Yeni Üyelik
3.
Bölüm

2. BÖLÜM

@gokcelly

2. Yıllanmış Sigara İzi

Nefret aşkın reenkarnesidir.

 

Yara alacağını anladığın an gözlerini kapa. Karanlığa karışırsan sağ kalırsın. Çünkü en büyük yara kendi açtığındır.

 

‘Sana ev diye bakmak’ diyordu dinlediğim şarkıda.

Kimse eviniz olmasın.

Çünkü o ev bir gün başınıza mutlaka yıkılacaktır.

Zaten o parçanın sonunda da ‘Sana ev diye bakmak yıkık bir harabeyi onarmak kadar tuhaftı. Çok şaşırmıştım ama hiç şaşırtmamıştın.’ diyor.

Her şey kendi dengiyledir.

Her şey sonunda kendi aslına bürünür.

Bu senin aptallığından başka hiçbir şey değil.

 

Sarhoş nefesi onu ciddiye almamam için bağırırken kollarının arasındaki boşluktan kaçmak için bir hamle yaptım. Ben daha tek adım atmadan beni kendisiyle duvar arasına sıkıştırarak gözlerime odaklandı.

‘’Neden benden kaçıyorsun, Afra?’’ Yutkundum.

‘’Reha,’’ dedim kararlı bir ifadeyle. ‘’Sarhoşsun, sevgilin var. Bir daha sakın bana yaklaşma.’’ Gözlerinde buruk bir ifade vardı.

‘’Sana zarar vereceğimi mi düşündün?’’ Bakışlarımı yere indirdim. ‘’Sana. Asla. Dokunmam.’’ Gözlerine baktığımda sertçe yutkundu. Adem elması oynarken dikkatim boynuna kaydı. Kulağının altında kalan ay dövmesine ve kemikli çenesine. ‘’Alkol aldım evet, ama sarhoş değilim.’’ Geriye çekilerek beni serbest bıraktığında dudağımı dişlemeye başladım. ‘’Ve hayır, bir ilişkim yok. Yalan söyledim.’’

‘’Neden böyle bir yalana başvurdun?’’ O an dakikalardır sessiz kalan zihninden bir cümle döküldü.

‘’Çünkü Beren gibi bir bela var.’’ Duymamış gibi yaparak ona bakmaya devam ettim.

‘’Çok soru soruyorsun.’’ Cevabına sinirlendim ancak anlamaması için sustum. Kafamı sallayarak ifadesizce oradan ayrılırken son kez sesini duydum.

‘’Bu bir sır.’’

 

Durdum. Saniyeler içindeyse oradan ayrıldım.

Neden ilişkisi yokken varmış gibi davranıyordu? Sadece Beren için mi? İyi de Beren ona ilişkisi olduğunu bile bile zaten yanaşıyordu.

Ya da... Beren gerçekten biliyor muydu tüm bunları? Sadece benim böyle bilmem için söylenmiş bir yalan değildi di mi.

Ayrıca... kimse demiyor muydu her gece barlarda başka kızlarla takılmasının ilişkisi varken normal olmadığını?

Reha Arslan önünüze bir duvar örer; çekiç vermeden o duvarı kırmanızı beklerdi. Ama üzgünüm. Ne bakışlarımla delebilecek bir güce, ne de öylece bekleyebilen bir karaktere sahip değilim.

 

Eve vardığımda annemin çoktan gelip uyuduğunu gördüm. Beni neden aramamıştı? Nerede olduğumu neden hiçbir zaman merak etmiyordu.

Üzerimi değiştirip kısa bir duş aldım. Nevresimlerimi değiştirerek mis kokulu yeni nevresimlerimin içine gömüldüm.

Küçük şeyler bazen geniş kutularda bahşedilen hediyelerden daha iyi gelirdi. Anlamı olan bir kolye, dilek dileyerek bağladığınız bir bileklik, kar küreleri, süslü defterler... Yataktan çıkarak kirliye attığım kıyafetimin cebine soktum elimi. Boştu. Ardından diğerine.

Boş.

Ay’lı yara bandı yoktu. Muhtemelen orada unutmuş ya da düşürmüş olmalıydım. Sesli bir nefes vererek saçlarımı düzelttim ve yavaşça yatağa ilerleyerek içine girdim. Başımı yastığa koyarak yavana bakmaya başladım. Yatağımın hemen üzerindeki tavanda kalem izleri duruyordu. Oraya nasıl yetiştin demeyin. Babam uzun boylu bir adamdı ve omuzundan inmiyordum.

Baş harflerimizi çizmeye çalışmıştım oraya. Ne kadar yetişmeye çalışsam da tam yazamamış A’nın sağ kuyruğunu çizememiştim işte.

A hep R olarak yaşadı tavanda.

Babamınki de silik.

Gerçi... hala küçüktüm. Babam yaşasa omuzuna çıkabilecek kadar zayıftım hala. Annem kaç kiloya ulaşmamı istiyordu bilmiyordum, gözüne nasıl kilolu görünüyordum onu da bilmiyorum fakat iki yıl önceye kadar en ufak fazlamı görse tartı üzerine çıkartır çareler aramaya başlardı. Bol elbiseler, karın yanlarımı saklayacak kemerler, oversize tişörtler. Uzunca bir liste sıralayabilirdim burada.

Uykum iyice kaçmıştı ve fıldır fıldır odamı inceliyordum. Kahverengi yatağım, kahverengi çalışma masam ve masamın üzerindeki mini eşyalar, kahverengi perdem ve daha fazlası. Odam kahverengiden ibaretti ve seviyordum.

Belli bir nedeni yoktu ancak çikolatayı tanıdığım günden beri böyleydi. Ailem abur cubur yememe izin vermezdi ve çocukluğumda hiç yiyememiştim herkesin elinde sürekli gördüğüm o küçük renkli paketleri. Bir gün annem marketten geldiğinde poşetten krem rengi bir paketli çikolata çıkardı. Kaşlarım çatılı ona bakarken gülümseyerek bana uzattı ve yiyebileceğimi söyledi. Neden bilmiyorum. O yaşıma dek yasak olana neden o an izin verilmişti.

Yedim. Sevmedim. Ama rengi o kadar hoşuma gitmişti ki. O krem rengi paketin içinden kahverengi bir çikolata çıkmıştı. Böyleydi.

Çikolatayı sevmiyordum.

 

Ertesi sabah her sabahtan daha erken uyandığımdan alarmımı kapatarak yataktan çıktım. Çünkü tüm gece kendimle konuşup alarma iki saat kala uyumuştum. İşin tuhaf yanı ise hala uykusuzluk çekmememdi. Pencereme ilerlediğimde havanın ne kadar kasvetli olduğunu gördüm ve bir anlığına yatağıma geri girip akşama kadar uyuma fikriyle doldum. Hafta sonuna az kaldığından kendimi motive etmeye çalışarak yatağıma oturdum. Halıyı izlerken dün gece olanları tekrar hatırladım.

Sır.

Labirentsin Reha.

Tekrardan doğruldum ve banyoya ilerledim. Yüzümü yıkayarak dişlerimi fırçaladıktan sonra odamdan çıkıp mutfağa girdim. Buzdolabından çıkarttığım peyniri tost ekmeğinin arasına koyarak tost makinesine yerleştirdim. Makinenin fişini taktıktan sonra kendime bir bardak portakal suyu doldurdum. Ev yine boştu. Anlaşılan annem erkenden gitmişti.

Annem.

Babamdan önce de pek yaklaşmazdı bana. Yani yaklaşırdı da... öyle yaklaşmazdı.

Babamdan sonra da yaklaşmadı.

Eskisinden daha da işkolik oldu. Dün gece eve geç gelmiştim ancak o beni umursamadan uyumuştu. Endişelenip aramamış; nerede olduğumu dahi sormamıştı. Böyleydi işte.

Kızı yerine işi önce gelirdi. İtibarı, kariyeri, mevkisi, parası. Ben en sonda bile değildim.

Tostumu bir tabağa koyarak masaya bıraktım ve portakal suyumu da alarak sandalyeye geçtim. Dakikalar içerisinde tostumu ve içeceğimi bitirerek kirli tabakla bardağı bulaşık makinesine yerleştirdim. Ellerimi yıkayarak odama çıktığımda dolabımı açarak ne giyebileceğime baktım.

Her an yağmur yağacak gibiydi ve sıkı giyinmeliydim. Çocukluğumdan beri hassastım. En ufak rüzgarda hastalanır, kısa süreli bir açlıkta bedenim yorgun düşerdi. Kendime herkesten daha fazla bakmak zorundaydım.

Kahverengi bir pantolon, beyaz bir kazak giydim. Saçımı ısıttığım maşa ile dalgalandırdım ve hafif bir makyaj yaptım. Erken kalktığım için yavaş hazırlanarak evden çıktığım saate kadar oyalandım ve saat geldiğinde çıktım. Telefonuma gelen bildirimleri kontrol ettikten sonra kulaklığımı takarak okula yürümeye başladım. En sevdiğim şarkıcıdan bir parça açtım ve telefonumu cebime koyarak şarkıya eşlik ettim.

‘’Yüzün eski bir şiirdi
Çok kez yazılmış
Üstü karalanmış

Sevilmek bir savaş değil mi?
Çok yalan bulaşmış
Defalarca yara almış’’

Rüzgar gittikçe etkisini arttırarak fırtınaya dönüşürken adımlarımı hızlandırdım. Üniversitenin üst katlarını artık olduğum yerden görebiliyordum. Saçlarım esen rüzgardan dudaklarımın arasına girerken esnemeye başladım. Serinlik uykumu getirmişti.

Bahçeye girdiğimde herkesin uzun bir sırada olduğunu fark ettim. Ne olduğunu incelerken güvenlik görevlisi Salih Amca bana yaklaşarak gülümsedi.

‘’Günaydın kızım, okul bugün herkese tatlı dağıtıyor.’’

‘’Günaydın Salih Amca, anladım teşekkür ederim.’’ Sıraya ilerleyerek durdurduğum şarkıyı devam ettirdim.

‘’Yine de arıyorsam seni
Hükümsüzlüğün hakimiyim
Bile bile öleceğini’’

Ardından boynumda hissettiğim nefes ile duyduğum ses yerimden sıçramama neden oldu.

‘’Sever mi her kalp katilini?’’

Reha.

‘’Sevmez.’’ dedim sinirle. Kulaklığı kulağımdan çıkarttım ve Reha’yı göğsünden ittirdim. O yerinden kıpırdamamıştı ama ittirmiştim işte. ‘’Ben sevmem.’’

Güldü. Ardından bakışları okulun girişine çıktığında yüzündeki gülümseme yerini ciddiliğe bıraktı. Ne olduğunu anlamaya çalışırken saniyeler içerisinde ciyaklayan bir kız sesi duydum.

‘’Reha!’’ Reha’nın omuzuna dokunarak tiksinircesine bana bakan Berenden başkası değildi. ‘’Bu eziğin son günleri diye dalga mı geçiyorsun?’’ Kahkaha atarken dediklerini anlamaya çalışıyordum. Benim mi son günlerimdi? Ne son günü?

‘’Ne diyorsun sen be?’’

‘’Ay yazık ailecek birbirlerinden haberleri yok. Taşınıyormuşsunuz canım, okul kaydın için annen geldi buraya.’’

‘’Ne?’’

Onları umursamayarak tatlı sırasını es geçtim ve okula girdim. Tuvalete koşarak hızlıca girdim ve kabinlerden birine geçip ağlamaya başladım. Annem bu kadar mı umursamıyordu beni? Kendimle ilgili bir şeyi benden deli gibi nefret eden bir kızdan öğreneceğim kadar mı?

Telefonumu çıkartarak üst üste annemi aradım.

Açmadı.

Tam 12 kez aradım, açmadı.

Göz yaşlarımı silerek kabinden çıktım ve yüzümü yıkayarak peçete ile kuruladım. Olanları hazmetmek istercesine sınıfa ilerledim. Derslerde ise hocayı değil kendimi dinledim.

Tam 5 dersi uyuyarak geçirdim. Zil ile uyandığımda sınıfta benden başka kimse kalmamıştı. İyice uyanmaya çalışarak ayağa kalktım ve çantamı alarak sınıftan çıktım. Sanki hiçbir şey olmamış gibi yüzme dersine katılmalıydım şimdi de. Nereden kabul etmiştim ki ben bunu? Başıma dert olmuştu.

Suya girdiğimde tamamen uyanabilirdim, bu yüzden hızlıca yüzme havuzuna indim. Üzerimi değiştirmeden önce bir havuza bakacaktım. Çantamı soyunma odasına bırakarak oraya ilerlediğimde kimsenin olmadığını gördüm. Neden yoklardı? Erken mi gelmiştim?

Sert bir kapının çekilişi ile tüm havuz yankılanırken olduğum yerde geriye gittim. Beren cam kapının ardında gülerek bana bakıyordu. Hızla kapıya koşarak cama vurdum.

‘’Beren! Beren açsana şu kapıyı!’’ Kahkaha atarak kilitledi ve anahtarı havada sallayarak saçlarını geriye savurdu. O gözden kaybolurken olduğum yere çökerek parmaklarımı saçlarıma daldırdım. Ben şanssızdım. Öyle şanssız biriydim ki insanları her seferinde kendim sanarak yüceltiyordum. Onlar bu kadardı işte.

‘’Ne yapıyorsun?’’ Kafamı kaldırmamla kaşlarımı çatmam bir oldu.

‘’Sen nasıl girdin buraya? Bu kapı kilitli.’’ Gülerek yaklaştı ve elini uzatarak kaldırmak istedi. Yerden tutunarak tek hamlede ayağa kalktım ve eline vurarak aşağı indirdim. Hala gülüyordu.

‘’Yüzme havuzu basketbol sahasına çıkıyor farkındasın değil mi?’’ Öyle miydi? Şaşırdığımı belli etmek istemeyerek dudağımı büzdüm.

‘’İyi sağ ol.’’ Soyunma odasına ilerleyerek oraya bıraktığım çantamı aldım ve koluma taktım. Kapıya yöneleceğim an Reha içeri girdi. Ben daha sağa çekilecekken belimden tutarak beni kendisine çekti. Tek eli ile kavrayarak kaldırdı ve duvara yasladı. Dudağının kenarı yukarı kıvrılırken yüzümü inceliyordu.

‘’Neden benden korkuyorsun?’’ Elimi boynuna koyarak onu itmeye çalıştım.

‘’Reha sen ne yapıyorsun?’’

‘’Seni köşeye sıkıştırıyorum.’’

‘’Ya sen deli misin? Bırak beni!’’ Üzerime eğilerek başını saçlarıma götürdü.

‘’Deliyim.’’

‘’Sapıksın sen sapık!’’ Saçımı kokladığını fark ettiğimde sesim kesildi. Zaten portakal çiçeği kokusu çoktan ciğerlerime inmişti.

‘’Çikolata.’’ dedi sessizce.

‘’Çikolata mı?’’ Başını saçlarıma daha fazla yaklaştırarak üzerime daha çok eğildi.

‘’Kokun, çikolata.’’ Yutkundum.

‘’Reha, ben çikolata sevmiyorum.’’

‘’Çünkü çikolata sensin, Afra.’’ Gözlerini gözlerime indirdiğinde şaşkınlıkla ona baktım. Çikolata koktuğumu bilmiyordum, bu zamana dek de kimse bundan bahsetmemişti. Çünkü tek bir yakınım olmamıştı.

Zaten insan kendi kokusunu da bilemezdi.

Acaba o portakal çiçeği koktuğunu biliyor muydu?

Ya da... ona daha önce bunu söyleyecek biri olmuş muydu? Olmuştur. Kesinlikle olmuştur. ‘’O ne zaman yalnız kaldı ki, Afra?’’ dedim kendi kendime içimden. ‘’O her gün başkalarıyla. Kimseyi kendinle karıştırma. Kimse senin kadar yalnız değil.’’

O an kalbimin sızladığını hissettim. Oradan ayrılarak dediği gibi basketbol sahasına çıktım. Yalnız olduğunu düşünmüştüm ancak sahada basketbol takımından birçok kişi vardı. Çıkışım ile herkesin gözü bana döndüğünde onlara bakmadan hızlı adımlarla çıkışa yürümeye devam ettim. Muhtemelen moladalardı ve Reha’yı bekliyorlardı.

Kapıdan çıkacağım an bir kez dönüp ardıma baktım. Reha ile göz göze geldiğimizde takımdakilerin ayaklanarak Reha’nın yanına ilerlediğini gördüm. O ise hiçbirini umursamayarak koyu kahvelerini üzerimden çekmemişti. Bahçeden hızla çıkarak anayola geçtim. Salı günleri okul çıkışı saatlerinde ıssız olur, diğer günler gibi toplu taşıma bulamazdınız burada.

Kaldırıma geçerek taksi beklemeye başladığımda biri sertçe kolumu tuttu. Korku ile döndüğümde karşımda duran kişiyi asla tanımadığımı fark ettim. Esmerdi ve koyu tenini siyah bir gömlek ile yine siyah bir pantolon sarmıştı. Suratında koca bir gülümseme vardı ve hala kolumu sıkıca tutuyordu.

Kaşlarım çatıldı ve ondan uzaklaşmak üzere kolumu çektim. Ancak bırakmayarak gülüşünü soldurdu ve boşta kalan eli ile sakallarını kaşıdı.

‘’Bırakır mısın lütfen? Sen kimsin?’’

‘’Merhaba, Afra.’’ dedi tuhaf bir tonda.

‘’Adımı nereden biliyorsun?’’ Küçük bir kahkaha ile kolumu bıraktı ve üzerindeki gömleği düzeltti. Çene kemiklerini çıkartarak gözlerini tekrardan gözlerime indirdi. Hemen hemen Reha’ya yetişiyordu ancak ondan biraz daha kısaydı.

‘’Seni çok yakından tanıyorum.’’ Ukalaca bir ifade sergileyerek dudağını ısırdı. ‘’Bir şeyler içelim, sana anlatmam gereken çok şey var.’’ Anlamaz bakışlar ile başımı salladım. Bu imkansızdı. Onu tanımıyordum ve laubali hareketleri beni ürkütüyordu.

‘’İstemiyorum. İyi günler.’’ Sağa döndüğüm an sertçe kolumdan çekti. Kolumun acısı ile bağırdığım an yüzüne geçirilen yumruğu gördüm. Ben geriye sendelediğimde endişeyle onlara bakıyordum. Ona. Üzerinde özel dikilmişçesine duran basketbol forması ile duranı. Burnundan soluyordu ve saniyeler içinde bir yumruk daha geçirdi az önceki zorbaya.

‘’Ne istiyorsun Sarp?!’’ Adının Sarp olduğunu öğrendiğim kişi ise hala gülüyordu. Dudağının kenarındaki kanı elinin tersi ile silerek bir anda ciddileşti. İşaret parmağını Reha’nın göğsüne bastırdı.

‘’Sen çok iyi biliyorsun, Reha Arslan.’’ Ardından burnunu çekerek gittiğinde Reha bana yaklaşarak önümde durdu.

‘’O kimdi Reha?’’ Dilini yanağına bastırdı ve dudaklarını ıslattı.

‘’Senin tanımana gerek yok, önemli biri değil.’’

‘’Benim kolumu tuttu.’’ dedim kelimelerin üzerine bastırarak. Reha bana doğru eğilerek yüzünü yüzüme yaklaştırdı.

‘’Bir daha senin olduğun yere adım dahi atamayacak.’’ Bakışlarımı ondan çekerek başımın ağrısı ile alnımı ovaladım. Ona hiçbir şey demeyerek arkamı döndüm ve yoldan kaldırıma çıkarak ilerlemeye başladım. Arkamdan geldiğini hissettiğimde sinirle döndüm.

‘’Neden peşimden geliyorsun?’’

‘’Seni eve bırakacağım.’’

‘’Evim yakın, Reha. Yarım saat kadar uzaklıkta.’’

‘’Olabilir?’’ Elimle üzerini göstererek başımı yana yatırdım.

‘’Bu halde mi peki?’’ Kıyafetlerine bakarak şaşkınlıkla kafasını kaldırdı.

‘’Ne varmış halimde?’’ Gülerek rüzgarın dudaklarıma yapıştırdığı saç tellerimi ağzımdan çektim.

‘’Hiç, tamam.’’ Beraber yürümeye başladığımızda ikimizde tek kelime etmiyorduk. Sessizliği bozan ise ilk o oldu.

‘’Karşılık vermeyecek misin?’’ Anlamayarak ona döndüm ve adımlarımı yavaşlattım.

‘’Neye?’’ Gözlerime bakıp tekrar önüne döndü. Bacakları uzun olduğundan iki adımım bir adımı ediyordu. Adımlarımı yine de ona uydurmaya çalıştım.

‘’Beren’e.’’

‘’Niçin?’’ Yutkundu.

‘’Seni havuza itti?’’

‘’Beni havuza itmesi benim için çok şey ifade etmiyor. O gün on üç saat boyunca aç kalmamış olsaydım zaten o havuzdan çıkıp karşılık da verebilirdim. Ki eminim o noktaya geleceğini o da düşünmemiştir. Bana karşı beslediği nefret o kadar büyük değil diye umuyorum.’’ Karşıdan karşıya geçmek için arabaların durmasını bekliyor, bir yandan da trafik ışıklarını kontrol ediyorduk. Sesli bir nefes aldım ve ekledim: ‘’Ben ona ne yaptım ki sonuçta?’’

Arabaların tamamının durduğunu sanarak kendimi yola attığım an bileğime dolanan eli ile beni geriye çekti.

‘’Dikkat etsene kızım.’’ Başımı yana yatırarak gözlerimi kıstım.

‘’Ne o? Korktun mu sen?’’ Artık kırmızı ışık yanmış, karşıya geçiyorduk.

‘’Çok soru soruyorsun, Afra.’’ Seslice güldüm.

‘’Hmm peki.’’

On beş dakikalık mesafe kaldığında yolu yarılamıştık. Yorularak bir anda kaldırıma oturdum ve etrafı izlemeye başladım. Reha anlamayarak bana baktığında ona gülümsedim.

‘’Ne yapıyorsun sen?’’ Beni dikkatli dinliyorsun, Reha Arslan. Artık Afra cümleleri kurma.

‘’Yoruldum.’’ Sırıtarak çenesini kaşıdı ve yavaşça yanıma oturdu.

Reha Arslan ile sokak ortasında, bir kaldırım taşının üzerinde oturmuş etrafı izliyorduk.

Elini cebine soktu ve saniyeler içerisinde sigara paketi çıkardı. Çakmağını çakarken yüzümü buruşturarak önüme döndüm ve yere baktım.

İnsanlar neden kendini zehirlerdi?

Memnuniyetsiz bir mırıltı çıkartarak kısık sesle küfür ettiğini duydum. Büyük ihtimalle araba kornalarından duymadığımı sanıyordu ama benim kulaklarım radar gibiydi...

‘’Siktir.’’ Ona döndüğümde dakikalar sonra zihninden bir şey geçtiğini duydum.

‘’Kusurları ile kusursuz.’’ Utandım ancak başımı çeviremedim.

‘’Bizim Anıl’ın sigarası bu ya. Benimki de onda kalmış herhalde.’’ Bir nefes daha çekerek ekledi: ‘’Şu tadı nasıl beğenebilir?’’ Ben hala yüzümü buruşturarak onu izliyordum ki kafasını kaldırarak gülmeye başladı. ‘’Sevmiyor musun?’’

Kaşlarımı havaya kaldırdığımda gülmeye devam ederek dudaklarından koca bir duman çıkardı. ‘’Sana vermem zaten.’’

‘’Niçin?’’

‘’Öyle gerekiyor.’’ Önüme dönerek hafifçe öksürdüm.

‘’Sen de içme.’’ Utanarak söylediğimden başımı iyice kucağımdaki çantama gömerek parmaklarımı saçlarımdan geçirdim.

‘’Niçin?’’ Ona dönerek gözlerine odaklandım.

‘’Öyle gerekiyor.’’ Saçlarımı dağıtan rüzgara doğru dönerek gözlerimi kapattım ve yüzümü okşamasına izin verdim. Hemen ardından esnemeye başlamıştım bile.

‘’İnsanlar sıcakta mayışır, Afra. Soğukta nasıl uykun gelebilir?’’ Omuz silktim ve ayağının dibindeki bitmemiş sigarayı gördüm. Muhtemelen yere atarak üzerine basmıştı ama dile getirmedim. Aniden ayağa kalkarak çantamı sırtıma takmaya koyuldum.

‘’Bir Afra Kaner kolay yetişmiyor.’’ Gülerek yürümeye devam ettim. Biraz daha orada otursaydık yağmurda sırılsıklam bir fareye dönüşebilirdik.

Sessiz bir on dakikanın ardından evimin bir arka sokağına ulaşmıştık. Kara bulutlar iyice gökyüzünü kapladığında her an yağacak yağmur için endişeliydim. Yağmuru seviyordum, yağmuru seviyordum ancak dediğim gibi... bünyem... yağmur yediğim an yataklara düşüyordum.

Adımlarımı daha da hızlandırdığımda tek başıma yürüdüğümü fark ederek arkama döndüm. Reha elinde minik bir kedi yavrusu almış bir bebekmişçesine ona bakıyordu. Gülerek yanına ilerlediğimde beni görmüyordu bile kediden.

Kedi bembeyazdı, adeta bir pamuk yumağına benziyordu. Burnu o kadar minikti ki fındık gibi duruyordu. Kedinin başını okşayarak alnından öptüğümde Reha kocaman gülümseyerek kediyi havaya kaldırdı.

‘’Anne seni öptü mü kızım?’’ O kadar şefkat dolu bir ses tonu ile konuşuyordu ki o an çok iyi biri gibi görünüyordu. Ya da gerçekten iyiydi fakat ben başka sanıyordum.

Alnıma düşen damla ile yağmurun başlıyor olduğunu anladım ve kediyi Reha’nın elinden alarak yol kenarında duran karton evine bıraktım. Ardından Reha’nın bileğini tutarak koşmaya başladığımda ne olduğunu anlamadığını biliyordum ancak açıklayacak vaktim yoktu. Yağmur bastırırsa diye çabuk gitmeliydim. Sahi, Reha’yı şu an kendi evime mi götürüyordum ben? Yok artık.

O an içimden bir ses ‘var artık’ diyerek benim görüşüme karşı çıktığında burnumu kırıştırdım.

‘’Afra neden koşuyoruz?’’ Ona cevap vermedim çünkü eve artık iki dakikalık bir mesafe kalmıştı.

Sonunda ev kapısının önüne vardığımızda yağmur hızla bastırmıştı. Islanmadığıma şükrederek Reha’ya döndüm. Kaşları çatılı halde bana bakıyordu ve muhtemelen herkesten gizlenen bir yarasa olduğumu düşünüyordu.

‘’Bana öyle bakma.’’ dedim her an sırıtacak gibi bir halim olduğundan eminken. Çenesini kaşıyarak başını yatırdı.

‘’Neden böyle bir an yaşadık?’’ Çünkü çok zayıf bir bünyeye sahibim, Reha. Bakışlarımı çekerek sesli bir nefes verdim.

‘’Öyle gerekti.’’ Kafamı kaldırdığımda anlamaz bakışlarla bana baktığını gördüm. ‘’Vişne suyu içmek ister misin?’’ Normal insanlar kahve ya da çay ikramından bahseder, Afra. Vişne suyu değil?

Hafifçe kaşları çatılırken sırıttığını gördüm. ‘’Vi-’’

‘’Vişne suyu.’’ diyerek sözünü kestim. Başını sallayarak gülümsedi.

Çantamdan anahtarımı çıkarttım ve kilitli kapıyı açmaya koyuldum. Saniyeler içinde ayakkabılarımı çıkartarak mahcubiyetle Reha’nın girmesini bekledim. Aynı zamanda çantamı yere bırakarak onun koltuğa geçişini izledim.

‘’O zaman vi-’’

‘’Vişne suyumuzu içelim.’’ diyerek bu kez laf bölen oydu. Gülerek dudaklarımı birbirine bastırdım ve ceketimi hızlıca çıkartarak askılığa astım. Adımlarım mutfağa yöneldiğinde onun burada olmasına inanamıyor gibiydim.

Buzdolabından vişne suyu sürahisini çıkartarak iki adet bardak çıkardım üst raflardan. Yarıya kadar doldurarak bardakları aldım ve içeriye geçtim. Odanın girişine geldiğimde kafası cam önünde duran çiçeğe dönülüydü. Boğazımı temizleyerek ilerlediğimde bana döndü. Yüzündeki belli belirsiz ifade silinerek gülümsedi ve önündeki sehpaya bıraktığım vişne suyu bardağına baktı. Neden öyle baktığını anlamıyordum fakat ne hissettiğini de henüz çözememiştim.

Bardağı mükemmel bir istekle kafama diktiğimde gülerek bana bakıyordu ancak kafasının içinde başka şeyler döndüğünü anlamamak için aptal olmak gerekirdi.

‘’İçsene.’’ dedim kendi bardağımı masaya koyarak. Bardağı yavaşça kavradı ve dudaklarına götürdü. Bir yudum dudaklarına ulaştı ulaşmadı aniden öksürerek avucunu ağzına kapadı. Endişeyle ne yapacağımı bilemedim. ‘’Reha, lavabo şurada.’’ dedim ve hızlıca parmağımla işaret ettim. O kendini birden oraya attığında kapıyı sertçe kapadı.

Lavabonun önünde endişe içinde onu beklerken kendimi çok kötü hissediyordum. Kötü bir şey mi yapmıştım.

Dakikalar içinde çıktığında yüzü bembeyazdı.

‘’Reha iyi misin ne oldu?’’ Eliyle sakin kalmamı sağlayan bir hareket sergiledi ve ıslak dudaklarını silerek peçeteyi tek hamlede çöp kovasına attı.

‘'Bir an midem bulandı sadece, iyiyim.’’ Mahcup olarak geriye çekildim; gözlerimi üzerinden çekerek yere indirdim.

‘’Özür dilerim.’’ dedim gözlerim dolmuş şekilde. ‘’Eğer vişne suyu yüzünden miden bulandıysa.’’ Sırtım serin duvar ile buluştuğu an elini belime sararak soğuk duvardan ayırdı. Çenemden tutarak başımı kaldırdığında gözlerimizi buluşturdu.

‘’Senin özür dilemene gerek yok.’’ O an uzun zaman sonra zihninden geçen bir cümle duydum:

‘’Onu söyleyerek üzmemeliyim.’’ Sertçe yutkundum. Ne demekti bu.

Zihnini nadir okumamın nedeni Reha’nın diğer insanlardan daha az şey düşünmesiydi. Çünkü herkesi duyabiliyorken onu sadece birkaç kez duyabiliyordum.

Zaten duyduğumdaysa da pek anlam veremiyordum dediklerine.

Zihninden geçen her söz bir çakı kadar keskindir. Sessiz ol, Afra.

Önünden çekilerek koltuğa geçtim ve bir şey olmamışçasına bardağı kafama tek dikişte bitirdim. Reha yerine geçerek kol saatine baktı ve kafasını kaldırarak direkt gözlerime odaklandı. Ardından aniden yerinden kalkarak uzun koridora girdi ve eliyle koymuşçasına benim odama girdi.

Şaşkınlıkla ne yaptığına bakarken odamı incelemeye başlamıştı bile.

‘’Bir izin alsaydın keşke. Odun. Yontulmamış odun.’’ Fısıltılarımı duymuş olmalı ki istifini bozmadan konuştu.

‘’Bence odun denecek kadar kaba biri değilim.’’ Başımı hızlıca sallayarak arkasından hareket yaptım ancak o görmemişti bile. Çalışma masamın hemen yanında geniş bir kitaplığım vardı. Önünde durmuş kitaplarımı inceliyordu.

Elini birkaç yıl önce alıp on beş sayfa okuduktan sonra kitaplığıma yerleştirdiğim kitaba değdirdi ve yavaşça alarak dilini yanağına bastırdı.

‘'Eksik olan bir şey vardı. Yeniden eskisi gibi olmamı, belki de insanların iyi olduğuna inanmamı sağlayabilecek önemli bir şeydi bu eksik olan.’’ dedi henüz kitabı açmamıştı bile, muhtemelen ezberindeydi. Kitabın adını görmek için kafamı yana yatırdığımda bir çocuğun ağaca kollarını açan bir resmine rastladım.

Şeker Portakalı.

‘’Okudun mu?’’ dedi bana doğru dönerek. Dudaklarımı birbirine bastırarak çenemi kaşıdım.

‘’Hayır.’’ Histerik bir gülüş sergilediğinde hafiften sinirlendiğini anlamıştım.

‘’Kitaplar okumak içindir, Afra. Bir köşeye süs olarak koyman için değil.’’

‘’Ama-’’

‘’Kitabı bir bibloymuşçasına oradan oraya taşıyacağına çöpe atmanı yeğlerim.’’

‘’Kitabı ezberledin mi?’’ Aldığı raftaki boşluğa tekrar yerleştirdi; dudaklarını ıslattı ve geldiği yerden oturma odasına dönmeye koyuldu.

‘’Acı,’’ dedi ben ne dediğini anlamamışken ise devam etti: ‘’Kalbi baştan aşağı sancılara boğan, insana sırrını kimselere anlatmadan ölmeyi arzulatan bir şeydi.’’ Alıntı söylediğini anladığımda yutkundum. Konserde romantik şeylerden hoşlanmadığını bir cümle ile belirten o değil miydi? Nasıl olurdu da kitaplara bu denli ilgisi olabilirdi?

‘’Birden fazla cevabı olan bir soruya benziyorsun.’’

‘’Afra.’’ Adımı her anışı kalp atışlarımı hızlandırırken heyecanlanıyordum.

‘’Efendim.’’

‘’Neden?’’ dedi ellerini iki yana açarak. ‘’Geçen gün neden on üç saat aç kaldın?’’ Bakışlarımı yere indirdiğimde yanaklarımın yandığını hissettim. Çekindiğimde, cevap veremeyeceğimde, kendimi ifade etmekte zorlanacağımda hep yanaklarım ısınırdı. Ama kızarır mıydı bilmiyordum işte. Tek bildiğim kenarından tutuşup tamamı küle dönen küçük bir kağıt parçasına eşdeğerdi yanaklarım o anlarda.

‘’Uykusuzdum. Sürekli uyuyup uyandım ve o gece... her zamanki gibi bir gece değildi.’’ dedim başım hala yere dönükken.

‘’O gece ne oldu?’’ Gözlerimi gözlerine çıkartarak bir dakika boyunca baktım. Yutkundum.

‘’Annem metresiyle konuşuyordu.’’ Cevap vermediğinde devam ettim: ‘’Babamdan sonra başka biri ile duymak beni tuhaf hissettirdi. Beni anlıyor musun?’’ Ellerini dizlerine koydu ve kısa süre öylece kaldı.

‘’Haddim değildi, kusura bakma.’’ Ayağa kalktı ve kapının önüne kadar ilerledi. Eli kapı kulpuna gittiği an konuştum.

‘’Sen de beni anlamıyorsun.’’ Ellerimi yanaklarıma yaslayarak kollarımı dizime yerleştirdim. Öylece yere bakarken adımlarının bana yöneldiğini fark edebiliyordum. Başımda dikildi ve birkaç saniye öylece durdu.

‘’Seni bu zamana dek kimse anlamadı mı, Afra?’’ Kafamı kaldırıp gözlerine dikkat kesildim.

‘’Anlamadı.’’

Önümde diz çökerek ona bakmamı sağladığında dolu gözlerimi saklamaya çalıştım ancak farkında olduğu her halinden belliydi.

‘’Bazı-’’

‘’Bazı’dan sonraki sınıflandırma yüzünden kalbin sıkıştığında nefes almak da işe yaramaz.’’ dedi söze başlamamı engelleyerek. ‘’Bazı acılar. Bazı insanlar. Bazı her şey ya da bazı hiçbir şey.’’ Sesli bir nefes vererek ellerini dizlerime koydu.

‘’Ama Reha.’’ Devam edemeyerek yüzüme düşen küçük saçı kulağımın arkasına sıkıştırdım. ‘’Bazı anıların eli vardır. O el öyle sarar ki boynunu, boğar.’’ Bazı anıların eli vardır. Evet, Afra.

O an belimde elini hissettim ve öylece kalakaldım. Beni kendisine çekerek kollarının arasına aldığında tam inkar edecektim ki duyduğum ses ile kaşlarım çatıldı. Tanıdık bir ses değildi bu.

Bu. Bu onun kol saatinden geliyordu. Saate dikkat kesildiğimde üzerindeki kalp simgesinin gidip geldiğini gördüm. Nabız uyarısı veriyordu.

Ne yani bana sarıldığı için nabzı mı hızlanmıştı? Yok artık.

Ne yapacağımı bilemeyerek öylece kaldığımda boğazını temizleyerek ayağa kalktı.

‘’Bir daha aç kalmak yok.’’ Ardından saniyeler içinde kapıyı açtı ve gitti.

Az önce ne yaşanmıştı?

 

Onun öylece bıraktığı vişne suyu dolu bardağına odaklandığımda kafamdan onca şey geçiyordu. Yüzme turnuvasına iki gün bile kalmamıştı, ben ise nelerle uğraşıyordum. Eğer takıma faydam olmazsa hocama karşı çok mahcup düşerdim. Bir görev alıyorduysam onu en iyi şekilde yapmalıydım.

Saat yediye geliyordu. Odama ilerledim ve dolabımı açarak gri bir sweatshirt, siyah bir tayt çıkartarak üzerimi değiştirdim. Çıkacağım an gözüm kitaplığa takıldı. Uzun zamandır tek bir kitap alıp okumamıştım oradan. Reha haklıydı, yine. Kitaplar süs değildi, okumak için varlardı.

Yaklaşarak tozlanmış kitaplara dokundum teker teker. Elim onun bıraktığı kitaba değdiğinde yutkundum. Şeker Portakalı.

Ezbere biliyordu, kim bilir kaç kez okumuştu da öğrenmişti. Parmağımı sayfalarda dolaştırarak hızlıca içine bakındım ve kapattım. Yatağımın yanındaki komidine bıraktım başucumda durması için. Uyumadan önce bakmak istiyordum ve onun için yatağa birkaç saat erken girmek istiyordum.

Yemek yiyip girebilirdim değil mi? Hem dinlenirdim de.

Mutfağa girerek kendime boyu küçük olduğundan iki sandviç hazırladım. Yanına vişne suyu alarak odama girdim ve çalışma masama bırakarak kapımı kapattım. Hava kış ayında olduğumuzdan erken kararmıştı; masa lambamı açarak loş bir odam yarattım kendime. Perdelerimi kapatarak not defterimi çıkarttım. Sandviçimden bir ısırık aldım ve yazmaya başladım.

‘’Duyduğum acıyı ifade edemeyeceğimi anladığımda göğüs kafesime gömerek yıllarca sakladım.

Hiç anlatmadım, hiç anlamadı. Oysa avuç içlerini öptüğümde tüm dünyaya karşı geliriz sanmıştım. Andığımda ilahlaşan adı bizi yakmaz, yollarımıza çiçekler serer diye düşünmüştüm.

Şimdi sevgilim, birbirinin her zerresini bilen iki yabancıyız.

Ruhum kanıyor.’’

Hislerimi satırlara dökerken tam kalbimde hissediyordum ağrıyı.

Karmaşık yazıyordum değil mi?

Belki bazı duygular böyle iletilirdi karşıya. Karma hep kötülük getirmezdi. İyilik her şeyin içinde vardı. Kalemin, kağıdın, insanın, ateşin, ışığın. Hatta suyun.

Herkesi kandırırdı da kişi, kendini asla.

Kaleminin gücünü belirleyen yazdıkların mıydı kurdukların mı?

Bazı kurgular beynini uyuşturur; yazılmak adına kemirirdi beyini.

Yazmak rahatlatırdı ama yazmak delirtirdi de.

Yazarların akıl sağlığı kalemindeki kurgularla belli olurdu.

 

Satırlar ruhumu demirmişçesine ağırlaştırdığında kalemi öylece bırakarak hızlıca yemeğimi bitirdim. Sandalyemden kalkarak mutfağa yürüdüm ve kirli tabak ile bardağı yıkayarak sepete koydum. Küçük parçaları bulaşık makinesine koymak yerine elimde yıkamayı yeğliyordum. Odama geçerek yatağa ilerledim; gece lambamı açarak yatağın içine sokulduğumda komidinin üzerine bıraktığım kitabı elime aldım. Bir süre öylece baktım kitaba. Çok okuyan biri değildim ama bu vaktim olmadığından değil tercih etmediğimdendi sanırım. Hiç okumadığımdan aklıma da gelmezdi.

İlk sayfayı açtığımda kitap kapağı tonundaki bir turuncu sayfa karşıladı beni. Ardından beyaz bir sayfa ve o başlık.

‘’Bir Gün Acıyı Keşfeden Küçük Bir Çocuğun Hikayesi’’

Aklıma gelen ilk şey kendimdi. Babamın vefatının ardından küçük yaşta acıyı keşfetmiştim işte.

Kitabı okumak için bilgilendirme sayfalarını hızla çevirdim. Birinci kısmı okumaya başlayarak iyice yatağa gömüldüm.

 

Ne kadar süredir okuduğumu bilmiyordum ancak altını çizmek üzere kalem almak adına kafamı sayfadan kaldırdım. Hızlıca masamdan alıp sıcak konfor alanıma girdiğimde çizeceğim yeri gözüme kestirerek kalemin kapağını açtım.

Kitapta küçük bir çocuk yer alıyordu, Zeze. İçindeki bilinç duygusunu bir kuş sanıyordu ve düşüncelerini onun söylediğini, şarkıları onun şakıdığını düşünüyordu. Büyükleri ona orada bir kuş olmadığını, onun bilinç olduğunu anlattığında kendisi de şüphe duyarak artık ona gerek duymadığını ve kuşu serbest bırakması gerektiğini düşündü. Böylece bir bulutun geçmesi için, kuşunun güzel buluta yükselmesi için gökyüzünü izlemeye koyuluyor.

‘’Uç, küçük kuşum. İyice yükseklere uç. En yukarılara çık ve Tanrı’nın parmağına kon.’’

Kuşu göğsünden çıkardığını düşündüğündeyse de şöyle bir diyalog geçiriyorlardı.

‘’Xururuca.’’

‘’N’oldu?’’

‘’Ağlarsam ayıp olur mu?’’

‘’Ağlamak asla ayıp değildir, sersem. Niye ki?’’

‘’Bilmem, henüz alışamadım. İçimdeki kafes bomboş kaldı sanki...’’

Kitap Reha’nın sevdiği kadar vardı. Yarısına kadar geldiğimde duvardaki saate baktım. Tam üç saattir okuyordum. Üç saattir okumama rağmen neden sadece yarısına kadar geldiğimi merak etmiyordum. Anlatımda anlamını bilmediğim pek sözcük olduğundan, sindire sindire okumam gerektiğini düşündüğümdendi. Gözlerim uykuya direnirken kendime daha fazla acı çektirmek istemedim ve lambamı kapatarak kitabı baş ucuma koydum. Kafamı yastığa yaslayarak gözlerimi kapattım.

 

Alarm değil gök gürültüsü ile irkilerek uyandığımda birbirinden zor ayırdığım göz kapaklarımı araladım. Tek gözüm kapalı duvar saatine baktığımda alarmın çalmasına sekiz dakika vardı. Çok da erken uyanmamıştım. Sekiz dakika sonra çalacak alarmıma güvenerek gözlerimi kapatıp kendimi uykuya tekrar attığımdaysa kapı sesi ile tekrar baktım.

‘’Günaydın.’’ Ayağının altına giren geceliği ile içeri giren annemdi. Saçları dağınıktı ve gözlerini ovalıyordu. O benden bir saat önce kalkıp işe gitmiyor muydu?

‘’Günaydın. İşte olman gerekmiyor mu anne?’’ Esneyerek beni takmadı ve perdelerimi aralamaya başladı. ‘’Anne?’’

‘’Of ne var Afra?’’ Bir anda sinirlenerek bana döndüğünde kendimi kötü hissetmiştim. Neden kızmıştı ki şimdi.

‘’Sana soru soruyorum beni duymuyor musun?’’

‘’Duymuyorum. Ne diyorsun?’’ Kırılmıştım. Susmak istedim ama dün ki duyduklarımdan sonra susamazdım da.

‘’Bana ne zaman söylemeyi düşünüyordun?’’

‘’Ne saçmalıyorsun kızım sabah sabah?’’ Sesli bir nefes vererek yataktan çıktım.

‘’Taşınacağımızı. Ha pardon, taşınacağını. Çünkü bana bildirmediğine göre tek gidiyorsun?’’ Anladığını fark ettiğimde kaşlarını kaldırarak bakışlarını üzerimden çekti. Kapıya doğru iki adım attığında, ‘’Bir şey demeyecek misin anne?!’’ diye çağırdım.

Gitti.

Bazı insanlar sana bir ağacın altında otururken keyif sigarası içmek yerine kendini sorgulattığında, evini yıkar.

Kendi evini yıkmak demek kalacağı yeri çok önceden ayarlamak demekti.

Kimse yerini hazırlamadan kimseyi terk etmez.

O an içimden sadece tek bir şey geçti.

Bazıları sadece gitmeyi bilir, Afra. Bazıları sadece acıtarak gitmeyi bilir.

İnsanlar bazen açık seçik acıtmaz. Bir bakmışsın avuçların yıllanmış sigara izlerinden küllüğe evrilmiş.

 

Tavana bakarak dolu gözlerimin normale dönmesini bekledim. Kırıcıydı.

Sekiz dakikanın dolduğunu çalan alarmımın sesine irkildiğimde fark ettim ve yavaşça yataktan kalkarak yüzümü yıkamak için banyoya ilerledim. Kağıt havlu ile yüzümü kurulayarak dişlerimi fırçaladım; cildimi nemlendirdim ve odama geçtim. Kıyafet dolabımı açıp öylece bir süzdüm. Yağmurun yağışını dikkate alarak mavi bir jean, üzerine beyaz, boğazlı uzun kollu bir tişört giyerek ceket niyetine laciverte yakın bir sweatshirt giydim. Bugün rahat dolaşmak istiyordum.

Çantama gerekli eşyaları koyarak hazırladığımda aynada uzunca saçlarıma baktım. Uyandığında saçları bu kadar dağılan benden başka biri daha var mıydı? Sanmazdım. Perçemle birlikte küçük kaküllerim vardı. Arada alnıma atıyor arada kenarda tokayla tutturuyordum. Kaküllerimi serbest bırakarak tüm saçımı yukardan sıkı bir at kuyruğu yaptım. Saçımın yanlarına papatyalı çıtçıt tokalardan tutturdum ve sadece rimel sürdüm.

Kendimi hazır hissettiğimde telefon ve çantamı alarak aşağı indim. Annem burada değildi. Yarım saat kadar önce yaşadığım kırgınlığı unutmamıştım. Beyaz, düz taban botlarımı giyerek şeffaf renk şemsiyemi aldım ve evden yemek yemeden çıktım. Açtım ama canım hiçbir şey istemiyordu da.

Havanın yağışı otobüs durağına gelmemi sağlarken yağışın daha da kuvvetlendiğini gördüm. İki üç damla dışında hala kuru olduğuma seviniyordum. Altımdaki boğazlı tişörtü boğazıma daha da çektiğimde sıcağı ile kendimi daha iyi hissettim. Durak kalabalık olduğundan iç kısmına sığamamış dışında kalmıştım. Bir kez daha şemsiye aldığıma şükür duası. Yaklaşık on dakikanın ardından hem otobüs gelmemiş; hem de yağmur ile birlikte gök gürültüleri iyice başlamıştı. Sesi duyduğum an yağmuru umursamayarak okula doğru koşmaya başladım. Paçalarım muhtemelen çamur lekeleri ile dolacaktı ancak otobüsü daha fazla bekleyemezdim. Geç kaldığımdan değil, gök gürültüsünden ürktüğümden.

Okul bahçesine vardığımda benden başka enayinin bu yağmurun altında kalmadığını gördüm. Sinirle paçalarıma bakarak sesli bir of çektiğimde sert bir kuvvet ile şemsiyemi düşürdüm.

O birkaç saniye içinde yağmurda sırılsıklam olurken kaşlarım çatılı etrafa bakındım. Tam sağımda otuz iki diş gülen kişi Reha Arslan’dan başkası değildi. Ellerimi aniden tutarak bahçe ortasına çektiğinde beklemediğimden ayak direyemedim ve daha fazla ıslanmaya başlayarak başımı yere eğdim.

‘’Reha dur bırak elimi.’’

‘’Yağmur damlaları bir silah değil, kaldır başını.’’ Elimi o kadar sıkı tutuyordu ki çekemiyordum. Saniyeler sonra kaderime razı gelerek olduğum yerde öylece kaldım ve ona baktım. O kadar eğleniyordu ki gülmeden edemedim.

‘’Belki de silahtır?’’ Tam o an gürleyen gök ile bağırarak eğildiğimde kendimi kollarının arasında buldum. Hapşırarak saçlarımı düzelttim ve kaşlarım çatılı başımı kaldırdım.

‘’Afra? Üşüdün mü sen?’’ Burnumu çekerek gözlerimi kıstığımda başımı hayır anlamında salladım. Ellerimi bırakarak taş atıp yere düşürdüğü şemsiyemi aldı ve elimi tutarak hemen okulun içine çekti. Bir kez daha hapşırdığımda bilir ifadeyle gülümsedim. Ben buydum, zayıf bünyeli o kız.

‘’Ben gidiyorum.’’ Yönümü değiştirdiğim an bileğimden tutarak ilerlemeye başladı.

‘’Hiçbir yere gitmiyorsun.’’

‘’Niyeymiş o?’’

‘’Benimle geliyorsun çünkü.’’ Giriş kattaki soyunma odasına geçtiğimizde Reha çantasını masaya bırakarak ıslak saçlarını düzeltti. Dağınık saçları artık benim sabah uyandığımda karışan saçlarımdan daha beter haldeydi. Bunu düşünmeye öylesine odaklanmıştım ki bir anda kollarını sıyırarak tişörtünü çıkarmaya başladı.

‘’Burada soyunacaksın ya?’’ Etrafa şaşkınlıkla bakarak dalga geçer bir ifadeyle güldü.

‘’Soyunma odasında soyunulur.’’

‘’Ay çok sağ ol ya bilgilendim.’’ dedim ukala bir tavırla. Sinirdi. Kafamı kaldırdığımda tişörtü tek hamlede çıkartarak sırıttı.

‘’Üstümü çıkartmamı istiyorsan söylemen yeterli, yağmura itmene gerek yok.’’ Göz kırparak beni iyice deli ettiğinde bakışlarımı üzerinden almaya çalışarak ofladım.

‘’Ben mi ittim yağmura Reha? Sinir etme bak beni.’’

‘’Ne o sen bana bakmaya utanıyor musun? Kızlar bu vücudu izlemek için her teneffüs sahaya iniyor.’’ Sinirle kahkaha attım.

‘’Biliyoruz onu.’’ diyerek kendi kendime onun duymayacağı halde söylendim. Kafamı kaldıracağım an ona çarparak geriye sendeledim ancak arkam duvardı. Reha’nın eline çarpan belim sıcaklık yayarak tüm vücuduma dağıldı. Duvarlara çarpmamı engelliyordu, her seferinde, tekrar tekrar.

‘’Sinir edersem ne yaparsın?’’ Elimi omuzu ile köprücük kemiği arasında bir yere koyarak ittirmeye çalıştığımda daha fazla üzerime eğildi.

‘’Çıksana şuradan Reha.’’ Cıkcık’layarak yüzümü inceledi.

‘’Biz bir filmde değiliz, Afra. Veyahut bir kitap başrolleri de değiliz. Bu kadar güzel olmak zorunda değilsin.’’

‘’Ne?’’ Gözleri dudaklarıma indiğinde artık tamamen köşeye sıkışmıştım.

‘’Bu kadar diyorum. Güzel olmak zorunda değilsin.’’ Duvarla onun arasından çıkarak çantamı aldım ve hızlıca lavaboya çıktım. Bana ne yapıyordu bu böyle?

Dersi çoktan kaçırdığımdan havuza inerek yüzme antrenmanı yapmak istedim. Üzerimi değiştirerek havuza ilerlediğimde yalnız olmadığımı karşımdaki Beren’i gördüğümde anladım. Havuzun içinde sinirle bana bakıyordu. Aslında çok güzel bir kızdı, saçlarına fazla ısı uygulaması haricinde. Yüz hatları güzellik algısına uyuyordu ve muhtemelen okulun en güzel kızlarındandı. Reha tabii ki ondan hoşlanabilirdi, buna hakkı vardı. Ama istemediğini söylemişti nedeni bilinmez.

‘’Reha’dan uzak dur.’’ Duyduğum cümle ile kafamın içinden çıktığımda anlamaz bakışlarla onu inceledim.

‘’Anlamadım?’’ Kafasını sinirle sallayarak dudağını dişledi.

‘’Neden? Kulak sorunun mu var?’' Artık sinirlenmeye başlıyordum.

‘’Bana bak Beren haddini aşıyorsun.’’ dedim ses tonumu ayarlamaya çalışarak. ‘’Ben her fırsatta eziklediğin o kızlara benzemem. Sana da daha fazla bana bulaşmamanı öneririm.’’

‘’Hadi ya.’’ Saçlarını yüzünden çekerek havuz merdiveninden çıkmaya başladı. ‘’Bulaşırsam ne yaparsın sen ya? Döver misin beni?’’ Dudağımı dişleyerek havuzdan çıkan ona yaklaştım ve gözlerimi gözlerine diktim. Hemen hemen aynı boydaydık, onun birkaç cm uzun olmasını saymazsak.

‘’Şiddet benim işim değil, o senin gibiler için. Ben seni çok daha farklı bir şekilde uyarırım aklını başına al.’’ Bu kez sinirlenmişti. Burnundan soluyarak yanımdan geçtiğinde az önce hiçbir şey yaşanmamışçasına havuza girerek yüzmeye başladım.

Su iyi geliyordu. Kafamdaki onca şey burada geçiyordu ve yüzmeyi bu kadar seveceğimi bir ay önceye kadar söyleselerdi asla inanmazdım.

Bedenin meşgul olmadığında zihnindekilerden kork.

Hislerini yutman gerektiğinde gözlerini kapa.

Avuçlarına batan tırnakları artık sök.

 

İlk 3 derse girmemiş antrenman yaptığımı Hale Hoca’ya bildirmiştim. Geç kaldığımı bile söylemeden ilk dersi bilerek kaçırdığımı, antrenmana girdiğimi söylemiştim ve bu küçük yalan sayesinde yok yazılmamıştım. Yüzmenin devamsızlığımı kurtaracağını hiç düşünmemiştim.

Saatlerin ardından büyük bir açlık hissederek üniversite kantinine gittim. Sıraya girerek duvar saatine baktığımda henüz ders saatine vardı. Kurutmadığım saçlarım kapının aralığından esen rüzgar ile beni üşütse de kollarımı birbirine sararak esnedim. Kış aylarını severdim, yağmuru, rüzgarı, kasveti ve karı... İstanbul’a diğer illere yağdığı kadar kar yağmıyordu. Bu durum beni üzüyordu. Çünkü yağmurdan hastalanacağım için kaçsam da kar nadiren uğradığı için kaçamıyordum; oldukça keyifli geçiyordu.

Sıra sonunda bana geldiğinde ıslak bir hamburger tercih ederek ne kadar yanına gitmese de kola aldım. Köşedeki boş masalardan birine geçtiğimde geldiğimden beri ilk kez gördüğüm onları fark ettim. Hemen önümdeki masamda Reha ve arkadaşları vardı. Arkadaşı olmayan arkadaşları. O masadaki herkesin birbirinden nefret ettiğini biliyordum. Belki Anıl dışında.

Reha, Anıl, Beren, Beren’in yanında gördüğüm ama adını hala bilmediğim sarışın, yine Beren’in arkadaşı olduğunu tahmin ettiğim kumral bir kız ve bir erkek daha.

Kızlardan biri ile göz göze geldiğimde zihninden geçen düşünceleri sesli bir şekilde duydum. ‘’Ay bu yüzme takımındaki Beren’in kavga ettiği kız değil mi?’’ diye soruyordu kendi kendine. O an ona, ‘’Hayır kavga etmedi, kavga etseydik ben yenerdim.’’ demek istedim ve bakışlarımı çekerek hamburgerimi kağıdından sıyırdım. Kolamın kapağını açarak yemeğimi yemeye başladığımda Reha’nın beni fark ettiğini anladım. Ne zamandan beri bakıyordu bilmiyorum ama saniyelerce gözlerini almadı üstümden. En son ikimizde aynı anda başka tarafa baktığımızda ister istemez o masanın komple ayaklandığını gördüm. Hepsi tuhaf bir suratla kalkıp kantini terk ederken hamburgerimden bir ısırık alıyordum ki kafamı kaldırdığım an başımdaki kişinin Reha olduğunu gördüm.

Ağzımın doluluğu konuşmama engelken susup sadece ne istediğini anlamaya çalıştım. Beklemediğim bir anda baş parmağını dudağımın kenarına sürterek çektiğinde ketçap bulaşan parmağını gördüm. Ben ona öylece bakarken gülümseyerek elini peçeteye sildi ve yanımdan ayrıldı.

Tamam Afra kendine gel. Bir şey yok bir şey yok bir şey yok.

Yutkunarak hızlıca yemeğimi bitirdim ve zilin çalışı ile sınıfa çıkarak derse girdim.

Hazırlık senesinde oluşum derslerin tümüne hakimiyetimin olmayışı demekken yavaş yavaş da alışıyordum. Türk Dili ve Edebiyatı okuyordum ve bölümü hala seviyordum. Umarım ileride değişmezdi.

Dersin ortasında telefonumu titreyişi ile merakıma yenilerek bildirime bakmak istedim. Mesaj annemdendi.

‘’Cuma taşınıyoruz. O gün okulundan izin al ve evde ol. Akşam görüşürüz.’’ (14.24)

Annemin bu kadar önemli bir meselede bana dış kapının dış mandalıymışım gibi davranması canımı acıtıyordu. Beni önemsemediğini zaten biliyordum fakat bu denli istemediğini ilk kez iliklerime kadar hissetmiştim. Elinden gelse yanına bile almazdı. Neden? Bir anne neden böyle davranırdı çocuğuna?

Ayriyeten cuma günü asla evde olamazdım çünkü okulda bile olmayacaktım. Yüzme turnuvası vardı ve eğer kazanırdıysak akşamında parti olacağından emindim.

‘’Afra!’’ Hocanın sesi ile korkarak başımı kaldırdığımda telefona baktığımı görmüş olacağını fark ettim.

‘’Efendim hocam.’’ dedim tuhaf bir tonda. Hocalarımın iki tanesi hariç hepsi çok sert insanlardı.

‘’Derhal müdürün odasına.’’ Utanarak çantamı aldım ve bakışlarımı yere indirerek sınıftan çıktım. Müdürün odası bu katta olduğundan kısa süre içinde önüne vararak kapısını tıklattım ve çağırışı ile içeri girdim.

Müdür orta yaşlarda bir kadındı. Eli saçının topuzundaydı ve onu düzelttikten sonra gözlüğünün ortasına dokunarak duruşunu düzeltti.

‘’Afra Kaner?’’ Başımı salladığımda dudaklarını birbirine bastırarak kollarını birleştirdi. ‘’Derste telefonla ilgilenmişsin, öğretmenin çok kızgın ve bunun bir cezası olacak. Arşivdeki dosyaları düzenlemeye git bakalım. En alt kat. Yüzme salonunuzun en solu.’’ İtiraz etmek için fazla kırgındım. Öğretmene, müdüre değildi bu kırgınlığım. Annemeydi. Annem.

Çantamı sırtıma takarak merdivenlerden en alt kata indim ve arşiv odasına girdim. Işığı yakmıştım ancak ışık pek de yanıyor gibi değildi. Ampul o kadar eski görünüyordu ki içeriyi telefonumun feneri daha fazla aydınlatırdı. Yerler kalın, kırmızı mavi renkteki dosyalarla doluydu ve kitaplıklardakiler yan yatmış durumdaydı. Muhtemelen işi olan herkes alıp çıkıp öylesine ortaya bırakıyordu; hiçbir şey yerli yerinde değildi.

Yarım saat öylece dosyaları raflara dizdim ve az bir miktar kaldığında, kendimi kandırıyorum tabii ki az değil henüz yerlerdeki dosyalar bile duruyordu, dinlenmek adına bir masanın üzerine oturarak soluklandım. Gerçekten çok ağırlardı.

Telefonumu alarak Spotify’ı açtım ve hızlıca sevdiğim şarkılardan birini açarak kafamı dağıtmak istedim.

Mabel Matiz, Mendilimde Kırmızım Var

 

Kaç dakikadır oturuyordum bilmiyordum ancak dosya düşüşü ile yerimden sıçradığımda aniden odanın ışığı kesildi ve ben yer olmadığını anladığım sert bir cisime dokunuşum ile çığlığı bastım. Ağzıma aniden bir el kapanarak fener olduğunu düşündüğüm beyaz bir ışık yandığında gördüğüm yüz ile derin bir nefes aldım. Avucunu ağzımdan çekerken o da şaşırmış gibiydi. Ampul zaten gidecek gibiydi ve ona denk gelmişti işte. Böyle şans mı olurdu.

Ayağımı olduğunu yerden çekip tekrar kendimi konumlandırırken sert şeyin ayağı olduğunu fark ettim. Başımı kaldırdığımda sırıttığını gördüm.

‘’Ayağıma basman için daha erken değil mi?’’ Omuzuna bir tane geçirerek gözlerimi belerttim.

‘’Sert bir cisime bastığımı sandım nereden bileyim kazık kadar ayağın olduğunu?!’’

‘’Sert bir cisim mi? Ayıp ediyorsun ama benim ayağım pamuk gibidir.’’ Göz devirdim.

‘’Belli.’’ Yerdeki dosyaları fark ettiğimde onun toplamış olduğunu anladım ve kafamı kaldırarak rafları inceledim. Sahiden her şey o kadar düzgündü ki inanamadım. ‘’Sen ne zamandan beri bu-’’

‘’Geri ver, geri ver bana düşümü.’’ Elinin tersini yanağıma sürterek tebessüm etti. ‘’Yakıyor gerçeğim, aman.’’ Umursamazca devamını getirdim.

‘’Görmeyince bu göz katlanır mı gönül? Görelim yeniden, yeniden.’’ Hala ekranı açık telefonumda şarkıyı görerek devam tuşuna bastı ve o şarkı şöyle devam etti.

Geri ver, geri ver bana düşümü.

Yakıyor gerçeğim, aman.

Görmeyince bu göz katlanır mı gönül?

Görelim yeniden, yeniden.

‘’Çağan Şengül’den başkasını dinleyeceğini düşünmezdim.’’ Bu sefer güldürmüştü işte.

‘’Ben senin onu dinleyeceğini bile düşünmemiştim. Ama hayat.’’

‘’Bir şeyler içelim mi?’’

‘’Yok teşekkür ederim.’’ Şarkıyı kapatarak çantamı aldım ve bir hışımla arşivden çıkarak okuldan çıktım.

Yağmur sabahki gibi değildi ve sabah da yeterince ıslanmıştım. Bunu umursamayarak çiseleyen damlaların altında eve doğru yürümeye başladım.

Kırk beş dakikalık yavaş bir yürüyüşün ardından eve varmıştım. Çantamı odama bırakarak üstümdekileri çıkarttım ve hemen suyu açarak duşa girdim. Kafamı altına getirdiğim an su saçlarımdan bedenime doğru akmaya başladı. Bir süre öylece sadece beni ıslatışını hissettim. Dakikalar sonra saçlarımı ve vücudumu şampuanlayarak yıkadım ve bornozuma sarınarak suyu kapattım. Kurulanarak içeriye geçtiğimde dolabımdan pembe oversize bir tişört ile siyah mini bir tayt aldım ve üzerime geçirdim.

Saçımı kurutmak üzere banyoya tekrar vardığımda çamaşır makinesinin üzerindeki sepetten saç kurutma makinesini aldım ve fişi prize takarak karışık saçlarımı taradım. Bakım yağlarımı sürdükten sonra makineyi çalıştırarak saçlarımı kurutmaya başladım.

Sıcak hava ile uykum gelirken çıkarttığı ses başımı ağrıtmaya yetmişti. Saçımı kurutur kurutmaz kendimi yatağıma atarak öylece telefona bakmış biraz gözlerimi dinlendirme ihtiyacı ile dolmuştum.

Telefonu bir kenara bırakarak gözlerimi kapattığımda aniden hapşırdım. Burnum akıyordu ve makineden dolayı başım ağrıyordu. Kolumu kaldıracak halim yok gibiydi ve uykum vardı.

Yorganı üzerime çekerek gözlerimi kapattım ve kısa süre içinde uykuya daldım.

 

Kapı sesi ile uyandığımda gözlerimi açamıyordum. Uykusuzluk değil, yorgunluktu sanki. Gücümü toplayarak odamdan çıktım ve yavaşça kapıya ilerleyerek açtım.

Gözlerimi kısarak karşımdaki kişinin kim olduğunu anlamaya çalışıyordum ki renkli bir bileklik uzattığını gördüm. Bu bileklik benimdi. Bu kız kimdi?

Elinden bilekliği alarak saçlarımı düzelttim.

‘’Bunun sizde ne işi var?’’

‘’Kapıda mı kalacağım?’’ Şaşırarak alnımı ovaladım.

‘’Pardon, geçin içeri.’’ Kumral bir kızdı ve mavi, mini bir elbise giyiyordu. Bir dakika bir dakika. Bu kız kantinde Rehaların masasında gördüğüm kumral kızdı. Beren’in arkadaşı olmalıydı. Kafa karışıklığı ile duvar saatine baktım. Dokuzdu ama dışarı baktığımda havanın aydınlık olduğunu fark ettim. Kaşlarım çatılı halde etrafa bakarken kızın koltukta gülerek bana baktığını gördüm.

‘’Kaç saattir uyuyorsun sen?’’ Gözlerim o kadar şişmiş miydi yani? Sabaha kadar mı uyumuştum ben?

‘’Bilmiyorum sabah mı oldu?’’ Ukala bir tavırla olduğu yere yerleşti ve telefondan saate bakmış olduğunu fark ettim.

‘’Günaydın Afra Kaner.’’ Karşısına oturarak burnumu çektim.

‘’Sahi kimsin?’’

‘’Ben Reha’nın arkadaşıyım, dün arşivde bilekliğini düşürmüşsün.’’ Anlamayarak kaşlarımı çattım.

‘’Bunun için evime yollamasına gerek yoktu, okulda verebilirdi bir yere kaçmıyorum.’’ Kız tek kaşını kaldırarak anlamadığını belirttiğinde, ‘’Adın ne?’’ diye sordum.

‘’Dicle.’’

‘’Memnun oldum Dicle. Vişne suyu içer misin?’’ Gülerek tuhaf bir bakış attı.

‘’Vişne suyu mu?’’ Kendimden emin şekilde gülerek kafamı salladım.

‘’Vişne suyu. İstersen diğer seçeneklerimde var ama vişne suyu içmeden kimseyi yollamıyorum.’’ Bakışlarını yere indirerek ukalaca güldü.

‘’Reha evine adım atmaz o zaman.’’

‘’Anlamadım.’’

‘’Reha’nın vişne suyuna alerjisi var. Geçen gün Beren de aldı da içmedi.’’

‘’Dicle.’’ Kafasını kaldırarak mimiksiz bir ifadeyle gözlerime baktı.

‘’Efendim.’’

‘’Reha buraya geldi. Reha burada vişne suyu içti.’’ Kahkaha atarak esnedi.

‘’Aynen canım ya ondan.’’

‘’Dicle içti diyorum. Hatta... hatta sonra banyoya koştu, ben de ne olduğunu anlamamıştım.’’

‘’Sen ciddisin.’’

‘’Ciddiyim Dicle.’’ Karşılıklı öylece bakarken dakikaların ardından Dicle kalkarak evi terk etti. Ben ise hala düşünüyordum.

Reha evine adım atmaz o zaman.

Reha buraya geldi.

Reha burada vişne suyu içti.

Kafamdakileri atmaya çalışarak kalktım ve oturma odasını toparlarken Dicle’nin her şeyi Beren’e yetiştireceğini fark ettim. Daha yeni jeton düşmüştü. Ona bir şey dememeliydim.

Saate baktığımda artık okul saatinin tamamen geçtiğini anladım ve devamsızlığım sınırda olduğunu anladım. Aptal Afra! Ne yapacaksın şimdi?

Reha halledebilirim demişti ama onu meşgul etmek istemezdim. Hem belki o o gün içindi. Suyunu çıkarma Afra.

İyi o zaman. Sınıfta kalmam hayırlı olsun.

 

Akşama kadar odamdan çıkmamıştım ve annem hala ortalarda yoktu. Dün erkenden uyuyakaldığımdan akşam gelip gelmediğinden haberim de yoktu. Aradım ancak açmadı.

Anne ben senin en kötü yanında bile kötülük aramadım. Herkes annesini anlatırken ben boşluğu izledim. Artık yanımda olsan da düzeltemeyeceğin bir geçmişim var. Ben hayatımın sonuna kadar annesizlik çekeceğim.

Yalnızlık da çektim zaten, yabancı değil. Ama ben bu yaşama telaşında birinize bile içimi açarsam yüzüme tükürün. Birinize tutunursam, sarılırsam öldürün beni.

Artık kimseye ihtiyacım yok benim. Anlıyor musunuz.

Bu gece elimdeki gerçekleri duvarlara atarak parçalamak istiyorum çünkü artık hiçbir şeyin benim için bir önemi yok. Gerçekten.

Hiçbir neden beni yalnız bırakmaları gerçeğini bastıracak kadar önem teşkil edemez. Etmez değil edemez.

İliklerime kadar yaşadığım yalnızlığım, sokak lambalarının kaçta söndüğünü bildiğim günlerim var. Ben medet umduğumla kaldım.

Herkes bana her şey iyiyken hoşken sözler verdi. Ve tahmin edildiği gibi hiçbiri tutulmadı. Bana artık aldığınız nefes ciğerinize ağırlık yaparken verin o sözleri, yutkunduğunuzda boğazınıza batan ağrı ile verin. Ben bokun içindeyim ama yine tutacağım elinden deyin.

Farkında olmanın ağırlığını anladığınızda Tanrı şahidim olsun ki anlamak istemeyeceksiniz.

Pekala.

Her gecenin bir sabahı vardır.

 

Annem gelmedi.

Saat 1.

Saat 2.

Saat 4.

Sabaha kadar bekledim.

Yaralara ağlanmaz, Afra. Kimse sana söylemedi mi?

 

Turnuva günü. Uykusuz, gözleri şiş, hasta olmak üzere olan Afra. Komik.

Berbat halde yerimden kalkarak üzerime kahverengi bir sweatshirt giydim altıma yine kahverengi bol bir jean geçirdikten sonra saçımı en tepeden sıkı bir at kuyruğu yaptım. Gün sonu başımın ağrıyacağını bile bile neden toplamıştım bilinmezdi ama şu an keşke tek derdim o olsaydı.

Çantamı ayarlayıp halsizce evden çıktım ve okul yolunu tuttum. Turnuva bizim okulda gerçekleşecekti fakat artık o kadar isteğim yoktu ki ne yapacağımı bilmiyordum.

Kısa süre içinde okula vardığımda kapıdan adımı atar atmaz öyle sesli bir gök gürültüsü duydum ki son anda yırttığımı anlamıştım. Gerçi ıslanadabilirdim, sorun değildi. Doğruca turnuvanın olacağı kata indiğimde kol saatime bakarak kaç saat kaldığını öğrendim. Henüz 2 saat vardı. Kimse yoktu ve herkesten erken gelmiştim.

Turnuva olacağından dolayı okul bomboştu ve diğer öğrencilere tatildi. Dışarıya bakındığımda basketbol takımının yağmurun başlaması ile içeriye girişlerini gördüm. Nedensizce gözüm Reha’yı aramıştı fakat burada değildi. Takımdakiler sırayla bana bakarak içeri geçerken en arkada Anıl’ı gördüm. Bakışlarımı çekerek soyunma odasına girecekken biri kolumu tutarak kendine çevirdi.

‘’Anıl?’’ Havlusu ile boynunu kurularken soluk soluğaydı. Hemen hemen Reha ile aynı boydalardı fakat Anıl, her ne kadar Reha sert olsa da ondan daha sert görünüyordu. Her an birine saldıracak gibi bir havası vardı.

‘’Bizimkine vişne suyunu sen mi içirdin?’’

‘’E-vet, yani benimle içti.’’ Gülerek sağına döndü ve havluyu indirerek yutkundu.

‘’Büyü mü yaptın çocuğa? Reha ağzına bir damla sürmez.’’ Evet Anıl büyü yaptım, başka soru?

‘’Alerjisi olduğundan yeni haberim oldu ama ikram ederken inan bilmiyordum.’’ Gülerek esnemeye başladı. Yorgun olduğu her halinden belliydi.

‘’Ona zorla bir şey içiremezsin zaten merak etme, sadece seni reddetmeyişine takıldım o kadar.’’

‘’Reha benim hiçbir şeyim değil, Anıl. Eğer bunu kastediyorsan.’’ Ensesini ovalayarak gidecekmişçesine tam yanımda durdu.

‘’Bir insan neden biri için canına kastetsin Afra?’’ Yutkundum.

‘’Anlamıyorum seni.’’

‘’Gerçekten safsın.’’ O an arkadan birinin Anıl’a seslenişi duyduk.

‘’Anıl hadi lan araç geldi.’’ Anıl arkasını döndü ancak aklına bir şey gelmişçesine durarak anında bana döndü.

‘’Afra her şey gözünün önünde. Biraz gözlerini aç. Turnuvanız varmış bol şans.’’ Gideceği an kolundan tutup durdurdum.

‘’Kalmayacak mısınız?’’

‘’Kalmayacak mısınız değil. Reha burada olacak mı demek istedin. Bilmiyorum, bugün onu hiç görmedim.’’

‘’Onu soracak olsayd-’’ Elini kaldırarak gözümün önünde tuttu.

‘’Tamam tamam gitmem gerek, dediğim gibi bol şans.’’ Hızlıca yanımdan ayrılırken Reha’nın arkadaşı oluşunu hatırladım. İkisi de elinize bir bulmaca veriyordu ve cevaplarını kendine saklıyordu. Siz o bulmacayı bitirdiğinizde bile kontrol etmeniz için cevap anahtarını vermeyen tiplerdendi. Erkekler nasıl kapalı kutuysa Dicle o kadar açıktı. Belki de bazı şeyleri duymak için onu gözlemem gerekirdi.

Sessizlik canımı sıksa da turnuva saatine kadar oyalanarak son yarım saat kala hazırlanmaya başladım, artık herkes okula gelmişti. Takım soyunma odasında sohbet ederken izleyen öğrenci, hocalar ve yetkililer yerini almıştı. Aynı zamanda yarışacağımız üniversitenin gelişi ile artık okul tamamen kalabalıktı.

Üstümü giyerek saçlarımı topladım ve tüm takım kafamıza bone geçirerek odada saatin gelmesini beklemeye başladık. Acaba gelmiş miydi... Reha?

Yorgundum. Epey yorgundum ve kendimi hasta gibi hissediyordum. Yağmurda ıslanışım, annemle olan bağlantısızlığım, turnuva stresi... küçük şeyler gibi görünse de mental sağlığımı çökertmeye tek biri bile yeterken birden fazlaydı. Yıkılmadım, yan yatıyorum esprisi yapmalı mıyım.

 

Sonunda turnuva saatine dakikalar kala havuz başında hocanın emrini bekliyorduk. Beren’in stresi dahi iki metre uzaktan belli oluyordu. Bugün bana bu yüzden bulaşmamıştı ama ondan nefret ediyordum. Bana yaptıkları yüzünden, asla başka bir sebebi olamazdı zaten. Çok güzel bir kızdı, başarılı ve ilgi gören biriydi. Gördüğüm kadarıyla herkesle de arası iyiydi, ben hariç. O an ona öfke ile doldum ve kendimi tanıyamamaktan korkuyordum. Kendimi tutmalıydım.

Yanındaki sarışın kız kulağına bir şeyler fısıldadığında gülümseyerek bonesini düzeltti. Ardından arkasını döndüğünde gözlerime bakarak ukalaca bir bakış attı. Bu durumda da mı Beren?

Hissettiğim öfke ile yerimden kalkarak yanına ilerledim ve kolundan tutarak kaldırdım. Kaşlarını çatarak kolunu çekti ve sertçe bana baktı.

‘’Ne yapıyorsun sen kızım?!’’ Karşısında burnundan soluyarak ona bakıyordum. Sonra bir şey oldu. Avucumu kaldırdığım gibi onun suratına geçirdiğimde öyle yüksek bir ses çıkmıştı ki artık bakmayan kişiler dahi bakıyordu. Kahretsin kendimi kontrol edemiyordum şu an.

Hale Hoca’nın yanıma ulaştığını anladığımda beni yavaşça geriye iterek Beren’e baktı.

‘’Hepiniz aynısınız.’’ dedim gözlerim dolduğunda, kolumda birinin elini hissettiğimde sağıma döndüm.

O.

‘’Karşılığını vereceğim, Reha.’’ ‘’Karşılık vermeyecek misin?’’

Reha anlamaz gözlerle bana baktığında neler döndüğünü anlamıyordum.

‘’Ne karşılığı, Afra?’’ dedi sinirli bir tonda Hale Hoca. Mükemmel bir öfkeyle Beren’e döndüm ve sinirle gülmeye başladım.

‘’O yaptı. O beni boğmak istedi.’’ Hale Hoca’ya döndüm. ‘’Beren beni boğmak istedi hocam.’’ Sertçe yutkunarak Reha’ya döndüm. ‘’Reha biliyor. Beni o kurtardı.’’ Reha mimiksizce bana bakarken kolunu tuttum. ‘’Reha bir şey desene.’’

‘’Ben kimseyi kurtarmadım.’’ dedi tek hamlede. ‘’Beren bunu boğmadı.’’ Bunu.

Dudak arası silahı, sözcüklerdir.

Ve bazen.

Bazı insanlar.

Sizi sadece sözcükleri ile yaralayabilir.

 

Yazar

‘’Bana destek olacaksın, değil mi, Totoca? Bir sürü insan toplayıp savaşacağım. Şeker portakalımı kimselere kestirmem.’’ diye yalvarmıştı, Zeze abisine. Bir gün acıyı keşfeden küçük bir çocuğun hikayesi olarak adlandırıldı o masal her zaman.

Hatta.

‘’İnsanlar olmayacak masallar anlatıp çocukların her şeye inanacağını zannediyorlar.’’ denmişti.

Kimseye güvenilmez, Zeze. Kendinden başka kimseye güvenilmez demek istedim ona.

Kestiler.

Zaman aktı.

Zeze ağladı.

Bir ölü gibi fısıldadı, ‘’Kestiler bile baba, bir haftadan fazla oldu, şeker portakalı fidanımı kestiler.’’.

Son itirafıysa canımı fazlasıyla acıttı. Kalbimden bıçaklansam o kadar acıtmazdı işte.

‘’Hakikaten de sevgili Portuga, bana her şeyi çok erken anlattılar.

Hoşça kal!’’

Loading...
0%