerine baktım.

Dudakları yukarı doğru kıvrılırken bileğimi sertçe tuttu.

‘’Hiç kelimesinden nefret ederim.’’ Gözlerinde anlam veremediğim bir bakış vardı ve burukluk mu başka bir his mi çözemiyordum. Onun suyuna gidecek değildim. Bakışlarımı bakışlarına çıkardım ve sert bir şekilde baktım. Sesli bir nefes vererek boğazımı temizledim.

‘’Hiç.’’ Yüzü daha önce görmediğim bir şekile bürünürken elimi bırakarak geri çekildi. ‘’Reha?’’ Bana bakmadı. Saniyeler içinde ise sesli bir nefes verdi.

‘’Okulda kimse kalmadı, seni eve bırakacağım. Üç dakikan var.’’ Kapıdan çıktığında arkasından gitmekten başka çarem olmadığını düşündüm. Tek bir kıyafetim yoktu ve eve bu şekilde dönemezdim. Sağımdaki aynaya dönerek çaresiz halime baktım. Düştüğüm durum komikti.

İnsanların size karşı olan davranışları onlara verdiğiniz taviz ile belirlenirdi. Bundan sonra kimseye aldanmayacaktım. Takımda Beren varsa, kesinlikle.

‘’Üç dakikan doldu.’’ Kafamı susturup sahte bir tavır takındım.

Koridora çıktığımda ileride, otoparkın girişinde olduğunu fark ettim. Nasıl tek bir kelimeye tavır almıştı? Ona özel birini hatırlatıyor olmalıydı, belki de sevgilisini. Susmalıydım.

Arabanın yanına ilerlediğimde şoför koltuğuna geçmişti bile, bana içeriden işaret verdiğinde çekinerek kapıyı açtım ve havluya iyice sarılarak oturdum. Kapıyı kapattığımda havlunun üzerine emniyet kemerini nasıl takacağımı düşünüyordum ki bana uzattığı siyah tişörtü gördüm. Mahcup olarak aldığımda kafasını çevirir mi diye kendime soruyordum fakat saliseler içinde o tarafa döndü.

Sahi, zihin okuyan ben miydim o mu?

Havluyu dizlerimin üzerine alarak tişörtü hızlıca kafamdan geçirdim. Dizlerime kadar uzanması içimi o kadar rahatlatmıştı ki havluyu rahatça alarak arka koltuğa bırakmıştım. Ceketim ile telefonumu kucağıma alarak önüme döndüm.

‘’Giyindim.’’ Arabayı çalıştırdı ve bana bakmadan sürmeye başladı. Emniyet kemerimi taktıktan sonra ona baktım. Okuldan çıkmıştık ve onun yüzü hala o kelimeyi söylediğimdeki gibiydi.

Dakikalar geçti. Sessizlik.

‘’Kusura bakma, sana yük oldum. Bir daha karşına çıkmayacağımdan emin olabilirsin.’’ Cevap vermedi. Elini radyoya uzatarak herhangi bir kanalı açtı ve tam o an o şarkı çaldı. O şarkı.

Kuzey Yıldızı- Çağan Şengül

Nakaratına kadar kimse sesini çıkarmadı.

‘’Kuzey yıldızı tarihte milyonlarca kayıp ruha yol gösteren
Asla yer değiştirmeyen bir yıldız’’

‘’Kuzey yıldızı,’’ diye mırıldandı, ardından bana döndü. ‘’O gece bu şarkı çalıyordu, Afra.’’ Bakışlarımı çektim. Anlamıştı işte.

‘’Zaafımsın çek silahını yüzüme’’

‘’Evin nerede?’’ Bilmem, Reha. Evim nerede?

‘’Dümdüz ilerle, sağda.’’

Sessizlik.

Sokağa vardığımda inmek için ceketimi ve telefonumu elime aldım. Elim kapı kulpundayken onun sesini duydum.

‘’Bir daha,’’ dedi üstüne bastırarak. ‘’Hiç deme.’’ Ona bakmadan yanıtladım.

‘’Merak etme, bir daha seni uğraştırmayacağım.’’ Kapıyı açtığım an parmaklarını kolumda hissettim.

‘’Çık.’’ dedi tek nefeste.

‘’Ne?’’

‘’Karşıma çık, Afra.’’

 

Küçüktüm. Ne zamandı tam olarak kestiremiyordum fakat avucum kırmızıydı. Hayır, boyama yapmamıştım. Avucumun içindeki kırmızı, kandı. Babamın kanı.

Küçük bir çocuğun tek kırmızısı, utandığında kızaran yanaklarındaki allık olabilirdi. Kan değil. Beni anlıyor musun?

O illet hastalığa tutulduğunda ağzından dökülen kanlar, kana ihtiyacı olan birçok hastaya yetecek kadardı.

Hastalık babamdı.

Babam kibrit.

Kibrit bendim.

 

Bir haftanın sonunda yüzme işini epey geliştirmiş, hocanın gözüne girmiştim. Hatta belki de takımdakiler de beğenmişti fakat herkes Beren’in yanında olduğundan benimle konuşmuyordu. Turnuvaya yaklaşık 2 gün vardı ve şu an okula koşuyordum. Gece boyu ayakta kalışım öylece dalışıma neden olmuştu ve son dakikalarda hazırlanmış, hiçbir şey atıştıramamıştım; açlıktan gözüm kararıyordu. Gece boyu açtım, saatlerdir.

Çünkü ben o gece annemin telefon konuşmalarını duymuştum.

Okula yaklaştığımda adımlarımı daha da küçülterek dikkatli yürümeye çalıştım. Aç kaldığımda normal insanlar kadar sabredemiyordum, çocukluğumdan beri böyleydi. Ellerim titriyordu ve bayılacak gibi oluyordum. Bu kadar kötülememi ben de garipsiyordum ancak yapacağım bir şey de yoktu.

Bahçeye vardığımda herkesin burada olduğunu fark ederek derin bir oh çektim. Kantine gidip bir şeyler alabilirdim, en azından açlığımı bastırırdı.

Girişe adım attığım an çalan zil beynimi bulandırdı. Derse geç kalırsam hoca beni yok yazabilirdi ve devamsızlığım sınırdaydı.

Duvarlardan tutunarak sınıf katına çıktığımda herkesin çoktan sınıflara girdiğini gördüm. Gözlerimi kapatarak derin bir nefes alma ihtiyacı duyduğumda tansiyonumun düşmüş olabilme ihtimalini düşündüm. Sanılandan, belki de görünenden çok daha kötüydüm. Evet, bünyem zayıftı. Çok zayıf.

Adım sesleri ile başımı kaldırdığımda karşımda hocayı göreceğimi düşünmüştüm ama başkası vardı. Dudağı hafifçe kıvrılırken adımlarını önümde durdurdu ve tebessümü daha da yayıldı.

Dudakları aralanmıştı; bir şey diyeceğini anlamıştım oysa koluma dokunan kişi ile arkama baktım. Hale Hoca. Ardından derse girecek hocayı gördüm. O bize gülümseyerek sınıfa girerken Hale Hoca benim girmemi engelledi.

‘’Afra, bu derslik hocandan izin aldım. Yüzmeye arkadaşlarından biraz daha fazla çalışman gerektiğini biliyorsun.’’ Tam bir şey yemediğimi söyleyecekken arkasına bile bakmadan aşağı inmeye başladı. Ben öylece bakakalırken Reha’nın beni izlediğini gördüm. Ona zoraki bir gülüş sergileyerek aşağı inmek üzere duvarlara tutundum. İçeriden hocanın sesi geldi.

‘’Reha biraz daha orada dikilecek misin?’’

 

Havuza indiğimde benden ve hocadan başka kimse olmadığını gördüm. Açlığa biraz daha dayanabileceğimi düşünerek ağır ağır üstümü değiştirdim ve dolabımı bu sefer iyice kilitledim. Hale Hoca havuzun yanında beni bekliyordu. Yavaş adımlarla yanına ulaştım ve o demeden istediği şekilde havuza atladım. Yüzerek onun yanına yaklaştığımda telefonunu cebine attı ve saçlarını topladı.

‘’Evet Afracığım, bugün biraz ayak çalışmanı istiyorum. Yüzüşünün geride olmasının sebebi ayaklarını yeterince kullanmaman. Hadi bakalım başla.’’

Su ılıktı. İyi gelir diye düşünsem de midemin yandığını hissetmeye başladım. Yüzmeyi bırakmadım; hatta daha da hızlandım. Çabuk bitmeliydi ve kantine gitmeliydim.

Yarım saatlik bir çalışmanın ardından kollarımda derman kalmamıştı. Zilin sesini duyduğumda Hale Hoca’nın düdük sesi de geliverdi. Kendisi salonu terk ederken diğer öğrencilerin de buraya geleceğini biliyordum. Yüzenleri izlemeyi seven bir tayfa vardı ve istisnasız her teneffüs burada bulunurlardı. İnsanları gerçekten anlayamıyordum.

Gözlerimi kapattım ve kenarlardan tutunarak kendimi yüzeye attım. Su çok olmasa da boyumu geçiyordu. Bonemi çıkartarak kenara koydum ve yavaşça çıktım. Ayağa kalktığım an başımın dönmesi ile tutunacak bir yer bulamadım. Dengemi sağlamaya çalışarak gözlerimi kapattım ve başımı tuttum.

Bedenimdeki güç beni terk ederken nefeslerim birbirini kovaladı.

Tam o an. Tam o an birinin kolumdan sertçe itişini hissettim.

Suya düşüşümle bilincimi kaybetmem bir oldu. Artık hiçbir şey yoktu. Ders, zil, yemek, okul, annem, kibrit, kan, acı.

Su. Su yuttum. Çok su.

Belki de başrolü elde edecek kadın hep kötüydü.

Sahi, ben iyi miyim?

 

Belime ve bacağıma sarılan kollar ile sudan çıktığımı hissettim. Belki de tam olarak bayılmamıştım ama kendimi berbat hissetmiştim. Gözlerimi açamıyordum; beni kucağına alan kişinin nefesi sürekli olarak burnuma iniyordu. Bu koku çok tanıdık bir kokuydu.

Boğazını temizlediğini duyduğumda sıcak nefesini alnımda hissettim. Hemen ardından sırtım sıcak bir yerle buluştu. Ya da soğuktu bilmiyordum. Bedenim o kadar soğuktu ki hiçbir şey hissedemiyor; düşünemiyordum.

Boğuluyordum.

Göğsüme yapılan baskı ile hızla gözlerimi açtım ve yuttuğum sular yüzünden öksürmeye başladım. Nefes alamıyordum.

‘’Afra. Afra iyi misin?’’ Kısılan gözlerimi gelen sesin sahibine çevirdiğimde öksürmem biraz olsun geçmişti. Nefessizlikten ellerimi yerde gezdirirken beni yan çevirerek yuttuğum suyun çıkmasını sağladı.

Her damlasını çıkardığımda midemde koca bir yangın çıktığını sandım. Öyle tutuşmuştu ki kimse söndüremezdi sanki.

Gözlerim gözlerini bulduğunda titrediğimi fark ettim. Üstümde mayodan başka bir şey yoktu. Reha’nın eli elimi bulduğunda titrememi durdurmaya çalıştı. Koca hırkasını çıkartarak üzerimi örttü ve hemen ardından ellerini kollarımın üzerinde gezdirerek beni ısıtmaya çalıştı.

Oysa ben o kadar üşüyordum ki hırkanın hiçbir faydası olmuyordu. Saatlerce bir buzlukta kalmış gibi hareket edemiyordum.

Göz kapaklarımın ağırlığının altında gözlerimi yavaşça kapatmaya başladım. Kolumda gezinen elini yakalayarak parmaklarımı avucuna kaydırdım.

‘’Reha,’’ dedim cılız bir sesle. ‘’O gece Kuzey Yıldızı çalıyordu.’’ Daha fazla dayanamayarak bir elini belimden, diğerini bacağımdan geçirerek beni kucakladı ve ayağa kalktı. Revire gittiğini fark ettiğimde gözlerini gözlerime indirdi. Bilincimi kaybetmeden hemen önce ise dudaklarımdan sadece bir cümle döküldü.

‘’san kuzey yıldızı.’’

 

Uyandığımda damarımın acıdığını hissettim. Gözlerimi koluma bakmak üzere araladığımda başımda koca bir serum takılı olduğunu gördüm.

Yüzüme öylesine ışık geliyordu ki kafamı cama çevirmemle gözlerimi kapatışım bir oldu. Hala uykuluydum ve gözümü alıyordu. Kapının sesini duyduğumda kafamı kaldırarak bakmaya çalıştım.

O.

Göz bebekleri büyüdü ve elindeki suyu kenara bırakarak hemen yanıma yanaştı. Gözlerine baktığımda beni inceledi.

‘’İyi misin?’’ Gözümü kapatarak başımı salladığımda yutkundu. ‘’Yüzme biliyorsun, neden boğuluyordun?’’ Yüzme bilenler de kendini boğar, Reha. Ama tabii nedeni bu değil.

‘'İyi değildim.’’ dedim tek hamlede. Sonraysa soracağını anlayarak devam ettim. ‘’Bir şey yemedim, tansiyonum düştü sanırım.’’ Sandalyeye oturarak kaşlarını çattı.

‘’Nasıl yemedin? Afra sen bu saate kadar aç mı kaldın? Şu an saat kaç biliyor musun?’’ Reddedercesine başımı salladığımda sesli bir nefes verdi. ‘’Tam üç saattir açsın.’’

‘’Üç saat değil, on üç saat.’’ Zoraki bir tebessüm sergileyerek şaşırışını izledim. Kaşları hızla çatılırken ani bir hareketle kalkıp elini havaya kaldırdı. Serumu işaret ediyordu ve kararlı bir ifadesi vardı.

‘’Bu serum bitecek. Ben yarım saate gelirim.’’ Hırkasını alarak omuzlarına geçirirken kapıdan çıkışını izledim. Nereye gitmişti şimdi?

 

Kolumu çekişim ile damar yolumun acıması gözlerimi aralamama neden olmuştu. Etrafa dehşetle bakarken kolumu çektiğim için serum düzeneğinin yere devrildiğini fark ettim. Tam o an biri kapıyı açıyordu. İçeri girdiğinde gerçekten tam yarım saatte geldiğini fark ettim, sonraysa kısacık sürede nasıl uykuya daldığımı.

O şaşkınlıkla düzeneği ayağa kaldırırken koluma baktı. Hala acıyordu ama bir şeyi yoktu.

‘’Kolun acıyor mu?’’

‘’Sorun değil, geçer.’’ Sinirlendiğini fark ettim ancak uzun sürmedi. Çünkü saatlerdir kafasından geçenleri ilk kez duyabilmiştim, belki de duymak için yeterince gücüm yoktu ve serum iyi gelmişti.

‘’Geçer. Geçer ama izi kalır.’’ Duyduklarımı anlamlandırmaya çalışırken elindeki poşeti çok sonra fark ettim. İçinden çıkardığı tabağın jelatinlerini soyarak çatal ve kaşık çıkardı. Doğrulmama yardımcı olduktan sonra tabağı kucağıma koydu. Bu kaşık ve tabak neden metaldi?

‘’Artık dışarıda da mı metal kaşık çatal veriliyor?’’ dedim hayretle. O an dudağını ısırdığını fark ettiğimde zihninden geçenler kulaklarıma doldu.

‘’Annenden alırsan, evet.’’ Şaşırmamaya çalışarak tavuk pilavımı kaşıkladım ancak, Reha benim yemem için annesinden yemek mi istemişti?

Saniyeler sonra yanıtladı.

‘’Tanıyordum ya, sık sık gittiğimden isteyince verdi.’’ Anneni tanıyorsun tabii.

Tavuklu pilav o kadar lezzetliydi ki yaklaşık on dakika da hepsini mideme indirdim. Tabağı üzerimden alarak poşete geri koyduğunda bakışlarını seruma çıkardı. Serum biteli fazlaca olmuştu. Sedyenin etrafından dolaşarak sol tarafıma geçtiğinde elini damar yolumun üzerine koydu. Aniden irkilerek geri çekildim çünkü kolum acıyordu. Ayrıca çocukluğumdan beri hastanelerden korktuğum yetmezmiş gibi damar yolumu tanımadığım bu adama emanet edemezdim.

‘’Dur yapma.’’

‘’Neyi?’’ Ona döndüğüm an sırıttığını gördüm, ardından kolumu. Damar yolum artık yerinde değildi.

‘’Ne zaman çıkardın sen? Ben niye duymadım?’’ Eli o kadar hafifti ki ben ondan çekilirken o çıkartmıştı bile işte. Bu alana bir ilgisi mi vardı? Önce yarama pansuman, sonra damar yolumu çıkarma. Bence Reha’nın da kesinlikle özel bir gücü vardı.

Acaba ona ileride zihin okuyabildiğimi söyleyebilir miydim?

Gerçi, neden görüşelimdi ki?

Sırıtarak elindeki iğneyi çöpe attı. Bir pamuğa adını bilmediğim bir sıvı damlatarak bana yaklaştı ve damar yolumun üzerinde gezdirdi. Tam üstünde durduğunda gözlerini gözlerime çıkardı. Ben yutkunarak onu incelerken tebessümle pamuğu çöp kovasına fırlattı. Basket!

Elini cebine sokarak kaşlarını çattı ve saniyeler içerisinde çıkardı. Bu sefer parmaklarının arasında bir yara bandı gördüm. Kenarındaki beyaz kağıtları çıkarttı ve damar yolumun üzerine düzgünce yapıştırdı.

Yara bandının üzerinde siyah kalemle çizilmiş bir ay vardı.

Ay.

Dövme. Yara bandı.

Reha ay’a aşık olmalı.

‘’Eve gitmelisin.’’ dedi tek solukta. Ben kaşlarımı çatıp kafamı kaldırdığım an tek adımla önümde durdu. İnkar etmek için dudaklarımı araladığımda, ‘’İtiraz kabul etmem.’' diyerek ekledi.

‘'Ama Reha, benim devamsızlığım fazla.’’ Gülmeye başladığında zihninden geçenleri bir bir duyuyordum.

‘’En kolayı.’’ Neyi kolaydı şimdi? Bozuntuya vermeyerek cevap vermesini bekledim.

‘’Hallederim,’’ Telefonunu çıkarttığında kısa bir mesaj yazdığını fark ettim ancak saniyeler içinde tekrar cebine koydu. ‘’Evine gidiyorsun.’’

Onunla didişebilirdim ancak hala üzerimde bir yorgunluk vardı ve eminim ki yüzümden de anlaşılıyordu.

‘’Hadi.’’ dedi kafasını kaldırarak. Dağıttığı masayı topladı ve parmaklarını dağınık saçlarının arasından geçirerek alnına düşürdü.

‘’Anlamadım.’’ Araba anahtarını sallayarak gözlerime baktı. ‘’Yani?’’ Göz devirdi ve birkaç adımda önümde durdu.

‘’Afra,’’ Sesli bir nefes verdi. ‘’Seni bırakacağım.’’

‘’Elim ayağım tutuyor, kendim gidebilirim. Yaptığın iyilikler için teşekkür ederim ama buna gerek yok.’’ Sedyeden aşağı inmiş kıyafetimi düzeltiyordum ki önümü kapatarak hafifçe eğildi.

‘’Zorba biri değilim.’’ Yutkundum. Elimi sedyeye koyup geriye doğru çekildim ancak o ben geriye gittikçe eğiliyordu. ‘’Olmak da istemiyorum.’’ Güldüm. Başımı yana yatırarak gözlerine baktım.

‘’Her gece sana dokunan kızlar egonu tatmin etti değil mi? Hiçbiri sana karşı koyamadı.’’ Yüzüne yaklaşarak dudaklarına baktım. ‘’Ben. Sana. Bakmam.’’ Biraz daha yaklaştım. ‘’Tipim değilsin.’’ Ardından gülerek kendimi geri çektim ve beni sıkıştırdığı yerden çıkarak revirden çıktım. Yaklaştığımda kafasını karıştırmış olmalıydım ki ben giderken tek kelime etmedi.

 

Akşamüstü yorgunluğumu atmak üzere kendime zaman ayırmış; annemle akşam yemeği yedikten sonra odama çekilmiş yatağımda saatlerce yatmıştım. Şu an saat sadece 22’yi gösteriyordu.

Her zamanki parka gitmek üzere evden çıktığımda üzerimde siyah bir tayt, beyaz crop ve kalçamın altına kadar uzanan siyah hırkam vardı. Yolu uzatmak istedim. Yürüdüm. Adım attıkça toprağa karışıyordu dertlerim.

Yani. Ben öyle hissediyordum.

Belki de öyleydi.

Sahilin ortasına geldiğimde kulaklıklarımı çıkarttım ve boş bir banka oturdum. Etraf çok sessizdi fakat gözüme çarpan şey sertçe yutkunmamı sağladı. Her zamanki tavuk pilavcımız doluydu. Tam dört kişi öyle hevesli yiyordu ki onları incelemeye başladım.

Kızlardan birinin uzun, kızıl saçları beline kadar uzanıyordu ve üzerinde siyah bir mini elbise vardı. O kadar güzel görünüyordu ki tıpkı bir kitaptan fırlamış gibiydi. Yanında ise yine çok güzel, simsiyah saçları ile bir kız daha duruyordu. Karşılarındakiler sevgilileri olmalıydı. Sarı, kıvırcık saçlı çocuk durdu, kafasını kaldırdı ve size yemin ederim kızıl saçlı kıza o kadar güzel bakmaya başladı ki. Oysa kız sadece pilav yiyordu. Sanki dünyanın en güzel kadını gibi baktı ona.

Benim bu soğuk bankta tek başıma oturuşumla onların birbirine sevgi dolu bakması asla eşdeğer değildi. Esmer çocuk siyah saçlı kıza bakarak kocaman gülümsedi.

Aşk yoktu ki.

Nasıl böylesine güzel bakar, gülerlerdi?

Sahil kenarında, minik masa ve ahşap taburelerinin üzerinde tüm açlıkları ve sevgileri ile pilavlarını kaşıklıyorlardı. Ve bu inanın pahalı restoranlardan daha değerliydi. Bir olmak, birlikte olmak dünyanın en şaşalı şeylerinden daha önemliydi.

Bu dörtlü gerçekten kardeşti.

Ben ise tek.

Hayatım boyunca yakın bir arkadaşa sahip olmamıştım. Ya da elimi bırakmayacak bir sevgiliye.

Babam ölmüştü.

Bir annem vardı işte. O da çalışmaktan kafasını kaldırıp yüzüme bakamadı yıllar boyu.

Küçüktüm. Babam nefes alıyordu o zamanlar, hastalığından önceki son günlerden biriydi. Hastanedeki bir çocuktan bahsetti eve geldiğinde. Bir oğlan. O kadar güzeldi ki dedi. Düğme gibi dudakları, fındık gibi bir burnu var.

Üç yaşındaydım. Sadece üç. Zihnime kazındı.

Çocuklar çok güzel olurdu, ama ben değildim işte. Dudaklarım yeterince büyük değildi. Kemerli bir buruna sahiptim. Kusursuz bir yüz hatlarım yoktu. On beşli yaşlarımda cildim daha fazla bozuldu. Kendimi sevmedim. Çirkin olduğumu düşünmedim. Çünkü güzellik ya da çirkinlik neye göre belirlenirdi ki zaten? Her insan farklı olabilirdi, herkes farklılıklarıyla güzeldi.

Şimdi. Şimdi herkes belli kalıplara sığmaya, sonradan çıkan güzellik algılarına uymaya çalışıyor. Herkesin hokka bir burnu, dolgun dudakları, çekik gözleri var. İncecik belleri, sıkı kalçaları ve bakımlı elleri, tırnakları.

Uymuyordum.

Uymamıştım.

Hiç de uymayacağım.

Beni ben yapan şey burnumdaki kemer. Cildimdeki akne. Ojesiz tırnaklar. Seyrek kaşlar.

Buydum.

Babam nasıldı?

Babam iyiydi. Babam iyiydi ama bana iyiydi. Anneme. Anneme değildi. Yani bence.

Burnu kızarırdı annemin.

Ama annemin burnu sadece utandığında ya da ağladığında kızarırdı.

O evde öylece otururken utanamazdı.

Annem ağlıyordu.

Annemin burnu hep kızarıktı.

Belli yemek saatlerimiz vardı. Akşam yemeği 19.00. Kahvaltı 08.00 de idi.

Yemeğe geç kalamazdım, kısa kıyafetler giyemezdim ve makyaj yapamazdım. Arkadaşlarımla buluştuğumda akşam beşten önce evde olmalıydım ve ders notlarım hep yüksek olmalıydı. Mavi giymek yasaktı. Neden, bilmiyorum. Bu zamana kadar en garibime giden kuraldı bu. Annemin kuralları. Annemin doğruları.

Belki de daha fazlası.

Severdim babamı. Severdim de... severdim işte.

Ondan sonra annem beni tamamen boğar sanmıştım fakat salmıştı.

Notlarımla ilgilenmiyordu, ya da kıyafetlerimle.

Büyümüştüm ama.

Kurallar içinde de olsa büyümüştüm ben.

Piknik. Isırık. Zihin.

O günden sonra hayatım tamamen değişmişti. Kimse bilmiyordu, annem dahil.

Bazen yarardı işime zihinlerini okumak, bazen çok yara alırdım.

Öyle işte.

Afra Kaner biraz, yaralı.

Reha Arslan haklıydı.

Geçer. Geçer ama izi kalır.

İz.

Banktan izlediğim grup pilavlarını yediğinde kalktım. Ağır adımlarım durgun, basık havanın arasında yükseliyordu sanki. Ayağım asla yere değmiyor; havada süzülüyordum. Saçlarımı düzelterek sesli bir nefes verdim. Etraf sessiz ve karanlıktı. Tek ışık kaynağı sokak lambalarıydı ve hepsi yanmıyordu.

Telefon ekranımdan saatin kaç olduğuna baktığımda henüz 11’e dahi gelmediğini gördüm. Biraz da olsa her zaman gittiğim parkta oturabilirdim.

Dudağımı dişleyerek stresle yürümeye başladım. Ne zaman heyecanlansam, sıkılsam dudağımı dişler, kabuğunu soya soya kanatırdım. Kan çanağı olana dek durmaz devam ederdim. Dilime değen kanın tadını aldığımdaysa kaşlarımı çatar gözlerimi kapatırdım. Tuhaf bir kızdım işte.

Parkın girişine geldiğimde her zamankinden daha az kalabalık olduğunu gördüm. Her köşede üç beş kişi vardı ve küçük çocuklar çok azdı. Kendi köşem olarak benimsediğim banka ilerleyerek karanlığın arasına karıştım. Manzaraya dönülü bankın önüne geçtiğimde oturacağım yerde küçük bir yara bandı olduğunu gördüm. Boş kısma oturarak yara bandını aldım ve incelemeye başladım.

Yara bandının üzerinde küçük bir ay çiziliydi. Beyaz kısmında ise sadece iki kelime.

‘’Gökyüzünün Külleri’’

Kaşlarım çatılı ona bakarken duyduğum ses ile gözlerim kocaman açıldı.

‘’Kuzey Yıldızları, Gökyüzünün Külleri’dir.’’

Sertçe yutkundum ve sesinin ardından kokusunu duyduğum kişiye baktım. Suratında ciddi bir ifade vardı. Ayağa kalkarak bir adım attığım an hızlı adımları ile üzerime yürüdü. Sırtım duvara çarpacakken duvara elini koyarak eline çarpmamı sağladı ve yüzüme eğildi. Gözleri gözlerimdeyken nefesini suratımda hissettim.

‘’Gözlerin gerçekten iri.’’ Elimi göğsüne koyarak itmeye çalıştım.

‘’Ne istiyorsun sen benden?’’

Parmaklarını saç tutamıma doladı ve gözlerime baktı. ‘’Seni.’’

‘’Reha.’’

‘’Afra.’’ Bakışları anlamadığım bir duyguya bürünürken gözlerini inceledim. ‘’Dudağın neden kanıyor?’’ Gözlerimi ondan çekerek dudağımı sildiğimde parmaklarıma bulaşan kanı ovaladım.

‘’Hiç. Hiçbir şey.’’

Kulağıma eğilerek nefesinin boynuma değmesine izin verdi. ‘’Var. Var bir şey.’’

‘’Ne varmış?’’ dedim bilmiyormuşçasına. Gözlerimi gözlerine diktiğimde sırıttı.

‘’Aşk varmış.’’

 

Loading...
0%