@goncaince_genis
|
Bir ruh, göçüp gittiğinde geride kokusu kalır.
Fotoğrafları kaybolur,
Saatlerdir oturduğum pencerenin mermerinde bir elimde tuttuğum telefonum, diğer elimde kaçıncı olduğunu bilmediğim ve bitmek üzere olan sigaram ile gözlerim yolda onu bekliyordum. Geçen dakikalar saatlere dönmüş, açmadığı telefonlarım içimdeki endişeyi büyüterek koca bir korkuya çeviriyordu. Başına bir şey gelecek olması düşüncesi midemin korkuyla kasılmasına neden olurken bunların benim kuruntularım olduğunu sayıklayıp duruyordum. Gelecekti… Birkaç dakika sonra sokağın başında belirecek ve onun için endişelenip saatin gecenin dördü olduğu halde uyumayıp onu beklediğim için bana söylenecekti ama ne yapabilirdim ki? Onsuz gözüme uyku girmezdi benim. O yokken masaya oturup yemek bile yemezdim. Geçen on dakikanın ardından hala sokağın başı ıssızdı, hala ortalıkta yoktu. Telefonumun tuş kilidini açarak bir kez daha onu aradım ama yine cevap vermedi. Geldiğinde ondan bu davranışlarının acısını çıkaracaktım. Aylardan kasımdı. Hava gün geçtikçe soğuyordu ve ben bu pencerenin başında onu beklerken donuyordum. Yine de onu beklemekten vazgeçmiyordum; bunu yapamazdım. Son bir kez daha arayacağım sırada sonunda onu gördüm. Sokağın başında lüks bir araçtan indi. Kalbim sevinçten ve yaşadığım rahatlıktan dolayı hızla atıyordu. Dikkatle baktığımda onu bırakan aracın plakasını okumaya çalıştım. 34 BD 4318. Uzanıp eskiz defterimi aldım, ilk sayfasına aracın plakasını not ettim ve altına bugünün tarihini atarak not düştüm. Bu sırada o çoktan yolu yarılamış, bahçe kapısını sessizce açmaya çalışırken bana bakıp gülümsüyordu. O kadar güzel gülüyordu ki ona olan tüm öfkem gülümsemesini görünce dağılıp gidiyordu. Ona kısık gözlerle bakarken oturduğum pencerenin mermerinden kalkarak odadan çıktım ve evin kapısını onun için sessizce açtım. “Kıvırcığım!” diyerek konuştuğu sırada ayakkabılarını çıkarmak adına kendiyle savaş veriyordu. Bağcıklarını sökerek ayakkabılarını çıkarmak onun için Çin işkencesiydi, bağcık bağlamakla ve sökmekle uğraşmaktan nefret ederdi. “Saat gecenin dört buçuğu.” dediğimde sanki söylediklerimi anlamamış gibi yine bana kocaman gülümsedi. Çenesinde oluşan çukur onu öyle bir güzel gösterdi ki sırf bu çukuru orada görebilmek için günün yirmi dört saatini onu güldürmeye uğraşarak geçirebilirdim. “İnsan bir hoş geldin der, terbiyesiz.” diyerek söylendi bana. “Şımarıklığı bırak. Ben ciddiyim, bu saate kadar nerede olduğunu bana açıklayacaksın. Saatlerdir seni bekliyorum, arıyorum açmıyorsun ve sabaha karşı eve gelip sanki bu çok normalmiş gibi davranıyorsun. Beni uyuz ediyorsun sen.” Sonunda ayakkabılarını çıkarıp içeri girdiğinde montunu portmantoya astı ve uzanıp bana kemiklerimi kıracak kadar sıkıca sarıldı. Kimse uyanmadan sessizce odama geçtik. Yatağıma uzandığı an, “Haydi dökül bakalım Ulaç Başer!” diyerek söylendim. “Gecenin bir yarısına kadar nerelerdeydin sen?” Bana uykulu gözlerle bakarken yüzünü buruşturup küçük bir çocuk gibi suratını buruşturdu. “Anlatacağım, tamam!” dedi. “Ama önce sen bir gel koynuma, hem ben seni çok özledim ki. Önce sarılalım sonra anlatacağım, söz.” Yere düşen yastığımı kaptığım gibi yüzüne fırlattım. “Sana şımarmayı bırakmanı söyledim! Eğer lafı çevirmeye devam edersen yemin ederim herkesi uyandırırım!” Bir anda yattığı yerden fırladı, kolumu tuttuğu gibi beni yatağa, kollarının arasına çekti. Kokusu burnuma ulaşırken yumuşamak üzereydim, soru sormayı bırakıp onun koynunda uyumayı seçecek kadar seviyordum onun varlığını. Varlığı, hayatımda iyi ki dediğim tek şeydi. Dağılan kıvırcık saçlarımın üzerine sulu bir öpücük bıraktı. Yorganı üzerimize çektiğinde, “Biliyor musun, her zaman çok konuşuyorsun ve bu beni deli ediyor. Geldim işte, işlerim vardı, onları halledip geldim. Önemli bir şey yok. Hemen ortalığı yaygaraya veriyorsun sevgili Felaket Tellalı’m.” Onu itmeyi denedim ama beceremedim, beni sıkıca sarmıştı ve ben nefes almakta bile zorlanıyordum. “Niye telefonlarımı açmıyorsun, Ulaç? Sana bir şey oldu diye her gece aklım çıkıyor benim. Neden bana bunu yapıyorsun?” Ulaç uzun bir süre boyunca sessiz kalınca uyuduğunu sandım. Kollarımı beline sararak başımı göğsüne gömdüm. “O adama ulaşmak üzereyim.” dedi Ulaç. Başımı kaldırıp yüzüne baktığımda boş gözlerle tavana bakıyordu. “Sonunda başarmak üzereyim.” Kıvırcık saçlarının arasına dalan parmakları sertçe saçlarını çekelerken kendimi ondan uzaklaştırdım. “Sana vazgeçmeni söyledim!” diye bağırdım kendimi tutamayarak. Göğsüme yapışan korku sesime ulaşıp ağlamaklı bir tona büründü. “O adamla boy ölçüşemeyiz Ulaç, lütfen, o herifin yoluna çıkmaya çalışmaktan da, intikam zırvalığından da vazgeç. Babam bunu yapmanı istemezdi, o adamın ne kadar tehlikeli olduğunu bilmiyor musun sen?” Bağırışımı kesmek için elini ağzıma kapattı. “Yapma gözünü seveyim.” dedi. “Annemi uyandıracaksın, başıma iş açmak mı istiyorsun Kıvırcığım?” Elini itip kendimden uzaklaştırdığımda beynimde yankılanan siren sesleri artıyordu. O her ne kadar tehlikeli bir durum görmese de ben tehlikenin farkındaydım ve onu uzak tutabilmek için yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Ben aklı yarım bir kızdım, gelgitli bir akla ve her şeyi unutan bir zihne sahiptim. Aklımdaki endişeleri, cız noktalarımı tetikleyen en ufak bir korkuda kendi kendime her şeyi unutturan aptal, işe yaramaz bir kız çocuğunun tekiydim. Elimde olan ve unutmadığım tek kişi de Ulaç’tı. Zihnim, her koşulda bir tek onu bırakıyordu bana; kendimi bile unutuyordum da onu unutmuyordum. Bu yüzden ona bağlıydım; ona bağımlıydım. Beni kendime getiren, varlığıyla ayakta durmaya devam ettiğim tek kişi oydu. Eğer ellerimi bırakırsa, eğer ki ona bir şey olursa yıkılıp giderdim; o da bunu biliyordu, biliyordu ama yine de kendini o dipsiz kuyunun içine sokup çıkarmaktan geri durmuyordu. “Her şeyi düzelteceğim.” dedi, ben ona öfkeyle bakarken o bana umutla gülümsüyordu ama değiştirebildiği takdirde düzelecek olan hiçbir şey yoktu. “Bu konuşmaları tekrarlamaktan sıkıldım!” diyerek sertçe bağırdım. “Göz göre göre kendini tehlikeye atmandan, intikam peşinde koşup kendini umursamamandan yoruldum! Ulaç, boyundan büyük işlere kalkışıyorsun.” Uzanıp ellerimi avuçlarının arasına aldı, kömür parçasının boyadığı ellerimi umursamadan öptü. “Kıvırcığım,” dedi. “Berfu Demirkan’a ulaştığımı, onunla görüştüğümü söylemiştim ya. Kız beni henüz tanımıyor, kim olduğumu bilmiyor ve bana tutulmuş durumda, aylar önce sana hepsini zaten anlattım ve artık gerçekten bana koşulsuz güveniyor. Her derdini, her sırrını hemen bana anlatıyor. Onu kandırmam yanlış biliyorum ama eğer o olmazsa asla Ertem ailesine sızamam. O adama yaklaşmam için o kıza ihtiyacım var ve ben sonunda onların inlerine ulaşmış durumdayım. Biraz daha zaman ver bana, tüm pisliklerini ortaya dökmem için biraz daha zaman ver. Bulduğum evraklar var, elimde onların aleyhine deliller var ama onları bitirmek için yeterli değil. Ama sakın evrakları nereye sakladığımı sorma çünkü asla sana söylemem, seni asla bu tehlikenin içine atmam. Beni merak etme, gerçekten ben başımın çaresine bakabilirim.” Ellerimi parmaklarının arasından kurtardığımda boş bulundu ve ben ardından yataktan kalkarak pencerenin önünde duran, üzeri çizimlerimle dolu masama ulaştım. Eskiz defterimi yakaladığım gibi not almaya başladım. ‘Berfu Demirkan; Yılmaz Ertem ve Ayla Ertem’in evlatlık edindiği kız çocuğu. Yankı Demirkan’ın öz kardeşi. 22.01.2020
Defteri masanın üzerine geri bıraktığımda Ulaç tam karşımda çatık kaşlarla bana bakıyordu. “Her şeyi not almak zorunda mısın?” diye sorduğunda omuz silktim. “Evet, zorundayım.” dedim. “Eğer unutursam, o bana hatırlatacak.” Bana gözlerini devirdi. “Ben varım ya,” dedi. “Unutursan sana ben hatırlatırım.” Uzanıp alnımdan öptü ve ardından saçlarımı karıştırdı. Sandalyeyi çekip oturduğumda, “Haydi bana şu Yankı Demirkan’dan bahset.” dedim. “Geçen sefer not alamadım. Bilmem gereken herkesi bir bir anlat.” O da kendine sandalye çekip oturduğunda, “Aklını bunlarla bulandırmana gerek yok, ben her şeyi halledeceğim.” dedi ama o bile kendinden emin değildi. Ona düz düz, inanmaz gözlerle bakınca yazmam için çenesiyle eskiz defterimi işaret etti ve ben ilk sayfasını açtım. “Yankı Demirkan: Yılmaz Ertem’in evlatlık edindiği oğlu ve avukatı. Babamın cinayet davasında lehimize olan tüm delilleri ortadan kaldırdı. Gözü kendinden ve kardeşinden başka kimseyi görmez. Öz ailesi bir yangında öldü. Yılmaz Ertem ve Ayla Ertem tarafından henüz sekiz yaşındayken kardeşi ile birlikte evlatlık edinildi. Girdiği her davayı kazanır, uyanık, sinsi ve acımasız herifin teki, üstelik babamı öldüren Yılmaz Ertem’in biricik gözdesi, vicdansız herifin teki. Ondan uzak dur. Ondan kaç ve ilk fırsatta onu öldür…”
Ulaç sustuğunda, “Bu kadar mı?” diye sordum. “Hepsi bu kadar mı?” Ulaç başını sallayarak beni onayladığında uykusuzluktan gözleri kapanacak durumdaydı. “Kıvırcığım, neredeyse sabah olmak üzere. Şimdi uyuyalım, uyandığımızda söz devamını da anlatırım.” O kadar güzel baktı, o kadar güzel rica etti ki onu kırmak istemedim ama yapmam gerekenler vardı. “Sen yat.” dedim. “Ben yarım saat içinde gelirim.” Normalde olsa asla bensiz o yatağa girmezdi ama bu defa çok yorgundu ve içki içtiği için benimle inatlaşmadan yatağına girip uyudu. Masamın çekmecesine tıktığım kömür parçalarından birini hızla elime aldım ve dakikalar içinde o adamın portresini çizdim. Çok iyi bir çizim değildi ama idare ederdi. Unutmamak için, eğer bir gün olur da karşıma çıkarsa onu tanıyabilmek için yeterliydi. Ulaç’ın bana her şeyi anlatmadığını, sadece beni susturacak kadar bilgiler verdiğini biliyordum; bu yüzden ilk işim o adamı araştırmak ve gerekirse karşısına çıkıp ondan hesap sormaktı. Üstelik işler ciddiye biniyordu. Ulaç’ın intikam sözlerini bu geceye kadar ciddiye almamıştım ama artık geri plana itemezdim. Dava görülene kadar Ulaç durmayacaktı. O kıza bile ulaşmıştı, elinde saklamak zorunda kaldığı evraklar vardı ve Yılmaz Ertem ya da Yankı Demirkan onu kardeşinin yanında görürse olacakları düşünemiyordum. Hele ki o evrakları öğrenirseler onu ortadan kaldırmak için zaman kaybetmezlerdi. Ulaç genç bir çocuktu, kendini attığı tehlikenin farkında değildi ve artık benim de kendimi sakladığım kafesten başımı dışarı uzatmam gerekiyordu. Ulaç’ı ne pahasına olursa olsun bu işten uzak tutmam gerekiyordu, artık onu durdurmam gerekiyordu. Çünkü Yılmaz Ertem, elini değdirdiği herkesi uçurumdan itebilecek ve ardından bir gram bile üzülmeyecek bir adamdı. Babam gibi kardeşime de zarar verirse yaşamam için bir sebep kalır mıydı bana? Babamın acısı göğsümün ortasında alev alev yanarken bir de Ulaç’ı kaybetmeye katlanabilir miydim? Oturduğum sandalyeden kalkarak Ulaç’ın yanına yürüdüm. Yirmi iki yaşına girmiş bile olsa, Ulaç gibi bir kardeşiniz varsa eğer, tuhaf bir şekilde bir tek sizinle uyuyabilirdi. Babam yıllar önce odamızı ayırmış olsa bile Ulaç geceleri herkes uyuduğunda kaçar, yine yanıma yatardı. Babam beni rahat bırakmadığı için ona söylenirdi. Canım babam, aklı yarım kızının istekleri ve rahatı için uğraşır dururdu. Aylarca Ulaç’a odasında yatması için söylenmiş, bağırmıştı ama bir gece yine Ulaç kaçıp yanıma yattığında babam artık onu benden ayırmanın mümkün olmayacağını fark ederek bize büyükçe bir yatak almıştı. Onunla uyumaktan, onunla uyanmaktan rahatsız olmuyordum, aksine o yanımda değilken gözüme uyku girmiyordu. Ulaç, babamın ikinci eşi Pare annemden olan çocuğuydu. Benim öz annem ise daha ben bebekken kanserden ölmüştü. Pare annem bakımımı üstlenmiş, bana kendi evladıymışım gibi davranmıştı. Sonra Ulaç doğdu, herkes onu kıskanacağımı sandı ama onu herkesten çok isteyen bendim. Doğduğu günden bu yana gözlerinin içine bakarım onun. Bir şey olacak da söylemeyecek diye gözümü üzerinden ayırmam. Şimdi büyümüş, koskoca bir adam olmuştu ve bu kez gözünü ayırmayan da o olmuştu. Beni korurdu, beni kollardı, acılarımı sarıp sarmalar, beni koynunda uyuturdu. Yorganın altına girdiğim gibi yine bana sarıldı. Uzanıp onu yanağından öptüm. İkimiz de babama benziyorduk; ikimiz de kıvırcık, siyah saçlı, zeytin gözlü, beyaz tenliydik. Herkes onu babamdan çok bana benzetirdi. O benim canımın yarısı, aklımın tamamıydı. Gözlerini usulca açarak bana gülümsedi. “Unuttuğum bir şey var.” dedi uykulu bir sesle. “Berfu, ağabeyinin bir işi yapmaya zorlandığından bahsetti yine bu gece. Bir olay varmış ve birileri Yankı Demirkan’ı o işi halletmekle tehdit edip duruyormuş. Eğer dediklerini yapmazsa Berfu’yu öldüreceklerini söylüyorlarmış. Babamın davası olabileceğinden şüpheleniyorum. Sanırım Yankı Demirkan tam olarak sandığımız gibi biri değil.” “Saçmalama!” dedim. “O adamın nasıl biri olduğunu sen anlattın. Bizimle iş birliği yapıp Yılmaz Ertem’in cinayetten tutuklanmasını mı sağlayacak? O herif tekin biri değil, asla, onunla birlik olmak filan yok!” “Eğer ki beni asıl şimdi kandırıyorsan…” “Şakaydı dedim, Asrın! Lanet olsun, bir daha uykusuzluktan ölürken sana şaka falan yapmam. Ne kadar uzattın! Görmüyor musun Kıvırcığım, uykusuzluktan ölüyorum. Hadi sarıl bana, gün doğana kadar da sakın bırakma.” Ben de öyle yaptım.
O geceden sonra, bir daha onu hiç göremedim. Dil değişse, lisan değişse bile cehennemin her dilde aynı acıyı yaşattığını fark ettim. |
0% |