Yeni Üyelik
25.
Bölüm

Karanlıkta Bir Yerde: 24

@gulsumblgn

Merhabaaaağ 🤍

Okumaya başlamadan önce oy verir misin, lütfen? Şimdiden teşekkür ederim.🙏

KEYİFLİ OKUMALAR!

🔗🔗🔗

Bir insanın kalbi yanabilir miydi? Benim yanıyordu. Canım öyle çok acıyordu ki, o acı ruhumun en ücra köşelerinde bir çığlık olarak firar ediyordu. Yangını nasıl söndüreceğimi, ruhumun attığı acı çığlıkları nasıl susturabileceğimi bilmiyordum. Ve Tanrı şahidim olsun ki, böyle bir acıyı daha önce ne gördüm ne de duydum. Sanki biri pençeleriyle göğsümü yarmış, yüreğimi eline alarak acımasızca sıkıyordu. Tırnakları kanımı akıtıyor, ben o kanda boğuluyordum. İçimde ne kadar çığlık çığlığa kalsam da o çığlığı dışa vuramıyor, boğazımda bir yumru olarak gittikçe büyüyordu. Büyüyor, büyüyor, büyüyor.

Bakışlarım yerde hareketsizce yatan Yaman'dan bir saniye ayrılmazken ayak bileklerim zincire vurulmuş gibiydi. Ona gidemiyordum.

Canım acıyor!

İçimde haykırarak dile gelen kelimelerin sahibi kimdi?

O ölüyor!

Bedenime kilitlenen bakışlarımı zorlukla çekip, etrafına yayılan kana baktım. Çoktu. Akan kan çok fazlaydı. Neden durmuyordu?

Çünkü o ölüyor!

Başımı iki yana salladım. Bunu bilinçli mi yaptım bilmiyorum. Ellerim, dizlerim titriyordu. Zihnime hükmetmeyi başarabilsem göğsümü yarıp geçen pençeyi uzaklaştırabilecek gibi hissediyordum ama olmuyor, hareket edemiyordum.

O neden hiç hareket etmiyor?

Aptal! O ölüyor!

Başımı iki yana salladım.

Bir çift el yüzümü kavrayıp hafifçe sallarken, bakışlarımı kilitlendiğim noktadan ayıramıyordum. "Asya," dedi. Yüzümü sarstı. "Asya, bana bak canım?" Göğsümdeki sızı büyüdü, nefes alışverişlerimi zorlaştırmaya başladı. Midem de bulanıyordu. Kusacak mıydım? Ben kusmaktan korkardım ki.

Yanağımda hissettiğim keskin sızı tüm benliğimde bir sarsıntıya sebep olurken bedenimin işlevini geri kazandım. Dudaklarım yaşadığım anın korkusuyla titrerken, dakikalardır boğazımda yumru hâlini alan o çığlık serbest kaldı. "Diyar!"

"Arabayı getirin, çabuk!" dedi Yıldıray.

Bakışlarım anında sesin sahibine döndüğünde, "Ambulansı hâlâ aramadınız mı?" diye bağırdım. "Neyi beklediniz şu ana kadar!"

Koluma sarılmış vaziyette duran Burçin, "Güven bize Asya," dedi titrek sesiyle. "Onu hastaneden çok daha güvenli bir yere götüreceğiz." Koluma doladığı kollarından hırsla uzaklaşıp koşar adımlarla yerde yatan Yaman'ın yanına gittim. Hızlı oturuşumdan kaynaklı dizlerim o kadar acımıştı ki gözlerim doldu. Çok acıdı dizlerim. Gözpınarlarıma biriken yaşlar yanaklarımdan kaymaya başladığında bakışlarımı karnına indirdim. Kan. Çok kan vardı. Her yere bulaşıyordu. Dizlerime bile. Dizlerim çok acıyordu. Titreyen ellerimi havalandırıp yaralarına bastırdım. Hissettiğim sıcaklık dizlerimdeki acıyı keskinleştirdi sanki.

Ensemde bir nefes hissettim. O ölüyor. Akan kana bak, ne kadar çok. Tıpkı Beyza gibi, kanıyor. O da ölüyor.

Başımı iki yana salladım. "Hayır," diye fısıldadım kendi kendime. "O ölmez." Dizlerim daha çok acıdı, daha çok gözyaşı döktüm. "İzin vermez. İçindeki canavar benden uzak kalmasına izin vermez. O canavar beni istiyor, kendi söyledi. Uzak duramazlar benden."

Sırtımda bir el hissettim. "Asya?"

"Hayır," dedim ama sesim kendi kulaklarıma bile zar zor doldu. "Beni bırakmaz. Ölmez o."

"Ellerini çek güzelim," dedi Burçin. "Arabayı getirdiler, taşısınlar Kara'yı. Zaman kaybediyoruz."

Elime çekersem kayıp gidecek gibi hissediyordum. Elimi çekersem akan kanında boğulacak gibi hissediyordum.

"Hadi Asya," dedi Şahan. "İzin ver bize, güzelim."

Elime bulanmış kanı tenimi yakıyordu. "Çok kan var," diye inledim. "Çok kan var, Şahan!"

"Biliyorum," dedi. "Biliyorum ve bu yüzden bir an önce kendine gelmelisin. Ellerini üzerinden çek."

"Gider mi?" diye sordum, nefes nefese. "Gider mi, Şahan?"

"Gitmez. Seni bırakıp gitmez."

İşte o an anladım, ben dizlerim acıyor diye ağlamıyordum. Ben, beni bırakıp gidecek diye korkuyor ve bu korkuyla gözyaşı döküyordum. Ben kimsesizdim. Annem babam beni istememişken biri beni bırakacak diye ağlamazdım ki? "Beni bırakmasın, o da beni bırakmasın." Bir tokat gibi yüzüme çarpan cümleler sadece benim isteğimdi. Ben, biri beni bırakmasın diye acı çekiyor, gözyaşı döküyordum.

"Asya?"

Gözlerim kocaman açılırken bakışlarımı sesin sahibine döndü. Dipsiz kuyuyu andıran kara harelerinin akları kızarmış, içimi titreten bakışları korkumu körükleyecek kadar güçsüzdü. "Diyar?"

Büyük bir uğraş verip kaldırdığı elini elimin üzerine koyduğunda akan kanı tenlerimizin üzerinde birbirine karıştı. "Ağlama," diye fısıldadı. Güçsüzce elimi sıktı. "İyiyim."

"Değilsin," dedim sessizce. "Değilsin Diyar, iyi değilsin."

Dudakları titredi. Küçük, küçücük bir kıvrım belirdi. "Seni bırakmam," dedi kekeleyerek. "Bırakamam." Sustu, nefes alışverişleri yavaşladı, teni eskisi gibi sıcakta değildi. Gözleri usul usul tekrar kapanırken bir çığlık daha kopup gitti dudaklarımın arasından. "Diyar!"

"Asya artık onu götürmeliyiz!"

Ellerimi ateşe değmişçesine hızla geri çektim. "Kurtarın onu! Ölüyor, kurtarın!"

Yıldıray, Şahan ve Murat dikkatle Yaman'ı kaldırmaya çalışırken geriledim. Burçin yine kollarını bedenime dolayana kadar titrediğimi bilmiyordum bile. Öyle çok titriyordum ki dişlerim birbirine değiyordu. Soğuk muydu? Yaman'ın bedeni soğuktu. Üşüyor muydu?

"Üşümüş," dedim. "Üşümüş Burçin, yerde yatmaktan üşümüş. Beyza'da öyle soğuktu. Yerde yattığı için soğuktu. Beyza üşümüştü, Yaman'da üşümüş. Hadi arabaya gidip klimayı yakalım."

Beceriksiz birkaç girişimden sonra Burçin'in yardımıyla ayağa kalkmayı başardığımda dönen dünyam karanlığa hâkim oldu. Fakat uzun sürmedi. "Asya!" Burçin'in çığlığı hızla kendime gelmemi sağlarken, "İyiyim," dedim nefes nefese. "İyiyim, hadi gidelim."

Büyük arabada herkes yerini aldığında zemine bırakılan Yaman’ın yanına oturdum. Dikkatli hareketlerle başını kaldırıp dizime yasladığımda yumuşak saçlarının tenimde bıraktığı his, gözyaşlarımın hızını arttırdı. Ellerimdeki kanını umursamadan, saçlarını okşamaya başladığımda araba çoktan Murat tarafından hareket ettirilmişti. “Diyar,” dedim fısıldayarak. “Beni duyabiliyor musun?”

“Alo,” diyen Yıldıray’ın sesini duydum ama bakışlarımı kucağımda yatan Yaman’dan bir saniye bile ayırmadım. “Kod 115! Lotus için, Kod 115! Oraya geliyoruz, hazırlıklara başlayın. Kan grubu 0RH+. Silahlı yaralanma. İki kurşun karın bölgesinde. Çok kan kaybetti. Nabzı zayıf, vücut ısısı düşük.”

“Diyar,” dedim tekrar. “Beni duyabiliyor musun?” Yüzünü sevdim. “Sevgilim beni duyabiliyor musun?”

Cevap vermedi. Yüreğim daha çok yandı.

Terden ıslanıp alnına yapışan saçlarını yumuşak hareketlerle geriye doğru taradım.

“Diyar?”

Cevap vermedi. Yüreğim kavruldu.

Görüş açımı bulanıklaştıran yaşları elimin tersiyle sildim. “Diyar, ne olur aç gözünü.”

Cevap vermedi. Yüreğim kül oldu.

“Lütfen,” dedim titreyen bir ses tonuyla. “Lütfen bırakma beni.”

Bu bir yalvarıştı.

Bu bir isyandı.

Kimsesiz bir kadının, bir kere daha terk edilme korkusuydu.

Başımı yüzüne doğru eğip titreyen dudaklarımı dudaklarına bastırdım. Hissettiğim soğuk bir çığlığı daha boğazımda biriktirmeye başladı. Gözlerimi sıkıca yumdum. Tenimin sıcaklığını ona geçirmeye çalıştım. Nefesimle ısıtmaya çalıştım dudaklarını. Ama soğuktu. Yine soğuktu. Beni öperken cayır cayır yakan dudakları şimdi kanımı donduruyordu. Gözlerimi yavaşça araladığımda kirpiğimde asılı kalan gözyaşı kirpiklerine düştü. “Lütfen,” diye yalvardım. “Lütfen sende vazgeçme benden.”

“Asya,” diyen Burçin’in sesini duydum ama bakışlarımı Yaman’dan ayıramadım.

“Ölmeyecek,” dedim. “O ölmeyecek.”

“Ölmeyecek tabii ki,” dedi Şahan. “Herifteki katır inadını biliriz biz. Kolay kolay ölmez. Hele şimdi sen hayatındayken hiç ölmez. Başkası sana dokunur diye ölmez vallahi.” Sakin kalmaya çalıştığının farkındaydım ama ses tonundaki endişe çıplak elle tutabileceğim kadar yoğundu.

Morarmaya başlayan dudaklarının üzerinde parmaklarımı gezdirdim. Kendi kanı dudaklarına bulaştı. “Ölmez,” diye tekrarladım. “Ölmemeli.”Araba sarsıldığında, “Yavaş!” bağırdım. Boğazımda biriken çığlıkta böylelikle özgürlüğüne kavuştu. “Yavaş git! Sarsma! Yavaş git! Canı yanar!” Dudaklarında gezdirdiğim parmaklarımı yavaş yavaş aşağıya doğru kaydırıp boynuna indirdim. Nefesimi tuttum. İki parmağımı şah damarının olduğu noktaya bastırırken, “Lütfen,” dedim. “Lütfen, lütfen, lütfen.” Güçlükle çarpan nabzı tenimi hafifçe döverken tuttuğum nefesimi bıraktım. “Yaşıyor,” dedim gülümseyerek. “Nabzı atıyor, yaşıyor.” Dudaklarımı bir kere daha dudaklarına bastırıp, nefesini aralık dudaklarının arasından içeriye sızdırdım. Yaşa. Benim nefesimle yaşa. İçindeki canavarı uyandır, Diyar. Uyansın ki benden gitmene izin vermesin.

Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyordum.

Araba en sonunda durduğunda kapı hızla açıldı. Beyaz önlük giymiş adamlar görüş alanıma girdiğinde bir tanesi hızla arabaya bindi. Yaman’ın kapalı duran gözkapaklarını aralayıp ışık tuttu. “Işığa refleksi var. Hızlı olun, hemen ameliyathane götürmeliyiz! Hızlı, hızlı, hızlı!” Diğer adamlarda arabaya bindiğinde Yaman’ı uzandığı yerden kaldırıp sedyeye yatırdılar. Ayaklarımda gücü hissetmediğim için, “Şahan,” dedim güçsüz bir sesle. “Yardım eder misin, kalkamıyorum?” Tam arabadan inmek üzereyken sesimi duymasıyla birlikte hareketlerini kesti. Kollarını belime dolayıp kalkmamı sağlarken birlikte arabadan indik. Ormanlık bir alandaydık. Koca araziye inşa edilmiş büyük beyaz binanın etrafına yüksek duvarlar örülmüştü. Binanın dışında dolanan onlarca adam simsiyah giyinmiş, yüzlerini maskelerle kapatmış, ellerindeki uzun namlulu silahlarıyla binayı koruyor gibi duruyordu.

“Burası ne böyle?” diye sordum yürümeye devam ederken.

“Merkez’in sağlık tesisi. Ağır yaralanmalarda buraya getiriliriz. Merak etme, hastanelerden bile daha donanımlı ve en iyi doktorlarla iş yapıyorlar. Kara şu an en güvenli yerde.”

Başımı onaylarcasına sallarken, koşarak binaya girenlerin peşinden gittik. Şahan’ın desteğiyle en hızlı şekilde yürürken en önde ilerletilen sedyeyi görebiliyordum. Yaman’ın bir kolu aşağıya doğru düşmüştü ve kimse düzeltmiyordu. Acı, öfkeye dönüştü. “Kolunu görmüyor musunuz?” diye bağırdım. “Canı yanar, kaldırın kolunu!” Hemşire olduğunu düşündüğüm kadın anından Yaman’ın kolunu sedyeye bırakırken, bir kapıdan içeriye girdiler. Yıldıray, Burçin ve Murat o kapının önünde durduğunda çok geçmeden yanlarına varabilmiştik.

Bakışlarım kapının üzerinde kocaman harflerle yazılan ameliyathane yazısına takıldı. Her ağızdan bir şey çıkıyordu ama algılayamıyordum. Nefes alışverişlerim bile canımı yakıyordu. Bacaklarımda güç yoktu. Kalbim öyle bir atıyordu ki birazdan duracak diye ödüm kopuyordu. Bakışlarımı ameliyathane kapısından ayırmadan başımı Şahan’ın göğsüne yasladım. “Şahan,” dedim duyabileceğini umarak. Gücüm o kadar yoktu ki, kendi sesimi bile zar zor duyuyordum.

“Efendim, Aykız?”

“Nabzı atıyordu.”

Saçlarımı okşadı. “Atıyor diyorsan atıyordur.”

“Yemin ederim atıyordu, Şahan.”

“Bu güzel bir şey, Asya.” Hareket ettik. Kendimi tamamıyla Şahan’ın kollarına bıraktığım için o nereye gidiyorsa bende onunla gidiyordum. Saniyeler sonra yan yana duran sandalyelere oturduğumuzda bile başımı yasladığım göğsünden çekmedim. O da saçlarımı okşamayı bırakmadı. Kalbi delicesine atıyordu.

“Korkuyorsun değil mi?” diye sordum.

“Geberecek kadar korkuyorum.”

“Ama inanıyorsun, yaşayacak.” Ellerim bacaklarımın üzerine düştüğünde bakışlarım kanlı ellerimde takılı kaldı.

“Kendimden çok inandığım biri varsa bu da Kara’dır, Asya. Ölmeyeceğine inanıyor, bunu umut ediyorum. Dedim sana, adamdaki katır inadı. Seni bırakıp gitmez.”

Burnumu çektim. “Sizi de bırakmaz ki. Siz onun tek ailesisiniz.”

Önümde diz çöken Burçin’i gördüğümde, “Senin için demişti ki,” dedim, titrek bir nefes bırakırken. “Burçin nasıl bize annelik yaptıysa bırak sana da yapsın, Yıldıray’a da baba demişti. Diğerleri içinse kardeş demişti. Siz onun ailesisiniz. Ben hayatında daha çok yeniyim ama siz onun ailesisiniz. Sizi bırakıp gitmemeli. Bir aileye bu acıyı yaşatmamalı.” Kanlı ellerimi ellerinin arasına alıp sıktı. Yanağından kayıp giden yaşı takip etti elalarım. “Hiçbirimizi bırakmayacak,” dedi, ağladığı için boğuk bir sesle. “Ne seni ne de bizi bırakmayacak, Asya.”

“Canım çok acıyor Burçin,” dedim yardım dilenir gibi. “Kalbim çok acıyor. Sanki cayır cayır yakıyorlar bedenimi. Aldığım nefes ciğerlerime batıyor. Normal mi? Bu kadar canımın yanması normal mi?”

Ellerinden birini kaldırıp yanağıma yasladı. Başparmağıyla tenimi okşarken, buruk bir tebessüm dudaklarında peyda oldu. “Sevdiğin adamın canı yanıyor diye seninde canın yanabilir, Asya. Bu normal. Onun için korkman normal. Korkunun hissettirdiği acı çok normal.”

Sevdiğin adam.

Sevdiğim adam.

Burnumdan sert bir nefes bırakıp gözlerimi sıkıca yumdum. Birini sevebilmek bana yabancıydı. Birini yürekten sevmek bana yabancıydı ama ne tuhaftır ki, Burçin’in, Yaman’dan sevdiğin adam diye bahsetmesi yabancı hissettirmiyordu. Bildiğim bir şeyden bahsediyordu sanki. Bu söylediği nefes alıp vermek kadar doğal bir şeydi sanki. Gülümsedim. Kapalı duran göz kapaklarımın arasından sızan yaş, yanağımda kaymaya başladı. Yaman’ın kalbimdeki yerini kabul ettiğim an, içeride can çekiştiği andı. Ne acıydı değil mi? Bir şeyi kaybetmeden veya kaybetmekten korkmadan önce değerini bilemiyordu insan evladı.

“Onu seviyorum,” dediğim anda yüreğimde bir ağırlık kalktı sanki. Nefes alabildim “Onu sevdiğimi kabul etmem için kaybetme korkusu yaşamam gerekiyormuş sanırım? Ne aptalım değil mi, Burçin?”

“Bu aptallık değil Asya. Aynılarını yaşadığım için biliyorum, bu aptallık değil.” Göz kapaklarımı yavaşça araladım. Ağlamaktan kızarmış gözleri görüş açıma girdiğinde, geçmişin izlerini taşıyan bakışları her şeyin göstergesiydi aslında. Kim bilir o kaç kere beklemişti bu koridorda, bu kapıda? “Kendine haksızlık yapma,” dedi şefkatle. “Bunu kabullenmen zaman almış olabilir fakat bu seni asla suçlu yapmaz.”

“Ama bunu ona söyleyemeyebilirim,” dedim. “Burçin, belki de ona, onu sevdiğimi söyleme hakkımı çoktan kaybettim.”

“Hayır hayır,” dedi. “Böyle düşünme. Kara iyi olacak ve sen gözlerinin içine bakarak bunu söyleyebileceksin.”

Onun kanına bulanmış elimi güçsüzce kaldırıp yüzümü sıvazladım. Gözlerim yanıyor, boğazım kuruduğu için acıyordu. Yaşların yanaklarımı ıslatmasını engelleyemiyor, peş peşe kirpiklerimden düşüp duruyordu. Yüreğim dağlanıyordu, canım o kadar çok acıyordu ki artık katlanılmaz hale gelmişti. Yakıp yıkmak, bu acıyı biraz olsun hafifletmek istiyordum ama biliyordum ki Yaman gözlerini açıp o dipsiz kuyularıyla gözlerime bakmadığı süre bu acı dinmeyecekti. Belki de hiç dinmeyecek bir acının eşiğindeydim.

“Asya,” dedi Yıldıray. “Kendini bırakma. Yaman için güçlü durmak zorundasın. Bir an için bile umut etmeyi bırakma.”

Bacaklarımı karnıma doğru çekip omuzlarımdaki yükün ağırlığıyla iki büklüm oldum. Şahan’ın kolları arasında dua etmeye başladım.

1 SAAT SONRA

Sessizliğin altında ezildiğimiz dakikalar saate dönüşürken dilimden düşmeyen dualar sadece Yaman içindi. Beni bırakmaması içindi. Benden gitmemesi içindi. Kalbimin yerini bana öğretmişken bir daha hatırlamamak üzere silinip gitmemesi içindi. Nefes almaya devam etmesi içindi.

Şahan’ın kollarının arasından bir saniye ayrılmamış, sığındığım bu limanda gözlerimi karşımızdaki kapıdan ayırmamıştım. Yarım saat önce Başkan gelmiş, Murat’ı bunu yapanları bulması için görevlendirmişti. Her ne kadar Yaman’dan haber almadan gitmek istemese de Başkan’ın, ‘Abin uyanmadan önce intikamını almak istemez misin?’ demesiyle gözünü kan bürümüş, öfkeli adımlarla tesisten ayrılmıştı. Yıldıray’la sürekli iletişim halindeyken, her telefon çalışında hepsi omuzlarını dikleştiriyordu.

Ben hariç.

Çünkü gücüm yoktu.

Çünkü bütün gücüm, bir kapının ardında yaşam savaşı veriyordu.

2 SAAT SONRA

Şahan’ın kollarının arasından çıkmış, çaresizlik içinde bir sağa sola yürüyordum. Devrilmemek, olduğum yerde düşüp kalmamak için ayaklarımı zemine daha sert basmaya çalıştıkta gücüm biraz daha eksiliyordu sanki.

Ama düşemezdim.

Kendimi bırakamazdım.

Eğer kendimi bırakırsam Yaman bunu hissederdi ve o da kendini bırakırdı. Kendini bırakırsa benden giderdi.

2,5 SAAT SONRA

Ellerimi çift kanatlı beyaz kapıya yaslamışken, kuruyan kan lekeleri tenime işlemişti artık. Alnımı ellerimin üzerine yasladım. “Beni duyuyor musun?” diye fısıldadım. “İçindeki canavar beni duyabiliyor mu, Diyar?” Tenini okşuyormuşçasına buğulu camı okşadım. “Beni duy. Beni duy ve yalvarırım benden gitmesine izin verme. Varlığımı hisset, bana gelebilmesi için ona güç ver.”

3 SAAT SONRA

Duvarın dibine sinmiş, gerçek hayattan soyutlanmıştım. Etrafımdaki konuşmalarını duyabiliyordum fakat algım hiçbirini kabul etmiyordu. Koca dünyada bir ben, birde kapı vardı sanki. O kapının açılması, içeriden bir haber gelmesi için her şeyi yapabilirdim. Bana Yaman yaşayacak desinler yeterdi, bu hayattan başka hiçbir şey istemezdim.

Bacaklarımı karnıma doğru çekip çenemi dizlerime yasladım. Uyuşan ellerimi ayakkabılarımın üzerine koyduğumda tenime işleyen kırmızılığı boş bakışlarla izliyordum.

“Ellerini yıkamak ister misin?” diye sordu yanıma oturan Burçin.

Başımı iki yana salladım.

“Bu halinde durmak sana sadece daha çok acı çektirir, Asya.”

Başımı tekrar iki yana salladım. “Yaman’dan iyi bir haber alana kadar ellerimi yıkamayacağım.” Çenemi dizlerimden ayırmadan başımı ona doğru çevirdim. “Neden hala daha bir haber yok, Burçin? Neden biri çıkıp durumu hakkında bilgi vermiyor bize?”

Bakışlarını kaçırdı. Tıpkı benim gibi bir pozisyonda otururken, yanağından akan yaşı elinin tersiyle sildi. Soruma bir cevap bulamıyormuş gibiydi ya da cevabı biliyordu fakat söylemeye dili varmıyordu. Siyah hareleri acıyla parlarken, o acıyı bana yansıtmaktan çekiniyordu ama ben zaten büyük bir acıyla kavruluyordum. Daha fazla ona bakmayı sürdürmeyip gözlerimi duvara çevirdim. Beyazdı. Tıpkı Merkez’de olduğu gibi burası da bembeyaz döşenmişti fakat ben karanlığın içinde kalakalmıştım. Beyazın içinde kapkara olan o noktanın içindeydim. Karanlıkta boğuluyor, yavaş yavaş silinip gidiyordum sanki.

“Yıldıray’a bir şey olsa, nasıl devam ederdin Burçin?” diye sordum, kaskatı bir ses tonuyla.

“Devam edemezdim,” dedi tüm dürüstlüğüyle. “Yapamazdım.”

“Ya Yaman giderse? O zaman ben nasıl devam ederim, Burçin?”

“Şu an bunu düşünmen yersiz. Bunu düşünerek kendine işkence etmen yersiz. Şu açıdan düşünsene, hala daha içeriden kimse çıkmadı? Kim ölü bir beden için bu kadar saat uğraşır, Asya? Demek ki çabalıyorlar, demek ki Yaman yaşayabilmek için savaşıyor.”

Belki de doğruyu söylüyordu fakat şu an doğruyu yanlışı ayırt edebilecek bir psikolojide olduğumu sanmıyordum. Kafamın içi bomboş gibiydi. Beynim işlevini yitirmiş, tüm yönetimi kalbim sağlıyordu ve o, öyle bir acıyla sızlıyordu ki hiçbir şeye odaklanmama izin vermiyordu.

Dişlerimi sıktım. Ağzımın içine yayılan metalik tat anında midemi harekete geçirdiğinde yüzümü buruşturdum. Olmazdı. Kusamazdım. Buradan bir saniye bile ayrılamazdım. Boğazıma kadar yükselen ekşi sıvıyı geri yuttum. Bu daha rahatsız edici bir histi ama umurumda değildi. Kapının önünden ayrılamazdım.

“Ona bugün ilk defa sevgilim dedim.” Söylediğim şeyle birlikte gülümserken aynı anda yanağımdan bir yaş boynuma doğru kaydı. “Bana bakışını görmeliydin, Burçin. Çocuk gibi sevindi. Gerçi istediği şeyleri yaptığımda hep çocuk gibi seviniyor.”

Güldüğünü duydum. “Onu değiştirdin. Yıllarca birlikte yaşıyoruz ama onu ilk defa bu halde görüyorum. ”

Çenemi dizlerimden ayırıp başımı arkamdaki duvara yasladım. “Tıpkı beni değiştirdiği gibi.”

Kapalı kapılar aralandı.

Oturduğum yerden hışımla kalktım.

Dışarıya çıkan iki doktor yüzlerindeki maskeyi çıkarken gözlerini parlatan yorgunluk işlerinin ne denli zor geçtiğinin göstergesi gibiydi. Hepimiz iki doktorun etrafında toplanırken, “Durumu nasıl?” diye sordu Başkan.

Önde duran erkek doktor alnında biriken ter tabakasını elinin tersiyle silip, “Buraya gelene kadar çok kan kaybetmişti,” dedi. “İç kanamayı durdurma konusunda zorlandık. Ne yazık ki bu süre zarfında iki kere kalbi durdu ve işimizi daha da zorlaştırdı,” Bacaklarımdaki güç çekildi. Geriye doğru sendelerken yanımda duran Yıldıray’a tutundum. Anında bir kolunu belime dolarken, “Bırakma kendini,” dedi. “Devamını dinle.”

Doktor, “Şükür ki geri döndürmeyi başardık,” diye devam ettiğinde tuttuğum nefesimi sesli bir şekilde bıraktım. “Hayati tehlikesi maalesef sürüyor. Biz elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalıştık ve bundan sonrası tamamen Kara’da. Yaşama tutunmak istemesi gerekiyor.”

“Gö-görebilir miyiz?” diye sordum, kekelememe engel olamayarak.

Doktorun gözleri bana döndüğünde, dudaklarında buruk bir tebessüm peyda oldu. “Her türlü komplikasyona karşı yoğun bakımda tutulacak. Şu anda içeriye girmenize müsaade etmem mümkün değil ama camın ardından görebilirsiniz.”

4. SAAT

Makinelerin sesi camın ardından bile duyulurken, kalbinin hala daha attığını belirten sinyal sesi zihnimde büyük bir yankı yaratıyordu. Soluk teni, saatlerdir alevler içinde kalmış gibi yanan bedenimi buz gibi yapmıştı. Parmaklarım ona dokunmak için karıncalanırken, kapalı duran gözkapaklarının ardındaki kara harelerinin özlemiyle dolup taşıyordum. Üşüyordum ve ısınmam için onun vücut sıcaklığına ihtiyacım vardı.

5. SAAT

Parmaklarımın arasında sarmalığım sıcak fincanı dudaklarıma doğru yaklaştırırken, gökyüzünden küçük pamuklar gibi dökülen kar tanelerini izliyordum. Buharı tüten kahveyi dilimi haşlamaması için üfleyerek içerken, karşımdaki manzarayı mest olmuş bir halde izliyordum. Lapa lapa yağan kar, bahçenin ışıklandırması sayesinden muazzam bir seyir keyfini gözlerimin önüne seriyordu.

Oldukça tatlı yaptığım kahveden bir yudum alacaktım ki parmaklarımın arasında sıkıca tuttuğum bardak beklemediğim bir anda çekilip alındı. Şaşkınlık dolu bakışlarımı kaldırıp, neler olduğunu anlamaya çalışırken, Yaman, kahvemden bir yudum aldı. Zift gibi rengi olan ve acıdan ağzı yakan kahveyi tercih eden bir adam için dört şekerli kahve oldukça tatlıydı. Aldığı tatla birlikte yüzünü buruşturduğunda kıkırdadım. “Gezgin evi daha yeni temizledi, sakın püskürtme. Seni öldürür.”

Elindeki bardağı sehpanın üzerine bırakıp bana doğru eğildi. Çenemi kavrayıp başımı hafifçe kaldırdığında dudaklarını sertçe dudaklarıma bastırdı. Aralık duran dudaklarımın arasından sızan şekerli tatla gözlerim kocaman açılırken, refleks olarak ağzıma dolan sıvıyı yuttum.

Şaşkınlık dolu ifademi keyifle izleyip yine beklemediğim bir anda bedenimi kucağına çekerek beni kaldırdığı koltuğa kendi oturdu. “Bu yaptığın şey neydi şimdi?”

Omuz silkti. “E püskürtürsen Gezgin seni öldürür dedin?”

Gözlerimi devirdim. “Püskürtme dedim, gel ağzındaki şeyi ağzıma boşalt demedim. Hem ya iğrenip kussaydım?”

Tekrar omuz silkti. “Salonun ortasına kustuğun için bu sefer Gezgin seni öldürürdü.”

Tekrar gözlerimi devirdiğimde elini kalçama yasladı. “Hem ne demek benden tiksinmek? İnsan sevdiği adamdan tiksinir mi?” Söylediği şey kalp ritmimi hızlandırırken bunu fark etmiş gibi sırıttı. “Tiksinmedin değil mi?”

Başımı iki yana salladım.

Sırıtması büyüdü. “Güzel,” dedi muzip bir ses tonuyla. “Çünkü bende sevdiğim kadından asla tiksinmem.”

Kolumu boynuna dolayıp burnumu burnuna sürttüm. “Sevdiğin kadın öyle mi?”

Muzip halinden anında sıyrılırken, kara harelerini ele geçirmeye başlayan şehveti görebiliyordum. “Hıhı,” diye mırıldandı. “Sevdiğim kadın.”

Gülümsedim. “Ne kadar çok seviyorsun mesela?”

“Öl desen ölecek kadar.”

Dudaklarımdaki gülümseme donuk bir hal aldı. “Hemen ölümü karıştırmasan olmaz zaten!” Kucağından kalkmaya yeltenmiştim ki buna izin vermeyerek kollarını sıkıca karnımın etrafına doladı. “Bırak!” diye bağırdım. “Bırak be adam! İki saniyede tüm sinirimi tavana çıkartıyorsun, bırak!”

“Bırakmam,” dedi yumuşacık bir ses tonuyla. “Bırakamam.”

Ses tonu içime işlerken çırpınmayı bıraktım. Benliğimi ele geçiren kasvetin sebebi neydi bilmiyordum ama bir anda söylediklerine sıkıca tutundum. “Hiç mi?”

Başını iki yana salladı. “Hiç.”

Kollarımı tekrar boynuna doladığımda bu sefer başımı göğsüne yasladım. “Beni bırakırsan seni öldürürüm zaten.”

Dudaklarını çıplak omzuma bastırdı. “Seni bıraktığım gün, öldüğüm gündür zaten.”

Uykunun kollarından sıçrayarak ayrılırken bir an için nerede olduğumu idrak edemedim. Burnuma dolan keskin koku ve etrafta dolanan beyaz önlüklü kişiler kısa sürede nerede olduğumun bilincine varmamı sağlarken, oturduğum sandalyeden hızla kalkıp birkaç adım ötemde duran cama yaklaştım. Karşılaştığım manzaranın iyi mi kötü mü olduğunu anlayamıyordum. Oradaydı bu da demek oluyor ki ben uyurken bir şey olmamıştı. Oradaydı ve hala uyuyordu.

“Rüya gördüm,” diye fısıldadım cama dokunurken. “Beni bırakmayacağını söylüyordun.” Gülümsedim. “Gerçi bu sözü gerçekte de vermiştim ve şimdi sözünün eri olup olmadığını öğreneceğim bir zamandayız. Sözünü tut olur mu, Kara Yaman? Ben ilk defa birine inanıyorum ve yalvarırım beni hayal kırıklığına uğratma. Uyan. Bana bak. Bana dokun.”

Onu ilk gördüğüm an zihnime düştü. Ne kadar da korkmuştum.

Sonra onunla aynı evi paylaşmaya başladığımız ilk günler geldi gözlerimin önünde. Gülümsedim. Ne kadar da sinir bozucuydu. Nefes alması bile sinirlerimi bozabiliyordu. Peki şimdi? Nefes almayı bırakmasın diye Tanrı’ya yalvarıyordum.

Parmaklarımı camın üzerinde hareket ettirdim. “Yaman,” diye fısıldadım. “Gitme.”

Omzumda hissettiğim elle bakışlarımı Yaman’dan ayırıp önce omzuma koyulan ele ardından o elin sahibine baktım. Her zaman sertlikle parlayan buz mavisi gözler şimdi yumuşacık bakıyordu. “Gitmez,” dedi, Başkan. “Onun bu dünyada bir işi var, Asya. İşini yarım bırakıp hiçbir yere gitmez.”

“Ne işi?” diye sordum merakla.

Gülümsedi.

“Güçlü durmaya çalışıyor ama görebiliyorum, Başkan’ım. Küçük bir çocuktan farksız. Öfkeli görünüp kendini korumaya çalışan küçük bir kız, etrafına ördüğü aşılmaz duvarı var ama hissedebiliyorum, bekliyor. Biri o duvarı aşıp elini tutsun, yalnızlıktan kurtarsın diye bekliyor. Asya yalnız olmayı sevdiğini söylese de içindeki çocuk yalnız olmaktan nefret ediyor. İnsanları kendinden itiyor ama görünmez bir iple de kendine çekmeye çalışıyor. Görüyorum Başkan’ım. Ben, Asya’nın içindeki o küçük kız çocuğunu görebiliyorum ve o kız çocuğunu kurtarmak için her şeyi yapacağım.”

“Ya sen, Kara? Birine yardım eli uzatırken kendi içindeki çocuğu görmezden gelmeyi ne zaman bırakacaksın?”

“Küçük Asya’ya ulaştığımda bende kendi içimdeki çocuğu serbest bırakacağım, Başkan’ım. İnanıyorum, onlar birbirlerini iyileştirirken aslında bizi de iyileştiriyor olacaklar.”

Geçmişin sayfalarından birini önüme sunarken, gözlerimden akan yaşlar her saniye daha da artıyordu.

“Korkmuyor musun, evlat? O küçük kız çocuğunu bulduğunda hem ona hem de Asya’ya bağlı kalmaktan korkmuyor musun?”

“Ben ikinci defa delicesine korkuyorum, Başkan’ım. Birincisi annemin ölümünü izlediğim anlardı. İkincisi ise Asya’yı kaybedecek olmak.”

“Ya kaybedersen?”

“Kendimi de kaybederim.”

Titreyen ellerimi dudaklarımın üzerine bastırıp hıçkırıklarımı bastırmaya çalıştım.

“Cevabını bildiğim bir soru soracağım, evlat. Yine de senden duymak istiyorum. Asya’ya âşık mı oldun?”

“Nasıl anlatacağımı bilmiyorum, Başkan’ım. Aşk diyebileceğim kadar basit bir şey değil bende ki. Kendi içimdeki şey beni bile korkuturken, Asya’yı korkutup kaçıracak diye ödüm patlıyor. Frenlemeye çalışıyorum, ağırdan al diyorum ama olmuyor. Her geçen gün daha da büyüyor sanki. Normal değil biliyorum ama duramıyorum. Asya, benim gerçekten bağımlılığım oldu.”

Ayakta durabilmek için duvardan destek alırken, elimi dudaklarımdan çekmiyordum çünkü biliyorum eğer çekersem çığlığımı bastırmayı başaramayacaktım. Kalçamı duvara yaslayıp iki büklüm olurken, Başkan yanıma gelip kolumu tuttu. “Dik dur,” dedi. “Ne kadar üzüntü duyduğunu görebiliyorum ama dik durman gerekiyor, Asya. Uyuyor olabilir ama ben eminim ki şu an varlığını hissediyor. Onun sana ihtiyacı var.”

Kaybetme korkum gittikçe büyürken az önce duyduklarımın etkisinden uzun süre çıkamayacaktım. Yaman uyandığında bile. Derin bir nefes alıp ellerimi dudaklarımdan ayırdım. “Yanına girmek istiyorum,” dedim yalvarırcasına. “Lütfen.”

“Yanına girmen ona zarar verebilir, Asya. Bunu göze alabilir misin?”

Başımı iki yana salladım.

“Güzel. Doktorlar izin verene kadar kurallarına uyum sağlamaya çalış.”

Başımı onaylarcasına sallayıp, yaslandığım duvardan ayrıldım. Tekrar camın önüne geçtim.

“Asya,” dedi biri. Bakışlarımı ağır ağır sesin sahibine çevirdiğimde elinde bir şişe suyla bana doğru gelen Yıldıray’ı gördüm. “Bir oda ayarladım. Burçin orada. Git ve biraz dinlen. Ben beklerim, kardeşimi.”

“Hayır,” dedim hemen. “Buradan ayrılmayacağım.”

Yanıma gelip bir abi edasıyla saçlarımı okşadı. “Güzelim, betin benzin attı artık. Kara uyandığında senin bu halini görünce bize çok kızacak.” Sığınacak bir limana ihtiyacım vardı. Birilerinin beni uyanacağına dair inandırmasına ihtiyacım vardı. Kollarımı beline dolayıp başımı göğsüne yasladım. “Abi,” dedim titrek ses tonuyla. “Uyanacak değil mi?”

Saçlarımı okşamayı sürdürürken, bir yabancı duyguya daha alıştığımın farkına vardım. Artık saçlarım okşanıyor, bedenim şefkatle sarmalanıyordu. Bir ablam, iki abim ve bir kardeşim vardı. Bir sevdiğim vardı. Yılların kimsesizi Asya Sönmez, hiç ummadığı bir anda hiç ummadığı kişiler sayesinde bir aileye sahip oldu. Yıldıray beni daha çok bağrına basarken, “Uyanacak,” dedi. “Aksini düşünmeni sana yasaklıyorum. Az önce bana abi dediğine göre, yasaklarıma uyman gerekiyor artık. Ayrıca bir abi olarak biraz dinlenmeni de istiyorum.”

Tam dudaklarımı aralamış itiraz edecektim ki koridorda yankılanan telefon sesi araya girdi. Bakışlarım Başkan’a döndüğünde, ceketinin iç cebinden telefonunu çıkardığını, ekranda gördüğü isimle anbean çenesinin kasılmasını izledim.

“Bozok arıyor,” dedi sıktığı dişlerinin arasından.

Duyduğum isimle Yıldıray’ın kollarının arasından hışımla çıktım ve Başkan’ın elindeki telefonu kaparcasına alıp, aramayı yanıtladım.

“Seni uyardım,” dedim büyük bir öfkeyle kavrulmaya başlarken. “Bana veya yanımdakilerden birine zarar verirsen o çok istediğin şeyi yok ederim dedim!”

“Kara’nın başına gelenlerin benimle bir ilgisi yok, Aykız.”

Yıldıray koluma dokunup, dudaklarını oynatarak hoparlöre al dedi. İkiletmedim. Telefonu kulağımdan uzaklaştırıp konuşmayı sürdürdüm. “Buna inanmamı gerçekten bekliyor musun, Bozok? Ama yine de söyleyeyim, sana zerre inanmıyorum ve bunun hesabını soracağım!”

Derin bir nefes alıp bıraktı. “Ben hiçbir şey yapmadım. Ha eğer yapsaydım şu an keyif kahvemi içiyor olurdum, baş düşmanım olan kardeşimi arıyor olmazdım!”

Çenem kasıldı. “Bunun arkasında kim var?”

“Bilmiyorum,” dedi. “Sizin gibi bende araştırıyorum.”

Alayla güldüm. “Niye? Yapanı bulduğunda karşılıklı keyif kahvesi mi içeceksiniz, Bozok?”

“Seninle bir anlaşma yaptık Asya,” dedi. “Her ne kadar sana güvenmesem de yüzde bir dilimlik ihtimali göz ardı edemem. Zarar vermeyeceğim dediysem, zarar vermem. Bana inanmıyorsan yanındaki adama sorabilirsin.” Bakışlarım Başkan’a döndü. Beklentiyle yüzüne bakarken, gözkapaklarını ağır ağır kapatıp açtı. Bu da demek oluyordu ki, baş düşmanı kardeşi doğruyu söylüyordu. Sessizliğin nedenini anlamış gibi, “Söylediğimi doğrulattıysan şayet,” dedi. “Dediklerimi iyi dinleyin. Bu size yapacağım ilk ve son iyilik olacak. Benim bile bulamadığım bir düşmanla karşı karşıyasınız. Size tavsiyem bundan sonra daha dikkatli olun. Özellikle sen Aykız, istediğim şeyi bana verene kadar ölmemeye çalış. Bir şey öğrenirsem size haber gönderirim.”

Cevap veremeden aramayı sonlandırdığında üçümüzün de bakışları birbirine dokunuyordu. Bozok’tan çıkan oklar Ayşen’i işaret ediyordu fakat eğer tahmin ettiğim gibi işin içinde Ayşen olsaydı Bozok bunu bilirdi.

“Ne biz ne de Bozok,” dedi Yıldıray. “İki tarafta hiçbir şey bulamıyorsak gerçekten büyük bir sorunla karşı karşıyayız demektir.”

Başkan sakallarla çevrili çenesini sıvalayıp bakışlarını camın ardında yatan Yaman’a çevirdi. “Ya da cevap burnumuzun dibindedir?”

Kaşlarım çatıldı. “O da ne demek öyle?”

Ellerini giyindiği takım elbisesinin pantolonunun ceplerine sıkıştırdı. “Kötülüğü hiçbir zaman uzakta aramayacaksın Aykız, tıpkı düşmanın çokta uzakta olmadığı gibi,” dedi, sıkıntı bir soluk bırakırken. Öne doğru bir adım attım. “Ne biliyorsun?” diye sordum, öfkemin kanımı kaynatmaya başladığı anlarda. “Açık konuş.”

“Bir şey bilmiyorum. Sadece tecrübelerime dayanarak konuşuyorum. Az önce de duydun, baş düşmanım kardeşim, karındaşım.” Başını çevirip buz mavisi harelerine elalarıma sabitledi. “Bizim veya Bozok’un bulamadığı bir düşmanı çokta uzakta aramaya gerek yok. Ya içimizdedir ya da içimize çok yakındır.”

 

-BÖLÜM SONU-

 

Lütfen oy verdiğinizden emin olup yorum bırakmayı unutmayın canımlar

 

Yeni bölümde görüşünceye dek kendinize çoook iyi bakın...

 

Instagram: gulsumm.bilgin

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%