@gokcelly
|
1. SONBAHAR ÇİÇEĞİ
Sene, 1999. Kaya’yı gören Doğa, hızlıca masadan kalkarak yanına ilerlediğinde sanki saatlerdir o anı bekliyormuşum gibi hissettim. Çantamı alıp sandalyeden kalktığımda kahve bardağımı çöpe fırlatarak kafeden çıktım. Soğuğun içime işleyeceğini bildiğim halde, emin ama bir o kadar da ürkek adımlarla bahçenin arka tarafına gidiyordum. Bilerek kendine zarar vermekti bu, hep yapıyordum. Bile isteye mi? Bilmem, yapıyordum. İki kız kenardaki, bahçenin yarısına dek uzanan kaldırıma oturmuştu, az ileride bulunan bankta ise kaç kişi olduklarına dahi dikkat etmediğim erkek grubu. Onları tanımıyordum, lakin tanısam yine kendime en uygun kafa dinleyeceğim kısma otururdum. Çantamı kucağıma alıp taştan zemine oturdum, saniyesinde karnıma çıkan o soğukluğu tahmin etmiştim ama tahminimden daha çok üşütmüştü. Suratımı büzerek montumun cebinden tek hamleyle çıkarttığım kulaklıklarımı kulağıma taktım. Ucunu telefonuma takarak müzik listeme geçtim ve sanki dersimin başlamasına 10 dakika kalmamışçasına bir şarkı seçmeye koyuldum. Ruhumu rahatlatmadan derse giremezdim, girsem de anlamazdım. Bunun yerine beş dakika geç girerek dersi daha dikkatli dinlemeyi tercih ettim. Kulaklığımın kabloları birbirine dolandığında 20. Yüzyılda hala kablolu kulaklık kullanan tek insan olduğumu biliyordum. Şarj bitme derdi yoktu ya da bağlantısı kopmuyordu, takıyordum ve ben geri çıkarana kadar şarkı dinleyebiliyordum. Bazı şeyler teknoloji ile gelişerek daha kolay bir hal alsa da bazı şeylerin eski hali, gelişmiş halinden çok daha iyi olabiliyordu. Kalbim gibi. Kalbinle nasıl bağdaştırdın, Liva? Çokça kırılmadan önce ne kadar tutkulu bir kalpti değil mi, Liva?, dedi içimden bir ses sanki bana. Şimdikinden iyiydi, ama olsun, değişen her parçana rağmen adın hala Liva. 10 dakika her ne kadar yetmese de yerimden hızlıca kalktım, sınıfıma çıkmak için ana binaya girerek yangın merdivenine yöneldim, evet asansör kullanmıyordum. Bazen kendimi o kadar kitap başrolü gibi hissediyordum ki içimden öyleymiş gibi konuşuyordum, ya da bilmeden oluyordu bu. Üçüncü kata çıktığımda kalbim yerinden çıkacakmış gibi atıyordu ama buna alışmıştım çünkü haftanın her günü okul olması bunu günlük rutinim haline getirmişti. Yangın merdiveninden çıktığım an asansörün bitişindeki kantin sırası görüş açımdaydı. O soğuktan sonra içimi ısıtacak sıcak bir kahveye ihtiyacım vardı fakat hocanın derse başlamak için kahve almamı bekleyeceğini sanmıyordum. Aniden elimi titreten telefonumun ekranında Doğa, yazıyordu. Aramasını meşgule atarak hızlıca, derse giriyorum!, yazıp gönderdim ve telefonu cebime attım. Masadan ne ara kalktığımı soracaktı ve insanların eylemlerini bu kadar kolay bilmek beni yeterince sıkıyordu. Çokça fotoğraf çekiyordum, çokça roman denemeleri yazıyordum ya da kalın ansiklopediler bitiriyordum. Artık izlediğim tüm filmlerin finalini biliyordum, heyecanı kalmamıştı. Sınıfa girdiğimde çok az kişinin geldiğini, hocanın tahtada olduğunu gördüm. Ben girer girmez dersini böldüğüm için bana alttan attığı sinirli bakışı hissetmiştim. Bu hocayı seviyordum fakat benimle laf atışına girmeden önceye kadar, ki yalakası değildim. Eğitim hayatım boyunca öğretmenlerine yalakalık ederek puan dilenenlerden olmadım. Bir kez lisedeyken 1 puan bile değil, küsuratı yüzünden takdir belgesi alamadığım olmuştu. Gitsem verirlerdi çünkü o dönem puan konusunda epey bonkör oldukları bir zamandı fakat gitmemiştim. Ne elde ettiysem oydu, çalışarak almadığım puanla alacağım belgeyle övünemezdim de. Boş sıralardan birine geçerek çantamı yanımdaki sandalyeye bıraktım, defterimi ve kalemlerimi hızlıca çıkararak yakaladığım yerden not almaya başladım. Ders psikolojiydi yani bölümümün ta kendisiydi. İlgim çok önce başlamıştı, evde kendimce araştırmalar yaparak roman denemelerim için bilgi topluyor, kendimi geliştiriyordum. Okula geldiğimde konularda yabancılık çekmemiştim. Belki bu bölümü okumasaydım hayatım boyunca pişmanlık yaşayacaktım. ‘’Vizede soracağım tanımlar hakkında konuşmam gerekiyor çünkü her sınav öncesi biliyor gibi davranarak beni kandırıyor kağıtta dökülüyorsunuz. Birinci tanım, YAVIS kavramı. Açılımını söyleyebilecek olan var mı?’’ diye sordu, Vera Hoca. Adının Şevval olduğunu hatırladığım bir kız aniden söze atıldı. ‘’Psikoterapi için mükemmel hasta demek hocam, her harfin ayrı bir anlamı var. Y, young ‘genç’, A, attractive ‘çekici’, V, verbal ‘konuşkan’, I, insightful ‘bilgili, içgörülü’, S, wealthy ‘varlıklı’ anlamına geliyor.’’ ‘’En azından aranızda öğrenen birkaç kişi var.’’ Hoca uyuz bir bakış atarak anlatmaya devam etmek için dudaklarını araladığında başka bir kavram söylemesini bekledim. YAVIS’ı biliyordum fakat henüz deftere yazıyordum ve konuşamamıştım, bunda konuşmayı umuyordum. ‘’Ya da size bunların çıktısını vereyim, şimdi derse devam edelim.’’ dediğinde sanki benim cevaplayacağımı hissettiği için fikir değiştirdiğini düşündüm ve ne kadar şanssız olduğum düşüncesi ile doldum. ‘’Ne yapacağı kestirilemeyen hastalara seçenekler sunmak kimi zaman onları sanrılardan ve halüsinasyonlardan koparır, genel anlamda daha mantıklı olmaya yönlendirir.’’ Kuruyan dudaklarını ıslatarak devam etti, ‘’Pek çok tıbbi aciliyet kendini ilk etapta sadece zihinsel rahatsızlık belirtileriyle gösterir. Bu durum sonradan hareketlere yansır ve bedeni tamamen ele geçirir. Kaygı, hezeyan, psikoz, akıl karışıklığı…’’ Konu o kadar ilgimi çekmişti ki üşümemi unutmuş kollarımı masaya, yüzümü avucuma koyarak hocaya odaklanmıştım. ‘’Depresyondaki veya öfkeli bir insanla vakit geçiriyorsak o insanın zihinsel durumu, empatik olarak bulaşıcıdır. Ve insanlar hastalıklarının kafalarında olduğuna inanmazlar.’’ Son cümle ile olduğum yere çakıldığımı hissettim. Ders bittiğinde Doğa ile üniversitenin hemen önündeki küçük kafeye geçtim, bir ara önce kahve içmemişim gibi yine içecektim. Kalbim iyi iş çıkarıyordu bunca kafeine. Fındık aromalı seçerek karton bardağı ve üç şeker alarak masaya oturdum. Dizlerimi karnıma çektiğimde sürekli farklı yerlere takılan gözlerim avucumdaki karton kahve bardağından çıkan dumanlara daldı. Bugün Doğa da dalgındı, 3 gün önce Kaya ile aptal bir nedenden tartışmışlardı ve Kaya haklıydı Doğa bunu biliyordu. Her fırsatta barışmak için zaman kolluyordu ama Kaya’nın ona acımasız olacağını da sanmıyordum, tam 5 yıldır birliktelerdi ve aileleri iş yapıyordu. Sol avucumdan masaya bıraktığım renkli, üç şekerin ikisini kahveme attığımda üçüncüye garip bir bakış atarak, iki tanesi yeterli, diye mırıldandım. Kendime bile tahammül edemiyordum, istemiyordum, anlamıyordum, duymuyordum. Tahta çubuk ile kahvemi karıştırırken bardağın içindeki dalgalanan köpükleri izlemeye başladım. Bir anlığına veya üç dakikalığına… hatta, uzunca... Saniyelerce karıştırdım, iyice karışmalıydı. Bir dakika. İki dakika. Hala… daha hızlı. ‘’Tamam tamam karıştı.’’ dedi solumdan gelen ses. Daldığım yerden umarsızca başımı kaldırıp ne zaman çattığımı bilmediğim kaşlarımı düzelttim. ‘’Ha?’’ dedim anlarcasına ve sonra sadece kendi duyabileceğim bir tınıda, tamam, diye fısıldadım. Tahta çubuğu masaya öylece bırakıp donmuş ellerimi sıcak bardağıma doladım. Aylardan kasımdı, sonbaharın ilk haftası. Liva, sonbahar çiçeği.
GÜNÜMÜZ Oda soğuktu, terk edilmiş ve eski. Dedektif Pars, gözlüğünü burnunun üzerine iterek küllüğe bakarken, yarı sönmüş sigara dikkatini çekti. Alaycı bir gülümseme ile konuştu, "Küllükteki sigara hala sönmemiş sayın savcım, intihar ediyor olsa son nefesi çekmeden etmezdi lakin bağımlılığı çok yakından öğrenme şansım oldu." Savcı Füsun, anlam veremediği bir durumun içinde titredi. "Oradan bakıldığında işe yeni başlayan bir asalak gibi mi görünüyorum da zaten görebildiğim ayrıntıları aktarıyorsun?" Olay yeri inceleme ekibi cinayet mahallindeki delillerle meşgulken, bir adam nefes nefese gelerek konuştu: "İntihar etmedi! O çok iyi bir insandı!" dedi elleriyle yüzünü sıyırarak. ‘’Ölmedi o ölmedi. İyi insan o.’’ Pars, kaşlarını çatarak adama dikkat kesildi. "Doğru söylüyor gibi görünüyor. Terlik sıçramış vaziyette fayansın üzerindeydi. Çöpte kanlı peçeteler gördüm, delil karartmak için kullanılmış olmalı." Başkomiserin homurdanması ile atmosfer gerilirken, dedektif sakin bir şekilde ekledi: "Hayır bir cinayet işleyeceksen kusursuz olacak, böyle küçük detaydan da yakalanamazsın ya. Ayrıca yıllardır tekrarlanan cinayetlerin katilinin aynı olduğunu düşünüyorsak böylesine bir aptalın olduğunu sanmıyorum. Mademki her sene kusursuz, arkasında delil bırakmadan işleyebiliyor, o zaman çöpteki kanlı peçeteler de neyin nesi? Ya katil farklı ya da bilmediğimiz olaylar dönüyor." Başkomiserin gözleri şaşkın bakışlarla dolu salonu tararken, dedektif ufaktan gülerek ekledi, "Şaka yapıyorum ya, şaka da mı yapmayalım?" Ortam gerildiğinde Savcı Füsun, ellerini yumruk yaparak yutkundu. O delicesine nefeslenen yaşlı adam ise anlamsız bakışlar atıyordu, muhtemel mahallenin delisiydi. Komiser Yekta ekledi: "Dün Süreyya Caddesinde yaşanan kazada biliyorsunuz ki kadının öldüğü söyleniyordu, görgü tanıklarından biri otopsi istediğinde kaza olmadığını, kadının vücudunda kurşun bulunduğunu söylüyor." Dedektif Pars, komiser ve savcı konuşurken kurbanın sağ el bileğindeki simgeyi gördü. Damarının tam üstünde duran mavi balığı. Dövme değildi, pilot kalemle çizilmiş olmalıydı ki mürekkepleri her yana dağılmıştı. "Ceset otopsiye alınsın. Adliyeye geçiyoruz."
Adliyenin loş koridorlarında cinayet mahallindeki gizemi çözmek üzere karanlık labirente doğru ilerliyorlardı. Dosyalar, soğuk ofisin tozlu raflarındaki saklı sırları anlatıyordu. Dedektif Pars, boğazını temizleyerek iç çekti. "Bu işte bir tuhaflık var, Füsun. Cinayet mahallindeki detaylar karmaşık, adeta bir sanat eseri gibi işlenmiş. Katil, iz bırakarak oyun mu oynuyor?" Savcı Füsun, dosyayı dikkatlice inceledi. "Belki de bu seferki cinayet diğerlerinden farklı. Katil, sanki bize bir şey anlatmaya çalışıyor gibi. Ama ne? Aynı kişi olmasa delil bırakmazdı demiştin bunu bende düşündüm fakat o laubali tavrın seni tanımasak çok iyi şüphe çekerdi." Pars, seslice güldü. ‘’Bileğindeki simgeyi görmüş müydün?’’ Füsun, dosyalara dalmıştı. ‘’Ha?’’ diye kaldırdı başını, alıktı. ‘’Balık,’’ Parmaklarını saç diplerinde gezdirdi. ‘’Simgeyi diyorum, Füsun. Kurbanın?’’ Füsun’un gözleri kocaman açıldı. ‘’Şaka yapmıyorsun değil mi?’’ Pars kafasını iki yana salladı. ‘’İnanmıyorum, yine mi…’’ ‘’Ne oluyor savcım?’’ ‘’Tahmin ettiğimiz gibi Pars, katil aynı kişi. 5 yıldır aynı dönemlerde işliyor ve tüm kurbanlarının bileğine mavi bir balık çiziyor. Takıntılı ruh hastası.’’ Pars bir anlığına soğuk zemine daldı. Artık aynı kişi olduğuna eminlerdi ve bu onun ne düşünmesi gerektiğini iyice karmaşık hale getirmişti. Kapı aniden açıldığında Füsun irkilerek sıçradı. Odaya giren Başkomiser, sert bir ifadeyle konuştu. "Kurbanın ailesi kızın solak olduğunu söylüyor. Cinayet mahallinde de avucuna bırakılan silah sağda, defter ve kalemi ise solunda. Kendisi de solak olduğunu kanıtlıyor. Muhtemel cinayeti işleyen potansiyel katil bundan bihaber.’’ ‘’Kurbanın kim olduğu öğrenildi mi başkomiser?’’ ‘’Öğrenildi sayın savcım. Maktulün adı Sezen Zeydan. Kendisi 16 yaşında, anadolu lisesinde okuyor. Çok a-‘’ Lafı bölerek içeri giren kişi savcının yanında çalışan Efsa idi. ‘’Kusura bakmayın bölüyorum ama Sezen’in ailesi ve arkadaşları kapıda ısrarla görüşmek istiyorlar.’’ Füsun ve başkomiser onaylaşarak Pars’a baktılar. Hep birlikte odadan çıkıp savcının odasına geçtiler. Füsun masasına oturduğunda komiser kapıda bekliyordu. Dedektif Pars ise savcının masasının yanındaki pencerenin kenarında ayakta dikilmekteydi. Füsun, Efsa’ya seslendi: ‘’İçeri alabilirsin.’’ Kısa süre sonra uzaktan gelen baş ağrıtıcı ses biraz azaldı ve içeriye henüz kırklarında görünen kadın ve adam girdi. Bunlar Sezen’in anne babası olmalıydı. Hali vakti yerinde insanlar gibi görünüyorlardı. Kadının kestane tonunda saçları vardı ve beline doğru uzanan bu saçlar uzun, dümdüzdü. Üzerinde üstüne oturan beyaz bir bluz ve altında turkuaza çalan kalem eteği vardı. Adam onun aksine şık değildi ki muhtemelen çalıştıkları yere göre giyinmişlerdi. Adamın üzeri toz toprak doluydu ve saçları tozdan bembeyaz görünüyordu. ‘’Hoş geldiniz, buyurun.’’ dedi Füsun Savcı. ‘’Öncelikle başınız sağ olsun.’’ O ana kadar zor tuttuğu yaşlar gözlerinden birer birer damladı bu çiftin. Kadın, dudaklarından kaçan hıçkırığı tutamayarak konuştu. ‘’Size yalvarıyorum, savcım. Ne olur bulun katili. Benim çocuğumun düşmanı olmaz bir şey bilmez. Daha küçücüktü yavrum kim ne istedi.’’ Savcı dudaklarını ıslatarak saçını kulağının ardına itti. ‘’Size birkaç soru sormam gerekiyor. Eğer iyiyseniz şimdi başlayalım mı?’’ Çift başını sallayarak elinin tersiyle ıslak yanaklarını siliyordu. ‘’Kızınız yakın zamanda biriyle kavga etti mi, bildiğiniz bir şeyler oldu mu?’’ ‘’Hayır.’’ ‘’Hayır, benim kızım hiç kavgacı biri değildir savcım.’’ dedi annesi. ‘’Peki, son zamanlarda Sezen'in sıkça zaman geçirdiği biri var mıydı? Bir ilişkisi, tanıdığı biri hakkında bize yardımcı olacak herhangi bir bilgi var mı?’’ Anne ve baba birbirlerine baktılar, kadın konuştu, "Kızımız arkadaşlarıyla iyi anlaşan biriydi. Son zamanlarda bir değişiklik fark ettik mi? Hayır.’’ Başkomiser, "Sezen sosyal medya hesapları veya cep telefonu konusunda size bir şeyler söyledi mi? Belki oradan bir ipucu bulabiliriz." Babasını burnunu çekti. "Sezen, sosyal medyayı aktif kullanmazdı. Sadece arkadaşları ve akrabalarıyla iletişimde olurdu.’’ Başkomiser, "Teşekkür ederiz. Böylesine acılı bir günde bize zaman ayırabildiğiniz için minnettarız. Soruşturmayı sürdüreceğiz ve size herhangi bir gelişme olduğunda bilgi vereceğiz." diye bitirdi. Füsun Savcı, çiftin yanına oturdu, "Sezen'in kaybolmasıyla ilgili elimizden gelenin en iyisini yapacağız. Size düşen, beklemeye devam etmek. Herhangi bir bilgi veya endişe durumunda bize ulaşın." diye ekledi. ‘’Teşekkür ederiz savcım.’’ Çift başlarını salladı ve odadan sessizce ayrıldı. Geriye kalan ekip, birçok soru işaretiyle doluydu. ‘’Komiser, siz arkadaşlarını tek tek sorguya alın. Hiçbir ipucunu kaçırmayın. Acil bir şey olduğunda haber verin.’’ dedi Füsun. Pars kendi kendine gülüyordu. ‘’Tamamdır savcım. İyi akşamlar.’’ Başkomiser odadan çıktığında Füsun kaşlarını çatarak Pars’a döndü. ‘’Hayırdır Pars, biz ter akıtırken sen neye gülüyorsun?’’ diye sert çıktı. Saçlarını yukarıda sıkıca toparladı ve bileğindeki mor lastik toka ile bağladı. ‘’Hiç, eve mi geçiyorsun?’’ ‘’Belli değil, birlikte çalışmayı teklif edeceksen müsait değilim.’’ Çantasını alarak kapıya ilerledi ve kulpu çevirerek ekledi, ‘’Odamdan hemen çıkarsan iyi olur.’’ Ardından sertçe çekerek çıktı. Beyni ona rahatlaması gerektiğini söylüyordu. Eğer birkaç yudum dahi içmezse kendine gelemezdi ve işine kendini veremezdi. Pars ile ayrılalı 3 yıl olmuştu, kocaman 3 yıl. Ama o kadar burnunun dibindeydi ki içi soğusa da her gün dirilebiliyordu, bir küçük harekete. Taksiye atlayarak en yakın pub’a girdi. Sevmediği nadir parçalar vardı ve tam olarak şu an onlardan biri çalıyordu. Right where you left me. Sandalyeye geçerek bir şişe bira istedi ve telefonun güç tuşuna basarak saate baktı, 19.28. Alnına saplanan ağrı ile telefonu cebine sokuşturdu ve avucunu alnına dayayarak gelen şişeden koca bir yudum aldı. İstanbul birçok kişinin yaşamak istediği şehirdi lakin her şey kadar o da biraz garipti. Kar tutmazdı mesela, ama yağdığında o kadar güzel olurdu ki. Gün batımı çok özeldi ya da boğulmak istediğin denizi. Aşkı da yalandı dostları da. Dışarıda kafa dinleyemezsiniz çünkü her yer insandır, fazlasıyla kalabalık... Ama güzeldir. Her semtte, her köşede anılarınız olur. Tüketir ama yaşatır da. Kalakalırsınız. Şarkı sona erdiğinde hoparlörün gıcırdayan sesi mekândan ziyade beyninde yankılanıyordu, düşünmeyi bırakmıştı. Gözlerinde dışa vuramadığı öfkenin burukluğu oluşmuştu. Elindeki şişeyi kırmak istercesine sıkışı parmak uçlarını çoktan sarılaştırmıştı da o genzine kadar çıkan kusma isteğini bastırabiliyordu. ''You left me no choice but to stay here forever.'' Sahi, gözlerinde ya? Gözler. Bir yudum daha aldığında içeri giren dörtlü arkadaş grubunu gördü, ne kadar gösterişli olduklarını ve artlarında bıraktıkları ağır kokuya yüzünü buruşturdu. O parfüm kullanmıyordu ve tek malzemesi kiler kutularının içinde kaybolan tek bir rujuydu. Pars’ın sevdiği. Sevmiş gibi yaptığı. Pub’ın çetelesini tutmuyordu lakin bu dört kadından birini her gidişinde orada gördüğünden emindi. Upuzun, kahve bukleler beline uzanıyordu ve iri gözleri yine aynı tondaydı. Üzerinde beyaz bir gömlek ve onun üstünde dizlerinin üstüne uzanan siyah straplez bir mini elbise vücudunu sarıyordu. İnce, uzun tırnaklarında koyu kırmızı oje o kadar narin duruyordu ki erkek olsaydı, hoşuna gidebilecek bir kadın, olduğunu düşündü. Yine daha koyu bir tondaki ruju dudaklarını çevrelemişti. Arkadaşlarıyla hemen yan masada kahkahalarla gülüyordu. Diğer üç kadın ise sarışındı ama boya olduğu bunca uzaklıktan belliydi. Hepsi aynı firmadan çıkmış bir ürünmüşçesine beyaz bir crop ve kot pantolon giymişti. Sıradanlardı. Onlara bakmayı kesip önüne döndü, Füsun. Telefonu çalıyordu. ‘’Efendim İdil.’’ ‘’Savcım, rahatsız ediyorum ama herhangi bir gelişme olduğunda bilmek istemiştiniz.’’ İdil karşısındaymış gibi başını salladı ve birasını içerek yutkundu. ‘’Hayır hayır etmiyorsun, ne oldu?’’ ‘’Sigaradaki sıvı kurbanın tükürüğüyle uyuşmuyor, fikrimi soracak olursanız katile ait olabilir. Olayın üstünden çok geçmemiş olmalıydı ki siz içeride başkomiserim ile konuşurken yan odada bir çay bardağı bulmuştuk, dışı hala sıcaktı. Banyodaki paspasla da kanları temizlemeye çalışmış olmalı ki kan izine rastladık.’’ Füsun dişlerini sıktı. ‘’Şerefsiz, keyif sigarası eşliğinde çayını içmiş.’’ ‘’Ben de öyle düşündüm savcım, araştırmalara devam ediyoruz. Sizi tekrar rahatsız edebiliriz.’’ ‘’Tabii İdilciğim, iyi görevler.’’ Kısa süre içinde Füsun, alkolün etkisiyle gevşemiş halde düşüncelere daldı. Uykusu da geliyordu ama karnı açtı. Yemek yemeden içtiği için kendi kendine söyleniyordu çünkü ne zaman alkol alsa midesinin rahatsızlığını on tane hapla zor atlatıyordu. Evde ağrı kesicinin bittiğini düşünürken biri koluna dokundu. ‘’Pardon, yanınıza oturabilir miyim acaba? Malum mekân çok dolu. Boşaldığı an beni başka yere alacaklardır görevli buraya yönlendirdi.’’ Bu Füsun’un az evvel incelediği güzel kadındı. Arkadaşları nereye gitmişti? Füsun, nazik bir gülümsemeyle, "Tabii ki oturabilirsiniz." dedi. Kadın masaya oturduktan sonra konuşmaya başladı, "Tek başınasınız sanırım, bazen iyi geliyor, değil mi?’’ Tırnakları ile bardağına vuruyordu, muhtemelen tıkır tıkır sesler geliyordu fakat çalan şarkıdan hiçbiri duyulmuyordu. "Evet, bazen güzel olabiliyor. Ne zamandır buradasın?" "Yaklaşık bir saat kadar. Arkadaşlarımlaydım ama gitmek zorunda kaldılar." "İyi ki geldiniz, sohbet etmek iyi geldi." Kadın gülerek çantasından bir toka çıkarttı ve kıvırcık tutamlarını eliyle düzelterek saçını döndürmeye başladı. ‘’Sanırım zor bir gün geçirdiniz.’’ Füsun biranın etkisiyle artık daha güler yüzlüydü. Sırıttı ve şişenin dibini gördü. ‘’Hem de ne gün. Hala bitmedi gibi hissediyorum.’’ Kadın saçlarını bağladığında Füsun’a otuz iki diş gülümsüyordu. ‘’Özel olmazsa mesleğinizi sorabilir miyim?’’ ‘’Savcıyım ben.’’ dedi Füsun elini uzatarak. Kadın ile el sıkıştıklarında, ‘’Memnun oldum sayın savcım, ben de mühendisim.’’ Bir shot daha atarak ekledi, ‘’Kaldırım mühendisi.’’ Karşılıklı kahkaha attıklarında Füsun mutlu görünüyordu ve kafasının uyduğu bu kadına karşı kendini daha samimi hissetmişti ama öğürme hissi ile doldu taştı. ‘’Midem çok kötü oldu. Biraz tuvalete gitmeliyim belki de.’’ ‘’Aslında gördüğüm kadarıyla bir şişe bitirdin, ekstra bir rahatsızlığın mı var?’’ ‘’Ah, yok hayır. Bugün canice katledilen bir ceset gördüm. Sanırım onun etkisi var, mesleğim gereği genel olarak dayanıklıyımdır fakat bugün ki beni çok etkiledi. Nadiren olabiliyor, düzelirim.’’ ‘’O, hadi ya. Çok üzüldüm şimdi, genç miydi?’’ Füsun karnını tutarak gözlerini kıstı. ‘’Liseli.’’ Kadın aniden kahkaha atmaya başladığında Füsun neler olduğunu anlamadı. ‘’Pardon,’’ dedi, ‘’Bir çocuğun ölümüne mi gülüyorsunuz siz?’’ Sinirlenmişti. Komik olan neydi. ‘’Evet, aptal! O küçüğün beynine sıkan bendim.’’ |
0% |