Yeni Üyelik
26.
Bölüm

Karanlıkta Bir Yerde: 25

@gulsumblgn

Merhabaaaağ 🤍

Okumaya başlamadan önce oy verir misin, lütfen? Şimdiden teşekkür ederim.🙏

KEYİFLİ OKUMALAR!

🔗🔗🔗

Ertesi Gün,

Bakışlarımı karanlığın hâkim olduğu gökyüzünden ayıramazken, yıldızları saymaya çalışıyordum. Bu benim, zihnimi meşgul etmem için bulduğum en zorlu kaçış yöntemiydi. Küçüklüğümden bu yana ne zaman düşünmek istemediğim şeyler zihnimi kemirmeye başlarsa bunu yapardım. Yıldızları saymaya çalışırdım. Bir yerden sonra karıştırdığımda tekrar tekrar başlar, farkında olmadan istemediğim o düşüncelerden kurtulmuş olurdum. Zor ama etkili bir yöntem.

Yirmi iki.

Yirmi üç.

Ya başaramazsa, ya ölürse?

Yirmi dört.

Yirmi beş.

Yirmi altı.

Ya savaşmaktan vazgeçerse?

Yirmi yedi.

Yirmi sekiz.

Ya yorulup, onu hayata bağlayan ipleri tutmaktan vazgeçerse?

Yirmi sekiz.

Yirmi dokuz muydu yoksa?

Yeniden!

Bir.

İki.

Üç.

Bu noktaya nasıl geldik? Ben, birini kaybetmekten delicesine korkma noktasına ne zaman geldim?

Dört.

Beş.

Altı.

Ya onu kaybedersem?

Yedi.

Sekiz.

Dokuz.

On.

Geriye dönüp baksana, Asya. Neler yaşadığımızı, bin bir zorlukla güçlü kalmaya çalıştığımız günleri hatırla. Hiçbir zaman bu kadar aciz hissetmiş miydin?

On bir.

On iki.

Biz paramparçaydık ve sen şimdi bir amaç uğruna o parçaları birleştirmeye çalışıyorsun ya? Peki, Kara ölürse ne hâle geleceğini biliyor musun? Ben söyleyeyim, bir daha birleştirebileceğin parçaların bile kalmayacak.

Yeniden!

Bir.

İki.

Üç.

Dört.

"Onları sayamazsın," tanıdık ses ürkerek yerimde sıçramama neden oldu. "Bu bir imkânsızlıktır." Kaşlarımı çatıp yüzüne bakarken, gözünü kapatan siyah bandaja odaklanmamaya çalışıyordum. İhtiyar birkaç adım ötemdeki banka oturmuş elindeki çakıyla, nereden bulduğunu bilmediğim tahta parçasının ucunu keskinleştirmeye çalışıyordu.

"Amacım onları saymayı hedeflemek değil."

Sokak lambası yüzüne vurduğu için dudağının kenarında oluşan kıvrımı yakalayabilmiştim.

"Onları sayma amacın düşüncelerini geri plana atmak." Bu adam ürkütücüydü. Cevapsızlığım bakışlarımızı birleştirmesine neden oldu. "Haksız mıyım?"

Tek kaşım havalandı. "Egonu tatmin etmemi mi istiyorsun?" Bakışlarını tekrar elindeki tahta parçasına indirdiğinde, "Seninde düşüncelerinden kaçma yöntemin bu mu?" diye sordum. "Bir şeyleri kesip biçmek?"

"Bir nevi."

"Peki, sonra onları ne yapıyorsun?

"Yaşadığım yeri gördün. Orada silah bulmak zordur ama silah oluşturmak, basittir."

"Kendine bir silah edinmende basittir mesela," dedim alayla. "Milattan önce kullanılan silahlardan çok daha güvenilir olabilir."

Bu adamdan kesinlikle hoşlanmıyordum. Hele ilk ve son görüşmemizde bana takındığı tavır, babamı kullanarak beni bir şeylerden vazgeçirme çabası sinirime dokunmuştu. Kim ondan babamı bulmasını istemişti sanki? Hangi hakla hayatımı kurcalayabiliyordu?

"Herkesin tercihleri kendinedir."

Burnumdan sert bir nefes bırakıp, alaycı bir tavırla homurdandım. "Dedi, benim tercihlerimi değiştirmek için babamı kullanan adam."

Bakışları bana döndü. "Merak etmedin mi? Bir saniye dahi olsa, babanın kim olduğunu öğrenmek istemedin mi?"

"Hayır," dedim beklemeden. "İstemedim. Hâlâ daha istemiyorum. Ayrıca istesem kolaylıkla bulabileceğim bir sistem elimin altında. Göz'den rica etmem yeterli. Sana bunun için minnet falan duyacağımı falan mı düşünüyorsun?"

Başını iki yana salladı. "Babanın kim olduğunu sana söylediğimde bana minnet duymayacağını biliyorum Aykız," dedi. "Ama bundan sonra yaşayacağın o güzel hayat için minnet duyabilirdin."

Kaşlarım çatılırken, bedenimi ona doğru döndürdüm. "Bu hayattan kurtulmak istediğimi sana düşündüren nedir, İhtiyar?" Tahta parçasını oymaya geri döndü. Saniyeler dakikalara dönerken sessizliği canımı sıkıyordu. "Her şeye cevabı olan sen, şimdi niye susuyorsun?"

"Karanlık daima vardır Asya, ondan kurtuluşun olmaz. Şimdiki hayatının aksine tozpembe bir yaşamın dahi olsa o karanlık daima var olur, bunu değiştiremezsin. Bir nebze dahi olsa o karanlıktan çıkıp, aydınlığa ulaşmak istiyor musun?"

"Her daim var olacak şeyden kurtulmaya çalışmak manasız ve zaman kaybı."

İmalı bir gülüş dudaklarında peyda olurken, "Işığa ulaşman için yapman gereken tek şey var," dedi bakışlarını bana çevirirken.

"Neymiş o, ihtiyar?"

"Şikâyetçi olduğun o karanlığı kabullenmek."

Gözlerimi devirdim. "Karanlıkta yaşayan birine karanlığı kabul et diyemezsin. O kişi zaten karanlığa alışmıştır."

"Alışmak farklıdır," dedi tarazlı sesiyle. "Kabullenmek farklıdır, Aykız."

Kaşlarım çatıldı. "Ne farkları var ki? Ben bu hayatın içine doğdum ve zor da olsa kabullendim. Bu da bir nevi alışmak değil midir?"

Derin bir nefes alıp saniyeler sonra gürültüyle bırakırken, çenesinden uzanan beyaz sakalları sıvazladı. "Lotus'u kabullendin mi alıştın mı?"

"Kabullendim."

"Kara'yı ve onun sana hissettirdiklerini kabullendin mi yoksa alıştın mı?"

Kara Yaman'a alışmıştım ve şimdi onu kaybedebilecek olmanın düşüncesi bile, tüm organlarıma asit dökülmüş gibi hissettiriyordu.

Sessizliğim onu devam etmeye itti. "Birbirine yakın kavramlar olsa da aynı zamanda birbirine çok uzak kavramlardır. Arada fark etmesi zor, ince bir çizgi vardır. Alışmak insan evladına verilmiş doğal bir dürtüdür ama kabullenmek bir seçimdir. Alışmak kötüdür çünkü bir bağlılıktır. Seni, sen olmaktan çıkartabilir, Aykız."

Omuzlarımı dikleştirip, "Peki sen," dedim. "Lotus'u yönetme alışkanlığını bıraktın mı veya bırakmaya çalıştın mı? Hani bunun vicdan azabını çekiyordun ya?"

"Hayır," dedi hiç beklemeden. "Ama artık onlara eskisi kadar hâkim olamıyorum." Bana baktı. "Senden sonra."

Kaşlarımı çattım.

Tıpkı benim gibi bedenini tamamen bana doğru çevirdi. "Açık olayım mı, Aykız?" Cevap vermeme fırsat vermeden konuşmasını sürdürdü. "Onları sen konusunda uyardım, beni dinlemediler. Kara'nın dikkatini dağıtacağını söyledim, beni dinlemediler. Kara'nın vurulduğu gün kavga ediyordunuz değil mi? O sana odaklanmış durumdayken, diğerleri sizin aranızdaki çatışmayı sakinleştirmeye çalışıyordu değil mi? Normal şartlarda Lotus’un o suikastı fark etmeleri gerekiyordu. Yıllarca bunun eğitimini aldılar ama sonuç? Hüsran! Bir kız için hepsinin dikkati dağıldı ve şu an ölmemeye çalışıyor."

Asla düşünmediğim bir durumu yüzüme haykırırcasına söylerken, gözlerimde biriken yaşların akmaması için kendimi zorluyordum. "Şimdi de günah keçisi mi belliyorsun beni?" Sıktığım dişlerimin arasından kurduğum bu cümle tıslar gibi çıkmıştı. Bu adama tahammül edemiyordum, benim hakkımda konuşmasını geç içinde benim olduğum konuları düşünmesinden bile nefret ediyordum! "Orada yatmasının suçlusu ben miyim yani!" Oturduğum yerden hışımla kalkıp üzerine doğru yürüdüm. "Sen bu olanları benim omuzlarıma yükleyemezsin, İhtiyar!"

Tepkimden, hırsımdan etkilenmemiş gibi yüzüme bakarken benim aksime, "Sana âşık oluyor," dedi sakinlikle. "Hatta daha kötüsü sana bağlanıyor ve bu, onu dikkatsiz yapıyor. Yeri gelecek aynı şey senin başına da gelecek çünkü aynı hisleri sende de görebiliyorum, Aykız. Birbirinizi güçsüz kılıyorsunuz. Bu sizin sonunuzu getirir."

Saçlarımı ellerimin arasına alıp canımın acımasını umursamadan çekiştirdim. Çekiştirdim ki acı baskın gelsin, ben, bu ihtiyarın üzerine saldırmayaydım.

"Tek sebep bu mu, İhtiyar," diye sordum, önünde volta atmaya başlarken. "Beni istememendeki tek sebep Yaman'la birbirimize olan hislerimiz mi? Yoksa babam mı? Ondan korkuyor musun?" Durdum. "Varlığımı ona söyledin mi?"

Başını iki yana salladı. "Hayır. Bu konuda Kara'ya ve diğerlerine söz verdim. Sen istemediğin takdirde babana hiçbir şey söylemeyeceğim."

Kahkaham bahçede yankılanırken birkaç korumanın dikkati üzerimize döndü ama ikimizde bunu umursamıyorduk. "Eğer onlara söz vermemiş olsaydın söylerdin ama değil mi?"

"Evet," dedi hemen. "En azından birini kurtarabilmek için söylerdim."

"Ben kurtulmak falan istemiyorum!" diye bağırdığımda kısa bir süreliğine korumalardan birinin koşarak içeriye girdiğini gördüm. "Senden beni kurtarmanı istemiyorum. Senden hiçbir şey istemiyorum! Ayrıca bu palavrana da gram inanmıyorum, amacın beni korumak falan değil. Senin tek derdin, kaybettiğin hâkimiyeti tekrar eline alabilmek! İçeride yatan adamı parmağının ucunda oynatmaya alışmışsın ama ben geldiğimde bu devir kapandı. Kara Yaman beni seçti ve sen bunu kaldıramıyorsun!"

Güldü. Bir şey söylemeden işine geri dönerken artık sinirlerimi kontrol edemediğim o noktadaydım. Aramızdaki küçücük mesafeyi de kapatıp ucunu sivrilttiği o tahta parçasını almak için harekete geçtiğimde arkamdan birinin adımı seslenmesiyle adımlarım bıçak gibi kesildi.

"Asya!"

Hışımla arkamı döndüm. Yıldıray, Burçin ve Şahan koşar adımlarla bize doğru gelirken Başkan sakinlikle ilerliyordu.

"Ne oluyor, Şefkat baba?"

Yıldıray'ın sorusuyla homurdanıp, "Çok sevgili babanız Yaman'ın bu hâlde olmasından beni suçluyor," dedim. "Yaman'la kavga ederken onun, kavgamıza şahitlik ederken sizin dikkatinizi dağıtmış ve suikastı fark etmemenize neden olmuşum."

Şahan kaşlarını çatarak işine kaldığı yerden devam eden ihtiyara bakarken, Burçin yanıma gelip kolumu tuttu. Başkan, birkaç adım arkamızda durup sessizliğini korurken, "Bu yanlış Şefkat baba," dedi Yıldıray. "Yaşananları sadece Asya'nın üzerine atmak haksızlık. Hepimiz dikkatsizdik."

İhtiyar duruşunu bozmadan tahta parçasını kesmeye devam ederken, "Dikkatsizlik," dedi. "Bu sizin hakkınız olmayan bir şey değil mi, Akrep? Aldığınız onca eğitim boşuna mıydı?"

Başkan, "Üzerlerine fazla gidiyorsun," diyerek araya girdiğinde ihtiyar hareketlerini kesti. Gözünü yavaş yavaş kaldırırken, "Seni uyardım," dedi sakinliğini kaybettiğini belli eden bir ses tonuyla. "Bu kız konusunda ısrarcı olmamanı sana söyledim. Eğer beni dinlemiş olsaydın, evlat şu an canıyla cebelleşmeyecekti."

"Bu bizden birinin ilk vurulmuşu mu?" dedi Şahan, buz gibi bir ses tonuyla. "İlk defa mı vuruluyoruz? Daha öncesinde Asya hayatımızda mıydı?" Kolunu omzuma doladı. "Düşünmemeye çalışıyordum, bunu dile getirmemeye çalışıyordum ama artık Asya ile bir sorunun olduğunu net olarak anlayabiliyorum." Bir abi gibiydi. Korumacı tavrıyla beni kollarının arasına almış, ses tonu ihtiyarın bile kanını donduracak kadar soğuktu. "Senin Asya ile alıp veremediğin şey nedir, Şefkat baba?"

İhtiyar ölümcül bakışlarını Şahan'a yönlendirirken, "Kişisel hiçbir sorunum yok," dedi. "Ama yapılan yanlış. Sizin geçtiğiniz hiçbir eğitimden geçmedi o kız. Nasıl oluyor da kabul görebiliyor hiç mi sorgulamıyorsunuz? Bu bile bile onu ölüme getirmektir, bu bile bile sizi ölüme getirmektir."

"Aykız'ın zekâsına ihtiyacımız vardı." dedi Başkan.

İhtiyar alayla güldü. "Zekâsına ihtiyacınız vardı öyle mi, Şah?"

Başkan'ın mahlasını ilk defa duyarken bakışlarım istemsizce bedeninin üzerinde gezdi. Dik duruşu, her daim öfke kırıntılarıyla parlayan hareleri, birileriyle kavga etse kolay kolay yıkılmayacak heybetli bedeniyle mahlasının hakkını veren bu adam, sır küpü gibiydi. İhtiyara kızıyordum ama bir yanım mantıklı konuştuğunu haykırıyordu. Başkan ve Kurul, ben konusunda neden bu kadar ısrarcı olmuşlardı gerçekten? Zihnimin ötelerini kemiren düşünce gün yüzüne çıkmıştı artık. İhtiyar, bazı şeyleri uyandırmıştı.

İkisi birbirine ölümcül bakışlar gönderirken, “Bunları daha uygun bir zamanda konuşuruz,” dedi Başkan, itiraz kabul etmeyeceğini bildiren bir tondan. “Şimdi herkesin sinirleri harap bir halde. Kalp kırmaya, tartışmaya gerek yok.” Şahan’a döndü. “Hadi evlat, Kara’nın yanına geçin.” Bana baktı. “Ve sende bir şeyler atıştır artık.”

Şahan onayımı beklemeden bedenimi hafifçe kaldırıp yürümeye başladı. Ayakkabılarımın uçları yere sürterken bundan rahatsızlık duyup, “Yürümeyi biliyorum,” dedim.

“Yürümeyi bildiğini biliyorum.”

“O zaman ne diye beni sırtlandın götürüyorsun, bıraksana?”

Başını iki yana salladı. “Bırakamam. Bırakırsam, Şefkat babanın elindeki çakıyı alıp diğer gözünü de sen çıkartacakmışsın gibi bakıyorsun.”

“Siz gelmeseydiniz yapacağım şey o olabilirdi,” dedim dürüstçe. “O adam beni rahatsız ediyor, Şahan. Bir şeyler biliyormuş gibi hissediyorum ve bu işin sonunda bıçak benim boğazıma dayanacak gibi duruyor.”

Adımları durdu. Bakışlarındaki yorgunluk elimi uzatsam tutabileceğim kadar yoğundu. Sanki hepimiz, bir günde çökmüştük. Buruk bir tebessüm dudaklarında peyda olurken, “Asya,” dedi. “Seninle güzel bir başlangıç yapamadık. Seni korkuttuk, özgürlüğünü kısıtladık belki ama şimdi dönüp bakıyorum da sen bizden biri olmak için doğmuşsun sanki. Sen, Yaman için bize gönderilmiş gibisin.”

“Neden böyle düşündün?”

“Sana yalan söylemeyeceğim. Benimde burnuma pis kokular geliyor, Asya. Şefkat babaya şu an kızıyoruz ama mantıklı düşünürsek haklı olduğu noktalarda var. Kurulun sen konusunda bu denli hızlı davranması mantık dışı. Evet, senden önce de bu gibi durumlara düşüldü ama hiçbiri bir anda bir timin üyesi olmadı. Altında yatan sebepler seni ilgilendirdiği kadar bizi de ilgilendiriyormuş gibi hissediyorum ve,” sustu.

Merakla yüzünü inceledim. “Ve?”

“Bence senin varlığın yani Kurulun ve Başkan’ın sen konusunda ısrarcı olması hepimizi birbirine bağlayan görünmez bir ip. Eğer birimiz o ipi bırakırsak altından kalkamayacağımız bir duruma düşeceğiz. Bu işin sonunda bıçak sadece senin değil hepimizin boğazına dayanacak gibi. Yaman konusuna gelecek olursak,” Derin bir nefes aldı. “O pes etmeye meyilliydi, Asya. Dışarıdan bir dağ gibi yıkılmaz görünse de geçmişi asla gerisinde bırakamayan tek üyemiz o. İşte bu yüzden pes etmeye en meyilli olanımız her daim Yaman oldu, ettiği zamanlarda oldu. Hepimiz bir şekilde bu hayata tutunacak dal bulduk. Ben intikam dürtüsüyle yaşadım, Burçin ve Yıldıray birbirine destek oldu, Murat desen kendini teknolojiye adadı ama Yaman, hiçbir zaman o dala sahip olamadı. Ta ki sen gelene kadar.”

Rahatça dudaklarının arasından dökebildiği sözler kaldırmakta zorlandığım bir yük gibi yüreğime çöreklenirken, “İçimde bir canavar yaşatıyorum diyordu,” dedim mırıldanarak. “Ona bunu hiçbir zaman söylemedim ama bence o canavar, aslında çocukluğu Şahan. Onu yiyip bitiren, kurtulmakta zorlandığı o canavar aslında küçük Diyar.”

“Ve içindeki canavar seni istiyor, öyle mi?”

Başımı onaylarcasına salladım. “Bu ürkütücü değil mi?”

Omuz silkti. “Sağlıklı bir düşünce olduğunu savunmuyorum ama,” Ciddi ifadesi anında bıçak gibi kesildi ve muzip Şahan geri geldi. “Ama hangimizin düşünceleri sağlıklı ki? Bu amına koyduğumun dünyasında herkes zır deli, kızım.” Kendimi tutamayıp kıkırdadığımda tekrar yürümeye başladı. “Boş ver şimdi bunları. Hele bir Kara’m Yaman’ım ayaklansın oturur konuşuruz. Gidip yemek yiyelim sonra seni Kara’nın yanına sokmanın yolunu bulayım.”

Tüm konuşmaları anında geri plana atarken, “Gerçekten mi?” diye sordum heyecanla. “Bunu yapabilir misin?”

Gülümsedi. “Yemek yersen yapabilirim.”

“Ya izin vermezlerse?”

Tek kaşı havalandı. “Sen bir bana baksana? İzinleri umursayacak gibi mi duruyorum? Yemek yediğinden emin olayım gerekirse gizli gizli sokarım.”

Şu yirmi dört saat içinde bende değişen şeylerden biri de Şahan’a olan tutumumdu. Ona sığınıyor, kendimi kollarının arasında güvende hissediyordum. Abi sevgisi neydi bilmiyorum ama Yıldıray’da Şahan’da bana bunu öğretmeye başlamıştı sanki. Kollarımı aniden boynuna doladığımda dengesi sarsıla da kısa süre içerisinde toparlandı. Dakikalardır akıtmamak için kendimle savaş verdiğim yaşlar bir bir kirpiklerimden süzülürken, “Teşekkür ederim,” dedim. “Her şey için.”

Beni kabul ettiğiniz için.

Beni kardeş gibi gördüğünüz için.

Bana ailenin ne demek olduğunu gösterdiğiniz için.

🔗🔗🔗

Üzerime bir önlük giydirdiler, ardından ellerime eldiven geçirip karışan saçlarımı bir bonenin altında topladılar. Yüzüme taktıkları maske sıcak nefesimi tenime geri gönderirken, küçük adımlarım çekince doluydu. Şahan sözünü tutmuş beni Yaman’ın yanına sokmuştu ama… Onu deli gibi görmek istememe rağmen şu an yanına gitmeye korkuyordum. Monitörden yükselen ritmik ses rahatlamama sebep olsa da ekranda hareket eden düzensiz çizgilere bakmaktan korkuyordum. Düzensizliği sevmezdim ama şu an ekranda hareket eden çizgilerin asla düz bir hale gelmemesi için yalvarırcasına dualar edebilirdim.

Yatağının yanına geldiğimde kirpiklerimde asılı duran bir damla yaş maskeye düştü. Bakışlarım önce elinde gezindi. Daha düne kadar birbirine kenetli duran parmaklarımız, bana dokunabilmek için fırsat kollayan elleri şimdi cansız bir şekilde iki yanında duruyordu. Uzanıp elini ellerimin arasına aldım. Canını yakmaktan korkarcasına yavaş yavaş tenini okşarken bakışlarım karın bölgesindeki bandajlara kaydı. Bir gözyaşı daha düştü nefesimi zorlayan maskenin üzerine. Gözlerimi yüzüne çevirdim. Taktıkları oksijen maskesi dudaklarını görmeme engel olamıyordu. O öpülesi dudakları rengini kaybetmiş, kurumuştu. En derin kuyuyu andıran kara hareleri gözkapakları tarafından gölgelenmişti ve ben, o dipsiz kuyulara düşmeyi özlemiştim. Ben, Kara Yaman’ın gözlerine bakmayı o gözlerde kendimi görmeyi özlemiştim.

“Diyar,” dedim titrek bir sesle. “Benden gitmeyeceğine söz vermiştin.” Dizlerimin üzerine çöktüm. “Sözünü tutacağına inanıyorum.” Buna tutunuyordum. “Beni kendine bu denli alıştırmışken şimdi gidemezsin. Annem ve babam beni bıraktı, kimsesizliğe alıştım ama,” Burnumu çektim. “Sensizliğe alışmak istemiyorum, Diyar.” Elimden birini saçlarının arasına daldırıp, yavaş yavaş okşadım. “Yıllar sonra kendime tutunacak bir dal bulmuş gibi hissediyorum ve o dalı alıp gitme.” Bakışlarımı yüzünde sabit tutarken görüş açımı bulanıklaştıran yaşlardan nefret ettim. Onu görmeme engel olan, beni görmesine engel olan her şeyden, herkesten nefret ettim. “Ben bir kere daha kimsesiz kalmak istemiyorum.”

Sustum.

Derin nefesler alıp bırakırken, gözlerimi sıkıca kapattım. Dün gördüğüm rüya zihnimde bir film gibi oynamaya başladığında dudaklarımdaki kıvrıma engel olamadım. “Biliyor musun?” dedim. “Rüyamda bile bana söz veriyordun. Ölümden bahsediyordun ve ben sana kızıyordum.” Sıkıca kapattığım gözkapaklarımı yavaşça araladım. “Ölme,” dedim yalvarır gibi. “Ne olur, ölme.”

“İnanın bana savaşıyor,” diyen sesle ürküp sıçradığımda bakışlarım anında sesin sahibine döndü. Yüzü maskeli hemşire, ellerini önlüğünün cebine sıkıştırmış bana bakıyordu. Kısılan gözkapakları gülümsediğini belli ediyordu. “Yaman Beyin ameliyatına giren hemşirelerden biriydim ve nasıl savaştığına bizzat tanıklık ettim. O, bu hayata tutunmaya çalışıyor.” Bakışlarımı tekrar uyuyan Yaman’a çevirdiğimde çöktüğüm yerden kalkıp bir kere daha elini ellerimin arasına aldım. “İnancınızı kaybetmeyin, Güneş Hanım.” Hitap şekli ilk başta tuhaf gelse de artık böyleydi. Ben Lotus’a Asya, diğer herkese Güneş’tim artık.

Tam bir şey söylemek için dudaklarımı aralamıştım ki arkamda kalan cama birinin vurduğunu duyunca omzumun üzerinden başımı geriye doğru çevirdim. Şahan, Yıldıray ve Burçin yan yana durmuş bana bakarken, Şahan elinde tuttuğu telefonu gösterdi. Heyecan bedenimi ele geçirirken, Murat’tan bir haber geldiğinin bilincindeydim. Başımı onaylarcasına sallayıp son kez Yaman’a döndüm. Bedenimi eğip dudaklarımı kulağına yanaştırdım. “Küçük Diyar,” diye fısıldadım. “Beni duyabildiğini biliyorum. Ne kadar inatçı olduğunu da. Şimdi, bana olan bağlılığını kanıtlamanın tam zamanı. Onun benden gitmesine asla izin verme. Onu bana geri getir.” Dudaklarımı şakaklarına bastırıp bir süre bekledim. Kokusunu ciğerlerime hapsederken, gözümden düşen bir damla yaş kirpiklerine düştü ve o saniye, küçükte olsa gözlerinin hareket ettiğine yemin edebilirdim.

Gülümsedim.

Dudaklarımı teninden ayırmadan, “İşte böyle,” dedim fısıldayarak. “Sen onun bende kalmasını sağla bende sizin intikamınızı alayım.” Geri çekilip yanımda durmaya devam eden hemşireye, “Ona iyi bakın,” dedikten sonra hızlı yoğun bakımdan çıktım. Yüzümdeki maskeyi yırtarcasına söküp atarken başımdaki boneyi çıkarttım. Diğerlerinin yanına vardığımda, “Ne oldu?” diye sordum, sabırsızlıkla. Eldivenlerden ve önlükten de kurtulup çöp kutusuna attım.

“Göz aradı,” dedi Yıldıray. “Kara’yı vuran adamı bulmuş ve Kasap’ın timi adamı yakalamış. Merkeze götürüyorlar.”

🔗🔗🔗

 

Araba merkez binasının otoparkında durduğunda hiçbirimiz beklemeden araçtan indik. Hızlı ve sert adımlarımız aslında her şeyi açıklıyordu. Yıldıray Akrep, Burçin Gezgin, Şahan Gazap olmuştu. Ben mi? Ben ne Aykız’dım ne Güneş. Ben sadece Asya’ydım. Sevdiği adamın kanını döken insanın Azrail’i olmak isteyen Asya.

Binaya girip asansöre bindiğimizde hepimizin öfkesi birleşmiş etrafımızda görünmez bir çember oluşturmuştu sanki. “Gazap’la birlikte sorguya girmek istiyorum,” dedim, bakışlarımı katları geçtikçe değişen sayılardan ayırmazken. “O şerefsizle ben konuşmak istiyorum.” Birlikte çok az bir zaman geçirmiş olsak da beni çözmüşlerdi. Ne derlerse desinler bu isteğimden vazgeçmeyeceğimi bilebilecek kadar beni tanımışlardı ve bu yüzden hiçbirinden itiraz cümlesi çıkmadı.

“Eğer sorguya gireceksen bilmen gereken şeyler var,” diyen Yıldıray, bir tuşa basarak asansörü durdurdu. Bakışlarımı beklentiyle mavi harelerine çevirdim. “Sorgu sırasında adamın ne diyeceğini, nasıl bir psikolojide olacağını bilmiyoruz. Bu yüzden dikkat etmen gereken hususlar var; birincisi seni öfkelendirecek şeyler söyleyebilir veya mimikleriyle seni çileden çıkartabilir. Ondan bilgi almak istiyorsan sakin kalmak zorundasın.”

Alayla Şahan’a baktım. Amacımı anlamış gibi gözlerini devirip, “Bana bulaşma bende bu yöntemler ters tepiyor.” Dedi. “Sakin kalmak kitabımda yok.”

“Şahan’la kendini bir tutma,” diyerek araya girdi Burçin. “Fiziksel olarak senden daha güçlü olduğu için şiddet onu zorlamıyor ama adam senin sinir sistemine oynarsa yapabileceğin çok bir şey olmaz. Sadece öfke nöbeti geçirmekle kalırsın.”

“Haklı,” dedi Yıldıray. “Bu yüzden yapman gereken tek şey ters psikoloji. Tıpkı Peri’ye yaptığın gibi. Sakinliğinle onu korkut, gerekirse Şahan’ı kullan. İçinde yangın olsa da bunu ona belli etme.”

“Karşımızdaki eğitimli bir adamsa?” diye sordum.

“Sıradan bir seri katil işi değil yani karşındaki eğitimli bir adam olabilir. O zaman bırak Gazap halletsin.”

Başımı onaylarcasına salladığımda Burçin elimi tutup destek verircesine sıktı. “Yaman için.”

Gülümsedim. “Yaman için.”

Akrep omuzlarını dikleştirdi. “Operasyonun adı; Yaman için.”

Gazap, ürkütücü bir sırıtışla başını sol omzuna doğru yatırdı. “Yaman için.”

Asansörü tekrar hareket ettirip kendi katımıza ulaştığımızda kapılar uyarı sesinden sonra iki yana açıldı. Koridorda elinde bir dosya ile bekleyen Göz, “Adam sorgu odasında,” dedi dosyayı Şahan’a uzatarak. “Emir Koçak. Otuz sekiz yaşında. Sıradan bir banka memuru. Hiçbir sabıka kaydı yok, herifin trafik cezası bile yok.”

Kaşlarımı çattım.

“Bozok tarafından korunan biri mi yoksa gerçekten hiçbir alakası yok mu bulamıyoruz.”

“Bozok’un adamı değil,” dedi Akrep. “Güven vermese de bu konuda yalan söylemediği aşikâr. Asya’yı karşısına almak istemiyor.”

“Kim o zaman bu dalyarak?” dedi Şahan. “Neyine güvenerek bize sıktı?”

Burçin sıkıntılı bir nefes bıraktı. “Başkan’ın söylediklerini unutmayın. Bu adam Yaman’ı vuran kişi olsa da ardındaki düşman Bozok’tan farksızdır.”

“Burada durup o kim bu kim demek bize bir katkı sağlamayacak,” diyerek araya girdim. “Gidip ne yapacaksak yapalım. Bir an önce Yaman’ın yanına dönmek istiyorum.” Bir şey söylemelerini beklemeden sorgu odasının olduğu koridora doğru ilerlemeye başladım.

“Ben size bir şey diyeyim mi?” dedi ardımdan gelen Şahan. “Gazap iki doğuyor, haberiniz olsun.”

“Gazap iki mi?” dedi Murat. “O ne demek?”

“Aykız, Gazap’la sorguya giriyor.”

“Yandım!” diyen Murat’ın sesiyle adımlarım kesildi.

Yavaş yavaş arkamı dönerken, kollarımı göğsümde kavuşturdum. “Yandım derken?”

Başındaki şapkasını düzeltti. “Bir timde iki tane Gazap ne demek biliyor musun?” Küçük gözleri kocaman açıldı. “Benim için iki kat daha fazla çalışmak, iki kat daha fazla tutanak yazmak demek. Sizden rica ediyorum adamı aranıza alıp şamarcı oğlanına döndürmeyin. Vurduğunuz her bir tokatta daha fazla çalışmak zorunda kalıyorum! Arkanızı kollamak hiçte kolay değil.”

Gözlerimi devirdim. “Adama elimi sürmeyeceğim.” Dediğimle birlikte rahatlamak yerine daha çok gerildi sanki.

“Bu daha kötü.”

“O niye lan?” diye sordu Gazap merakla.

Murat gözlerini devirdi. “Hadi ama, hiçbiriniz Aykız’ın ne yapacağını tahmin edemiyor musunuz?”

Hepsi merakla Murat’a bakarken, “Selam,” diyen sesle tüm dikkatimiz sesin sahibine çevrildi. Serpil, üzerinden çıkartmadığı siyah üniformasıyla birkaç adım ötemizde duruyordu. “Kara’nın durumunda gelişme var mı?”

“İyi olacak.” dedi Yıldıray, tekdüze bir sesle.

Serpil öne doğru bir adım, “Şey,” dedi. “Onu görmeye gidebilir miyim? Biliyorsunuz sizin izniniz olmadan yanına almazlar beni.”

“Hayır,” dedim katı bir ses tonuyla. “İzin falan yok.”

Kaşlarını çatarak bana baktı. İki yanında duran ellerini yumruk haline getirdi. “Sadece nasıl olduğunu bilmek istiyorum.”

Çenemle Yıldıray’ı işaret ettim. “Nasıl olduğunu sana söyledi. İyi olacak dedi, bu durumda görmene gerek yok.”

Beklentiyle Burçin’e baktı. “Gezgin?”

Burçin omuz silkti. “Kuralları biliyorsun. Timdeki birinin rızası yoksa diğerlerinin de yoktur.”

“Kara’nın yanına Lotus timi ve Başkanımızdan başka kimse giremez.” Omuzlarımı dik tutarak karşısında durduğum her saniye öfkesi daha da körükleniyordu.

“Ona zarar vereceğimi falan mı düşünüyorsun?” Sıktığı dişlerinin arasından konuşmasını sürdürdü. “Bunu asla yapmam!”

“Sana güvenmiyorum,” dedim dürüstçe. “Hele ki son olaylardan sonra.”

“Kara’ya asla zarar vermem, Asya!”

Göğsümde kavuşturduğum kollarımı çözüp, “Vermezsin değil,” dedim sıktığım dişlerimin arasından. “Veremezsin. Bu konu burada kapandı. Yaman’ın yanına gitmeyeceksin, iznimiz yok. Şimdi bırak da işimizi yapalım.”

“Sorgudaki adamı yakalayıp buraya getiren ben ve benim timimdi.”

“Yapman gereken şey için teşekkür mü bekliyorsun, Serpil?” diyen Yıldıray yanıma geldi. Diğerleri de onu takip ederek arkamda durdu. Gözleri hepsinin üzerinde tek tek gezerken en sonunda bende durdu. Bakışlarındaki öfke değildi. Serpil’i biraz tanıyorsam eğer şu an bana kıskançlıkla bakıyordu ve bu bakış çok tanıdıktı. Dudağımın bir kenarı alayla kıvrılırken arkasına dönüp hışımla yanımızdan ayrıldı.

Şahan yüzünü buruşturup gözden kaybolan Peri’nin arkasından bakıyordu. “Çok değişik bi’ tür bu.”

Derin bir nefes aldım. “Hadi şu sorguya başlayalım.”

🔗🔗🔗

Karşımda oturan adam rahat bir tavırla bulunduğu ortamı izlerken bende onu izliyordum. Dirseklerimi masaya yaslamış, çenemi de iç içe geçirdiğim parmaklarımın üzerinde sabitlemiştim. Sorguya girdiğimiz andan itibaren büyük bir sessizlik hâkimdi. Şahan, adamın arkasında bir sağa bir sola yürürken avını yemeye nereden başlayacağını düşünen bir avcı gibiydi. Bense Yıldıray’ın dediği şeyi yapıyordum. İçim kor alevlerle kaplıydı ama sakin kalmayı başarabiliyordum.

Adamın, masanın üzerinde duran ellerine baktım. Hangi parmağı ile tetiği çekmişti? Hangi eliyle Yaman’a o kurşunları sıkmıştı? Boğazımı temizledim. “Susacak gibisin?”

Adamın gözleri gözlerimi buldu. “Sorgu odasında değil miyim? Siz soracaksınız ki ben konuşayım değil mi?”

Eğitimli piç kurusu olduğunu belli ediyordu. Rahattı. Çok rahattı.

“Biz sormadan konuşmaya başlasaydın her şey daha kolay olurdu bence?”

Gülümsedi. “Benim için fark etmez. Her türlü kolay olacak.”

Şahan, adamın ensesine vurup, “Senden rahatı mezarda zaten.” dedi.

Öne düşen başını kaldırdığında bile dudaklarındaki gülümse kaybolmamıştı. “Mezara gitmeyeceğime göre?”

Başımı hafifçe sol omzuma doğru yatırdım. “Seni öldürmeyeceğimizi bildiğin için mi bu kadar rahatsın?”

Omuz silkti. “Duyduklarıma göre siz buraya getirdiğiniz kişileri öldürmüyormuşsunuz.”

Şahan sırıttı. “Eksik duymuşsun bebeğim. Evet, buraya geleni öldürmüyoruz ama öldürmekten beter ediyoruz ve en sonunda ne oluyor biliyor musun? Kendi dillerini yutup intihar ediyorlar. Neden biliyor musun? Çünkü bir yerden sonra korkudan konuşabileceklerini biliyorlar.”

Tekrar omuz silkti. “Enteresan bir intihar yöntemi ama merak etmeyin, ben ölmeyi istemeyecek kadar kendimi seviyorum.”

Ellerimi masaya yaslayıp bedenimi ileriye doğru uzattım. “Yaşamayı seviyorsun öyle mi? O zaman yaşaman için bizde olanak sağlayalım değil mi? Mesela kim için çalıştığını söylemekle başlayabilirsin.”

“Kimse için çalışmıyorum,” dedi. “Kendi halimde takılırım.”

“Kendini halinde takılırsın?” dedi Şahan. “O zaman Kara senin tavuğuna kış dedi?”

Başını iki yana salladı. “Demiştir. Yoksa neden sıkayım değil mi?”

Çenem kasıldı.

“Sadece olasılıklar üzerine hareket ediyorsun yani?” diye sordum öfkemi zorlukla bastırmaya çalışırken. Kanım kaynıyordu. Kulaklarım uğulduyordu ama hiçbirine odaklanmamaya çalışıyordum. Çünkü eğer bir kere kendimi kaybedersem buradan eli boş çıkardım. Ben söz vermiştim. Küçük Diyar’a intikamını alacağıma dair söz vermiştim ve ben sözlerimi tutardım. Sırtımı sandalyeye yaslayıp kollarımı göğsümde kavuşturdum. “Belli ki bu iş güzellikle olmayacak.” Dedim eğlenircesine. “Ama bir kere daha şansımızı deneyelim. Kim için çalışıyorsun, Emir?”

“Kimse için çalışmıyorum.”

Bacaklarımı kaldırıp masanın köşesinde üst üste koydum. Rahat tavırlarımı şaşkın bakışlarla izlerken dudaklarımı aşağıya doğru büzdüm. “Sen bilirsin.” Masanın üzerine bıraktığım dosyayı alıp içindeki fotoğrafı çıkarttım.

“Gazap?”

“Aykız?”

“Fotoğrafı görüyor musun, arkadaşım?”

Suratındaki sırıtış giderek büyüdü. “Görüyorum arkadaşım?”

Adamın bakışları ikimizin arasında merakla gezmeye başladı.

“Sinsice saklandığı fare deliğinde uzun namlulu bir tüfeği tutuyor, değil mi?”

“Doğrusun, Aykız.”

“Tetikte sağ elinin işaret parmağı duruyor, değil mi?”

Şahan, adamın sağ elini tutup, “Şimdi fotoğrafın kalitesi çok yüksek olmadığından emin olamadım. Bu elinin,” dedi boşta kalan elinin parmaklarıyla adamın işaret parmağını sıkıca kavradı. “Bu parmağı mı yani?”

Sırıttım. “Pek tabii.”

Kemiğin kırılma sesiyle birlikte adamın acı dolu haykırışı kulaklarımda yankılandı. Bu beni huzursuz etmedi. Aksine keyif duymama neden oldu fakat eksikti. Yaman’ın canı yandığı kadar canı yanmıyordu. Yeterli değildi. İçimde bir yerlerde kana susamış bir avcı vardı ve ben bile onunla ilk defa tanışıyordum. Korkuyor muydum? Yaman’ı kaybetmekten daha çok değil.

“Kim için çalışıyorsun, Emir?”

Haykırışlarının arasından, “Kimse için çalışmıyorum,” dedi kesik kesik.

Şahan’a baktım. “Başparmağıyla tüfeğin kabzasını kavramış, Gazap’cığım.”

Adamın başparmağını tutup, acımadan kırdı. “Bu parmağı mıydı?” Bir acı dolu haykırış daha odada yankılanırken hala yeterli gelmiyordu. Daha fazlasına ihtiyacım vardı. Bakışlarımı fotoğrafa indirdim. “Ah pardon yanlış demişim, orta parmağıymış.” Bir kemik kırılma sesi daha.

“Bu sefer emin miydin?”

Dilimi damağıma vurdum. “Az önce sende söyledin, fotoğrafın kalitesi çok iyi değil her seferinde şaşırıyorum. Yüzük parmağıymış.”

Adamın haykırışları durmaksızın devam ederken başını geriye doğru attı ve o sırada gördüğüm şey anında yerimden doğrulmama sebep oldu. Boynunda, tam şah damarının olduğu yerde, derisinin altında kırmızı bir ışık yanıp sönüyordu. “Dur!” diye bağırdım. “Bu da ne?”

“Ne, ne?”

Şahan bahsettiğim yere bakamadan olan oldu. Kırmızı ışığın ritmi hızlandı ve tiz bir sesin ardından adamın şah damarı patladı. Yüzüme sıçrayan kan anında midemi harekete geçirirken Emir’in gözleri geriye doğru kaydı. Bedeni şiddetle titrerken Şahan adamın elini panikle bıraktı. “Ne oluyor amına koyayım!” Emir sandalyeyle birlikte yere düştüğünde sorgu odasının kapısı hızla açıldı. En az bizim kadar şok içinde kalan Murat, Yıldıray ve Burçin bakışlarını yerde yatan adamdan ayırmazken zemine yayılan kan odaya dolan koku kusma isteğimi arttırıyordu.

“Yemin ederim biz bir şey yapmadık. Adam patladı lan!”

Emir’in saniyeler önce titreyen bedeni artık tamamen hareketsizken, kendine gelen ilk Yıldıray oldu. Hızlı adımlarla yerde yatan adamın yanına giderken iki parmağını şah damarının olduğu bölgedeki deliğe soktu. Yüzümü buruşturdum. Parmaklarını adamın derisinin altında birkaç saniye gezdirdikten sonra aradığı şeyi bulmuş gibi hareketlerini durdurdu.

“Çip,” dedi parmaklarını geri çekerken. İki parmağının arasına sıkıştırdığı küçücük şeyi gösterdi. “Göz, incelemeye alalım.”

Murat cebinden bir peçete çıkartıp çipi aldı. “Yüksek ihtimalle acıya duyarlı,” dedi. “Yakalandığında konuşmayacağından eminlerdi ama her ihtimale karşı hazırlık yapmışlar. Yüksek dereceli acı, çipi aktif hale getirdiyse işkenceyle konuşturulacağını düşündüler.”

Şaşkınla bir Murat’a birde yerde yatan Emir’e bakarken, “Bu delilik!” dedim.

“Bu kesinlikle delilik!” dedi Burçin.

Tiz sesli bir kızın çığlığı hepimizi yerinden zıplatırken, ellerini dudaklarına bastırmış korkulu gözlerle Emir’e bakıyordu. Yıldıray kızın görüş açısını kapatmak için önüne geçtiğinde, “Buraya girmenin yasak olduğunu bilmiyor musun?” dedi ürkütücü bir tonda. Kız, ölü adamın varlığını tamamen unutup bu sefer korkuyla Yıldıray’a bakıyordu. “Şey,” dedi kekeleyerek. “Ben şey için gelmiştim. Şey, Başkan aradı.”

Yaman…

Öne doğru çıkıp, “Ne dedi?” diye sordum korkuyla. Sessizliği öfkemi körükledi. “Konuşsana!”

“Ka-Kara. Kara, uy-uyanmış.”

 

 

-BÖLÜM SONU-

 

 

Lütfen oy verdiğinizden emin olup yorum bırakmayı unutmayın canımlar

 

 

Yeni bölümde görüşünceye dek kendinize çoook iyi bakın...

 

 

Instagram: gulsumm.bilgin

 

 

Loading...
0%